Sıkıldım, İki Hafta Yokum | Pelin Güneş


Yakınlaşmak için, bazen uzaklaşmak gerekir…

Pelin Güneş’in kaleme aldığı Sıkıldım, İki Hafta Yokum, kitaplardaki kurmaca ile gerçek dünya arasında sıkışıp kalmış 14 yaşındaki Tuana’nın benlik arayışlarına ışık tutan, sürükleyici bir ilkgençlik romanı.

Kanıksanmış bazı tutumlar nedeniyle ebeveyn-çocuk ilişkisinde meydana gelebilecek ani iniş çıkışları gerçekçi bir yaklaşımla ele alan yazar; gençlerin sürekli değişen duygu dalgalanmalarına odaklanıyor, toplumun dayattığı “normallik” algısı üzerine farklı bakış açıları getiriyor.

Büyüyebilmek ve daha da önemlisi olgunlaşabilmek için bazen sevdiklerimizden uzaklaşmamız gerekebileceğini anımsatan kitap; kurulan yeni dostlukların hayatın getirdiği dayatmalardan ve zorlamalardan bir nebze de olsa sıyrılabilmek için iyi bir fırsat yaratabileceğini vurguluyor.

Çocukluğu, annesinin zihnindeki “ideal çocuk” tanımına uyum sağlama çabaları yüzünden yorgun ve biraz da buruk geçen Tuana, ergenliğe girdiğinde ailesinin ve okul çevresinin direttiği ısrarcı ve tektipleşmeye dayalı tutumlara karşı kendince bir kalkan geliştirir. En yakınlarının bile renksiz ve hatta “sorunlu” saydığı genç kızın tek gayesi, kendisine “normal” olarak kabul ettirilmek istenen şeyleri bertaraf edip kendi doğrularından yürümektir. Bu uğurda ailesini ve arkadaşlarını dahi karşısına almayı göze alan Tuana, yaşadıklarının yorgunluğunu hafifletmenin yollarını düşsel bir dünyada arar. Kitaplara, özellikle de fantastik edebiyatın kültleşmiş “Orta Dünya”sına dalarak sistemin dayattığı kalıplar üzerine düşünmeye koyulur. İlkgençlik gelgitleri nedeniyle yine annesiyle tartıştığı bir gün, karşısına çıkan bir yolculuk teklifi tatsız hayatından uzaklaşması ve özgüvenini kazanması için kaçırılmayacak bir fırsattır…

Gençlerin ruhunda kopan fırtınaları özdeşlik yoluyla daha iyi anlama ve anlatma çabası güden bu katmanlı roman; dağılan aile, ebeveyn tükenmişliği, akran zorbalığı gibi özellikle ergenlik çağındakilerin duygusal dünyalarında açmazlara neden olabilecek hassas konulara temas ediyor.

Farklılıkları nedeniyle eleştirilen, ötekileştirilen genç bir kızın hayatını, farklılıklarını bir yaşam biçimine dönüştüren “aykırı” insanların hayatlarıyla kesiştiren Sıkıldım, İki Hafta Yokum, okurları değişen dünya ve bundan nasibini alan gençlik hâlleri üzerine düşünmeye davet ediyor.

“Kaçıştan en çok kim korkar?
Tabii ki gardiyanlar.”
J.R.R. Tolkien

Okula Gitmesem?

Bu soruyu siz de sık sık sorar mıydınız? Nasıl yanıtlar alırdınız peki? “Ne yapacaksın evde oturup, boş gezenin boş kalfası mı olacaksın?” “Biz bütün gün işteyiz, sana kim bakacak?” “Valla polisler gelip seni zorla götürür, okula gitmeyen çocuk olmaz.” (Televizyondaki dizide duydum.) “Senin yerinde olup da böyle güzel bir okula gitmek için can atan kaç çocuk var, bir bilsen!” (Anneannemin en sevdiği.) “Herkes okusun iş güç sahibi olsun, sen öyle cahil kal!” “Fatih Can abin de senin gibi başlarda hiç istemedi okula gitmeyi, bak şimdi doktor. Zamanla seversin, hatta sınıfın birincisi olursun, gör bak!” (Komşu teyze) Bunlara benzer pek çok söz duymuşsunuzdur, eminim. Aslında, okulla arası iyi olmayan çocuklar sanıldığı gibi tembel, düşüncesiz, asi, şımarık falan değildir elbet. Büyükler de iyi bilir bunu, sadece sorunun ne olduğunu anlamak istemezler. Toplum yaşamının bir kuralı, hatta bir gelenek gibi görürler eğitimi.

Her doğan çocuk ağlar, güler, yürür, konuşur ve okula gider. Doğal süreç böyle işliyor, ben de biliyorum ama bazı çocukların, geleneklerle, kurallarla ya da alışkanlıklarla arası pek iyi değil. Benim gibi… Hepsi bu. Ben Tuana, on dört yaşındayım ve anaokulunu da sayarsak dokuz yıllık okul hayatım boyunca severek, eğlenerek geçirdiğim günler pek azdır. Buna karşılık “çok mutsuz” geçen günlerim de fazla değildir. Yani çoğunlukla birbirinin aynı, zoraki ve sıkıcı günler kaldı aklımda; her akşam içilmesi gereken süt ya da dişlerin fırçalanması gibi… Yap denince yapılanlardan. Her sabah erkenden kalkıp, evden çok uzak bir yere, tüm günümü geçirmek üzere gitmek beni mutsuz ediyordu. Sık sık, “Bugün gitmesem olmaz mı?” ya da “Karnım gerçekten ağrıyor.” gibi yakınmalarla o günü atlatmayı deniyordum. Annem çok netti bu konuda. Asla taviz vermezdi. “Ne var yani, ben de bayılmıyordum okula ama her gün gittim.” derdi. Sonuna kadar gitmiş ve üniversiteyi bitirdiği gün rahat bir nefes almış. Ama sonra ne olmuş, iş hayatı başlayınca o sevmediği günleri mumla arar olmuş. Babam ona göre daha duygusaldı. En azından beni anladığını hissettiren cümleler kurardı: “Ne yapsak ki acaba, böyle de çekilmez. İstersen sınıfını değiştirelim ya da okulunu. Hadi itiraf edeyim, ben de pek hoşlanmazdım derslerden ama bizim sınıfta gırgır şamata boldu. Sen de rahat ol, dersler nasıl olsa yürüyüp gider, eğlenmene bak.”

Akla yatkın değil mi? Ben de denedim bunu yapmayı. Her sabah, bana tembih edildiği gibi keyfini çıkarma gayreti ile okula gittim. Rahat davranmaya, çevremde olup bitenlere aldırmamaya çalıştım. Ama hiçbir şey kendi kendine yürümedi. Bu rahatlık, annemi daha çok kızdırmaktan başka işe yaramadı. Bir de atasözü gibi sürekli karşıma çıkan o meşhur cümle: “Sistemi değiştirmek mümkün olmadığına göre, senin uyum göstermen gerekiyor. Milyonlarca kişi bunu başardı, sen de yapabilirsin.” Milyonlarca kişinin başardığından nasıl emin oluyorlardı acaba?

O zamanlar bu soruyu sormak aklıma gelmiyordu tabii. Milyonların ne ifade ettiğinden bile habersizdim. İşin tuhaf yanı, benden üç yaş küçük kardeşim Arda ile aynı okula gidiyorduk ve o, bir gün bile şikâyet etmedi. Başladığı günden bu yana hâlinden memnundu. Öğretmenleri ile arası hep iyi oldu, sevildiği için çalıştı ve bence, bu denli çalışıp sevildiği için sonunda bir aferin delisine dönüştü. Bilirsiniz, ödüllendirilen kobayın her seferinde aynı hareketi tekrarlaması gibi. Sadece derslerde değil; basketbol takımında, bilim kulübünde de aranan öğrenci oldu. Tabii ki kıskanmıyorum. Durum o kadar da vahim değil. Aslına bakarsanız, benim de notlarım ortalama sayılır. Hiç sınıfta kalmadan bugüne, sekizinci sınıfa kadar geldim. Notlarım ortalama sayılır ve sınıfta yapılan deneme sınavlarında yıllardır aynı başarıyı gösteriyorum. İstikrarlı bir şekilde hep on ikinci oluyorum. On sekiz kişi olduğumuz düşünülürse, fena sayılmaz ama anneme göre, ortalama notlar bir başarı göstergesi değil. Artık kimseye kötü not verilmiyormuş.

Sınıfta kalmak da yokmuş. Ortalama olmak da insanı hiçbir yere götürmezmiş. Peki sorun ne, diyebilirsiniz. Yani, evet, şimdiye kadar anlattıklarım belki pek çoğunuz için olağan durumlar. Dediğim gibi, dışarıdan bakıldığında her şey yolunda görünüyordu. Hatta benden istenilenleri yapan bir öğrenciydim. İtiraz ettiğimi, ders sırasında konuştuğumu, dalga geçtiğimi gören yoktu. Karnemdeki davranış köşesinde yazanlar yıllardır değişmez: “Sessiz, uyumlu, sınıf düzenini bozmayan, kendi hâlinde… Daha özverili çalışırsa başarısı artar.” Sadece arada dalıp gittiğim zamanlar oluyordu ve bunu öğretmenlere fark ettirmeden yapabilmeyi öğrenmiştim. Kimseye sezdirmeden ortadan kaybolmak… “Aklın nerede senin!” diye bağırırlar ya hani ya da “Sınıfa dön, derse dön!” diye uyarırlar. İşte o azar işitenler, yakalananlardır. Yani diğer tarafa sessizce geçmeyi başaramayanlar. Öyle şaşkın kalırlar ortada. Etraflarına bakınırlar saf saf, uykudan yeni kalkmış gibi. Ben bu duruma düşmemek için gerektiği yerde gülümsemeyi, gözlerimi kaçırmadan tahtaya bakmayı, sürekli not tutar gibi görünmeyi öğrenmiştim. Sorun şuydu ki, beni biraz kendi hâlime bırakmalarını istiyordum. Tıpkı yetişkinlerde olduğu gibi. Gazetesini alıp köşesine çekilen babam, saatlerce masa başında kahve içip çene çalan annemle arkadaşları gibi. Sadece istedikleri zaman konuşan ve susan diğer insanlar gibi. “Ne oldu?” diye sorulduğunda, “Sonra anlatırım, önemli değil.” denmesi gibi… Cevabı sonra söylemek istiyordum, sonucu sonra bulmak ve örnek cümleyi de hiç oluşturmamak… Kendi dünyamda geçirdiğim zamandan, sırf onlar istedi diye geri çağrılmak istemiyordum.

İki Kesir Karpuz 

Birinci sınıftan, sürekli bağırıp çağırıp kavga eden ya da parmağını tavanı delecekmiş gibi uzatıp kendini göstermek isteyen çocuklar kalmış hatırımda. Sayfalar dolusu eğik çizgi, içi boyanacak şekiller ve alt alta yazılıp toplanması gereken sayılar vardı. Sıranın üzerine başımı yaslayıp etrafı seyrederdim. Birkaç kez uyuyakaldığım için alay ettiklerini hatırlıyorum, uykucu cüce diye. İkinci sınıfta sayılar birden üstüme üstüme gelip, sinirlerimi bozmaya başladı. Hiç unutmuyorum bir akşamüstü, üçerli üçerli otuza kadar sayamadığım için annem, “Yeter, yeter, yeter! Bu iş böyle olmayacak!” diye bağırdı ve her akşam birlikte ders çalışmaya başladık. Ders sonunda ya o öfkeleniyordu ya da ben. Babamla bunun için sık sık tartıştıklarını hatırlıyorum. Anneme göre dışarıdan bir desteğe ihtiyacım vardı, babamsa annemi her şeyi abartmakla suçluyordu. Sonunda kazanan annem oldu ve bir cumartesi günü, kapısında “Eğitim Danışmanı” yazan, konuşkan ve güler yüzlü bir adama gittik.

Murat Bey bana birtakım şekiller, fotoğraflar ve karışık cümlelerle dolu iki soru kâğıdı verdi. Bir kısmı kolaydı, bazılarını da hiç yapamadım. Sonuç ne oldu bilmiyorum ama o günden sonra annemle ders çalışma şeklimiz değişti. Tüm konuları, özellikle de matematikle ilgili olanları oyun oynar gibi çalışmaya başladık. Evimizin her yanı, ünitelerle ilgili oyuncaklarla ve nesnelerle doluydu. Öğrenmemi ve hatırlamamı kolaylaştıracak sembollermiş. Murat Bey böyle demiş, annem üst kat komşumuz Münü’ye anlatırken duydum. Sayı küpleri, oyuncak para kasası ve alışveriş sepeti, fiyat etiketleri… Mesela paralarla ilgili üniteye geldiğimizde, hemen salona bir banka gişesi kuruldu. Annem, büyük sehpanın üzerine çeşitli boylarda, içinde kâğıt ve demir paralar olan kutular sıraladı. Ben de fatura ödemeye gelen müşteri oldum. Elimde eski su ve elektrik faturaları ile gelip ödeme yapıyordum. Yani yapmaya çalışıyordum. Annem yüzünde kocaman bir gülümseme ile karşılıyordu beni: “Hoş geldiniz Tuana Hanım. Fatura mı yatıracaktınız?” Fatura okumak ayrı bir dertti. İlgili kutucuktaki bol basamaklı sayıyı güç bela okuduktan sonra, elimdeki parayı uzatıyordum. Sonrasında annem, “Al bakalım, bunlar da üstü,” deyip bir avuç para veriyordu. İşte orada aklım iyice karışıyordu. “Nasıl yani? Ben sana sadece bir tane verdim.”

“Evet ama sen bana 5 TL verdin, değer olarak elindeki bozuk paralardan daha fazla.” Off, iyi de neden? Sonuçta hepsi bir parça kâğıt ya da demirden yapılmış şeyler. Eşit değerde olmayan paraları kim icat etti acaba? Paranın üstünü ya da altını hesaplamak da ne oluyor? Kesirleri işlerken, salona ufak bir pazar yeri kurulmuştu. Dolaptan taşınan portakallar, domatesler, yumurtalar koltuklarda duran sepetlere ya da büyük tepsilere yerleştiriliyordu. Yarım karpuzu dilim dilim satın aldığımı hatırlıyorum. “Karpuz alacaktım.” Annem sevinçle, “Tabii ki Tuana Hanım. Ne kadar istersiniz?” diyordu. “İki dilim…” Kaşları kalkıyordu hemen. “Ama nasıl diyoruz?” “İki dilim karpuz alabilir miyim lütfen?” Annem başını iki yana sallayıp, “Kesirle ifade et,” diye fısıldıyordu. “İki kesir karpuz almak istiyorum.” Yine olmuyordu. Bu kez üzerine basa basa tekrar ettiriyordu: “Beşte birini almak istiyorum. Neymiş?” “Beşte bir karpuz alacaktım,” Sonra çeyrek domates, yarım salatalık ve bir kolinin dörtte üçü kadar yumurta alıyordum. Bir keresinde, yumurtacı olarak oyuna giren anneannem isyan etmişti:

“Bunların hepsini büyüyünce öğrense olmaz mı? Gitmeyin üstüne bu kadar.” Sonra annemle tartıştılar ve uzun bir süre bize gelmedi. Anneannem gibi Münü de artık bize pek gelmiyordu. Oysa o benim apartmanda en sevdiğim arkadaşımdı. Annemle şöyle bir anlaşma yapmıştık. Sevdiğim şeylere ulaşmak için bana göre engel, ona göre hedef denilen aşamalar vardı. Sınavlardan iyi not almak, ödevleri zamanında yapmak, söylenmeden yataktan kalkmak gibi… Bunların sonucunda Münü’ye gidip biraz zaman geçirebiliyordum. Ya da istediğim bir filmi seyredebiliyordum. Hatta mutfak çekmecelerinde atıştırmalık arayabiliyordum. Kesirlerden sonra saatler engeli çıkmıştı. O güne kadar benimle hiç dertleri olmayan, evin bir köşesinde sakince işleyen tiktaklar, kafamın içinde dong dong öten davul tokmaklarına dönüşmüştü. Saaaaat kaaaaç! Saaatttt kaaaaç! Saati görünce bakasım değil, kaçasım geliyordu. Ya bana sorulduğunda Arda’nın hemen cevap yetiştirmesine ne demeli? Evin her yanında, tuvalette bile saat vardı artık. “Tuanacığım, söyle bakalım kaç dakikadır içerideydin?” “Bilmiyorum, üşütmüşüm sanırım. Ondan uzun sürdü.” On kala ile on geçe arasındaki, anneme göre “dünyanın en basit” farkını bile çözemeden dertler katlanarak büyüdü.

3. sınıfın ilk dönemi; uzay geometrisi. Düzlem, şekil, çember, daire çıktı önüme. “Çok kolay, içi doluysa daire, boşsa çember.” “Ama sanki ikisi de dolu gibi.” “Yok yok, o kısma takılma. Sen tanımları ezberle.” Kesirler ve saatlerin kararttığı dünyam henüz toparlanmadan, beterin beteri gelmişti. Doğru parçası, ışın, sonsuz uzay, örüntü arasında sıkışmıştım. Küpün açılmış hâli kaç kareden oluşuyor? Oluşan cisim bir prizma mı?.. Sınıfta en sevdiğim arkadaşım Melis, bu sorulara hemen parmağını kaldırıyor, deftere önce o çözüp koşa koşa göstermeye gidiyordu. Ne sinir bozucu kız! Evet, itiraf ediyorum, bu durum aramızı bozdu ve ben de onun oyun davetlerine katılmadım. Çünkü sırf onun hızlı yaptığı sorular yüzünden etüde başlamak zorunda kaldım ve evdeki çalışma saatlerim de arttı. Akşamüzeri eve geç ve yorgun dönüyordum. Üstelik çok da işe yaramadı. Tam yeni konuları anladığımı düşündüğüm gün sınav oluyorduk ve geçen ayki konudan çıkıyordu. Onları hatırlamaya çalışırken yenilere yetişemiyordum. Artık sabahları midem bulanıyor, başım ağrıyor ve yataktan zar zor çıkıyordum. Evde ne zaman okul konusu açılsa, ben farkına bile varmadan tırnaklarım, dişlerimin arasına gidiyordu. “Yeme canım tırnaklarını. Sen akıllı bir çocuksun, moralini bozma,” diyordu babam. “Yoksa İtalyanca şarkıları nasıl böyle mükemmel söylerdin?”

Bebekliğimden bu yana dinlediğim ve çok sevdiğim o plaktaki iki çocuk şarkısını da ezberlemiştim. Çünkü çok seviyordum dinlemeyi. Babam Fethiyeli, o küçükken, evlerini pansiyon olarak işletirlermiş yaz aylarında. Pek çok ülkeden turistler gelip kalırmış. Babaannemlerdeki Almanca ve İngilizce romanların sebebi bu. Kedi şeklinde ahşap tarak ve kimonolu oyuncak bebek de o günlerdenmiş. O iki plak da, bir İtalyan aileden kalmış onlara. Babamın müzikle arası çok iyi olduğundan, babaannem başka pek çok plak ve kasetle birlikte bize vermiş. Bunun değerli bir şey olup olmadığından emin değildim; yani İtalyanca şarkı bilmenin. Okulda İtalyanca dersi yoktu, not verecek ya da başarımı kutlayacak biri de yoktu. Bu yüzden sadece babama söylüyordum ben de.

Benzer İçerikler

Dört Ayak Üstünde | Ekin Tümer

yakutlu

Fark (Allah’ın Dostları ile Seytan’ın Dostları Arasındaki Fark)

yakutlu

Kurabi’ye Uçan Omlet | Niran Elçi

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy