Şimşek Hırsızı – Percy Jackson ve Olimposlular | Kadir Yiğit Us, Rick Riordan


Bir gün birisi çıkıp size Antik Yunan tanrılarının hala hayatta olduklarını söylese ne yapardınız?
Ya ailenizden birinin bu tanrılardan biri olduğunu öğrenseniz?
Olağanüstü güçlere sahip olduğunuzun farkına varsanız?
Bir de peşinizde mitolojik efsanelerdeki canavarlar düşse?
Ne yapardınız?
Percy’nin yaptığını…
New York Times listelerinde birinci sıraya oturup satış rekorları kıran ve ödüle doymayan Percy Jackson ve Olimposlular dizisi Türk okurlarıyla buluşuyor!

İşte karşınızda Percy Jackson. 12 yaşında, hiperaktif, okuma yazmada sorunları olan ve başı beladan bir türlü kurtulmayan bir çocuk! Peşine takılan, ne olduklarını bir türlü anlayamadığı birtakım doğaüstü yaratıklar da cabası! Bütün bunların sebebi aslında babasının bir Yunan tanrısı olması, fakat sorunları çözmek tamamen Percy’ye kalmış durumda.
Serinin bu ilk kitabında Percy kendini ispatlamak için Zeus’un çalınan şimşeğini bulup hırsız olmadığını herkese göstermek zorunda kalıyor. Yıllardır görmediği babasıyla yüzleşmesi ve tanrılardan bile çok daha güçlü bir hazineyi ortaya çıkarması ise apayrı bir hikaye…

***

BÖLÜM BİR

CEBİRE GİRİŞ DERSİ ÖĞRETMENİMİ YANLIŞLIKLA BUHARLAŞTIRIYORUM

Bakın, melez olmayı ben istemedim.

Siz de melez olduğunuzu düşünerek bu satırları okuyorsanız, tavsiyem şu: kitabı hemen kapatın! Anne babanız nasıl doğduğunuza dair hangi yalanı söylediyse ona inanın ve normal bir yaşam sürmeyi deneyin.

Melez olmak tehlikeli. Korkunç. Çoğu zaman da pis şekillerde, acı çektirerek öldürüyor sizi.

Şayet normal bir çocuksanız, bunu da kurmaca olduğunu düşündüğünüz için okuyorsanız, harika. Okumaya devam edin. Bunların hiçbirinin olmadığına inanabildiğiniz için sizi ne kadar kıskanıyorum.

Ama eğer bu sayfalarda kendinizi buluyorsanız, içinizde bir şeyler kıpır kıpır oluyorsa, hemen okumayı bırakın. Siz de bizlerden biri olabilirsiniz. Bir kere bunu anladınız mı, onların da bunu hissetmesi an meselesi olacak ve peşinize düşecekler.

Uyarmadı demeyin.

Benim adım Percy Jackson.

On iki yaşındayım. Birkaç ay öncesine kadar, New York’un dışındaki, sorunlu çocuklar için özel bir okul olan Yancy Akademisi’nde yatılı öğrenciydim.

Sorunlu bir çocuk muyum?

Eh, öyle diyebilirsiniz.

Bunu kanıtlamak için şu kısacık, sefil yaşamımdaki herhangi bir anı anlatabilirim. Ama işler esas geçen Mayıs ayında, altıncı sınıflar için Manhattan’a bir araştırma gezisi düzenlediklerinde, gerçekten kötü gitmeye başladı. Her biri kafadan kontak, yirmi sekiz tane çocuk ve iki öğretmen sarı renkli okul otobüsümüze atlamış, antik Yunan ve Roma şeylerine bakmak için Metropolitan Sanat Müzesi’ne gitmiştik.

Biliyorum, işkenceymiş gibi geliyor kulağa. Yancy Akademisi’nin çoğu gezisi öyledir.

Ama Bay Brunner, yani Latince öğretmenimiz düzenliyordu bu geziyi, o yüzden umutluydum.

Bay Brunner, motorlu bir tekerlekli sandalyesi olan orta yaşlı bir adam. Saçları gittikçe seyrekleşiyor, sakalı çalı gibi, eprimiş tüvit ceketi her zaman kahve kokar. Aklınıza havalı bir adam olacağı gelmez ama sınıfta öyküler anlatır, şakalar yapar, oyunlar oynatır. Muhteşem bir Roma zırhları ve silahları koleksiyonu da olduğundan, dersinde uyumadığım tek öğretmendir.

Bu gezi idare eder diye ummuştum. En azından bir kereliğine başım belaya girmez diye ummuştum.

Yanılmışım.

Bakın, araştırma gezilerinde başıma hep kötü şeyler gelir. Beşinci sınıftayken gittiğim okul, Saratoga Savaş Meydanı’na gezi düzenlemişti. Amerika İç Savaşı’ndan kalma bir top yüzünden başıma bir kaza geldi. Ben okul otobüsünü hedef almamıştım ki! Yine de okuldan attılar tabii. Ondan önce de dördüncü sınıftayken gittiğim okulla Deniz Dünyası filminin setindeki köpekbalığı havuzunu geziyorduk. Ben, işte nasıl olduysa, havuza uzanan iskelede yanlış bir manivelayı hareket ettirince, sınıfın tümü beklenmedik bir şekilde yüzmeye başladı. Onun öncesinde de… Neyse, siz anladınız.

Bu gezide uslu durmaya kararlıydım.

Şehrin içinde ilerlerken yol boyunca Nancy Bobofit’e katlandım. O çilli, kızıl saçlı, kleptoman kız sürekli fıstık ezmeli ve ketçaplı sandviçiyle en yakın arkadaşım Kıvırcık’ın kafasına vuruyordu.

Kıvırcık kolay hedefti. Bir kere sıskaydı. Üstelik sinirlenince ağlıyordu. Birkaç kez sınıfta kalmış olacak ki, altıncı sınıfta sivilceli, tutam tutam sakalları çıkmaya başlamış tek öğrenci oydu. Üstüne üstlük sakattı. Bacaklarındaki bir kas hastalığından ötürü, ömrü boyunca beden eğitimi dersine girmemesini sağlayan bir raporu vardı. Yürüyüşü komikti, sanki attığı her adım canını yakıyormuş gibi. Ama bunlar sizi aldatmasın. Yemekhanede börek çıkınca nasıl koştuğunu bir görmeniz gerek.

Her neyse, Nancy Bobofit sandviçi bölüp bölüp Kıvırcık’ın kafasına atıyor, attığı parçalar da çocukcağızın kahverengi, kıvırcık saçlarına yapışıyordu. Dahası, Nancy ona hiçbir şey yapamayacağımı biliyordu çünkü zaten gözetimdeydim. Okul müdürü bu gezide kötü, utanç verici, hatta kısmen eğlenceli tek bir şey bile olursa disiplin cezası vermekle tehdit etmişti beni. Dersler bitince okuldan çıkartmayarak sıkıntıdan öldürecekti.

“Bu kızı öldüreceğim,” diye mırıldandım.

Kıvırcık beni sakinleştirmeye çalıştı. “Sorun değil. Fıstık ezmesi severim.”

Çevik bir hareketle yana eğildi ve Nancy’nin öğününün bir parçası onu ıskaladı.

“Eee, artık yeter,” diyerek yerimden kalkacak oldum ama Kıvırcık beni çekip koltuğuma oturttu.

“Zaten gözetim altındasın,” diyerek durumu hatırlattı. “Bir şey olursa kabahati kime bulurlar biliyorsun.”

Geriye dönüp bakınca, keşke Nancy Bobofit’i hemen o an, oracıkta yere yapıştırsaymışım diyorum. Sonradan kendimi içine sokacağım karmaşaya kıyasla, okulda kalma cezası bir hiçmiş.

Müze gezisinin başında Bay Brunner vardı.

Tekerlekli sandalyesiyle en önde giderek, her adımın yankılandığı kocaman galerilerde bize rehberlik ediyordu. Kah mermer heykellerin, kah hakikaten eski, siyahlı turunculu vazoların sergilendiği cam muhafazaların yanından geçiyorduk.

Bu şeylerin iki, üç bin yıldır ayakta olduğunu düşününce aklım başımdan gidecek gibi oluyordu.

Bizi tepesinde büyük bir sfenks olan dört metre yüksekliğindeki taş bir sütunun başına topladı ve bunun bizim yaşımızdaki bir kız için bir stele, yani mezar taşı olduğunu söyledi. Sütunun etrafındaki oymaların anlamını anlattı. Söylediklerini can kulağıyla dinlemeye çalışıyordum, çünkü ilginç gelmişti ama etrafımdaki herkes konuşuyordu. Onları ne zaman susturmaya çalışsam bu kez de bize eşlik eden diğer öğretmenimiz Bayan Dodds bana şeytani gözlerle bakıyordu.

Bayan Dodds, Georgia’dan gelmiş, elli yaşında olmasına rağmen sürekli siyah bir deri ceket giyen ufak tefek matematik öğretmenimizdi. Harley Davidson marka bir motosikleti ta dolabınızın içine kadar sürecek kadar da sert gözüküyordu. Yancy’ye sene ortasında, son matematik öğretmenimiz bir sinir krizi geçirdiğinde gelmişti.

Bayan Dodds geldiği ilk günden beri Nancy Bobofit’i sevmiş, bana ise şeytan tohumu muamelesi yapmıştı. Kadın,eğri büğrü parmağını bana uzatır, gerçekten tatlı bir şekilde “Şimdi, şekerim,” derdi; bir ay boyunca derslerden sonra okulda kalma cezası aldığımı anlardım.

Bir keresinde, ceza olsun diye gece yarısına kadar eski matematik ders kitaplarındaki yanıtları sildirdikten sonra, Kıvırcık’a Bayan Dodds’un insan olmadığını söylemiştim. Kıvırcık çok ciddi bir ifade takınarak bana bakmış ve “Tamamen haklısın,” demişti.

Bay Brunner, Yunan cenaze sanatı hakkında konuşmaya devam ediyordu.

En nihayetinde Nancy Bobofit kıs kıs gülerek stele’deki çıplak adamla ilgili bir şeyler söyledi ben de dayanamadım, dönüp “Çeneni kapar mısın?” dedim.

Sesim arzu ettiğimden gür çıkmış.

Tüm grup kahkahalarla güldü. Bay Brunner anlattığı hikayeyi kesti.

“Bay Jackson,” dedi, “bir yorumda mı bulunacaktınız?”

Yüzüm utançtan kıpkırmızı kesildi. “Hayır, efendim,” dedim.

Bay Brunner stele’nin üzerindeki resimlerden birine işaret etti. “Belki siz bu resmin neyi temsil ettiğini söyleyebilirsiniz bize?”

Oymaya baktım ve içime bir rahatlık doldu, ne olduğunu gerçekten hatırlamıştım. “Bu Kronos, kendi çocuklarını yiyor, değil mi?”

“Evet,” dedi Bay Brunner ama belli ki tatmin olmamıştı. “Ve bunu yapmıştı çünkü… ?”

“Şey… ” Yanıtı bulmak için beynimin içindekileri alt üst ediyordum. “Kronos kral tanrıydı ve… “

“Tanrı?” diye sordu Bay Brunner.

“Titan,” diye düzelttim dediklerimi. “Ve… Tanrı olan çocuklarına güvenmiyordu. Bu yüzden, şey, Kronos onları yedi, değil mi? Ama karısı henüz bir bebek olan Zeus’u sakladı ve onun yerine yemesi için Kronos’a bir kaya verdi. Sonra, Zeus büyüyünce babası Kronos’u kandırdı, Kronos da Zeus’un erkek ve kız kardeşlerini kustu…”

“Öööğ!” dedi arkamdaki kızlardan birisi.

“…böylece tanrılar ve Titanlar arasında büyük bir kavga başladı,” diye devam ettim. “Ve tanrılar kazandı.”

Gruptan bazıları yine gülüştü.

Arkamdaki Nancy Bobofit bir arkadaşına mırıldandı: “Sanki gerçek hayatta bir işimize yarayacakmış gibi. Sanki iş başvurularımızda soracaklar: Lütfen, Kronos neden çocuklarını yedi, açıklayınız.”

“Bay Jackson,” dedi Brunner, “Bayan Bobofit’in mükemmel sorusunu açıklamak gerekirse, bu, gerçek hayatta işe yarar mı?”

“Yakalandın,” diye mırıldandı Kıvırcık.

“Kapa çeneni,” dedi Nancy tıslayarak, yüzü saçlarından da kırmızı olmuştu.

En sonunda Nancy de yakayı ele vermişti. Onu uygunsuz bir şeyler derken yakalayan tek kişi zaten Bay Brunner’dı. Radar gibiydi kulakları.

Sorusunu düşündüm ve omuz silktim. “Bilmiyorum efendim.”

“Anlıyorum,” dedi Bay Brunner hüsrana uğramış bir ifadeyle. “Eh, yarım puan, Bay Jackson. Zeus aslında Kronos’a hardal ve şarap karışımı yedirerek diğer beş çocuğunu kusmasını sağlamıştı. Onlar da elbette ölümsüz tanrılardı. Titan’ın midesinde sindirilmeden yaşamaya ve büyümeye devam etmişlerdi. Tanrılar babalarını yendiler, onu kendi orağıyla parçalara ayırdılar ve parçalarını Yeraltı Dünyası’nın en karanlık köşesine, Tartarus’a attılar. Bu mutlu sonla beraber yemek vaktimiz de geldi. Bayan Dodds, rica etsem bize dışarı çıkan yolu gösterir misiniz?”

Sınıf dağıldı, kızlar midelerini tutuyor, oğlanlar da birbirlerini itip kakıp aptal gibi davranıyorlardı.

Kıvırcıkla onların peşinden gidecektik ki Bay Brunner seslendi: “Bay Jackson.”

Bunun olacağını biliyordum.

Kıvırcık’a devam etmesini söyledim. Sonra Bay Brunner’a döndüm. “Efendim?”

Bay Brunner bir baktı mı yerinizden kımıldayamazdınız. Binlerce yıl yaşındaki kahverengi gözleri her şeyi görmüş geçirmiş gibiydi.

“Sorumun yanıtını öğrenmelisin,” dedi Bay Brunner.

“Titanlarla ilgili olanı mı?”

“Gerçek hayatla ilgili olanı. Ve öğrendiklerini nasıl uygulayacağını.”

“Ha.”

“Benden öğrendiklerin,” dedi, “hayati önemi olan şeyler. Böyleymiş gibi davranmanı istiyorum. Senden yalnızca her şeyin en iyisini bekliyorum Percy Jackson.”

Kızmak istiyordum, bu adam beni çok zorluyordu.

Demek istediğim, elbette, havalıydı Bay Brunner. Sınav günleri Romalı zırhı kuşanır ve bağırırdı: “Hey hooo!” Sonra bize meydan okur, kılıcının ucuyla iterek tahtaya koşturtur ve yaşamış tüm Yunanlıların ve Romalıların adlarını, hatta annelerinin adlarını ve hangi tanrılara taptıklarını tek tek sorardı. Bay Brunner benim herkes kadar iyi bilmemi bekliyordu ama gelin görün ki bende disleksi vardı. Yani yazıları doğru dürüst oku- yamıyordum. Üstüne üstlük dikkat bozukluğum da olduğundan hayatımda C-‘nin üstünde not almamıştım. Hayır, benim onlar kadar iyi olmamı beklemiyordu; daha iyi olmamı bekliyordu. Oysa ben bırakın onca adı ve bilgiyi öğrenmeyi, bunları doğru dürüst telaffuz bile edemiyordum.

Daha çok çalışırım gibi bir şeyler geveledim ağzımda. Bay Brunner ise sanki o kızın cenazesinde bulunmuş gibi stele’ye uzun uzun, üzgün üzgün baktı.

Bana dışarı çıkıp öğle yemeğimi yememi söyledi.

Sınıf müzenin girişindeki basamaklarda toplandı. Buradan Beşinci Cadde boyunca gidip gelen yayaları görebiliyorduk.

Tepemizde ise kocaman fırtına bulutları toplanıyordu, bu şehirde hiç bu kadar kara bulutlar görmemiştim. Belki küresel ısınmadan falandır diye düşündüm çünkü New York eyaletinin tümünde hava Noel’den beri bir tuhaftı. Ağır kar fırtınaları, sel baskınları, çakan şimşeklerden doğan yangınlar atlatmıştık. Şimdi bir tayfun kopsa şaşırmazdım.

Kimse durumu fark etmemiş gibiydi. Oğlanlardan bazıları güvercinleri kraker atışına tutuyordu. Nancy Bobofit bir hanımefendinin para çantasına dadanmış yankesicilik yapıyordu ve elbette Bayan Dodds hiçbir şey görmüyordu.

Kıvırcıkla diğerlerinden uzağa, çeşmenin kenarına oturduk. Böylece kimse o okuldan olduğumuzu anlamaz diye umuyorduk. Yani başka yerde tutunamayan ucubelerin gittiği okul.

“Cezalı mısın?” diye sordu Kıvırcık.

“Yok,” dedim. “Brunner ceza vermedi de bazen yakamdan düşse diye geçiyor içimden. Yani… ben dahi miyim yahu?”

Kıvırcık bir süre bir şey demedi. Sonra kendimi iyi hissetmem için derin, felsefi bir şeyler söyleyecek diye düşünürken “Elmanı alabilir miyim?” dedi.

Bir şey yiyecek halim olmadığından almasına izin verdim.

Beşinci Cadde’de akan taksi nehrine baktım ve oturduğumuz yerden birkaç sokak ötedeki annemin dairesini düşündüm. Noel’den beri görmemiştim onu. Bir taksiye atlayıp eve gitmeyi öylesine istiyordum ki. Annem beni kucaklar, gördüğüne sevinir ama bir yandan da hayal kırıklığına uğrardı. Beni doğruca Yancy’ye geri yollar, altı senede altıncı okulum olmasına ve muhtemelen buradan da atılacak olmama rağmen daha çok çabalamam gerektiğini hatırlatırdı. Bana öyle kederli bakardı ki dayanmam mümkün olmazdı.

Bay Brunner engellilere ayrılmış rampanın dibine tekerlekli sandalyesini park etti. Bir yandan kitap okuyup bir yandan mısır gevreği yemeye başladı. Sandalyesinin arkasından birden kırmızı bir şemsiye peyda oldu, sanki motorlu bir kafe masası gibiydi.

Nancy Bobofit çirkin arkadaşları ile beraber karşıma dikildiğinde -sanırım turistleri soymaktan sıkılmıştı- sandviçimi açıyordum. Yarısı yenmiş yemeğini Kıvırcık’ın kucağına attı.

“Hay aksi.” O çarpık dişleri ile bir de bana sırıtmaz mı! Çilleri, birisi yüzüne spreyle sıvı Cheetos sıkmış gibi turuncuydu.

Sakin olmaya çalıştım. Okul danışmanım bana bir milyon kez söylemişti, “Ona kadar say, öfkeni denetlemeye çalış.” Ama öylesine delirmiştim ki, aklımdaki her şey uçup gitmişti. Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı.

Kıza el sürdüğümü hatırlamıyorum ama göz açıp kapayana dek Nancy çeşmede kıç üstü oturmuş haldeydi, bir yandan da ciyak ciyak bağırıyordu: “Percy beni itti!”

Bayan Dodds yanımızda belirdi.

Çocuklardan bazıları fısıldaşıyordu. “Gördün mü …?”

“… su … “

“… sanki onu kaptı götürdü …”

Neden bahsettiklerini anlamıyordum. Tek bildiğim başımın yine belada olduğuydu.

Bayan Dodds zavallı küçük Nancy’nin iyi olduğundan emin olup, ona müzenin hediyelik eşya dükkanından yeni bir tişört falan filan almaya söz verdikten sonra bana döndü. Gözlerinde zaferle yanan bir ateş vardı, sanki tüm dönem beklediği bir şeyi yapmıştım. “Şimdi, şekerim… “

“Biliyorum,” diyerek homurdandım. “Bir ay boyunca ders kitaplarını sil dur.”

Söylenecek doğru şey bu değildi.

“Gel benimle,” dedi Bayan Dodds.

“Bekleyin!” diye viyakladı Kıvırcık. “Bendim. Onu ben ittim.”

Sersemlemiş bir halde ona bakakaldım. Beni kurtarmaya çalıştığına inanamıyordum. Kıvırcık, Bayan Dodds’tan ölümüne korkardı.

Bayan Dodds, Kıvırcık’a öyle bir baktı ki, çocukcağızın tel tel tüylü çenesi titredi.

“Hiç sanmıyorum Çalıdibi,” dedi kadın.

“Ama…”

“Bu-ra-da-ka-la-cak-sın.”

Kıvırcık çaresizce bana baktı….

Benzer İçerikler

Momo

yakutlu

La Fontaine’den Masallar – Nâzım Hikmet | Nazım Hikmet

yakutlu

Keloğlan Keleşoğlan

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy