Çalıkuşu

Çalıkuşu ilk kez 1922 yılında Vakit gazetesinde tefrika edilmiş ve aynı yıl kitap olarak basılmıştır. Beşinci baskısından sonra eser, 1939 yılında bizzat Reşat Nuri Güntekin tarafından sonra tekrar yayımlanmıştır. Bu kitap söz konusu baskısından yararlanılarak aslına uygun olarak yayına hazırlanmıştır.

***

BİRİNCİ KISIM

B. Eylül 1

DÖRDÜNCÜ sınıftaydım. Yaşım on iki kadar olmalı. Fran­sızca muallimimiz Sör Aleksi, bir gün bize yazı vazifesi vermiş­ti. “Hayattaki ilk hatıralarınızı yazmaya çalışın. Bakalım neler bulacaksınız? Sizin için güzel bir hayat temini olur,” demişti.

Hiç unutmam; yaramazlığımdan, gevezeliğimden bıkan öğretmenler, o sınıfta beni arkadaşlarımdan ayırmışlar, bir kö­şede tek kişilik bir küçük sıraya oturtmuşlardı.

Müdirenin söylediğine göre, ders esnasında komşularımı lakırdıya tutmamayı, uslu uslu muallimi dinlemeyi öğrenince­ye kadar orada bir sürgün hayatı geçirmeye mahkûmdum.

Bir yanımda kocaman bir tahta direk vardır. Ne yapılsa sınıftan çıkarılmasına imkân olmayan ve ara sıra çakımın ucuy­la ötesine berisine açtığım yaracıklara stoik bir vakarla taham­mül eden sessiz sedasız, ağırbaşlı ve upuzun bir komşu.

Öte yanımda manastır terbiyesinin istediği serin ve mağ­rur loşluğu temin için yapılmışa benzeyen ve panjurları hiç açılmayan bir uzun pencere dururdu. Ehemmiyetli bir keşif yapmıştım. Göğsümü sıraya yaslayıp çenemi biraz yukarı kal­dırdığım vakit panjurların arasından gökyüzünün bir parçasıyla bir büyük akasyanın yaprakları arasından tek bir apartman penceresi ve bir balkon parmaklığı görünürdü.

Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, manzara hiç de zen­gin değildi. Pencere her zaman kapalı durur, balkon parmaklı­ğına hemen daima bir ufak çocuk şiltesi ile yorgan asılırdı.

Fakat ben, bu kadarından da memnundum.

Ders esnasında ellerim çenemin altında kilitli, sör hocala­rıma çok rulıani görünmesi gereken bir vaziyette gözlerimi göğe -panjur aralıklarından görünen hakiki gökyüzüne- uydur­duğum zaman, onlar bunu bir uslanma başlangıcı sanarak se­vinirlerdi. Ben de onları atlatarak bizden gizlemeye çalıştıkları hayatı seyrediyormuşum gibi bir şey, bir atlatma ve intikam zevki duyardım.

Sör Aleksi, izahatını bitirdikten sonra bizi çalışmaya bı­rakmıştı.

Ön sıraları süsleyen ağırbaşlı sınıf birincileri hemen işe koyulmuşlardı. Yanlarında olmadığım halde ne yazdıklarını omuzları üzerinden okumuş gibi biliyordum: “İlk hatıram, sev­gili anneciğimin küçük karyolamın üstüne eğilen müşfik altın sarısı başı, bana muhabbetle gülümseyen gök mavisi gözleri­dir,” tarzında şairane bir yalancık… Hakikatte annecikler altın sarısı ve gök mavisinden başka renklerde de olabilirdi. Fakat sörlerde okuyan kızların kaleminden bu renklere boyanmak, o biçareler için bir mecburiyet, bizim için bir usuldü.

Bana gelince, ben bambaşka bir çocuktum. Çok küçük yaşta kaybettiğim annemden aklımda pek fazla bir şey kalma­mıştı. Fakat herhalde altın saçlı ve mavi gözlü olmadığı muhak­kaktı. Böyle olunca da hiçbir kuvvet bana onu asıl çehresinden başka bir çehre ile düşündürmeye ve sevdirmeye muktedir de­ğildi.

*

Beni bir düşüncedir almıştı. Ne yazacaktım? Duvardaki boyalı Meryem tablosunun altına asılmış guguklu saat durma­dan yürüdüğü halde ben, hâlâ yerimde sayıyordum. Başımda­ki kurdeleyi çözdüm, saçlarımı yavaş yavaş gözlerimin üzerine indirmeye başladım. Bir elimle de kalemimi ağzıma sokuyor, ısıra ısıra dişlerimin arasında döndürüyordum.

Filozofların, sairlerin, yazı yazarken burunlarını kaşımak, çenelerinin derilerini çekiştirmek gibi garip garip huyları vardır ya… Kalemi ısırmak ve saçlarımı gözlerimin üstüne da­ğıtmak da benim düşüncelere daldığıma alâmettir.

Bereket versin benim düşünce saatlerim çok nadirdir. Çünkü o takdirde hayatım -masallardaki meşhur çarşamba ka­rısı ve ocak anasının hayatı gibi- karmakarışık bir saç kümesi içinde geçecekti.

*

Aradan seneler geçti. Yabancı bir şehirde, yabancı bir otel odasında, sırf bitip tükenmeyecek gibi görünen bir gece­nin yalnızlığına karşı koymak için hatıralarımı yazmaya başla­dığım bu saatte, bir elim yine aynı küçük çocuk tavrıyla saçla­rımı çekiştiriyor, gözlerimin üstüne indirmeye uğraşıyor.

Bunun sebebine gelince, öyle sanıyorum ki, ben etrafın­daki hayata pek fazla kendini kapıp koyveren, hafif ve dikkat­siz bir çocuktum. Besbelli sıkı zamanlarda kendi kendimle, kendi fikirlerimle yalnız kalmak için gözlerimle dünya arasın­da, bu saçlardan bir perde koymaya çalışıyordum.

Kalem sapını kebap şişi gibi dişlerimin arasında çevirme­ye gelince, onun hikmetini doğrusu kendim de pek anlamadım. Bütün bildiğim, dudaklarımdan mor mürekkep lekelerinin ek­sik olmadığı ve bir genç kız hali alır gibi olduğum bir yaşta, beni bir gün mektepte ziyarete gelen birisinin.karşısına adeta bıyık çekmiş gibi çıkarak yerin dibine geçtiğimdir.

O gün, bütün düşüncelerime rağmen, ancak şu kadarcık bir şey yazabildiğimi hatırlıyorum:

“Ben, galiba balıklar gibi bir göl içinde doğdum. Annemi hatırlamıyor değilim… Babamı, dadımı, neferimiz Hüseyin’i… Beni bir gün sokakta koşturan bodur bir kara köpeği… Bir gün, dolu bir sepetten gizlice üzüm çalarken parmağımı sokan arı­yı… Gözüm ağrıdığı vakit içine damlatılan kırmızı ilacı… Sevgi­li Hüseyin’le beraber İstanbul’a gelişimizi… Evet, bunlara ben­ zer daha birçok şey aklımdan geçiyor… Fakat bunların hiçbiri ilk hatıra değil… Sevdiğim göl içinde, büyük yapraklar arasın­da çırılçıplak çabalayışım kadar eski değil… Deniz kadar uçsuz bucaksız bir göl… İçinde büyük büyük yapraklar, dört bir tara­fında ağaçlar varsa; bu göl nasıl deniz kadar büyük olur, diye­ceksiniz… Vallahi yalan söylemiyorum ve ona sizin kadar ben de şaşıyorum… Fakat bu böyle; ne yapalım?

Vazifem sınıfta okunduğu zaman, bütün arkadaşlarım ba­na dönerek kahkahayla gülmüşler ve zavallı Sör Aleksi onları yatıştırıp teskin etmek için hayli sıkıntı çekmişti.

*

Garibi şu ki, Sör Aleksi, siyah elbisesinin içinde filiz gibi boyu, bembeyaz koleret’i ile alnına kaldırılmış bir saraylı yaş­mağına benzeyen başlığı arasında sivilceli kansız yüzü, narçi­çeği kırmızılığındaki dudaklarıyla şimdi karşımda belirse ve bana tekrar o suali sorsa, galiba aynı cevaptan başkasını bula­mayacağım; yine balık gibi göl içinde doğduğumu söylemeye başlayacağım.

Sonraları öteden beriden öğrendiğime göre bu göl, Musul taraflarında, adını bir türlü aklımda tutamadığım bir küçük kö­yün yanı başındadır ve benim uçsuz bucaksız denizim bir ağaç kümesi arasında, kuru bir ırmaktan kalma bir avuç sudan baş­ka bir şey değildir.

Babam; o zaman Musul’daymış. Ben, iki buçuk yaşında kadarmışım. Yaz o kadar şiddetli olmuş ki, şehirde barınmak kabil olmamış; babam, annemle beni bu köye getirmeye mec­bur kalmış. Kendisi her sabah atla Musul’a iner, akşamları gü­neş battıktan sonra dönermiş.

Annem hastaymış. Beni bile gözü görmeyecek kadar hasta.

Bir zaman pek sefil olmuşum… Aylarca hizmetçi odala­rında sürünmüşüm. Sonra köylerden birinde Fatma diye kim­sesiz bir Arap kadını bulmuşlar… Fatma, yeni ölmüş çocuğun­dan boş kalan memesini ve kalbini bana vermiş…

İlk senelerde bir çöl çocuğu gibi büyümüşüm… Fatma, beni bohça gibi sırtına bağlar, kızgın güneşin altında dolaştırır, hurma ağaçlarının tepesine çıkartırmış.

İşte o sıralarda yukarıda söylediğim köye gelmişim. Fat­ma, beni her sabah yiyeceğimizle beraber bu ağaçlığa getirir, çırılçıplak suya sokarmış… Akşama kadar alt alta, üst üste bo­ğuşur, türkü söyler, yiyecek yermişiz… Sonra uykumuz geldi­ği vakit, kumları kümeleyerek yastık yapar, vücutlarımız suda, başlarımız dışarıda kucak kucağa, yanak yanağa uyurmuşuz…

Ben, bu su âlemine o kadar alışmışım ki, tekrar Musul’a döndüğüm vakit denizden çıkmış balığa dönmüşüm. Durma­dan huysuzluk ederek çırpınır, fırsat buldukça üzerimdeki elbiseleri atarak çırılçıplak sokağa koşarmışım…

Fatma’nın burnunda, yanaklarında, bileklerinde, dövme­den süsler vardı. Bunlara o kadar alışmıştım ki, dövmesi olma­yan yüzler bana adeta çirkin görünüyordu. Benim ilk büyük matemim, Fatma’dan ayrılışım olmuştu. Döne dolaşa Kerbela’ya gelmiştik. Dört yaşımdaydım. Aşağı yukarı her şeyi hatır­layacak bir yaş. Fatma’ya iyi bir kısmet çıkmıştı. Dadımın gelin olduğu, köşeye oturduğu gün, bugünkü gibi gözümün önünde­dir. Yüzleri Fatma gibi dövmeli olduğu için bana dünya güzeli gibi görünen kadınlarla dolu bir evde beni kucaktan kucağa gezdiriyorlar, sonra Fatma’nın yanına oturtuyorlardı.

Sonra, ortaya konan siniler üzerinde avuçla kapış kapış yemek yediğimizi hatırlıyorum. Nihayet, günün yorgunluğun­dan ve zilli teflerle testi biçiminde dümbeleklerin verdiği ser­semlikten, yine erkenden dadımın dizinde uyuyakaldım.

Oğlu Hüseyin’i Kerbela’da şehit ettikleri zaman Fatma anamız sağ mıydı, bilmiyorum. Fakat kadıncağız, o kara güne yetiştiyse kopardığı vaveyla, benim düğün gecesi sabahı evde kendimi yabancı bir kadının koynunda bulduğum zaman ko­pardığım vaveylanın yanında hiç kalırdı.

Hasılı, Kerbela Kerbela olalı zannederim ki böyle gürültü­lü matem görmemiştir. Bağırmaktan sesim kısıldığı zaman, günlerce büyük adam gibi, açlık grevi yaptım.

Dadımın acısını aylarca sonra bana, Hüseyin isminde bir süvari neferi unutturdu. Hüseyin, talim esnasında attan düşerek sakat kalmış bir askerdi. Babam, onu emir neferi olarak eve almıştı. Hüseyin, delişmen bir adamdı. Beni çabucak sev­mişti. Ben de umulmaz ve affedilmez bir vefasızlıkla onun sev­gisine mukabele edivermiştim. Gerçi Fatma ile olduğu gibi be­raber yatmıyorduk, fakat sabahleyin horozlarla beraber gözle­rimi açtığım dakikada soluğu onun odasında alır, ata biner gi­bi göğsüne oturarak parmağımla gözkapaklarını açardım.

Fatma’nın bahçesine, kırlarına bedel; Hüseyin, beni kışla­ya asker içine alıştırmıştı. Bu uzun bıyıklı kocaman adamın oyun icat etmekteki maharetini ben, başka kimsede görme­dim. Asıl güzeli, bunların çoğunun kazalı, heyecanlı şeyler ol­masıydı. Mesela beni lastik top gibi havaya fırlatıp tutar, yahut kalpağının üstüne oturtup ayaklarımdan tutarak sıçratır, fırıl fırıl çevirirdi. Saçlarım karışmış, gözlerim dönmüş tıkana tıkana haykırmaktan duyduğum zevki ondan sonra hiçbir şeyde bulamadım.

Bazen kaza da olmaz değildi. Fakat Hüseyin’le aramızda sıkı bir mukavele vardı. Oyunda canım yanarsa ağlamayacak, onu kimseye şikâyet etmeyecektim. Bu, benim doğruluğum­dan ziyade; onun bir daha benimle oynamamasından korktu­ğum için büyük bir adam gibi sır saklamaya alışmış olmamdandır. Çocukluğumda bana hoyrat derlerdi. Galiba hakları da var­dı. Kiminle oynarsam canım yakar, bağırtırdım. Bu huy, her­halde Hüseyin’le oynadığım oyunlardan kalma bir şey ola­cak.

Nasıl ki, kendi canım yandığı zaman da pek ah ü zara kapıl­madan felaketi güleryüzle karşılayışım bana onun yadigârıdır.

Hüseyin, bazen de kışlada Anadolulu neferlere saz çaldı­rır, beni yine testi gibi tepesinin üstüne yerleştirip garip oyunlar oynardı.

Bir zamanlar da onunla at hırsızlığına alışmıştık. Babanı evde olmadığı zaman Hüseyin, ahırdan atı çalar, beni kucağına oturtarak saatlerce kırlarda dolaştırırdı. Fakat eğlencemiz uzun sürmedi. Pek günahına girmeyeyim ama, galiba aşçı kadın tarafından babama gammazlandık ve zavallı Hüseyin, on­dan iki tokat yedikten sonra bir daha ata yanaşmaya cesaret edemedi.

Halis muhabbet; kavgasız, gürültüsüz olmaz, derler. Biz de Hüseyin’le günde en aşağı beş nöbet kavga ederdik.

Bir tuhaf surat asma tarzım vardı. Odanın bir köşesinde yere çömelir, yüzümü duvara çevirirdim. Hüseyin üç, beş da­kika beni bu halde bıraktıktan sonra halime acıyarak birdenbi­re belimden kavrar, bağırta bağırta havaya kaldırırdı.

Bir nöbet de kucağında titizlik ettikten sonra nihayet ne­feri çenesinden öpmeye razı olurdum ve barışırdık.

Hüseyin’le arkadaşlığımız iki sene sürdü. Fakat o zamanın seneleri şimdikilere benzemezdi. O kadar uzun, o kadar uzun­du ki…

*

Çocukluk hatıralarımı anlatırken hep Fatma’dan, Hüse­yin’den bahsedişim biraz ayıp düşmüyor mu?

Benim babam Nizamettin isminde bir süvari binbaşısıydı. Annemle evlendiği sene Diyarbakır’a göndermişler, gidiş o gidiş. Artık bir daha İstanbul’a dönmemiş. Diyarbakır’dan Mu­sul’a, Musul’dan Hanıkın’a, oradan Bağdat’a, Kerbela’ya geç­miş… Bir yerde üst üste iki sene kalmamış.

Annemi bana benzetirler. Hele babamla evlendiği sene­den kalma bir fotoğrafı vardır ki benim modelim gibidir. Fakat zavallı kadın, sıhhatçe hiç bana benzememiş. Çok zayıfmış. Bi­tip tükenmez yolculuklara, dağların sert havasına, çöllerin ate­şine dayanacak bir vücutta değilmiş. Sonra, galiba bir hastalı­ğı da varmış. Fakat zavallının bütün evlilik hayatı, bu hastalığı saklamaya çalışmakla geçmiş… Ne yapsın, babamı çok seviyormuş. Kendisini zorla ayırırlar diye korkuyormuş…

Seni hiç olmazsa bir mevsim için, iki ay için annene göndereyim. 0 biçare de ihtiyar… Seni kim bilir ne kadar gö­receği gelmiştir, dermiş. Fakat annem:

-Şartımızda bu var mıydı? İstanbul’a beraber dönmeye­cek miydik? diye adeta çıkışırmış…

Hastalığı için de:

-Benim hiçbir şeyim yok… Biraz yorgunluk… İki gün evvel biraz hava değişti de ondan oldum, geçer, gibi şeyler söylermiş…

Sonra, İstanbul’u göreceği geldiğini babamdan saklar­mış… Fakat mümkün mü? Daha uykuya dalalı iki dakika olma­dan uyandırır ve Kalender’deki yalımızda, civarındaki koruda veyahut Boğaz’ın sularında geçmiş bir uzun rüyayı anlatırmış. Birkaç uyku dakikasına bu kadar uzun rüyaları sığdırmak için insanın o yerleri herhalde çok, çok göreceği gelmiş olması lâzım gelmez mi?

Büyükannem serasker kapısına, mabeyincilerin konakla­rına giderek ağlayıp sızlıyormuş, fakat bu yalvarmalar bir tür­lü netice vermiyormuş.

Nihayet annemin hastalığı artınca babam, hiç olmazsa onu İstanbul’a götürmek için bir ay izin istemiş ve cevap beklemeden yola çıkmış.

Mahfeler içinde çölü geçişimiz bugünkü gibi hatırımdadır.

Beyrut’ta denize kavuşmak, annemi biraz canlandırır gibi olmuştu. Misafir olduğumuz evde beni yalağına oturtarak saçlarımı tarıyor, ellerimin kirli, düğmelerimin kopuk olmasına aldırmadan başını göğsüme kapayarak ağlıyordu.

Bir gün büsbütün ayağa da kalktı; sandığından yeni elbi­seler çıkararak süslendi. Akşamüstü babamı karşılamak için aşağı indik. Babam, bende biraz vahşi tabiatlı, sert bir asker hatırası bırakmıştır. Fakat annemi ayakta görünce sevinçle konuştuğunu, yeni yürüyen bir çocuk gibi onu bileklerinden tuta­rak ağladığını hiç unutamam…

Bu, bizim bir arada geçirdiğimiz son gün oldu. Annemi er­tesi gün açık bir sandığın kenarında, başı bir çamaşır bohçasının üstüne düşmüş, dudaklarında bir kan lekesiyle ölü bulmuşlar!

Altı yaşında bir çocuğun epeyce şeylere aklı ermesi lâzım gelir. Fakat ben, nedense hiçbir şey sezememiştim. Bulunduğumuz ev kalabalıktı. Birçok günler büyük bir bahçede çocuk­larla boğuştuğumu; Hüseyin’le beraber sokaklarda, deniz ke­narlarında, cami avlusu gibi kubbeli yerlerde dolaştığımı bili­yorum.

Annemi yabancı bir toprakta bıraktıktan sonra, İstanbul’a dönmek babamın içine sinmemiş… Galiba biraz da büyükannem ve teyzelerimle karşılaşmaktan çekinmiş… Fakat buna mukabil beni onlara göndermeyi bir vazife bilmiş. Sonra tabii, günden güne büyüyen bir kız çocuğunu kışlada neferler elinde terbiye etme imkânsızlığını da düşünmüş olacak.

*

Beni İstanbul’a neferimiz Hüseyin getirdi. Lüks bir vapur­da kılıksız bir Arap neferinin kucağında bir minimini kız çocuğu… Bu manzara, vapurda birçok kimseye kimbilir ne sefil ve acı görünmüştür. Fakat bu seyahati Hüseyin’den başka kimin­le yapsam muhakkak bu kadar mesut olamazdım.

Yalımızın arkasındaki korulukta bir taş havuz, bu havu­zun kenarında kolları omuz başlarından kopmuş çıplak bir ço­cuk heykeli vardı.

Benzer İçerikler

Hayalet Şövalye

yakutlu

Yağmurun Gücü

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy