Yazarının Türkçe tutkunu, Türkçe vurgunu kişiliğiyle, eşine az rastlanır bir ustalıkla kotardığı bu roman, bugüne dek polisiye roman konusunda eşine rastlanmadık bir beceri ve başarı abidesidir.”
Vedat Günyol, Cumhuriyet Kitap
“Ahmet Ümit’in sürükleyici bir anlatımı var. Romanın en başarılı yanı bu. Ve bu, bir polisiye roman için çok önemli. Bu bakımdan Ahmet Ümit’in polisiye romanda yolu açık görünüyor.”
Fethi Naci, Yeni Yüzyıl
Birinci bölüm
Buraya nereden, nasıl geldim, bilmiyorum! Camlan kalın bir toz tabakasıyla kaplanmış, pencere pervazları kararıp içten içe çürümüş, yaşlı duvarları koyu yeşil yosunlarla örtülmüş ve kanatlı demir kapısı sanki sonsuza kadar kapanmış gibi duran bu konağın önünde amaçsızca dolaşırken buldum kendimi! Bakımsız bir mezarlığı andıran bu büyük bahçede, görkemi ürkütücü bir kalıntıya dönüşmüş bu zavallı binanın önünde ne işim var, anlayamıyorum. Zorlamalarıma karşın belleğim geçmişe kapı aralamıyor. Belli belirsiz şekiller kıpırdanmıyor değil, ama görüntüler netleşmiyor. Zaman sanki yaşadıklarımı eritip birbirine karıştırmış; ağır ağır içine gömüldüğüm bu tuhaf bulamacı çözemiyorum. Nasıl çözeceğimi de bilmiyorum. Tıpkı bozkırın ortasında güneşin, yağmurun insafına terk edilen bu kasvetli konağın Öyküsünü bilmediğim gibi.
Mimarîden hiç anlamam, ama uzun kuleleri, soğuk duvarları ve küçücük pencereleriyle bu yapının bizim konaklara hiç mi hiç benzemediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Almanya’da gördüğüm şatoları andırıyor. Şimdi Mine olsaydı, “Şu kuleler tipik Ortaçağ tarzında, pencereler Alman Rönesansı’nın etkisinde…” diye başlamıştı.
Mine!.. Evet, Mine’yi arıyordum. Beş gündür yoktu. Evine gittim. Beş gündür kimse ondan haber alamamıştı. Ama, bu işte bir yanlışlık yok mu?! Kaybolan Mine’yse benim bu ıssız kırın ortasında, bu hayalet konağın önünde ne işim var?
Bakışlarımı konağa çeviriyorum. Görenlerde korku ve ürperti uyandıracak bu bina bana hüzün veriyor. Onu daha önce hiç görmemiş olmama karşın aramızda çözümleyemediğim bir bağın varlığını hissediyorum. Bahçedeki çürümüş yapraklara basarak binanın kapısına doğru yürüyorum. Kanatlı demir kapının üstünde, yer yer çatlamış mermer alındaki kabartma dikkatimi çekiyor. Kabartmada ilk seçtiğim bir yıldız oluyor. Yıldızın hemen altında, namluya benzer bir başka şekil var, bunun bir tabanca olduğunu anlamakta gecikmiyorum. Tabanca kabzasının altına bir de yarımay oyulmuş. En yukarıda yıldız, allında bir tabanca ve kabzasının hemen ucunda bir yarımay. Bu amblemi bir yerlerden hatırlıyorum, ama çıkaramıyorum.
Kapıya yaklaşıyorum. Üstünde paslı bir asma kilit var. Kilidi çekiştiriyorum, bana mısın demiyor. Eski püskü görüntüsüne karşın oldukça sağlam. Kilidi bırakıp, kapıyı itiyorum. Demir kanatlan toz içinde, sanki yıllardır el değmemiş. Yerinden kıpırdamıyor bile. Ellerime koyu sarı zerrecikler bulaşıyor. Vazgeçmiyorum, iki elimle vuruyorum kapıya, içeriden ses seda gelmiyor. Daha güçlü vuruyorum. Ellerimi acıtırcasına, tuhaf, canım yanmıyor, sadece terliyorum. Üstelik yalnızca sağ tarafım terliyor. Kapıyı çalmayı sürdürüyorum, kimse bana yanıt vermiyor, ama terim akmaya devam ediyor. Tenimden akan sıcaklığı hissedebiliyorum. Neden yalnızca sağ omzumdan ve karnımdan terliyorum? Anlayamıyorum. Anlamadıkça da korkmaya başlıyorum. Geçmişimden, aklımdan, bedenimden, bu eski konaktan korkuyorum.
Korkmamalıyım, diyorum. Nasıl olsa birileri gelip bulur, teşkilat yalnız bırakmaz beni buralarda. Herkes unutsa bile Yıldırım unutmaz. Yıldırım!.. Yıldırım ölmedi mi?
Terliyorum. Omzumdan, karnımdan ılık damlacıklar boşalıyor. Gömleğimin ağırlaştığını, pantolonumun ıslanmaya başladığını hissediyorum. Terim gitgide koyulaşıyor.
Bir zil sesi çalınıyor kulağıma Önce kurumuş ağaç dallarında gezinen rüzgârın sesi sanıyorum, ikinci kez çalınca telefon zili olduğunu anlıyorum. Dönüp eski konağa bakıyorum. Kapalı bir kutu gibi sır vermiyor. Zil yeniden çalıyor; bu defa ısrarlı. Telefonu bulmalıyım. Telaşla yeniden kapıya koşuyorum. Mutlaka Yıldırım arıyordur. Sonunda buldu izimi. Kapıyı zorlamaya başlıyorum, il ı yorum, omuzluyorum, ama o kadar sağlam ki yine kıpırdatamıyorum. Zil yine çalıyor. Dikkatle dinliyorum, ses sanki konağın arkasından geliyor. O yöne koşuyorum. Köşeyi döner dönmez sokaklarda görmeye alışık olduğumuz Kirden bir telefon kulübesi dikiliyor karşıma Telefon susmadan açmalıyım. Huşla dalıyorum kulübeye. Zili yarıda kesip almacı kaldırıyorum.
“Alo?”
Karşıda ses yok.
“Alo?” Bedenimi ateş basıyor. Terliyorum. “Alo?”
Soğuk bir ses başlıyor konuşmaya:
“Yıldırım Binbaşı’yı vurdular. Evinin yakınlarında…”
Bir şeyler sormak istiyorum. Ağzımın içi kuruyor, dudaklarımı saran ince derinin gerildiğini, yer yer çatladığını hissediyorum. Dilimle dudaklarımı yalamaya çalışıyorum. Dilim ölmek üzere bir kertenkele gibi kıvranıyor ağzımın içinde. Karşıdaki ses, sorumu beklemeden kapatıyor. Elimde telefonun almacı öylece kalakalıyorum. Telefonun almacından kırnuzı çamur renginde bir sıvı süzülüyor, kordonu aşarak ankesöre kadar ulaşıyor. Bakıyorum, bu benim terim. Kulübede biraz daha kalırsam bu ter beni boğacak.
Kulübeden çıkar çıkmaz bir kalabalık beliriyor karşımda. Bu bir cenaze töreni. Herkes siyahlar giyinmiş. Sanırım resmî bir tören. Vakur bir matem havası içinde ağır adımlarla yaklaşıyorlar. Törene katılanların çoğu erkek; yalnızca tabutun önünde bir kadın var. Kucağında yağlıboya bir tablo taşıyor; ölenin resmi olmalı. Kadın saçlarını siyah başörtüsünün altına gizlemiş. Yaklaşınca tanıyorum: Gülseren; Yıldırım karısı. Utanıyorum. Nedenini bilmeden, bir çocuk gibi eziliyorum. Gülseren gelip karşımda duruyor. Başımı öne eğiyorum.
“Hani onu yalnız bırakmayacaktınız ?” diyor. “O size güvenirdi.” Sesinde ne öfke ne hüzün var, mekanik bir tonla konuşuyor.
Ne söyleyeceğimi bilemiyorum, bir iki adım geriliyorum sadece. O iki adım daha yaklaşıyor. Yaklaşınca geriye doğru birkaç adım daha atıyorum. Attığım her adıma karşılık o da bir adım alı* yor. Tedirgin oluyorum. Ne yapmak istiyor bu kadın? Başımı kaldırıyorum Yargılayan, suçlayan, sen bir korkaksın, diyen bakışlar bekliyorum. Oysa, Gülseren ifadesiz bir yüzle dikiliyor önümde. Beni görmüyor bile, gözleri bedenimi delip uzaklarda, bir noktaya takılıp kalıyor. Normal bir insanın bakışları değil bunlar. Belki yardım ederler umuduyla kalabalığa bakıyorum. Ama onların bakışları da tıpkı Gülseren’inkiler gibi… Korkuyorum. Bir an önce buradan kaçmak, bu tuhaf insanlardan uzaklaşmak istiyorum. Dönüp koşmaya hazırlanırken ayaklarım birbirine dolaşıyor, yüzükoyun yere kapaklanıyorum. Hızla kalabalığa dönüyorum. Gülseren’le kalabalık üstüme geliyor. Doğrulacak vaktim yok. Bir şeyler yapmalıyım, yoksa beni çiğneyecekler. Tabancama uzanıyorum. Hareket edince kalabalık daha da hızlanıyor. Elim, kılıfa değiyor, ama silahım yerinde yok. Yaklaşıyorlar, Gülseren’in kucağındaki resimle aramızda bir metre ya var ya yok…
Resimdeki adamı tanıyacak gibi oluyorum, ama yaklaştıkça boyalar uçmaya, fırça darbeleri yok olmaya başlıyor. Çıldırdığımı düşünüyorum. Başımı kaldırıp, son bir umutla Gülseren’e bakıyorum. Gözleri hep aynı noktada, yüzünde bir tek kıpırtı bile yokpeşindeki kalabalıkla, ağır ağır yaklaşıyor. “Durun!” diye bağırmak, yaptıklarının yanlış olduğunu söylemek istiyorum, ama ağzımı açamıyorum. Şaşkınım, çenem, dudaklarım, dilim sanki artık beni dinlemiyor. Tüm zorlamama karşın bir “ah” sözcüğü bile çıkmıyor ağzımdan. Korkuyorum. Korktukça terlemem daha da artıyor. Omzumdan, karnımdan durmadan ter boşalıyor. Resim hızla yaklaşıyor, neredeyse yüzüme çarpacak, başımı yana çevirerek yere kapanıyorum. Yüzüm toprağa gömülü, korkuyla, çiğnenmeyi, belki de linç edilmeyi bekliyorum. Kalbim ileri giden bozuk bir saat gibi hızla atmaya başlıyor. Terimin toprağa damladığım duyuyorum. Ter damlalarının toprağa düştüklerinde çıkardığı ses kalbimin vuruşunu bastırıyor. Kalktığımda yerde çamurlu bir iz kalacak diye düşünüyorum. Ama saniyeler geçiyor kimse beni çiğnemiyor, bir tek tekme vuruşu bile gelmiyor. Tedirginlik içinde beklemeyi sürdürüyorum. Hiçbir değişiklik yok. Başucumda, ürkütücü bakışlarıyla, ölüm sessizliği içinde dikiliyor olmalılar, diye düşünüyorum. Beklemekten bıkıp, ürke korka başımı kaldırıyorum. Tuhaf, kimse yok. Şaşkınlıkla etrafı kolaçan ediyorum. Hayır yok, hiç kimse yok. Gitmişler. “Gerçekten de gitmişler” diye sevinçle mırıldanıyorum. Bu kadar insan bir anda nereye kaybolabilir? önce ellerimin, sonra dizlerimin üstünde doğrulurken Gülseren’in taşıdığı resmi görüyorum. Tam karşımda, neredeyse yıkılmak üzere olan yaşlı bir çınarın altında, yepyeni bir şövalenin üstünde duruyor Onu burada bıraktılar demek. Belki de bu bir işaret, bana bir şey söylemek istiyorlar. Dikkatle resme bakıyorum. Galiba toprağa uzanmış bir adam var. Uzaktan iyi seçemiyorum. Resme yürüyorum. Bu defa boyalar uçmuyor Adamı artık çok net görebiliyorum. İki eliyle kanuni tutmuş, yerde kıvranıyor. Parmaklarının arasından kırmızı bir pınar kaynıyor, omzundan sağ koluna yayılan koyu bir leke var. Yaralı olmalı. Yüzü kasılmış, alnında boncuk boncuk ter damlaları; öyle belirgin ki sanki sahici gibi. Parmaklarının arasından taşan kırmızılık, resmi ince bir şerit halinde boydan boya geçiyor. Adama bir yerlerden aşinayım. Neredeyse tanıyacağım…
İkinci bölüm
Manolya kokulan geliyor. Ilık bir esinti, güneşli balkonumuzdan süzülerek tül perdeleri usulca dalgalandırıyor. Bahçedeki kestane ağacının koyu yeşilini görür gibiyim. Dedemin köşkü mü burası ? Tuhaf, biz orasını çoktan satmamış mıydık ? Yalanımda birileri konuşuyor, sesler boğuk boğuk, anlamaya çalışıyorum; manolya kokulan uzaklaşıyor, kestane ağaçlarını yitiriyorum. esinti aniden kesiliyor.
“Bak kıpırdadı, ayılıyor.”
Ses öyle derinden geliyor ki belli belirsiz işitiyorum. Gözkapaklarımın üstünde sanki tonlarca ağırlık var, güçlükle açıyorum. Parlaklık gözümü kamaştırıyor. Başucumda iki karaltı duruyor. Bir an nerede olduğumu çıkaramıyorum. Parlaklık gözlerimi yakıyor. Işık istemiyorum, ses istemiyorum, nerede olduğumu düşünmek istemiyorum. Köşkün gölgeli bahçesi beni çağırıyor.
Annem ile Neriman Yenge kameriyede oturmuşlar, ellerinde bir kadın dergisi, moda giysiler üzerine konuşuyorlar. Babam ile İsmet Amca, her zamanki yerlerinde, kestane ağacının altındaki masada rakı içiyorlar. Ben erkeklerin masasına gidiyorum. Amcamın tabağındaki pastırmadan yiyorum. Tadı çok güzel. Amcam kadınlardan yana bir göz atıp, bardağını uzatıyor. “Bir de şunun tadına bak.” Rakının tadını önceden bilmiyorum, ama yiğitliğe gölge düşürmüyorum. Verdiği kadehten bir yudum alıyorum. Gırtlağımdan mideme doğru bir yangın başlıyor. Yüzümün aldığı hali görmüyorum. Amma komik olmalı! Amcam kahkahalarla gülüyor. Babam kaşları çatılmış, başını sallayarak izliyor bizi.
“Kendine geliyor! Doktoru çağırın, doktor…”
Ağzımda rakının acı tadı kayboluyor. Ama midemde bir bulantı var.
“Bakın uyanıyor! Hemşire Hanını, doktoru çağırın… doktor doktor nerede
Sesi artık çok net işitiyorum. Telaşlı bir sevinç içinde, kulaklarımda çınlıyor.
Gözlerimi açıyorum. Başucumdaki karaltılar tuzla netleşiyor. Önce karım Melike, sonra amcam İsmet’in yüzünü seçiyorum Melike üzerime eğilmiş, şefkatle küçülen gözleri yaşlarla dolu.
“Nasılsın canım?.. İyileşeceksin… iyileşeceksin, merak etme?”
Bana umut vermeye çalışıyor, ama asıl onun teskin edilmeye ihtiyacı var.
Amcam İsmet soğukkanlı görünüyor. Kendisine baktığımı görünce gülümsüyor. Gözlerinde henüz kaybolmamış bir endişenin izleri var. Yaklaşıyor,
“İyi görünüyorsun” diyor. Sesinde kırgınlık mı var? Umurumda bile değil. Mine’yi sormak istiyorum.
“Onu buldunuz mu?” Sesim o kadar güçsüz ki ürküyorum. Amcam sanki tepkilerimi ölçmek istercesine gözlerini yüzüme dikerek yanıtlıyor sorumu:
“Çatışmayı seçti, ölü olarak ele geçirebildik” diyor. “Ötekini de sen haklamışsın zaten.”
Kimi haklamışım?.. Fahri… Fahri’den söz ediyor olmalı. Evet onu vurdum. Yere düştüğünü gördüm. Düşmeden o da beni yaralamış olmalı. Hayır, Fahri ateş bile edemedi. Beni vuran öbürüydü. Simitçi kılıklı herif. Onu da mı vurmuşlar? Öldü mü acaba?
Amcam sanki düşüncelerimi okuyor ya da söylediklerini nasıl karşılayacağımı öğrenmek istiyor:
“Kaçmak üzereydi, örgüt evinde kıstırdık. Ateş açtı, keşke sağ
olarak yakalayabilseydik.”
Melike ilgiyle bizi dinliyor.
“Üzerinden Polonya yapımı otomatik bir tabanca çıktı. Bu sana ateş edilen silah değil.”
Silahı bulamamışlar, umurumda bile değil. Önemli olan Mine, ona ne oldu? Fahri öldü, arkadaşını da vurdularsa Mine’yi nasıl bulacağım ? Amcama açıkça sorsam. Biliyorum, hiç hoş karşılamayacak bu durumu. Zaten Melike de başımdan hiç ayrılmıyor, amcamı biraz daha yakma çağırmalıyım. Doğrulmak istiyorum. Başaramıyorum. Sağ omzum sanlı, sol elimin üstünde ise damarıma bağlanmış ince bir boru var. Başımı kaldırınca, borunun öteki ucundaki plastik kan torbasını görüyorum. Torbanın içinde j koyu kırmızı sıvı yavaş yavaş damarlarıma akıyor olmalı. Ama kan sanki hiç azalmıyormuş gibi durgun, hatta rengi koyulaşan öylece duruyor torbanın içinde. Birden kulaklarım çınlamaya başlıyor. Kan tutması mı? Yok canım! Ben kan görmeye alışığım. Ama neden başım dönüyor? Amcamın yüzü kararıyor. “Doktor, biri doktoru çağırsın!” diye yalvaran kanının sesi giderek uzaklaşıyor. Gözlerimi kapıyorum. Yıldırım Abi karşımda durmuş bıyık altından gülerek bana bir sigara uzatıyor.
“Kimi bekliyorsun?” diye soruyorum, sigarayı alırken.
“Kimi bekleyebilirini burada?” diyerek alaycı bir tavırla çevresine bakmıyor.
Ben de bakıyorum, evimin bulunduğu apartmanın önünde durduğumuzu fark ediyorum.
“Burası benim evim” diye söyleniyorum şaşkınlıkla.
“Ben de seni bekliyordum zaten.”
“İyi ama, sen Ölmemiş miydin?” diye soruyorum.
Yanıma yaklaşıyor, bir sır verir gibi fısıldayarak konuşuyor
“Bir görevle geldim.”
“Görevle mi ?” Aklıma gelen şeye seviniyorum. “Yoksa katillerini mi?”
“Katillerimi bulmak sizin işinizdi” diyor sözümü yanda keserek. “Ben senin için geldim.”
“Benim için mi ?”
“Evet, bir sınavdan geçeceksin. Ben de sınav amirin tayin edildim.”
Anlayamıyorum, aptallaşmış bir halde tekrar soruyorum:
“Yıldırım Abi sen ölmedin mi ?”
“Doğru, ben öldüm” diyor, sonra dudaklarında acı bir gülümseyişle ekliyor: “Ama Ölümün beni görevimden alıkoyacağım sanıyorsan aldanıyorsun.”
Anlamak istercesine bir süre onu seyrediyorum.
“Peki nasıl bir sınav bu?”
“Nasıl bir sınav olduğunu söyleyemem. Sana öğretilenleri kullanırsan başarmaman için hiçbir neden yok. Yıllar önce Panama’da buna benzer bir sınavdan ben de geçmiştim. Eminim sen
de başaracaksın.”
Gülümsüyor. Ben de ona gülümsüyorum. Hiç de ölmüş birine
benzemiyor.
“Birlikte bir yolculuğa çıkacağız. Bu yolculuk boyunca yanlış
yapmaman gerekiyor.”
Tıpkı eski günlerde olduğu gibi, bir anda kendimi olaya kaptırıyorum. Sanki Yıldırım Abi ölmemiş, sanki birlikte büyük bir operasyon hazırlıyormuşuz gibi. Yılların verdiği alışkanlıkla, kendimden emin konuşuyorum.
“Tamam, ben hazırım.”
“O halde başlayalım” diyor, başıyla birkaç metre ilerdeki otomobilimi göstererek.
“Arabaya gidelim.”
Otomobilime yaklaşıyoruz. Anahtarı çıkarıp kapıyı açıyorum. İçeri girdiğimde Yıldırım Abi’nin yanımdaki koltukta oturduğunu görüyorum. Şaşırdığımı fark edince,
“Bırak şu şapşallığı” diyor gülümseyerek. “Hadi çalıştır arabayı.”
Kontak anahtarım çeviriyorum, hiç zorlanmadan çalışıyor motor.
Yüzüne bakıyorum ama, bir şey sormuyorum. Yeni duruma alışmam gerek. Ayağımı debriyajdan çekip gaza basıyorum, otomobil hareket ediyor. Apartmanın bahçesinden çıkıyoruz. Kafam, daha ne olduğunu bile anlamadan içine sokulduğum bu tuhaf sınavın ipuçlarını ararken:
“Kızı buldun mu?” diye soruyor Yıldırım Abi.
Dönüyorum, göz göze geliyoruz. Suçluyor mu, hak mı veriyor kestirmek güç. Başımı çevirip yola bakıyorum.
“Ben öldükten sonra mı başladı bu ilişki?” diye yineliyor. Kınama yok sesinde, aşağılama da yok. Dertleşmek isteyen bir dostun içtenliğini hissediyorum. Yine de temkinli davranıyorum. Yıldırım Abi’nin evlilik, çocuk, aşk gibi konulan pek önemsemediğini bilirim. Aksine mesleğimizden daha önemli olabilecek duygusal bağlılıkların görevimizi engellemesinden korkardı. Bu yüzden kadınlarla bağlılıklar değil, güvenli olmak koşuluyla geçici ilişkiler kurmaktan yanaydı.
“Nereden biliyorsun ?” diyorum.
“Unuttun mu, biz her şeyi biliriz, bilmeliyiz. Bildikten sonra çözmek kolay.” Ders veren bir öğretmeni taklit eder gibi alaycı bir tonla konuşuyor.
Geriliyorum. Ama kendime hâkim olmalıyım. Ortamı yumuşatmak istiyorum. Onunkine yakın alaycı bir üslupla:
“Konu, ‘espiyonaj ve kontrespiyonaj’,” diyorum, sonra biraz ciddileşip soruyorum. “Allah aşkına, kimden duydun Mine’yi?”
“Hiç kimseden, kendim araştırdım.”
“Tamam, tamam bir kez daha ‘Sen ölmedin mi’ diye sormayacağım, ama neden araştırdığını söyle bari!”
“Sen, katillerimi aramaktan vazgeçince, iyi bir nedenin olmalı
diye düşündüm.”
Konuşmanın buraya varacağını tahmin etmeliydim. Bir süre suskun kalıyorum. O sözlerini sürdürüyor:
“Seni suçladığımı sanma, katillerimi bulmak zorunda değilsin. Araştırmamın nedeni sadece merak.”
Kendimi toparlıyorum.
Katillerin bulunduğunu bilmiyor musun? O terörist…”
“Yapma Sedat! Hiç değilse bunu yapma. Az önce, ‘Katillerini bulmak için mi geldin’ diye soran sen değil miydin?”
“Ben lafın gelişi…”
“Ayıp oluyor Sedat. Kendi zekâna da benimkine de hakaret ediyorsun.”
Konuştukça daha çok battığımı fark ediyorum, vitesi değiştirip otomobile hız veriyorum. Yıldırım da susuyor. Yolun kenarındaki dev ilan panolarında bir blucin firmasının reklamları var. Üstü çıplak, alımlı kumral bir kız, bedenin ait kısmındaki bütün ayrıntıları ortaya çıkaran bir blucin pantolonun içinde, esrik bir halde bize gülümsüyor. Panonun önünden geçerken Yıldırım Abi soruyor.
“Kız seni rahatlattı değil mi?”
Hemen karşı çıkıyorum:
“Hayır düşündüğün gibi değil. Onu sevdim.”
“Ben de onu diyorum. Kız ayaklanın yerden kesti, çoktan unuttuğun bir dünyaya götürdü seni…”
“Oysa ben öldüm” demesini bekliyorum, söylemiyor. Sözlerinin ağırlığından kurtulmak için soruyorum:
“Yoksa sınav bununla mı ilgili?”
“Olabilir. Kesin bir şey söyleyemem.”
“Aslında amcama anlatacaktım her şeyi” diyerek yanlışımı kabul eder görünüyorum.
“Bunu önermem” diyor. “Seni anlamazlar. Dilekçe işinden beri güvenilir biri değilsin.”
Böyle bir yanıtı hiç beklemiyorum. Ne yapmak istiyor bu
adam?
“Sen ne düşünüyorsun? Bu ilişki yanlış mıydı?” “Yanlış olduğunu buseydin yapmayacak miydin?”
“Belki…”
“Bence yapardın. Âşık olmuşsun. Senin yaşında aşk çok tehlikelidir.”
“Yaşla ne ilgisi var bunun?”
“Çok ilgisi var. Ama şimdi bunu konuşmanın zamanı değil.” “Hep bölük pörçük konuşuyorsun. Açık ol, yardim et.” “Bana güvenme. Tek basmasın, ne yapacaksan kendin yapacaksın.”
…