Zil sesi şuuruna kızgın bir iğne gibi saplandı.
Rüyasında güneşte parlayan bir duvar görüyordu. Beyaz duvar boyunca gölgesini takip ederek yürüyordu. Duvarın ne başlangıcı ne de sonu vardı. Duvar evrendi. Pürüzsüz, göz kamaştırıcı, kayıtsız…
Yeniden zil sesi.
Gözlerini açtı. Yanı başındaki kuvars çalar saatin ışıklı rakamlarını gördü. 04.02. Dirseğinin üzerinde doğruldu. El yordamıyla ahizeyi aradı. Eli boşlukta dolaştı. Dinlenme odasında olduğunu hatırladı. Önlüğünün ceplerini yokladı, cep telefonunu buldu. Ekrana baktı. Numarayı tanımıyordu. Açtı, ancak cevap vermedi.
Karanlık odaya bir ses yayıldı:
— Doktor Freire?
Cevap vermedi.
— Siz Doktor Mathias Freire misiniz, nöbetçi psikiyatr?
Ses çok uzaktan gelir gibiydi. Hâlâ rüyada olmalıydı. Duvar, beyaz ışık, gölge…
— Benim, dedi sonunda.
— Ben Doktor Fillon. Saint-Jean Belcier semtindeki nöbetçi doktorum.
— Neden beni bu numaradan aradınız?
— Bana bu numarayı verdiler. Sizi rahatsız etmiyorum ya?
Gözleri karanlığa alışıyordu. Negatoskop. Metal çalışma masası. İki kez kilitlenmiş ilaç dolabı. Dinlenme odası, ışıkları söndürülmüş bir muayene odasından başka bir şey değildi. Mathias Freire hasta muayene yatağında uyuyordu.
— Neler oluyor? diye homurdandı doğrulurken.
— Saint-Jean Garı’nda tuhaf bir olay. Gece bekçileri gece yarısı civarında bir adamı suçüstü yakalamış. Demiryolundaki bir yağlama istasyonuna gizlenmiş bir serseri.
Doktorun gergin bir hali vardı. Freire yeniden çalar saate baktı: 04.05.
— Onu revire götürmüşler, sonra Capucins Meydanı Karakolu’na haber vermişler. Polisler de gelip onu almışlar. Beni çağırdılar.
Onu karakolda muayene ettim.
— Yaralı mı?
— Hayır. Ama hafızasını kaybetmiş. Bu çok şaşırtıcı.
Freire esnedi:
— Öyle davranıyor olmasın?
— Uzman sizsiniz. Ama sanmıyorum, hayır. Sanki tümüyle… başka yerde. Ya da daha çok hiçbir yerde.
— Polisler beni arayacak mı?
— Hayır. Suçla Mücadele Şubesi’nden bir ekip, adamı size getiriyor.
— Teşekkür ederim, dedi alaycı bir ses tonuyla.
— Ben şaka yapmıyorum. Ona yardım edebilirsiniz. Bundan eminim.
— Rapor yazdınız mı?
— Beraberinde getiriyor, iyi şanslar.
Adam konuşmayı bir an önce bitirmesi gerekiyormuş gibi telefonu kapattı. Freire bir süre kımıldamadan durdu. Adamın sesi karanlığın içinde kulak zarını hâlâ bir burgu gibi deliyordu. Hiç kuşku yok ki bu gece onun gecesi değildi. Şenlik saat 21.00’de başlamıştı. SB’de, yani Suçlular Bölümü’nde yatan bir hasta odasına pislemiş ve bir hastabakıcının bileğini kırmadan önce dışkısını yemişti. Otuz dakika sonra, batı bölümündeki bir şizofren linolyum parçalarıyla damarlarını kesmişti. Freire ilk müdahaleyi yaptıktan sonra onu Pellegrin Üniversite Hastanesi’ne nakletmişti. Aynı esnada Bağımlılar Bölümü’nde yatan bir adam epilepsi krizine girmişti. Freire yanına vardığında herif çoktan dilini ısırmıştı. Ağzının içi köpürmüş kanla doluydu. Çırpınmalarının önüne geçmek için büyük çaba sarf etmişlerdi. Mücadele sırasında adam Freire’in cep telefonunu araklamıştı. Psikiyatr, adamın sımsıkı kapattığı parmaklarını açabilmek ve kandan yapış yapış olmuş telefonunu alabilmek için hastanın kendinden geçmesini beklemek zorunda kalmıştı.
Saat 03.30’da nihayet yeniden yatabilmişti. Mola sadece yarım saat sürmüş, başı sonu belli olmayan şu tuhaf telefonla kesintiye uğramıştı. Lanet olsun!
Karanlıkta kımıldamadan oturuyordu. Telefondaki ses sınırları olmayan odanın içinde hayalet bir burgu gibi hâlâ kulaklarında yankılanıyordu.
Telefonunu cebine koydu ve ayağa kalktı. Birden rüyasındaki duvar yeniden belirdi. Bir kadın sesi fısıldıyordu: “Feliz…” Sözcük ispanyolcada “mutlu” demekti. Neden İspanyolca? Neden bir kadın? Sol gözkapağının gerisinde, her uykudan uyanışında olduğu gibi zonklayan, bildik bir ağrı hissetti. Gözlerini ovuşturdu ve eviyenin musluğundan su içti.
Yine el yordamıyla kilidi açtı. Kendini odaya kilitlemişti. İlaç dolabı, bölümün Kutsal Kâse’siydi.
Beş dakika sonra, kampüsün pırıl pırıl parlayan şosesindeydi.
Dünden beri Bordeaux sis altındaydı. Kalın, beyaz, tuhaf bir sis.
Önlüğünün üstüne giydiği yağmurluğunun yakasını kaldırdı. Deniz kokusuyla yüklü sis, burun deliklerini gıdıkladı.
İki yanı ağaçlıklı anayolu tırmandı. Üç metre ötesi görünmüyordu ama çevreyi ezbere biliyordu. Kaba sıvalı gri koğuş binaları, kubbeli çatılar, kare şeklinde çim alanlar. Aslında yeni geleni almak için bir hastabakıcıyı yollayabilirdi ama “müşterilerini” şahsen karşılamayı tercih ediyordu…
Birkaç palmiye ağacıyla çevrili iç avluyu geçti. Antiller’i anımsatan bu ağaçlar ona her zaman iyimser bir hava veriyordu. Ama bu gece değil. Hava çok soğuk ve nemliydi. Ana giriş kapısına ulaştı, bekçiyi başıyla selamladı ve hastaneyi çevreleyen duvarın dışına çıktı. Polisler geliyordu. Tepe lambası, dünyanın ucundaki bir fener gibi yavaş yavaş, sessizce dönüyordu.
Freire gözlerini kapattı. Acıyı gözkapağının altında hissediyordu. Tamamen psikosomatik olan bu acıyı hiç önemsemiyordu. Bütün gün, insan bedenini etkileyen zihinsel rahatsızlıkları tedavi etmekle uğraşıyordu. Neden onda da bu tür bir rahatsızlık olmasındı?
Gözlerini açtı. İlk polis, yanında sivil giyimli bir adamla arabadan çıkıyordu. Telefondaki hekimin neden ürkek davrandığını anladı. Bellek yitimi olan adam dev gibi biriydi. Yaklaşık iki metre boyunda ve yüz otuz kilodan fazla olmalıydı. Başında bir şapka –gerçek bir kovboy şapkası– ve ayaklarında Santiag çizmeler vardı. Omuzları koyu gri bir paltonun içinde sıkışmış gibiydi. Elinde plastik bir torba ile resmi evraklarla dolu bir zarf tutuyordu.
Polis ilerledi ama Freire, olduğu yerde kalması için işaret etti.
Kovboya yaklaştı. Her adımda ağrı daha gerçek, daha belirgin bir hal alıyordu. Gözünün kenarında bir kas seğirmeye başladı.
— İyi akşamlar, dedi, adamla arasında birkaç metre kaldığında.
Cevap yoktu. Adam bir sokak lambasının puslu halesinden uzakta, kımıldamadan duruyordu. Freire, eli belinde, müdahale etmeye hazır, biraz geride bekleyen polise döndü:
— Güzel. Gidebilirsiniz.
— Bilgi vermemizi istemiyor musunuz?
— Tutanağı yarın sabah bana yollarsınız.
Polis söylenene itaat etti, geri döndü ve arabaya binerek bir süre sonra sisin içinde kayboldu.
İki adam karşılıklı durdular, onları ayıran sadece aralarındaki sis katmanıydı.
— Ben Doktor Mathias Freire, dedi sonunda. Hastanedeki acil vakalar benim sorumluluğumda.
— Benimle siz mi ilgileneceksiniz?
Kalın sesi oldukça boğuktu. Freire, şapkanın gölgesinde kalmış yüz hatlarını tam olarak seçemiyordu. Adamın kafası, çizgi romanlardaki devlerin kafasına benziyordu. Kalkık bir burun, bir canavar ağzı, hantal bir çene.
— Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
— Benimle ilgilenilmesi gerekiyor.
— Benimle gelir misiniz?
Adam kımıldamadı.
— Beni takip edin, dedi Freire kolunu uzatarak. Size yardım edeceğiz.
Ziyaretçi içgüdüsel olarak geri çekildi. İşık hafifçe yüzünü yaladı. Freire’in karanlıkta belli belirsiz gördükleri böylece doğrulanmış oldu. Hem çocuksu hem de orantısız bir yüzü vardı. Ellili yaşlarda olmalıydı. Şapkasının altından gümüşi saç tutamları görünüyordu.
— Gelin. Her şey iyi olacak.
Freire en ikna edici ses tonunu kullanmıştı. Akıl hastalarının duyarlılıkları aşırı gelişmiş olurdu. Eğer
onları yönetmeye kalkarsanız hemen anlarlardı. Onların karşısında kurnazlık etmek söz konusu değildi. Karttarı açık oynamak gerekiyordu.
Amnezik adam yürümeye karar verdi. Freire kendi etrafında döndü, elleri cebinde, ilgisiz bir tavırla hastanenin yolunu tuttu.
Arkasına bakmamaya çalışıyordu; ona güvendiğini gösterme şekliydi bu.
Ana kapıya doğru yürüdüler. Mathias ağzından nefes alıyor, soğuk havayı yutuyor ve buz parçaları emiyormuş gibi ağzı sulanıyordu. Kendini çok yorgun hissediyordu. Uykusuzluk, sis, ama özellikle de her geçen gün farklı yüzlerini gösteren delilik karşısında duyduğu şu güçsüzlük hissi…
Bu yeni gelen adamın sırrı neydi? Onun için ne yapabilirdi?
Freire, onun geçmişiyle ilgili bir şeyler öğrenme şansının çok az olduğunu biliyordu. Ve onu iyileştirme şansının daha da az olduğunu…
Psikiyatr olmak böyle bir şeydi.
Batmakta olan bir kayığın suyunu yüksükle boşaltmaktan farksızdı.
2
Sabah arabasına –bir buçuk ay önce Bordeaux’ya geldiğinde satın aldığı, elden düşme külüstür bir Volvo– bindiğinde saat dokuzdu. Evine yürüyerek dönebilirdi –Hastane ile evi arasındaki mesafe bir kilometreden azdı– ama külüstürünün direksiyonunda olmak hoşuna gidiyordu.
Pierre-Janet İhtisas Hastanesi şehrin güneybatısında, Pellegrin Hastaneler Grubu’ndan fazla uzakta değildi. Freire, Pellegrin ile üniversite kampüsü arasında, Bordeaux, Pessac ve Talence’ın tam sınırındaki Fleming semtinde oturuyordu. Mahallesi, ahşap çitleri ve “özel mülk” niteliği taşıyan küçük bahçeleriyle, hepsi birbirine benzeyen, kimin yaptığı belli olmayan, kiremit çatılı pembe evlerle dolu bir bölgeydi. İki yanı ağaçlı yol boyunca, bir sanayi bandı üzerindeki eskimiş oyuncaklar gibi uzanan mutlu yuvalar.
Freire arabayı, hâlâ kalkmamakta direnen sisi yararak çok ağır sürüyordu. Pek bir şey görmüyordu ama bu şehir onu ilgilendirmiyordu zaten. Ona “Göreceksiniz, küçük Paris” demişlerdi. Ya da “Büyüleyici bir şehir” hatta “Şarapların Olymposu” gibi tabirler kullanmışlardı. Ona çok şey söylemişlerdi. Ama o hiçbir şey görmemişti. O Bordeaux’yu biraz mağrur –ve öldürücü– bir burjuva kenti olarak görüyordu. Her sokak köşesinde göze çarpan, taşraya özgü düzenli köşkleriyle sıradan ve soğuk bir yerleşim yeriydi Bordeaux.
Bordeaux’nun diğer yüzüyle de –Meşhur burjuvazisiyle– karşılaşmamıştı. Psikiyatr meslektaşları bu gelenekle mücadele eden eski solculardı. Eleştirdikleri bu sınıfın bir diğer yüzünü oluşturduklarının farkında olmayan huysuz tiplerdi hepsi. Onlarla ilişkisini öğle yemeklerindeki sohbetlerle sınırlandırmıştı: çatal yiyen delilerin tuhaf hikâyeleri, Fransız psikiyatri sistemini eleştiren uzun söylevler, tatil planları ve emeklilik konuları.
Bordeaux sosyetesine girmek istemiş ama bunu bir türlü başaramamıştı. Freire’in önemli bir handikabı vardı: Şarap içmiyordu. Bu da Akitanya Bölgesi’nde kör, sağır veya felçli olmak anlamına geliyordu. Onu asla kınamamışlardı ama çevresindeki sessizlik anlamlıydı. Bordeaux’da şarap yoksa arkadaş da yoktu. Bu kadar basitti. Ne telefon ne mail ne de SMS alıyordu. Hastanenin intranet ağı üzerinden iş dışında başka bir iletişimi yoktu.
Semtine gelmişti.
Burada her ev değerli bir taşın adını taşıyordu. Topaz. Elmas. Firuze… Evleri birbirinden ayırt etmenin tek yolu buydu. Freire “Opal”de oturuyordu. Bordeaux’ya geldiğinde bu evi hastaneye yakın olduğu için seçtiğini düşünmüştü. Yanılıyordu. Bu semtte karar kılmasının sebebi, donuk ve özelliksiz olmasıydı. Kaçmak için ideal bir yerdi. Gizlenmek için. Ve kalabalığın arasında kaybolmak için. Buraya Paris’teki geçmişine sünger çekmek için gelmişti. Eskiden olduğu adamın –tanınmış, seçkin, gönül çelen pratisyenin– Üzerine sünger çekmek için.
Evinin birkaç metre uzağına park etti. Sis o denli yoğundu ki belediye sokak lambalarını yanık bırakmıştı.
Hiçbir zaman garajını kullanmazdı. Arabasından iner inmez, kendini sütümsü suyla dolu bir havuza girmiş gibi hissetti. Hava, püskürtme tekniğiyle yapılmış bir tuval gibi elle tutulur, gözle görülür bir hale gelmiş, milyarlarca su damlacığı havada asılı kalmış gibiydi.
Ellerini yağmurluğunun ceplerine sokarak adımlarını hızlandırdı. Yakasını iyice kaldırdığı halde sisin dondurucu soğuğunu boynunda hissetti. Kendini eski bir Hollyvvood filmindeki bir özel dedektif, ışığın peşindeki yalnız bir kahraman gibi hissetti.
Bahçenin parmaklıklı kapısını açtı, nemden parlayan çimenlerde birkaç metre yürüdü, anahtarını kilitte döndürdü.
Evin içi de dışarının sıradanlığını yansıtıyordu. Mahalledeki aynı düzen burada da on kere, yüz kere yineleniyordu: hol, salon, mutfak, üst kattaki odalar… Aynı malzemelerle. Dalgalı parkeler.
Beyaz badanalı duvarlar. Kontrplak kapılar. Evlerde oturanlar kişiliklerini mobilyalarıyla belli ediyordu.
Yağmurluğunu çıkardı ve ışığı yakmadan mutfağa yöneldi.
Freire’in evinin tuhaflığı hemen hemen hiç mobilyanın olmamasıydı. Taşınma esnasında kullandığı karton kutular hiç açılmadan, dekor mahiyetinde duvarlar boyunca sıralanmıştı. Sanki alıcılara örnek olarak gösterilen bir evde yaşıyordu ama bu örneğin söyleyecek bir şeyi yoktu.
Sokak lambalarının ışığında çay hazırladı. Birkaç saat uyuma şansı olup olmadığını düşündü. Yoktu. Nöbeti saat 13.00’te devralacaktı; o saate kadar dosyaları üzerinde çalışabilirdi. Mesaisi saat 22.00’de bitecekti. O zaman da, akşam yemeği bile yiyemeden, televizyonun karşısında yığılıp kalacaktı. Ertesi gün, pazar günü, akşama kadar yine nöbette olacaktı. Nihayet, sıkı bir gece uykusunun ardından az çok normal mesai saatleriyle pazartesi gününe başlayacaktı.
Demliğin dibindeki çay yapraklarına bakarken yine bir şeyler yapması gerektiğini düşündü. Artık nöbetçi kalmamak. Sağlıklı bir yaşam sürmek. Spor yapmak. Düzenli yemek yemek… ama bu tür düşünceler de karmaşık, sürekli yinelenen, amaçsız günlük yaşamının bir parçası haline gelmişti artık.
Mutfakta ayakta duruyordu, çay dolu süzgeci kaldırdı ve yoğunlaşmış kahverengi sıvıyı hayranlıkla seyretti. Karanlık düşüncelerle kararan beyninin gerçek bir yansımasıydı. Evet, diye düşündü yeniden çay yapraklarına dalarak, burada başkalarınm deliliğine saklanmak istemişti. Kendi deliliğini unutabilmek için.
Mathias Freire iki yıl önce, 43 yaşındayken, Villejuif İhtisas Hastanesi’ndeyken meslek hayatının en
büyük hatasını yapmıştı: Bir hastayla yatmıştı. Anne Marie Straub. Bir şizofren. Bir manik-depresif. Enstitüde yaşayıp ölmeye mahkûm kronik bir hasta.
Hatasını düşündükçe, buna hâlâ inanamıyordu. Tabuların tabusunu çiğnemişti.
Bununla birlikte geçmişinde ne ahlâksızlık ne de sapkınlık vardı. Eğer Anne Marie’yi hastane dışında tanımış olsaydı, ona hemen âşık olurdu. Onu ofisinde gördüğü anda hissettiği aynı şiddetli, mantıkdışı arzuyu duyardı. Ne tecrit hücreleri ne ilaçlar ne de başka hastaların çığlıkları tutkusunu frenleyebilmişti. Bir yıldırım aşkıydı, hepsi bu.
Freire, Villejuif teyken kampüste, merkeze uzak bir binada yaşıyordu. Her gece Anne Marie’nin yattığı bölüme gidiyordu. Her şeyi çok net hatırlıyordu. Muşamba kaplı koridor. Kapılardaki lombozlar. Her yere girmesini sağlayan anahtarlar. Karanlıkta Mathias’ı yönlendiren –daha ziyade harekete geçiren– arzusu… Her gece sanat terapisi salonundan geçiyordu. Her seferinde, Anne Marie’nin duvarlardaki resimlerini görmemek için başını öne eğiyordu. Kırmızı zemin üzerine siyah, çarpık, müstehcen yaralar resmediyordu Anne Marie. Hatta bazen, Lucio Fontana gibi spatulayla tuvali kesiyordu. Mathias gün ışığında yapıtlarına baktığında onun hastanedeki en tehlikeli hastalardan biri olduğunu düşünüyordu. Gece, bakışlarını kaçırıyor ve koşar adımlarla onun odasına gidiyordu.
O geceler içini bir kor gibi yakmıştı. Kilitli odada tutkulu kucaklaşmalar. Gizemli, büyülü, soluk soluğa okşamalar. Kulağına fısıldanan çılgınca sözler: “Onlarla ilgilenme sevgilim… Onlar kötü değil…” Koyu karanlıkta kendilerini kuşattığını düşündüğü ruhlardan söz ediyordu. Mathias karanlıkta gözleri açık, susuyor, cevap vermiyordu. Bodoslama duvara, diye yineliyordu. Bodoslama duvara toslayacağım.
Seviştikten sonra Mathias uykuya dalmıştı. Bir saat kadar. Belki daha da az. Uyandığında –saat gecenin üçü olmalıydı– Anne Marie’nin çıplak bedeni yatağın üstünde sallanıyordu. Kendini asmıştı. Onun kemeriyle.
Bir dakika boyunca ne olduğunu anlamamıştı. Hâlâ rüya gördüğünü sanıyordu. Hatta bu iri memeli silueti hayranlıkla seyrederek yeniden tahrik olmuştu. Sonra paniğe kapılmıştı. Sonunda her şeyin bittiğini anlamıştı. Anne Marie için. Kendisi için. Giyinmiş ve cesedi, kemerini ardında bırakarak odadan çıkmıştı.
Hastabakıcılara görünmemeye özen göstererek koridorları geçmiş, yuvasına dönen zararlı bir hayvan gibi odasına gelmişti.
Nefes nefese kalmıştı, zihni allak bullaktı, damarına bir doz sakinleştirici enjekte etmiş ve yatağına top gibi yuvarlanarak örtüyü başının üstüne çekmişti.
Uyandığında saat on ikiyi geçiyordu ve haber herkes tarafından duyulmuştu. Anne Marie birçok kez intihara teşebbüs ettiği için kimse şaşırmamıştı. Erkek kemerinin .kime ait olduğunu bulmak için bir soruşturma başlatılmıştı. Ama kemerin sahibini asla bulamamışlardı. Mathias Freire hiç kaygılanmamıştı. Hatta sorgulanmamıştı bile. Yaklaşık bir yıldır Anne Marie onun hastası değildi. İntihar eden kadının hiç yakın akrabası yoktu. Hiç kimse şikâyetçi olmamıştı. Olay örtbas edilmişti.
O günden sonra Freire antidepresanlar ve kaygı gidericiler eşliğinde, işini otomatik pilota bağlamıştı. Terzi ilk olarak kendi söküğünü dikebilmişti. O dönemle ilgili hiçbir şey hatırlamıyordu.
Görüntülü muayeneler. Karmaşık teşhisler. Rüyasız geceler. Ta ki karşısına Bordeaux fırsatı çıkana dek. Hemen üstüne atlamıştı. İstifasını vermişti. Valizlerini hazırlamış ve ardına bile bakmadan TGV’ye[1] binmişti.
İhtisas hastanesinde göreve başladıktan sonra yeni bir profesyonel tavır benimsemişti. İşinde her türlü karmaşadan uzak duruyordu. Hastaları birer vaka değil, içi doldurulacak birer kutuydu: şizofreni, depresyon, histeri, obsesif-kompülsif rahatsızlık, paranoya, otizm… Tanı koyuyor, gerekli tedaviyi söylüyordu ve uzak duruyordu. Onu soğuk, ruhsuz, robot gibi buluyorlardı. Böylesi çok daha iyiydi. Bir daha asla bir hastaya yaklaşmayacaktı. Bir daha asla işiyle duygularını karıştırmayacaktı.
Yavaş yavaş bugünkü gerçeğe döndü. Hâlâ mutfak penceresinin önünde duruyor, sisler içindeki ıssız sokağa bakıyordu. Siyah çayı kahve gibiydi. Güneş çoktan doğmuştu. Çitlerin, aynı evlerin ardında. Pencerelerin, hâlâ uykuda olan aynı insanların ardında. cumartesi sabahıydı ve geç vakte kadar uyumak âdettendi.
Ama bir ayrıntı, sokaktaki sakin havayla bağdaşmıyordu.
Siyah renkli bir 4×4, elli metre kadar uzağa, kaldırımın kenarına park etmişti, farları yanıyordu.
Freire camdaki buğuyu sildi. O sırada arabadan siyah paltolu iki adam indi. Freire gözlerini kıstı. Onları iyi göremiyordu ama siluetleri filmlerdeki FBI ajanlarını andırıyordu. Ya da Siyah Giyen Adamlar filminin iki karakterini. Burada ne arıyorlardı?
Freire mahalle sakinleri tarafından tutulmuş özel güvenlik şirketinin adamları olabileceğini düşündü ama arabaları da, şık kıyafetleri de bu profile uymuyordu. Şimdi çisentiye aldırmadan, 4×4’ün kaputuna yaslanmış duruyorlardı. Belli bir noktaya bakıyorlardı. Mathias gözünün arkasında yeniden acı hissetti.
Bu iki adamın sisin arasından baktığı yer onun eviydi. Ve hiç kuşkusuz, mutfağa önden vuran ışıkta, onun siluetine bakıyorlardı.
3
Freire, örtü niyetine bir sürü dosyayla kanepenin üzerinde biraz uyukladıktan sonra saat 13.00’te ihtisas hastanesine döndü.
Acil bir vaka yoktu. Ne kritik hastalar ne zilzurna sarhoş evsizler ne de kamuya açık alanlardan toplanmış çılgınlar vardı. Bu gerçekten bir şanstı. Mektuplarını ve gece nöbetçisi doktorun hazırladığı dosyaları kendisine veren hemşireleri selamladı. Hem muayene odası hem de dinlenme odası olarak kullandığı nöbetçi doktor ofisine gitti.
Belgeler arasından, öncelikle Saint-Jean Garı’nda bulunan amnezik adamla ilgili gözlem tutanağını buldu. Tutanak, Nicolas Pailhas adlı biri tarafından hazırlanmıştı, Capucins Meydanı Karakolu’nda görevli bir başkomiserdi. Önceki akşam Freire, ne kovboyu sorgulamaya teşebbüs etmiş ne de olan biteni öğrenmeye çalışmıştı. Muayene ettikten ve bir analjezik yapılmasını söyledikten sonra yatağa göndermişti. Yarın bakacaktı.
Tutanağın daha ilk satırında, Freire kendini kaptırmıştı.
Adı bilinmeyen adam gece yarısı civarında, 1 no’lu yol kenarındaki yağlama istasyonunda, demiryolu görevlileri tarafından bulunmuştu. Adam kilidi zorlamış ve kulübenin içine saklanmıştı.
Teknisyenler burada ne aradığını sorduğunda cevap verememiş, adını bile söyleyememişti. Kovboy şapkası ve timsah derisi çizmeleri hariç, davetsiz misafirin üzerinde gri yün bir palto, yıpranmış bir kadife ceket, CHAMPION logolu bir sweatshirt ve yırtık bir kot pantolon vardı. Üzerinde kimliğini saptamaya yardımcı olacak hiçbir resmi belge yoktu. Adam şokta gibiydi. Konuşmakta güçlük çekiyordu. Hatta sorulan soruları anlamakta da.
Daha da kaygı verici olan, elinde, bırakmayı reddettiği iki şey tutmasıydı: 450 mm’lik bir İngiliz anahtarı ile 1996 tarihli bir Akitanya rehberi. (İncecik kâğıttan binlerce sayfası olan şu tuğla kalınlığındaki rehberlerden.) İngiliz anahtarı ve rehber kan içindeydi.
Bir Texas’lıyı andıran adam bunları neden elinde tuttuğunu açıklayanruyordu. Ne de kanı.
SNCF[2] görevlileri, adamın yaralı olduğunu düşünerek onu garın revirine götürmüştü. Yapılan muayene sonrasında herhangi bir yarası olmadığı anlaşılmıştı. Bu durumda İngiliz anahtarındaki ve rehberdeki kan bir başkasına ait demekti. Vardiya şefi polise haber vermişti. Pailhas ve adamları da on beş dakika sonra gelmişti. Yabancıyı tutuklamış ve semtin nöbetçi doktorunu çağırmışlardı, o da Freire’le temas kurmuştu.
Karakolda yapılan sorgulamada da fazla bir şey elde edilmemişti. Adamın fotoğrafı çekilmiş, parmak izi alınmıştı. Kimlik tespit teknisyenleri, FNAEG’de[3] DNA’sını karşılaştırmak için tükürük ve saç örnekleri almıştı. Ayrıca ellerinin üzerinden ve tırnak aralarından da toz kalıntıları toplanmıştı. Analiz sonuçları bekleniyordu. Tabii polis İngiliz anahtarı ile rehbere de el koymuştu.
Suç delili olarak. Ama hangi suçun?
Çağrı cihazı bipledi. Freire saatine baktı: 15.00 olmuştu. Gösteri başlıyordu. Dışarıdan gelen hastalar ile içerde yatan hastalar arasında hiç boş zaman olmuyordu. Çağrı cihazının ekranına bir göz attı: Batı koğuşu tecrit hücresinde sorun. Elinde çantası, koşar adım odadan çıktı, hâlâ sisle kaplı olan iki yanı ağaçlıklı anayolu tırmandı. Hastane her biri özel bir patolojiye –bağımlılar, cinsel suçlar, otizm…– ayrılmış bir düzine kadar koğuştan oluşuyordu.
Batı koğuşu soldan üçüncüydü. Freire ana koridora daldı. Beyaz duvarlar, bej renkli yer muşambası, açıktan geçen borular; kısacası her binada aynı dekor. Doğal olarak, hastalar içeri girdiğinde yanılgıya düşüyorlardı.
— Neler oluyor?
Stajyer doktorun öfkeli bir hali vardı:
— Lanet olsun, ne olduğunu görmüyor musunuz?
Freire genç doktorun bu saldırgan tavrına karşılık vermedi.
Hücrenin deliğinden içeri göz attı. Beyaz bedeni dışkıya ve idrara bulanmış çıplak bir kadın, odanın bir köşesine çekilmişti. Bağdaş kurmuştu, parmakları kan içindeydi ve duvardan koparmayı başardığı boya kabuklarını çiğniyordu.
— Ona bir iğne yapın, dedi Freire donuk bir sesle. Üç ünite Loxapac.
Freire kadını tanıyordu ama ismini hatırlamıyordu. Bir müdavimdi. Hiç kuşkusuz hastaneye sabah saatlerinde getirilmişti. Teni aspirin kadar beyazdı. Yüz hatları korku ve kaygıdan iyice çökmüştü. İskeleti andıran bedeni yamru yumruydu. Kopardığı boya kabuklarını mısır gevreğiymiş gibi iki eliyle ağzına tıkıyordu. Parmakları kanlıydı. Boya kabukları da Dudakları da.
— Dört ünite, diye fikir değiştirdi Freire. Dört ünite eruekteedin.
Uzun zamandan beri psikiyatrların yetersizliği üzerinde düşünmekten vazgeçmişti. Sorunlar karşısında sadece tek bir çözüm vardı: Fırtına dininceye kadar müsekkinlerle onları uyuşturmak.
Bu yetersizdi ama o kadar da kötü değildi.
Dönerken kendi servisine, Henri-Ey’e gitmek için yolunu değiştirdi. Koğuşta, hepsi de bölgenin doğusundan gelmiş yirmi sekiz hasta vardı. Şizofrenler. Depresifler. Paranoyaklar… Ve daha belirsiz başka hastalıklar.
Danışmaya uğradı ve sabah raporunu aldı: Bir ağlama krizi.
Mutfakta kavga. Bir ip bulmuş –nasıl bulduğu bilinmiyordu– ve onunla turnike yaparak penisini sıkmaya kalkışmış bir uyuşturucu bağımlısı. Her zamanki şeyler.
Freire yemekhaneyi ve oradaki sigara kokusunu –delilerin sigara içmesi hoşgörüyle karşılanıyordu– ardında bıraktı. Başka bir kapınm sürgüsünü açtı. 90 derecelik alkolün kokusu revirin habercisiydi. Geçerken birkaç tanıdık simayı selamladı: Kendini enstitünün müdürü sanan beyaz elbiseli iriyarı bir adam. Hep aynı çizgi üzerinde gide gele koridorun zeminini aşındıran Afrika kökenli bir başkası. Ve gözleri alnının derinliklerine kaçmış gibi görünen, hacıyatmaz gibi ayaklarının üstünde sallanan bir diğeri.
Revirde, amnezik hastayı sordu. Stajyer doktor kayıt defterine baktı. Kovboy geceyi sakin geçirmişti. Sabah her şey normaldi. Saat 10.00’da nörobiyolojik bir inceleme için Pellegrin’e nakledilmiş ama o, radyografiye veya herhangi tıbbi görüntü alınmasına karşı çıkmıştı. Ancak onu muayene eden doktorlar fiziksel bir lezyon bulamamışlardı. Heyecana bağlı bir travmadan kaynaklanan disosyatif bir amnezi olduğunu düşünüyorlardı. Bu da, Texas’lının, belleğini yitirmesine sebep olan bir şey yaşadığı ya da gördüğü anlamına geliyordu. Ama ne?
— Şimdi nerede? Odasında mı?
— Hayır. Camille-Claudel Salonu’nda.
Modern psikiyatrinin kötü yanlarından biri de, koğuşları, koridorları, servisleri ünlü hastaların isimleriyle adlandırmaktı. Bunamanın bile kendi şampiyonları vardı. Claudel Salonu sanat terapisi ünitesiydi. Freire başka bir koridora saptı ve sağ taraftaki bir kapının sürgüsünü çekti. Hastaların resim, heykel yaptığı, kâğıttan ve sorgun ağacından eşyalar ürettiği salona ulaştı.
Sepet işleri yapılan masaya ulaşmak için “kil” ve “yağlıboya” masaları boyunca ilerledi. Hastalar büyük bir dikkatle sepet örüyor, peçete halkaları, tabak altlıkları yapıyorlardı. Esnek saplar havada titreşirken yüzleri gergin ve donuktu. Burada bitki yaşıyor, insan ise kök salıyordu.
Kovboy masanın ucundaydı. Oturduğu halde diğerlerinden en az yirmi santim uzundu. Cildi kırış kırıştı ve başında hâlâ o anlamsız şapkası vardı. İri mavi gözleri sert yüzünü aydınlatıyordu.
Freire yaklaştı. Dev adam kayık biçiminde bir sepet örmekle meşguldü. Nasırlı elleri vardı. Bir işçi, bir köylü… diye düşündü psikiyatr.
— Merhaba
Adam başını kaldırdı. Yavaşça gözünü kırpıştırıyordu. Her seferinde gözbebekleri gözkapaklarının altında yeniden beliriyor, saydam ve sedefsi bir parlaklık ortaya çıkıyordu.
— Selam, diye karşılık verdi, bir rodeo şampiyonu gibi şapkasını işaretparmağıyla hafifçe yukarı iterek.
— Ne yapıyorsunuz? Gemi mi? Pelota[4] için eldiven mi?
— Henüz bilmiyorum.
— Bask Ülkesi’ni biliyor musunuz?
— Bilmiyorum.
Freire bir sandalye aldı ve onun yanına oturdu.
Adam açık renk gözlerim Friere’e dikti.
— Sen bir spikiyatr mısın?
Mathias yanlış telaffuzu fark etti. Belki de disleksikti. Kendisine “sen” diye hitap ettiğini de fark etti. Bu iyiye işaretti. Mathias da ona “sen” diye hitap etmeye karar verdi.
— Ben Mathias Freire. Bu birimin yöneticisiyim. Dün akşam, hastaneye kabulünü de ben yaptım. İyi uyudun mu?
— Ben hep aynı rüyayı görüyorum.
Adsız yabancı sorgun dallarıyla örmeye devam ediyordu. Salona bataklık, nemli kamış kokusu hâkimdi. Koca şapkası dışında, iriyarı adam hastanenin verdiği bir tişört ile kumaş bir pantolon giymişti. Kaslı, iri kolları kızıl-gri kıllarla kaplıydı.
— Hangi rüya?
— Önce sıcak vardı. Sonra beyazlık…
— Ne beyazlığı?
— Güneş… Güneş yakıcıdır, biliyorsun… Her şeyi yok eder.
— Bu rüya nerede geçiyor?
Kovboy, elindeki işi bırakmadan omuzlarını silkti. Sanki bir kazak örüyormuş gibi bir havası vardı. Görüntü daha ziyade komikti.
— Duvarları bembeyaz bir köyde yürüyorum. Bir İspanyol köyü. Ya da Yunan… bilmiyorum. Gölgemi görüyorum. Benim önümde yürüyor. Duvarların üstünde. Yerde. Düşey konumda, neredeyse dik. Öğle saatleri olmalı.
Freire bir tedirginlik duydu. Bu amnezik adamla karşılaşmadan hemen önce aynı rüyayı görmüştü. Uyarıcı bir işaret miydi?
Sanmıyordu, ama Cari Jung’un eşzamanlılık kuramını seviyordu.
Bir kadın hastası rüyasında kendisine altın bir bokböceği verildiğini Jung’a anlatırken muayenehanesinin camına bir altmböceğinin çarptığını söylemişti ünlü psikiyatr.
— Sonra, diye sordu Freire. Sonra ne oluyor?
— Çok daha beyaz bir parlama. Bir patlama ama gürültü çıkarmayan bir patlama. Sonra başka bir şey görmüyorum. Gözlerim tamamen kamaşıyor.
Sağ taraftan bir gülme sesi geldi. Freire irkildi. Ufak tefek bir adam, gargoyle[5] başlı bir cüce, bir masanın ayağının dibine çömelmiş onlara bakıyordu. Toto lakaplı Antoine. Zararsız biri.
— Hatırlamaya çalış.
— Kaçıyorum. Beyaz sokaklarda koşuyorum.
— Hepsi bu kadar mı?
— Evet. Hayır. Ben kaçarken gölgem artık kımıldamıyor. Duvarın üzerinde sabit kalıyor. Hiroşima’daki gibi.
— Hiroşima?
— Bombadan sonra kurbanların gölgeleri taşın üstüne kazınmıştı. Bunu bilmiyor muydun?
— Biliyorum, dedi Freire, olayı belli belirsiz hatırlayarak.
Sustular. Kovboy sorgun saplarını birbirinin üzerinden geçirdi.
Sonra birden başını kaldırdı. Şapkasının gölgesinde gözbebekleri parlıyordu.
— Bu konuda ne düşünüyorsun doktor? Bu ne anlama geliyor?
— Kuşkusuz, geçirdiğin kazanın sembolik bir versiyonu, diye aklına ilk geleni söyledi Freire. Bu beyaz parlama da hafıza kaybının bir metaforu. Aslında uğradığın şok zihninde büyük beyaz bir sayfa açtı.
Kulağa hoş gelen ama hiçbir şeye dayanmayan, tam bir psikiyatr palavrasıydı bu sözler. Zedelenmiş bir beyin güzel cümleleri, mantığa dayalı sözdizimlerini umursamazdı.
— Sadece bir sorun var, diye mırıldandı adsız yabancı. Bu rüyayı uzun zamandan beri görüyorum.
— Bu senin izlenimin, diye cevap verdi Freire. Kazadan önceki rüyalarını hatırlasaydın bu şaşırtıcı olurdu. Bu öğeler senin özel belleğine ait. Yani kişisel olanına. Zarar görmüş belleğine, anlıyor musun?
— Birçok bellek mi var?
— Bir kültürel bellek, yani ortak bellek vardır, senin Hiroşima’yla ügili hatırladıkların gibi; bir de senin özel hayatınla ilgili bir otobiyografik bellek vardır. Adın. Ailen. Mesleğin. Ve rüyaların…
Dev başını ağır ağır salladı:
— Ne olacağımı bilmiyorum… Kafamın içi bomboş.
— Üzülme. Her şey hâlâ hafızanda. Hafıza kayıpları genellikle kısa süreli olur. Eğer devam ederse belleğini uyarmak için yöntemler var. Testler, egzersizler. Zihnini yeniden uyandıracağız.
Adsız yabancı griye dönen iri gözleriyle ona baktı.
— Bu sabah hastanede neden radyografi istemedin?
— Bunu sevmiyorum.
— Daha önce yaptırdın mı?
Cevap vermedi. Freire de üstelemedi.
— Geçen geceyle ilgili olarak, diye devam etti Freire, hiçbir şey hatırlamıyor musun?
— Neden o kulübede olduğumu mu soruyorsun?
— Mesela.
— Hayır.
— Peki ya İngiliz anahtarı? Rehber?
Adam kaşlarını çattı.
— Üzerlerinde kan vardı, değü mi?
— Kan, evet. Nereden bulaştı?
Freire otoriter bir ses tonuyla konuşmuştu. İriyarı adamın yüz hatları donup kaldı, sonra sıkıntısını ifade etti.
— Ben… Ben hiçbir şey bilmiyorum…
— Peki adın? Soyadın? Kökenin?
Freire bu soru bombardımanından pişman olmuştu. Çok duygusuzca, çok hızlıydı. Adamın paniği artmış gibiydi. Dudakları titriyordu.
— Bir hipnoz seansına ne dersin? diye sordu Freire, daha yumuşak bir ses tonuyla.
— Şimdi mi?
— Yarın. Önce dinlenmen gerekiyor.
— Bunun bana yardımı olur mu?
— Kesin değil. Ama telkin yöntemi bize…
Kemerindeki çağrı cihazı bipledi. Ekrana bir göz attı ve hemen ayağa kalktı:
— Gitmem gerekiyor. Acil bir durum. Teklifimi düşün.
Kovboy bir doksanlık cüssesini ağır hareketlerle doğrulttu ve elini uzattı. Dostça bir hareket olmasına karşın görüntüsü ürkütücüydü.
— Gerek yok doktor. Kabul ediyorum. Sana güveniyorum. Yarın görüşürüz.
4
Herifin teki kendini acil servis koridorunun yanındaki tuvaletlere kilitlemişti. Yarım saatten beri oradaydı ve dışarı çıkmayı reddediyordu. Freire kabinin karşısında duruyordu, yanında alet çantasıyla bekleyen bir teknisyen vardı. Yapılan birçok çağrının –uyarının– ardından kapıyı açtırdı. Adam yere, lavabonun yanına oturmuştu; dizlerini bitiştirmiş, başını kollarının arasına almıştı. İçerisi yarı karanlıktı ve boğucu, pis bir koku vardı.
— Ben psikiyatrım, dedi Freire kapıyı omzuyla kapatırken. Yardıma ihtiyacınız var mı?
— Gidin.
Mathias, sidik birikintilerine dikkat ederek bir dizini yere koydu.
— Adınız ne?
Cevap yoktu. Adamın kafası hâlâ kollarının arasındaydı.
— Ofisime gelin, dedi, bir elini adamın omzuna koyarak.
— Size gitmenizi söyledim!
Adamın konuşma bozukluğu vardı. Bol tükürük salgılayarak, heceleri yutarcasına konuşuyordu. Freire’in omzuna dokunması onu şaşırtmıştı, başını kaldırdı. Karanlıkta Freire adamın biçimsiz suratını gördü. Hem çökük hem de şişti, simetrisizdi, sanki birçok parçaya bölünmüş gibiydi.
— Ayağa kalkın, diye emretti.
Adam boynunu uzattı. Tablo iyice belirginleşti. Buruş buruş etlerden, gergin derilerden, parlak çizgilerden oluşan tuhaf bir görüntü. Dehşetin katıksız bir örneği.
— Bana güvenebilirsiniz, dedi Freire tiksinme duygusunu bastırmaya çalışarak.
Yanıktan ziyade, cüzamın tahribatına benziyordu: Dış görünümü yavaş yavaş harap eden bir hastalık. Ama Freire alacakaranlıkta gözlerini kısıp bakınca gerçeğin farklı olduğunu anladı: Bu yaralar sahteydi. Adam derisini kırışıklar, şişlikler ve çukurlar oluşturmak için zamkla yapıştırmıştı. Bunu deforme bir yüze sahip olduğuna inandırmak ve daha iyi bakım görmek için yapmıştı. Münchhausen sendromu diye düşündü psikiyatr.
— Gelin.
Adam sonunda ayağa kalktı. Freire kapıyı açtı, yeniden gün ışığına ve rahatça solunabilecek havaya kavuştu. Tuvaletlerin kapısına kadar yürüdüler. Çirkeften çıkıyordu ama kâbus devam edecekti. Bir saat boyunca zamk-adamla konuştu ve teşhisinin doğru olduğunu anladı. Adam hastanede yatmak ve tedavi olmak için her şeyi yapmaya hazırdı. Freire yüzünü tedavi ettirmek için onu şimdilik Pellegrin Üniversite Hastanesi’ne nakledecekti, çünkü zamk dokuları yakmaya başlamıştı.
Saat 17.30.
Freire yerini acil servis doktorlarına bıraktı ve kendi bölümüne döndü. Ofisinin ve danışma masasının bulunduğu konsültasyon bölümüne girdi. Etraf ıssızdı. Şahit olduğu bu yeni çılgınlığın etkisinden yavaş yavaş kurtulmaya çalışarak sandviçini yedi. Fakültedeyken söylemişlerdi: Her şeye alışılıyordu. Ama bu ona göre değildi. Yapamıyordu. Hatta gitgide kötüleşiyordu. Delilik karşısındaki hassasiyeti, tahriş olmuş, hatta iltihaplanmış açık bir yaraya dönüşmüştü…
Saat 18.00.
Acil servise döndü. Ortam daha sakindi. Kendi istekleriyle hastaneye yatmak üzere gelen hastalar vardı sadece. Onları biliyordu. Burada henüz bir buçuk aydır çalışmasına rağmen döner kapıdaki hastaları tanıyacak kadar zamanı olmuştu. Yatan hasta tedavi görüyor, kendine yeter hale geliyor, evine dönüyor, ilaçlarını almayı bırakıyor ve hastalığı nüksediyordu. Böylece yine “Merhaba doktor” diyorlardı.
Saat 19.00.
Birkaç saat daha katlanması gerekiyordu. Yorgunluktan göz çukurları zonkluyor, gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. Amnezik adamı düşündü. Gün boyunca aklından çıkmamıştı. Bu vaka kafasını karıştırıyordu. Muayene odasına kapandı ve Capucins Meydanı Karakolu’nun numarasını buldu. Gözaltı tutanağını hazırlayan, Asayiş Şube Başkomiseri Nicolas Pailhas’la konuşmak istediğini söyledi. Başkomiser bu cumartesi çalışmıyordu. Freire mevkiini kullanarak onun cep numarasını aldı.
Pailhas ikinci çalışta cevap verdi. Mathias kendini tanıttı.
— Evet? dedi başkomiser öfkeli bir ses tonuyla
Hafta sonunda rahatsız edilmekten hoşlanmıyordu.
— Soruşturmanızda bir ilerleme var mı, onu öğrenmek istemiştim.
— Şu an evimdeyim. Çocuklarımla birlikte.
— Ama bir araştırma başlattınız. Size bazı geri dönüşler olması gerekiyor, öyle değil mi?
— Bu sizi neden ilgilendiriyor, anlamıyorum.
Freire sükûnetini korumaya çalıştı:
— Bu hasta benim sorumluluğumda. Benim görevim onu tedavi etmek. Bu da, onun kimliğini saptamam ve hafızasını kazanmasına yardımcı olmam gerektiği anlamına geliyor. Bu davada biz ortağız, anlıyor musunuz?
— Hayır.
Freire konuyu değiştirdi.
— Bölgede hiç kayıp ihbarı yok mu?
— Hayır.
— Evsizlerle ilgilenen kuruluşlarla temasa geçtiniz mi?
— Evet.
— Bordeaux yakınlarındaki garları düşündünüz mü? O geceki trenlerde hiç tanık yok mu?
— Cevap bekliyoruz.
— Arama ilanı yayınladınız mı? Bedava arama hattı olan bir internet sitesi? Siz…
— Fikir bulmakta zorluk çektiğimizde sizi ararız.
Mathias bu alaycı cevabı duymazdan geldi ve yeniden başka konuya geçti:
— Peki, İngiliz anahtarı ile rehberin üzerindeki kan tahlili?
— 0 Rh pozitif. Fransa nüfusunun yarısına ait olabilir.
— O geceyle ilgili herhangi bir şiddet eylemi ihbarı var mı?
— Yok.
— Peki rehber? Sayfaların birine yazılmış bir isim tespit ettiniz mi?
— Lanet olası bir polis gibi davranıyorsunuz.
Mathias dişlerini sıktı.
— Sadece bu adamın kimliğini saptamaya çalışıyorum. Bir kez daha söylüyorum, amacımız aynı. Yarın adama hipnoz uygulayacağım. Eğer en ufak bir ipucu, en ufak bir bilgi varsa, onları bana aktarmanızın tam sırası.
— Hiçbir şey yok, diye homurdandı polis. Size ötmek zorunda mıyım?
— Görev yaptığınız karakola telefon ettim. Sanki kimse bugün bu vakayla ilgilenmiyormuş gibi bir izlenime kapıldım.
— Yarın görevimin başında olacağım, dedi polis keyifsiz bir şekilde. Bu dosya önceliğim.
— İngiliz anahtarı ile rehberi ne yaptınız?
— Adli süreci hızlandırdık ve el koyduk.
— Bu ne anlama geliyor?
Polis güldü, öfkesi neşeye dönüşmüş gibiydi:
— Her şey Kimlik Tespit Şubesi’nde. Pazartesi sonuçları alırız.
Bu size uyar mı?
— En ufak bir bilgi benim için önemli, size güvenebilir miyim?
— Tamam, dedi Pailhas daha uysal bir ses tonuyla. Ama bu iki taraflı olur. Şu hipnoz seansınızda her ne öğrenirseniz benimle temasa geçin.
Bir an durduktan sonra ekledi:
— Bu sizin menfaatinize.
Mathias gülümsedi. Gözdağı verme dürtüsü. Bu mesleği seçme nedenlerini bulmak için her polisi psikanalize tabi tutmak gerekiyordu. Freire söz verdi ve irtibat numaralarını söyledi. Ne o, polise ne de polis ona inanıyordu. Her koyun kendi bacağından asılırdı ve en iyi olan kazanırdı.
Freire acil servise döndü, iki saat daha katlanacaktı. Ama iyi haber, büyük kaostan önce gidecek olmasıydı. Cumartesi akşamının kaosu. Peş peşe birçok hastaya baktı, antidepresanlar, kaygı gidericiler yazıp hepsini evlerine yolladı.
Saat 22.00.
Mathias yerine gelen nöbetçi doktorla selamlaştı ve tekrar ofisine döndü. Sis bir gıdım bile azalmamıştı. Hatta geceyle birlikte daha da artmıştı. Freire bu sis bulutlarının tüm çalışma gününü altüst ettiğini anladı. Sanki bu pus katmanının altında hiçbir şey gerçek değildi.
Önlüğünü çıkardı. Eşyalarını topladı. Yağmurluğunu giydi. Gitmeden önce kovboy şapkalı adamı son bir kez ziyaret etmeye karar verdi. Adamın yattığı servise gitti, birinci kata çıktı. Koridorda hâlâ, alışılmış idrar, eter ve ilaç kokularına karışmış pis bir yemek kokusu vardı. Muşamba üzerinde gezinen keçe tabanlı ayakkabıların boğuk hışırtısı, televizyon uğultuları, bir izmarit avcısının yerinden oynattığı ayaklı küllüğün gıcırtısı duyuluyordu.
Aniden bir kadın Freire’in üzerine atladı. Psikiyatr önce irkildi, sonra kadını tamdı. Mistinguett. Herkes onu böyle çağırıyordu. Nüfustaki gerçek ismini unutmuştu. 60 yaşındaydı, 40 yıldır buradaydı. Zararlı değildi, ama fiziksel görünümü hiç de lehine değildi. Karmakarışık beyaz saçlar. Ölgün ve gri yüz hatları. Telaşlı, donuk, zalim, parlak gözbebekleri. Kadın trençkotun yakasına yapışmıştı.
— Sakin olun Mistinguett, dedi Freire, kendini kadının pençelerinden kurtararak. Yatmanız gerekiyor.
Kadının dudaklarının arasından, bir yaradan fışkıran kan gibi bir kahkaha yükseldi. Kahkaha öfke dolu bir hırıltıya dönüştü, sonra da acı ve umutsuzluk ifade eden bir soluk almaya.
Freire kadım sıkıca kolundan tuttu; merhem ve kekremsi sidik kokuyordu.
— Haçlarınızı aldınız mı?
Günde kaç kez bu kelimeleri tekrarlıyordu? Bu artık bir soru değildi. Bir dua, bir rica, bir yakarıştı. Mistinguett’i odasına götürmeyi başardı. Kadının ne olduğunu anlatmasına fırsat vermeden kapıyı kapattı.
Acil durum bildirmede kullanılan manyetik anahtarını içgüdüsel olarak elinde tuttuğunu fark etti. Ucunu bir radyatöre veya boruya hafifçe değdirmek yeterli oluyordu, hastabakıcılar hemen koşuyordu. Ürperdi ve aleti cebine attı. Kendi işi ile bir gardiyanın işi arasında ne fark vardı?
Kovboyun odasına vardı. Hafifçe kapıya vurdu. Cevap yoktu.
Kapı kolunu çevirdi ve karanlık odaya girdi. Adam yatağına uzanmıştı, hareketsizdi, dev gibi görünüyordu. Şapkası ve çizmeleri yatağın yanındaydı. Bir evin hayvanları gibi.
Freire uyuyan devi uyandırmamak için sessiz adımlarla yaklaştı.
— Adım Michel, diye fısıldadı adam. Sadece bir veya iki saat uyudum ve işte sonuç. (Başını psikiyatra doğru çevirdi.) Fena değil, ha?
Mathias çantasını açtı. Not defterini ve kalemini çıkardı. Gözleri karanlığa alışıyordu.
— Bu senin adın mı?
— Hayır. Soyadım.
— Nasıl yazılıyor?
— M.I.S.C.H.E.L.L.
Freire not etti, ancak fazla ikna olmamıştı. Bu çok hızlı bir hatırlama olmuştu. Kuşkusuz deformasyona uğramış bir veriydi. Ya da kesinlikle hayal gücü.
— Uykunda hatrına başka bir şey geldi mi?
— Hayır.
— Rüya gördün mü?
— Sanırım.
— Ne?
— Hep aynı şey doktor. Beyaz köy. Patlama. Duvara yapışmış gölgem…
Uyanıklık ile uyku arasında kararsız, yavaş ve derinden gelen bir sesle konuşuyordu. Mathias durmadan yazıyordu. Rüyalarla ilgili kitaplarıma bakmalıyım. Gölgeler hakkında anlatılan efsaneleri araştırmalıyım. Gecesini nasıl geçireceğini artık biliyordu. Başını defterinden kaldırdı. Adamın solukları düzene girmişti. Yeniden uykuya dalmıştı. Freire kapıya doğru yürüdü. Her şeye rağmen cesaret verici bir belirtiydi. Yarın hipnoz seansı belki verimli olabilirdi.
Yeniden koridordaydı, çıkışa doğru yürüdü. Tavan lambaları sönmüştü. Yatma vakti gelmişti.
Dışarıda sis, hayalet bir geminin büyük yelkenleri gibi, palmiye ağaçlarını ve avludaki lambaları sarmıştı. Freire, vaktiyle PontNeuf’ü ve Reichstag’ı paketlemiş olan sanatçı Christo’yu düşündü. Aklına çok daha garip bir düşünce geldi. İhtisas hastanesi ile tüm kenti kuşatan şey, amnezik adamın puslu zihni, diğer bir deyişle belleğinin sisiydi… Bordeaux, bu sisle gelen yolcunun boyunduruğu altındaydı…
Otoparka doğru giderken fikir değiştirdi. Ne acıkmıştı ne de eve gitmek istiyordu. Sadece elde ettiği bu ilk bügiyi hemen teyit etmeyi düşünüyordu.
5
Konsültasyon bölümüne geri döndü, ofisine kapandı ve bilgisayarının karşısına oturdu, yağmurluğu üstündeydi. Doğrudan, Fransa’daki hastanelere yatan tüm hastaların, tüm tedavi kayıtlarının yer aldığı BSSP’ye –Bilgi Sistemleri Sağlık Programı– bağlandı.
Mischell yoktu.
Freire bu programı hiç kullanmazdı. Belki de, bazı verilerin gizliliğiyle ilgili kısıtlamalar vardı. Her şeye rağmen Fransa’da özel hayata zarar verecek şeylerde zamanaşımı yoktu.
Bu ilk başarısızlık ona daha fazla kurcalama isteği verdi. İngilizanahtarlı adamı bulduklarında, üzerinde kimlik belgesi yoktu. Elbiseleri yıpranmıştı. Üstelik açık havada yaşadığına dair belirtiler vardı: meşin gibi bir ten, güneşte kavrulmuş eller. Bir evsiz miydi?
Mathias telefonunu aldı ve BSHM’yi –Belediye Sosyal Hizmetler Müdürlüğü– aradı, orada sürekli bir nöbetçi olurdu, ismi söyledi: Akitanya’da kayıt altındaki evsizler arasında Mischell diye biri yoktu. SKYM’yle –Sosyal Kaynaştırma Yardım Merkezi– ardından da Acil Tıbbi Yardım Servisi’yle temasa geçti. Bu kuruluşların hepsinde nöbetçi bir görevli vardı, ama hiçbirinin arşivinde Mischell diye birinin kaydı yoktu.
Freire yeniden bilgisayara döndü, internete bağlandı. Akitanya ve Midi-Pyrenees bölgelerinde bu adda bir telefon abonesi yoktu.
Şaşırmamıştı. Tahmin ettiği gibi yabancı, soyadını kuşkusuz istemdışı olarak bozuyordu. Adamın belleğindeki kısa geri dönüşler şu an için ancak yarım yamalak olabilirdi.
Mathias’ın aklına başka bir fikir geldi. Polis raporuna göre, kovboyun elindeki rehber 1996 yılına aitti.
Yaptığı aramalar neticesinde, internet üzerinde eski rehberleri incelemeyi sağlayan bir program bulmayı başardı. 1996 yılını seçti ve Mischell adını aradı. Boşuna. Akitanya idari bölgesinin beş ilinde o yıl içinde bu ismin esamisi bile yoktu. Daha uzaktan mı geliyordu?
Freire, Google’a girdi ve tek bir sözcük yazdı: MİSCHELL. Orada da fazla bilgiye ulaşamadı. Mischell adında biri tarafından hazırlanmış, X-Files dizisinin kahramanları Mulder ve Scully’nin sahnelerini içeren bir video montajının yer aldığı bir myspace.com sayfası. Tommi Mischell adlı bir kadın şarkıcıdan seçme parçalar. ABD Missouri’de ikamet eden Patricia Mischell adında bir falcının sitesi. Arama motoru özellikle “Mitchell” yazımını denemesini salık veriyordu.
Gece yarısı olmuş, artık gerçekten eve dönme zamanı gelmişti.
Mathias bilgisayarını kapadı, eşyalarını yeniden topladı. Ana kapıya doğru yaklaşırken, evsizlere hizmet veren, Bordeaux ve çevresindeki çeşitli merkezlere kovboyun fotoğrafını göstermek gerektiğini düşündü. MPM’lere –Medikopsikolojik Merkezler– ve KZTDM’lere –Kısmi Zamanlı Tedavi Danışma Merkezleri– başvurabilirdi. Hepsini tanıyordu. Oralara şahsen gidecekti, kovboyunun daha önce de zihinsel rahatsızlıktan mustarip olduğundan emindi, yani neredeyse emindi.
Sis yüzünden arabasını ağır sürmek zorunda kaldı. Yaklaşık on beş dakikada mahallesine varabildi. Cumartesi akşamlarının yemekli toplantıları yüzünden bahçeler boyunca çok sayıda araba park etmişti. Park etmesinin imkânı yoktu. Arabasını evinden yüz metre uzağa bıraktı ve yoğun beyazlığın içinde yürüdü.
Her yer sisler içindeydi. Sokak lambaları havada asılı gibi duruyordu. Her şey hafif, tüy gibi görünüyordu. Bu duygunun farkına vardığında yolunu kaybetmiş olduğunu anladı. Su damlacıklarıyla ışıldayan çitler boyunca yürüdü, park etmiş arabaların yanından geçti. Körlemesine ilerliyor, her evin ismini okuyabilmek için parmak uçlarında yükseliyordu. Sonunda, tanıdık harfleri uzaktan seçti: OPAL. El yordamıyla bahçe kapısını açtı. Altı adım. Anahtarı çevirdi.
Kapıyı arkasından kapattı ve hole girdi, rahatlamıştı. Çantasını bıraktı, yağmurluğunu girişteki karton kutulardan birinin üzerine attı ve ışığı yakmadan mutfağa gitti. Evinin standart planı yalnızlığının standart hareketleriyle uyum içindeydi.
Birkaç dakika sonra, pencerenin önünde çayını demliyordu.
Evinin sessizliğinde, hâlâ hastaların seslerini duyuyordu. Tüm psikiyatrlar bu duyguyu bilirdi. Buna “delilerin müziği” derlerdi.
Bozuk konuşma biçimleri. Yürürken ayaklarını sürümeleri. Taşkınlıkları. Kafasının içi, denizin yankısıyla uğuldayan bir kabuklu gibi bu seslerle çınlıyordu. Deliler onu asla terk etmiyordu. Veya daha doğrusu, Henri-Ey servisini asla terk etmeyen oydu.
Birden daldığı düşüncelerden sıyrıldı.
Dünkü siyah 4×4 sisin içinde belirmişti.
Yavaş, çok yavaş bir şekilde sokakta ilerledi ve evinin önünde durdu. Freire kalp atışlarının hızlandığını hissetti. Aynı anda arabadan siyahlar giymiş iki adam indi ve pencerelerinin önünde durdu.
Mathias yutkunmaya çalıştı. Başaramadı. Gizlenmeye çalışmadan adamlara dikkatle baktı. En az 1,80 boyundaydılar ve paltolarının altına, kumaşları sokak lambalarının ışığında parlayan koyu renk takım elbise giymişlerdi. Beyaz gömlek ve siyah kravatları vardı. Bu adamlar titiz, gösterişli teknokratları
andırıyorlardı; ama sert ve yasadışı bir görüntüleri de vardı.
Mathias donup kalmıştı. Bahçe kapısından geçmelerini ve kapıyı çalmalarını bekliyordu. Ama öyle olmadı. Hiç kımıldamıyorlardı. Gizlenmeye gerek duymadan, bir sokak lambasının altında duruyorlardı. Suratları da kıyafetleriyle uyumluydu. İlk adamın geniş bir alnı ve bakalit çerçeveli gözlüğü vardı, gümüşi saçları arkaya doğru taranmıştı. Diğerinin görünümü daha sertti. Hafifçe seyrelmiş kestane rengi saçları uzundu. Gür kaşları ve tedirgin edici bir yüz ifadesi vardı.
Düzgün yüz hatları olan iki adam. İtalyan takım elbiseleri içinde son derece rahat, kırklı yaşlarda iki playboy.
Bu adamlar kimdi? Ondan ne istiyorlardı?
Sol gözünün arkasındaki ağrı nüksetti. Gözlerini kapattı ve gözkapaklarını hafifçe ovdu. Yeniden açtığında iki hayalet ortadan yok olmuştu.
6
Anais Chatelet buna inanamıyordu. Gerçekten büyük şanssızlıktı. Bir cesetle başlayan cumartesi akşamı nöbeti. Parçalanmış, sanatsal, gerçek bir cinayet. Çağrıyı alır almaz kendi arabasına atlamış ve cesedin bulunduğu yere gitmişti: Saint-Jean Garı’na. Yol boyunca ona verilen bilgileri tekrarlayıp durmuştu. Çıplak olarak bulunmuş genç bir adam. Çok sayıda yara. Sapkınca bir mizansen. Net bir şey yoktu ama delice, acımasız, karanlık bir şeyler olduğu kesindi… Ne kötü sonuçlanmış sıradan bir kavga ne de alçakça bir soygundu. Ciddiye alınacak bir şeydi.
Garın önünde duran polis arabalarını, sisin içinde dönen tepe lambalarını, yağmurluklarıyla parıltılı hayaletler gibi dolaşan polisleri görünce her şeyin doğru olduğunu anladı. Başkomiser olarak ilk cinayet vakasıydı. Bir soruşturma ekibi oluşturacaktı. Davayı sonuçlandırmak için her şeyi değerlendirecekti. Suçluyu yakalayacak, bu da onu gazetelerin birinci sayfasına çıkaracaktı. 29 yaşında!
Arabadan çıktı ve havadaki göl kokusunu ciğerlerine çekti. Otuz altı saatten beri Bordeaux bu beyazımsı su katmanıyla kuşatılmış durumdaydı. Sanki bir bataklık pusuyla, sürüngenleriyle, ıslak yapısıyla buraya kadar sokulmuştu. Bu olayı tamamlayan bir başka şey daha vardı: sisin içinde birdenbire ortaya çıkan bir ceset. Duyduğu coşkuyla titredi. Capucins Meydanı
Karakolu’ndan bir polis onu gördü ve yanına geldi.
Cesedi bulan adam teknik servis ile gar arasında trenlerin manevrasını yaptıran bir makinistti. Saat 23.00’te işbaşı yapacağı için arabasını halin güneyindeki, SNCF görevlilerine ayrılmış otoparka bırakmıştı. Otoparkın yanındaki bir geçitten demiryoluna çıkmış ve 1 no’lu yol ile eski onarım atölyelerinin arasındaki terk edilmiş bir bakım çukurunun dibinde cesedi görmüştü. Hemen demiryolu polisine ve Saint-Jean Garı’nın güvenliğini sağlayan özel şirketin devriyelerine haber vermişti. Daha sonra en yakındaki, Capucins Meydanı’ndaki karakol olaydan haberdar edilmişti.
Gerisini Anais biliyordu. Cumhuriyet savcısı gece saat birde olay mahalline gelmişti. O da François de Sourdis Sokağı’ndaki
Bordeaux Emniyet Müdürlüğü’yle temasa geçmiş ve müsait durumdaki asayiş şube-başkomiserine ulaşmıştı. Yani Anais’e. Diğerleri daha önce, sis yüzünden meydana gelen boktan olayların peşine gitmişti. Araba kazaları, yağmalamalar, kayıplar… Böylece, kabul edilsin veya edilmesin, yeni başkomiser rütbesi ve Bordeaux’daki iki yıllık göreviyle gecenin en iyi atışını yapan o, Anais Chatelet olmuştu.
Garın büyük holünü geçerlerken bir SNCF görevlisi, giymeleri için onlara fosforlu turuncu yelekler verdi. Yeleğinin cırt cırth fermuarını kapatırken Anais, sisin içinde kaybolan, yaklaşık otuz metre yüksekliğindeki çelik strüktürlere kısa bir süre hayranlıkla baktı. En dıştaki hatlara kadar peronda yürüdüler. SNCF’nin adamı sürekli konuşuyordu. Böyle bir şeyi ömründe hiç görmemişti. Savcının talimatıyla, tren seferleri iki saat boyunca durdurulmuştu. Çukurundaki ölü, gerçek bir canavarlık örneğiydi. Herkes şoktaydı.
Anais dinlemiyordu. Nemin tenini yapış yapış ettiğini, soğuğun iliklerine işlediğini hissediyordu. Sisin içinde demiryolundaki ışıklar –hepsi kırmızıydı– kan renginde çapraşık bir takımyıldızı andırıyordu. Havada asılı teller ırmaklar gibi uzanıyordu. Sisin yoğuşmasıyla üzerinde su damlaları oluşan raylar parlıyor, sonra alçak sis bulutlarının altında gözden kayboluyordu.
Traverslerin ve balastların üzerinde yürürken Anais’in ayak bilekleri burkuluyordu.
— Yeri aydınlatabilir misiniz?
Demiryolu görevlisi lambasını aşağı tuttu ve gevezeliğine kaldığı yerden devam etti. Ancak bu arada Anais bazı teknik bilgilere de vâkıf oldu. Çift numaralı yollar Paris’e gidiyordu. Tek numaralı olanlar ise güneye iniyordu. Yolların üstündeki elektrik tellerine “katener”, trenlerin tepesindeki metal strüktürlere ise “pantograf” deniyordu. Tüm bunlar şimdilik onun hiçbir işine yaramıyordu, ama bu cinayete alışmasını kolaylaştırıyordu.
— Geldik.
Olay yeri incelemenin projektörleri, gecenin karanlığında uzakta parlayan soğuk aylar gibi görünüyordu. İşık demetleri karanlığın içinde beyazımsı tül şeritler oluşturuyordu. Daha uzakta, TGV’leri, TER’leri,[6] gümüş renkli koruyucu boyayla kaplı otorayları ve yolcu vagonlarıyla teknik merkez görülüyordu. Ayrıca yük vagonları ile trenleri hangara çekmekte kullanılan, limanlardaki römorkörlerle aynı işleve sahip “Y” adı verilen çekici lokomotifler de vardı. Güçlü ve kapkara makineler suskun devleri andırıyordu.
Güvenlik bantlarının altından geçtiler.
POLİS-YASAK BÖLGE.
Cinayet mahallinin yeri belirlenmişti. Bakım çukuru. Projektörlerin kromajlı ayakları. Mavi bantlı beyaz tulumlarıyla teknisyenler.
Anais bu kadar çabuk gelmelerine şaşırmıştı; bölgedeki en iyi kriminal laboratuvar Toulouse’daydı.
— Cesedi görmek istiyor musunuz?
Yağmurluğunun üzerine güvenlik yeleği giymiş, Suçla Mücadele
Şubesi’nden bir memur karşısında duruyordu. Anais duruma uygun bir ifade takındı ve başını evet anlamında salladı. Sisle, sabırsızlığıyla, içindeki coşkuyla mücadele ediyordu. Bir gün, fakültedeyken, bir hukuk profesörü koridorda ona fısıldamıştı: “Siz Lewis Carroll’ın Alice’isiniz. Sizin için hedef, yeteneklerinize uygun bir dünya bulmak olmalıdır.” Sekiz yıl sonra, bir cesedin peşinde rayların arasında yürüyordu. Yeteneklerinize uygun bir dünya…
Beş metre uzunluğunda, iki metre genişliğindeki çukurun dibinde, bir cinayet mahallinin alışıldık hareketliliği vardı, ancak burası çok daha sıkışıktı. Teknisyenler özel lambalarıyla –kızılötesinden morötesine değişen– zeminin her milimetresini taramak, numune toplayıp delil torbalarına koymak için dirsekleriyle kendilerine yol açıyor, itişip kakışıyorlardı.
O kargaşanın içinde Anais cesedi görmeyi başardı. Yirmili yaşlarda bir adam. Çıplak. Çok zayıf. Vücudu dövmelerle kaplı. Kemikleri derisini delecek gibiydi. Cildinin beyazlığı sanki ışıldıyordu. Çukurun üstündeki iki ray, bir tablonun çerçevesi gibi cesedi çevreliyordu. Anais’in aklına bir Rönesans tablosu geldi: Bir kilisenin dip tarafında, bedeni acıyla arkaya doğru bükülmüş soluk tenli bir kutsal ölü.
Ama asıl şaşırtıcı yanı, başıydı. Bir insan başı değil, bir boğa kafasıydı. Boynundan kesilmiş, kapkara, kocaman sığır kellesinin ağırlığı en az elli kilo olmalıydı.
Anais sonunda gördüğü şeyin ne olduğunu anladı. Tüm bunlar gerçekti. Dizlerinin titrediğini hissetti.
Yine de eğildi ve pes etmeyip ilk gözlemlerine tutunmak için tüm dikkatini topladı. İki seçenek vardı: Ya katil kurbanının kafasını kesmiş, yerine doldurulmuş bir hayvan kafası koymuştu ya da bu hayvan kafasını kurbanının başının üzerine geçirmişti.
Her iki durumda da bir sembol söz konusuydu: Minotauros’u[7] öldürmüştü. Ray labirenti içinde kaybolmuş, modern bir Minotauros.
— Aşağı inebilir miyim?
Ayaklarına galoş, kafasına kâğıt bir bone geçirdi. Çukura inmek için demir merdivene yöneldi. Olay yeri inceleme teknisyenleri kenara çekildi. Anais çömeldi, kendisini esas ilgilendiren şeyi, insan bedeninin üzerine yerleştirilmiş bu iğrenç hayvan kafasını inceledi.
Bu durumda ikinci seçenek doğruydu. Kafa, büyük uğraşlarla kurbanın başına geçirilmişti. Altında, kurbanın başı ezilmiş, tanınmaz hale gelmiş olmalıydı.
— Tahminime göre hayvanın boynunun içini oymuş.
Anais sesin geldiği tarafa döndü. Konuşan, Michel Longo adındaki adli tabipti. Diğerleri gibi kapüşonlu hayaletler gibi giyinmiş olduğundan, onu tanımamıştı.
— Ne zaman öldürülmüş?
— Bunu kesin olarak söylemek için çok erken. Ama en az yirmi dört saat önce. Soğuk ve sis durumu karmaşıklaştırıyor.
— Tüm bu süre boyunca hep burada mıymış?
Doktor eldivenli ellerini iki yana açtı. Buruşuk kapüşonunun altında Persol gözlükler takıyordu.
— Ya da katil onu bu gece bıraktı. Bilmek çok zor.
Anais önceki günden beri şehri yapış yapış eden sisi düşündü.
Bu yoğun siste, katü herhangi bir zaman harekete geçmiş olabilirdi.
— Selam.
Anais başını kaldırdı, elini gözüne siper etti. Çukurun kenarında ayakta, projektörlerin beyaz halesinin önünde karaltı halinde bir kadın silueti duruyordu. Arkadan vuran ışığa rağmen onu tanıdı. Veronique Roy, savcı yardımcısı. Anais’in bir tür kopyası.
Onunla aynı ya da hemen hemen aynı eğitimi almış, Bordeaux’lu, yüksek burjuvaziye mensup, otuzlu yaşlarda bir kadın. Her ikisi, önce kalburüstü zengin çocuklarının gittiği özel okullarda, Monteşquieu Üniversitesi’nin sıralarında, sonra da şehrin revaçta gece kulüplerinin tuvaletlerinde karşılaşmışlardı. Hiçbir zaman arkadaş olmamışlardı. Düşman da.
Şimdi de iş nedeniyle karşılaşmaya devam ediyorlardı. Asılmış bir adam. Kocasının fırlattığı mikrodalga fırınla suratı parçalanmış bir kadın. Gırtlağı kesilmiş bir genç kız… Gerçekten de arkadaşlık kurulacak ortam değildi.
— Selam, diye homurdandı Anais.
Savcı yardımcısı ışığın içinde parlıyor, tepeden, çukurun kenarından onlara bakıyordu. Üzerinde, Anais’in uzun süre önce Georges-Clemenceau Caddesi yakınındaki bir vitrinde gördüğü Zadig&Voltaire marka deri bir mont vardı.
— Çok çarpıcı, diye mırıldandı savcı yardımcısı. Bakışları cesede kenetlenmişti.
Anais, durumu çok iyi özetleyen bu aptalca cümle için ona minnet duydu. Veronique’in de onunla aynı duyguları hissettiğinden emindi. Hem korku hem de coşku. Korktukları, ama hep karşılaşmayı istedikleri şey nihayet gerçekleşmişti. Bu meslekte, onların yaşıtı bütün kızlar, Clarice Starling olma hayali kurarak Kuzuların Sessizliği’ yle beslenmişti.
— Ölüm sebebi hakkında bir fikrin var mı? diye sordu Anais, adli tabibe.
Longo belli belirsiz bir hareket yaptı:
— Görünür yara yok. Belki de boğa kafasıyla boğulmuş olabilir. Ya da boğazı kesilmiş. Veya zehirlenmiş. Otopsiyi ve toksikoloji sonuçlarını beklemek gerekiyor. Aşırı dozu da göz ardı etmiyorum.
— Neden?
Eğildi ve kurbanın sol kolunu tuttu. Dirsek çukurundaki damarlar yaralarla, yumrularla, mavimsi ödemlerle doluydu ve tahta gibi sert görünüyordu.
— Kemiklerine kadar delik deşik. Genel olarak, adam çok kötü durumdaymış. Yani hayattayken demek istiyorum. Kir pas içinde. Yetersiz beslenme. Tedavi edilmemiş çok eski yara izleri taşıyor. Yaklaşık yirmi yıldan beri uyuşturucu kullanan biri olduğunu söyleyebilirim. Bir evsiz. Bir varoş adamı. Onun gibi bir şey.
Anais, savcı yardımcısının yanında duran Suçla Mücadele Şubesi polisine baktı:
— Giysilerini buldunuz mu?
— Ne giysi ne de kimlik var.
Adam başka yerde öldürülmüş ve buraya atılmıştı. Gizlenmiş olabilir miydi? Ya da tam tersine sergilenmiş? Kesin olan bir şey vardı. Bu çukurun katilin ritüelinde önemli bir rolü vardı.
Anais, cesede son bir kez bakarak basamakları tırmandı. Buz parçalarıyla kaplı, çelik bir heykeli andırıyordu. Gresyağı ve metal kokularıyla çukur, bu mahluk için mükemmel bir mezar oluşturuyordu.
Yukarı çıkınca, galoşlarını ve bonesini çıkardı. Veronique Roy resmi sözlerle konuşmaya başladı:
— Seni resmen bu davaya…
— Yarın evrakları bana, büroya yollarsın.
Bozulan savcı yardımcısı Anais’e ne tür bir yöntem izleyeceğini sordu. O da mekanik bir ses tonuyla, rutin işlemleri saydı.
Bu esnada katilin profilini tahmin etmeye çalışıyordu. Buraları bilen biriydi. Şüphesiz trenlerin manevra saatlerini de. Belki de SNCF’de çalışıyordu. Ya da indireceği darbeyi özenle planlamış biri.
Birden, gözünde canlanan bir görüntü nefesini kesti. Katil, kahverengi plastik bir torbanın içinde cesedi sırtında taşıyordu.
Sisin içinde iki büklüm yürüyordu. Bu da aklına teknik bir ayrıntıy1 getirdi: Kafayı da ekleyince ceset yüz kilodan fazla bir ağırlığa ulaşıyordu. Öyleyse katil çok iri, dev gibi biri olmalıydı. Ya da daha önceden getirdiği boğa kellesini burada kurbanın başına geçirmiş olabilir miydi? Bu da onun arabasından bakım çukuruna iki defa gittiğini gösterirdi. Nereye park etmişti? Otoparka mı?
— Ne?
— Soruşturma ekibini oluşturdun mu diye sordum, diye tekrarladı Veronique Roy.
— Ekibim mi, işte orada…
Le Coz, balastların üzerinde bileklerini burkmadan yürümeye çalışarak, acemi adımlarla onlara doğru yaklaşıyordu, fosforlu güvenlik yeleği ona gülünç bir görünüm vermişti. Savcı yardımcısı şaşırmış gibiydi. Yay gibi kaşlarının altında, açık renkli gözleri parlıyordu. Anais kabul etmek zorundaydı: O daha güzeldi.
— Saçmalıyorum, dedi gülümseyerek. Sana Komiser Herve Le Coz u tanıtayım, ekibimin ikinci adamı. Bu gece nöbette benimle birlikte sadece o vardı. Ekip bir saat içinde oluşturulacak.
7
Le Coz’un fosforlu yeleğinin altında siyah kaşmir bir palto vardı. Simsiyah jöleli saçları su damlacıklarıyla parlıyordu. Şehvetli dudaklarının arasından buharlar yükseliyordu. Tüm varlığıyla, Veronique Roy’da belli belirsiz bir gerginliğe, içgüdüsel olarak savunmaya neden olan rafine bir çekicilik yayıyordu. Anais gülümsedi. Şüphesiz savcı yardımcısı da kendisi gibi bekârdı. Bir hasta, başkalarında kendi hastalığının belirtilerini anlardı.
Le Coz’a durumun bir özetini geçti, sonra emredici bir tonda devam etti. Bu kez blöf yapmıyordu:
— Öncelikle, kurbanın kimliğini tespit etmek gerekiyor. Ardından da kimlerle ilişkisi olduğunu.
— Katil ile adamın birbirlerini tanıdığını mı düşünüyorsun? Diye araya girdi Veronique Roy.
— Hiçbir şey düşünmüyorum. Her şeyden önce maktulün kim olduğunu bilmemiz gerekiyor. Sonra çemberi daraltırız. En yakınından en uzağına, bütün tanıdıkları. Birlikte takıldığı kişiler. Gece buluşmaları.
Anais, komisere döndü:
— Diğerlerini ara. Gardaki güvenlik kameralarının kaydettiği görüntüleri incelemek gerekiyor. Ve sadece son 24 saattekileri değil.
Eliyle park alanını işaret etti:
— Adamımız, kuşkusuz garın içinden ve gişelerden geçmedi.
Personel otoparkının bağlantı yollarını kullandı. Tüm dikkatini o videolara ver. Son günlerde oraya park etmiş bütün arabaların plakasını al. O herifleri bul ve sorgula. Gar memurları, görevlileri ve teknisyenleriyle konuş. En azından şüphe çekici bir şey dikkatlerini çekmiş mi, sor.
— Ne zaman başlıyoruz?
— Başladık bile.
— Saat sabahın üçü.
— Herkesi yatağından kaldır. Artık kullanılmayan atölyeleri, binaları arayın. Oralarda hâlâ yaşayan evsizler var. Belki bir şey görmüşlerdir. Makiniste gelince…
— Makinist?
— Cesedi bulan tren makinisti. Yarın sabah masamda adamın ifade tutanağını görmek istiyorum. Ayrıca burada, garda ileriki saatlerde mümkün olduğu kadar çok adam görmek istiyorum.
Tüm çevreyi küçük bölgelere ayırın. Treni kullanan herkesi, sürekli müşterileri sorgulayın.
— Bugün pazar.
— Pazartesiyi mi beklemek istiyorsun? Suçla Mücadele Şubesi’nden, belediye görevlilerinden yardım al.
Le Coz cevap vermeden not almaya devam etti. Defteri sisten sırılsıklam olmuştu.
— Ayrıca hayvanı incelemesi için de bir adam istiyorum.
Polis başını kaldırdı. Anlamamıştı.
— Bu boğa kellesi pekâlâ bir yerlerden getirilmiş olabilir. Akitanya, Landes ve Bask Ülkesi jandarmalarıyla temas kur.
— Neden bu kadar uzaklara gitmemiz gerekiyor?
— Çünkü bu bir dövüş boğası.
— Nereden biliyorsun?
— Biliyorum, hepsi bu. En önemli hayvan çiftlikleri Mont-de-Marsan civarında. Sonra Dax’a kadar uzanırsın.
Le Coz, sayfaları ıslatan su damlalarına öfkelenerek yazmaya devam ediyordu.
— Tabii, bu davada tek bir gazeteci bile görmek istemiyorum.
— Onlara nasıl engel olmayı düşünüyorsun? diye sordu savcı yardımcısı.
Bir yargı görevlisi olarak medyayla iletişim kurmak gibi bir zorunluluğu vardı. Bir basın toplantısı düzenlemeyi planlamış ve bunun ona sağlayacaklarını bile düşünmüş olmalıydı. Anais, ayağının altına muz kabuğu koymuştu.
— Bekleyeceğiz. Hiçbir şey söylemeyeceğiz. Eğer biraz şansımız varsa, adam gerçekten bir evsiz çıkar.
— Anlamıyorum.
— Kimse onu aramaz. Bu durumda ölümünü açıklamayı biraz erteleyebiliriz. Yirmi dört saat kadar mesela. Üstelik bu arada boğa kellesi de gündemden düşecektir. Soğuktan donarak ölmüş bir evsiz olduğu düşünülür. Konu kapanır.
— Peki ya bir evsiz değilse?
— Her koşulda zaman kazanmamız lazım. Sessizce çalışabilmemiz için.
Le Coz hanımları başıyla selamladı ve sisin içinde kayboldu.
Başka yerde, başka zamanda olsa bu iki genç hanımı cezp etmek için her türlü numarayı yapardı ama durumun aciliyetini çoktan anlamıştı, lleriki saatler uykusuz, yemeksiz, aileden ve dostlardan uzak geçecekti, soruşturma dışında başka bir şey olmayacaktı.
Anais, biraz geride duran ve konuşmanın hiçbir ayrıntısını kaçırmayan, Suçla Mücadele Şubesi’nin görevlisine döndü:
— Bana olay yeri incelemenin koordinatörünü bulun.
— Bunun seri cinayetlerin bir başlangıcı olduğunu mu düşünüyorsun? diye alçak sesle sordu savcı yardımcısı.
Sesi hâlâ aynı çelişkili heyecanı ele veriyordu. Yarı istek, yarı tiksinti. Anais gülümsedi.
— Bunu söylemek için çok erken tatlım. Adli tabibin raporunu beklemek gerekiyor. Modus operandi,[8] adamın profili hakkında bize yeterince bilgi verecektir. Ayrıca bu son günlerde Cadillac’tan taburcu edilmiş bir çatlak var mı, kontrol etmem gerekiyor.
Bölgede yaşayan herkes bu adı biliyordu. Tehlikeli hastaların yatırıldığı bu birim, şiddete ve cinayet işlemeye meyilli delilerin kapatıldığı korkulu bir yerdi.
— Ülke çapmda işlenmiş cinayetlerin dosyalarını da didik didik inceleyeceğim, diye devam etti. Akitanya’da veya başka bir yerde daha önce işlenmiş bu tür bir cinayet var mı, görmek için.
Anais, rakibesini şaşırtmak için aklına gelen her şeyi söylüyordu. Fransa’daki cinayetlerle ilgili tek ulusal arşiv, sorulara cevap veren polis ve jandarmanın sürekli güncellediği bir programdı ama oradan bir şey çıkarmak imkânsızdı.
Birden sis yarıldı. Yarıktan olay yeri incelemenin astronot kıyafetli adamlarından biri çıktı:
— Abdellatif Dimoun, dedi adam kapüşonunu indirerek. Bu soruşturmadaki Teknik ve Kriminal Polis Müdürlüğü (TKPM) koordinatörüyüm.
— Toulouse’dan mısınız?
— 31 numaralı Kriminal Polis Laboratuvarı’ndan.
— Nasıl bu kadar çabuk gelebildiniz?
— Tesadüf olduğunu söyleyebilirim.
Adam ağzını yaya yaya gülümsedi. Mat teniyle zıtlık oluşturan parlak dişleri vardı. Vahşi ve seksi görünen, otuzlu yaşlarda bir adamdı.
— Başka bir şey için Bordeaux’daydık. Lormont Sanayi Bölgesi’ndeki kirlenme yüzünden.
Anais bundan söz edildiğini duymuştu. Fabrikanın –kimyasal üretim yapıyordu– eski bir çalışanının intikam amacıyla bazı teknik yöntemleri sabote ettiğinden kuşkulanılıyordu. Başkomiser ile savcı yardımcısı da kendilerini tanıttı. Teknisyen eldivenlerini çıkararak ikisinin ellerini sıktı.
— Araştırma iyi gitti mi? diye sordu Anais, duygularını belli etmemeye çalışan bir ses tonuyla.
— Hayır. Her şey ıslanmış. Ceset en az on saat suyun içinde kalmış. En ufak bir papilla izi almak bile olanaksız.
— En ufak ne?
Anais savcı yardımcısına doğru döndü, bilgisini sergilemekten çok mutluydu:
— Dijital izler.
Veronique Roy surat astı.
— Ne organik bir kalıntı ne de biyolojik bir sıvı bulabildik, diye devam etti Dimoun. Ne kan ne sperm ne de başka bir şey. Ama bir kez daha söylüyorum, bu suyla imkânsız… Kesin olan tek bir şey var: Burası cinayet mahalli değil, sadece suç mahalli. Katil yalnızca cesedi buraya atmış. Başka yerde öldürmüş.
— Bize raporu ve analiz sonuçlarını mümkün olduğunca çabuk yollayabilir misiniz?
— Elbette. Burada, özel bir laboratuvarda çalışacağız.
— Bir şey olursa sizi ararım.
Sorun değil.
Adam bir kartvizitin arkasına cep telefonu numarasını yazdı.
— Ben de size numaramı vereyim, dedi Anais, bloknotunun bir sayfasına numarasını yazarken, istediğiniz saatte arayabilirsiniz. Yalnız yaşıyorum.
Teknisyen kaşlarını kaldırdı, bu beklenmedik itiraf karşısında şaşırmıştı. Anais kızardığını hissetti. Veronique Roy alaycı bir tavırla ona bakıyordu. Suçla Mücadele Şube polisi onu bu güç durumdan kurtardı.
— Sizinle bir saniye görüşebilir miyim? Bu vardiya şefi… Size söyleyecek önemli bir şeyi var.
— Nedir?
— Tam olarak bilmiyorum. Sanırım dün burada tuhaf bir adam bulmuşlar. Hafızasını kaybetmiş biri. Ben orada değildim.
— Onu nerede bulmuşlar?
— Rayların üstünde. Bakım çukurunun yakınında.
Anais, adamın numarasını yazdığı kartviziti avucunda sıkarak
Roy ile Dimoun’a veda etti. Rayların arasında polisi izlemeye başladı, o esnada park alanı yönünden, boş binaların arasından gelen beyaz gömlekli üç adamı fark etti. Bunlar cesedi almaya gelen morg görevlileri olmalıydı. Arkalarında bir forkliftin uğultusu duyuluyordu. Cesedi ve kocaman kellesini kaldırma konusunda şüpheleri vardı anlaşılan.
Kılavuzunun peşinde yürümeye devam ederken omzunun üstünden arkasına bir göz attı. Savcı yardımcısı ve olay yeri incelemenin teknisyeni, güvenlik çemberinden uzakta, samimi bir şekilde gevezelik ediyorlardı. Hatta birer sigara bile yakmışlardı.
Veronique Roy, tavuk gibi gurk gurk ediyordu. Anais eşarp yerine kullandığı Filistin kefiyesini öfkeyle sıktı. Bu her zaman düşündüğü şeyi doğruluyordu. Ceset olsun veya olmasın, dayanışma olsun veya olmasın, hep aynı nakarat geçerliydi: İyi olan kazanır.