Sadece mesajlarla muhatabına duyurulma imkânı bulan büyük bir aşkın;
Aşkla sevginin kesiştiği, birbirine karıştığı ve birbirinden ayrıldığı noktaları dikkatli gözlere sunan samimi duyuşların;
Hızla tüketilen aşklara isyan biriktirmiş bir kalbin ve doğrulara çevrilmiş bir işaret parmağının;
Hayatın ve olayların baş döndürücü, yorucu, ezici hızından koruyan güvenli bir sevda limanının;
İdeallerin, sevginin, acının, korkunun, mutluluğun, ümidin ve geleceğin romanı;
SİYAH BEYAZ VE GRİ.
SİYAH BEYAZ ve GRİ
BÖLÜM 1
İçimde derin bir sıkıntı…
Gece görülen korkunç bir rüyanın, ertesi gün veya
onu takip eden günlerde, genellikle aslından uzak hatta tam tersi durumlara yorulması…
Bu yaşıma kadar korktuğum soyut gerçeklerden
birisi; hislerim, hissettiklerim…Öleceğini bilen ve ölümü
bekleyen bir insan gibi…
İç çatışmalarım doruğa ulaşmış, kendimi teselli etmeye
çalışıyor, içimdeki sıkıntının kötü bir olayla tekerrüründen
korkuyordum. Çünkü çoğu kez şahit olup, birebir
yaşadığım bu hislerim kötü bir olayla sonuçlanmıştı.
İçim daralıyor, bulutlarla kavgalı güneşin, yeryüzüne
yersiz ulaşma çabasıyla, basık, karanlık,bir o kadar
bunaltıcı; kimi insanın ruhunu daraltan, benimse, ilk
damlanın düşmesini sabırsızlıkla bekleyen; küçük bir çocuk
gibi kendimden geçtiğim, evrenin mistik tabiat olayları,
yersiz ve anlamsızdı.
Çevreden gelecek herhangi bir tehlikeye karşı, bütün
almaçlarımı açmış ve gardımı almış bir durumda, yakın
dostum Eren ile birlikte, uzun koridorda ikinci derse
girmek için yürüyorduk.
“Bir şey mi oldu? Geldiğinden beri yüzün sapsarı!”
“Bilmiyorum. İçimde bir sıkıntı var, ondan herhalde.”
“Nasıl yani?”
Omuzlarımı silkerek, “Sebepsiz bir sıkıntı işte…”
“İstersen elini yüzünü yıka.”
Ne olduğu belli olmayan bir durumla ve henüz ortada
bir şey yokken, insanları galeyana getirmek istemiyordum.
İçinde bulunduğum karamsarlıktan, biraz daha
sıyrılmış gibi davranarak, “Hayır! Ben iyiyim.” dedim ve
hazır bahaneyle Eren’i geçiştirdim. “Hem derse geç kalıyoruz.”
Eren de fazla üstelemedi, “Ders arasında yoktun!”
diyerek konuyu değiştirdi. “Kantine baktım nereye gittin?”
Konuşmak istemiyordum ama sorusunu yanıtladım.
“Biraz işim vardı, Kenan Hoca’nın yanına uğradım.”
Saat altı kırkı gösterdiğinde, kendi aralarında kaynaşan
öğrencilerle birlikte yansıtımdan çıkan görüntünün,
daha rahat görünebilmesi için, yarı aydınlanmış sınıfta
Yusuf Hoca yerini almıştı.
“Omurgalı ve Omurgasız Hayvanlar Sistematiği”
dersimizi veren ve aynı zamanda fakültemizin dekanlığını
yürüten Prof. Dr. Yusuf Ayvaz, yoklamayı her zaman
kendisi yapar ve buna özen gösterirdi. Onun için, dersin
devamlı bir şekilde takip edilmesi; “Ders derste öğrenilir.”
mantığını destekleyen bir görüştü. Nitekim bu görüş
benim de aklıma yatmıyor değildi, fakat her derse de katılmak
pek hoşuma gitmiyordu. Sezon boyunca derse devam
edenler, hiç kaçırmayanlar ara sınav notuna on puan
eklenerek ödüllendirilirdi. Hocamızın bu taktiği sayesinde,
“Omurgalı ve Omurgasız Hayvanlar Sistematiği” dersine
katılmayan öğrenci sayısı çok az olur; yüzde beş veya
yüzde onla sınırlı kalırdı. Bu tarz yoklama; herkesin isminin
tek tek okunması, bazı sınıflarda hocalar ve öğrenciler
için ayrı bir sıkıntıydı. Yetmiş kişinin ismi tek tek okunuyor;
dakikalar birbirini izliyordu. Bizim sınıfımızda ise
mevcudun azlığı, bu sorunu ortadan kaldırmıştı.
Arkadaşlarım için yoklama esnasında, benim bilgisayar
ve yansıtımı hazırlamam alışılagelmiş bir durumdu.
Bazen ders başlamadan önce hazırlar, bazense hocamız
yoklama yaparken bu görevi yerine getirirdim.
O gün, on sekiz kişilik sınıfta yine herkes yerini almış,
bir tek yakın arkadaşım Hakan yoktu.
“Yusuf!”
“Burada!”
Yoklama bittiğinde Yusuf Hoca kısa bir konuşma
yapar; eğer varsa, bizlerin görüş ve düşünceleri alırdı. Bir
sıkıntımızın olup olmadığını sorar, yoğun rutini arasında
o hafta enteresan bir olay olmuşsa o konuşulurdu. Hiçbir
zaman on dakikayı geçmeyen bu konuşma, genelde tatlı
bir sohbet havasında geçer, bazen; bizim çok yorgun olduğumuz günlerde dersi kaynatmaya yönelik girişimlerimizle
sonuçlanırdı. Tabi yılların vermiş olduğu tecrübe,
bunu ustalıkla geri püskürterek; “Bu kadar gevezelik yeter.
Nerede kalmıştık?” deyip derse geçerdi. “Kuşların genel özellikleri.”
“Evet, kuşların genel özellikleri bitmişti. Morfolojilerine
bakacak olursak: Vücut, baş, boyun, kuyruk olmak
üzere dört kısımdan meydana gelmiştir. Ağız ileriye
doğru uzanmış ve keratin bir örtü ile kaplı olan gaganın
ucundadır…” Yusuf Hoca konuyu bu şekilde anlatır, hiç
beklemediğimiz anda sorularıyla bizleri yoklardı.
Üniversiteye başladığım yıldan bu güne kadar,
derste ve dışarıda telefonumu hep açık konumda; titreşimde
bırakırdım. Evde ise üzerimden ayırdığım zaman
sesi açık konumda olurdu.
Esin’in yollamış olduğu mesaj beni şaşırtmıştı. Çünkü
bu tür konuları telefonda konuşmaz, baş başa kaldığımız
sakin bir zamanda, dertleşerek dile getirirdik. Asıl şaşırtıcı
olan ise ilgi duyduğum insanın ismini biliyor ve soy
ismini sormuş olmasıydı.
Yusuf Hoca hâlâ ders anlatıyordu, bense bütün dikkatimi
yitirmiştim. Şaşkınlık ve merakla birlikte; hocaya
çaktırmamaya gayret ederek Esin’in mesajına karşılık verdim.
“Kuzen, neden sorduğunu anlamadım ama…”
Mesajı yollarken kapı iki kez vuruldu, arkasından
Hakan kapıyı açarak “Girebilir miyim hocam?” dedi. Geç
kalmanın verdiği telaş ve utançla, yüzü kızarmış, biraz da
olsa terlemişti. Yusuf Hoca konuşmasını bölmeden, kafasını
“Girebilirsin!” der gibi salladı.
Hakan, yerine geçip oturduktan biraz sonra ikinci
mesajı aldım. Mesajın iki güncelleme sonunda açılmasını
beklerken, içimden “Bu kadar uzun ne yazdın?” diye geçiriyordum.
“Kuzen! Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum ama şu an
elimde bir kan örneği var. Barkodu, bilgisayara okutmaya
çalışırken fark ettim ve doğru mu hatırlıyorum yoksa
yanlış mı diye sana sordum; Pınar şu an burada.”
Mesajı okuduktan sonra içime bir korku düşmüş,
bununla birlikte merakım da doruğa ulaşmıştı. Artık sınıfta
değil başka bir âlemde geziyordum. Vakit kaybetmeden
hemen karşılık verdim.
“Esin, neden orada olduğunu benim için öğrenebilir
misin? Merak ettim!”
Hiç beklemeden, bir mesaj daha yazdım; “Pınar şu
an hastanedeymiş.” canım kadar sevdiğim, iki sıra arkamda
olan Eren’le Hakan’a yolladım. Pınar konusunda her
şeyi bilen ve sıkılmadan, usanmadan beni her zaman dinleyen
iki dostuma…
Bir şeylerle uğraşıyor olmamdan, fark edilmiş olmalıyım
ki hemen soru geldi. Yusuf Hoca; “Adaş, sürüngenler
ve kuşların derilerindeki farklılıklar nelerdir?” Benim
için bu kadar basit bir soruyu bile anlayamamıştım ve
gevelemeye başladım.
“Kuşların derilerinde…”
Bizleri, küçük düşürme zihniyetiyle değil de dikkatimizi
tekrar toplamak için sorulan bu sorunun yanıtını,
iki üç saniye içinde Yusuf Hoca kendisi verdi. Her zaman
da böyle yapardı zaten. Ama yine de merakımın önüne
geçemezken; telefona bir kez daha baktım. Eren ve Hakan,
ikisi de “Ne olmuş?” diye soruyorlardı. Bu kez, cevap
yerine Esin’den gelecek mesajı beklemek daha mantıklı
olandı ve cevabı beklemeye başladım.
Elimde telefon, ayaklarım istemsiz sallanıyordu ki
beklediğim mesaj çok geçmeden geldi. Okurken gözlerim
karardı, yanlış mı okuyorum diye defalarca okudum.
Ama maalesef doğru okuduğumu fark ettiğimde, kaç dakika
öylece donup kaldığımı hatırlamıyorum. İçimdeki sıkıntı
bir kez daha beni yanıltmamış ve olan olmuştu.
“Yusuf! Şimdi öğrendim: Pınar silahla yaralanmış
ve şu an durumu çok ağır.”
Bütün gardım bir anda düştü ve birisi dokunsa neredeyse
ağlayacaktım. Her zaman güvendiğim reflekslerim
yavaş yavaş köreliyor, hastalık haricinde çok nadir titrediğini
gördüğüm ellerim ise titriyordu. Zaten kendimce
sorunlarımın yanında gelen bu haber, beni iyice doldurmuş;
patlama noktasına getirmişti. Saniyeler işlerken toparlanacağım
yerde daha da çıkmaza giriyor, ama bir türlü
hiçbir şeye odaklanamıyordum. Yarı aydınlanmış sınıf
iyiden iyiye kararmaya başladı. Duvarlar üstüme üstüme
geliyordu, sıralar işkence aleti olmuştu. Vücuduma temas
ettiği her noktada canım yanıyor; sanki avucumun içinde
kör bir bıçak, olabildiğince yavaş; ileri geri kayıyordu.
Fiziksel acıydı elbet! Gelir geçerdi… Fakat oracıkta mengeneye
sıkışmış yüreğim bu acıyla nasıl başa çıkardı? Sonunda
telefonu elimden yere düşürdüm. Sınıfta olduğumu
bile unutmuştum. Uzanıp yerden telefonu aldıktan
sonra, kafamı kaldırıp karşımdaki Yusuf Hoca’ya baktım;
gömleğindeki çizgiler birbiri içine girmiş renkler ise allak
bullak olmuştu. Beş on saniye sonra ancak göz göze gelebildik.
İşaret ettim ve yanıma geldi.
“Hocam çıkabilir miyim? Bir arkadaşımı hastaneye
kaldırmışlar.”
Boğuk sesimle birlikte görüntümden olmalı ki hiçbir
şey söylemeden sadece başını salladı. “Yalnız Eren’le
Hakan’ı da yanıma alabilir miyim?”
“Ne oldu önemli bir şey mi?”
Bu son soru neredeyse beynime balyoz gibi indi
ama “Bilmiyorum hocam öğrenince haber veririm.” demekle
yetindim.
“Tamam, çıkabilirsiniz.”
Kafamı çevirip sınıfa döndüğümde, bütün sınıf sessiz
geçen bu konuşma ile birlikte merakla bizi izliyordu.
Eren ve Hakan’la göz göze gelerek kafamla “Hadi gidiyoruz.”
der gibi işaret ettim.
Eşyalarımı toplamak için elimdeki metal kalemi bıraktığımda
fark ettim ten rengimi. Kalemi sıkmaktan
bembeyaz olmuştu avucum ve bölük pörçük bir harita
gibi yavaş yavaş eski halini almak için çabalıyordu. Sınıftan
çıkarken, Yusuf Hoca arkadaşlarımın dikkatini toplamak
için tekrar konuşmaya başladı.
Koridora çıkınca ikisi birlikte sordu; “Ne oldu, nereye
gidiyoruz?”
“Tam olarak ben de bilmiyorum ama Pınar yaralanmış,
hastaneye gidiyoruz. Başka da soru sormayın konuşacak
durumda değilim. Benim de bildiklerim ancak bu
kadar. Esin hastanede nöbetçiymiş. O da tesadüfen fark
edip bana haber verdi.”
Üçümüz birlikte, koridorda koşar adımlarla ilerlerken,
kafamda milyonlarca soru vardı.
“Nasıl, neden ve durumu nasıldı?”
Bütün bunların yanında ise içime en çok dert olan;
âşık olduğum insanla henüz bir tanışma fırsatına erişemeyişim,
onun şu an yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide
gelip gidiyor oluşu, benim ise pişmanlık denizinde boğuluyor
oluşumdu.