Siyah Kehribar | Tarık Buğra


Yazarın ilk romanıdır. Türkiye’yi ve Türk insanını çok iyi tanıdığını sonraki kitaplarında ispat eden yazar bu kitabında sadece “insanı ele alır. Kitabın ilk baskısının önsözünde Mümtaz Turhan şöyle der: “Tarık Buğra’nın burada iddiasız görünüşüne rağmen büyük bir tezi, “Yirminci asrın hüznü dediğimiz hastalığı, ele aldığını sanıyorum. Günümüzün trajedisi romandaki maceralara bir fon müziği gibi baştan sona refakat ediyor. Hikâye, Mussolini’nin İtalya’sında geçmektedir.

BIrIncI Kisim

Roma’da geçirdiğim ilk aylardan belli başlı bir hâtıram yok. Sanki beş duygum birden bir eski zaman masalında yaşamıştı. O devrenin intibalarını daima birbirine karıştırırım: İlk pansiyonumu, iki yanı isimlerini bilmediğim ağaçlarla gölgelenmiş olan yolu, köşedeki küçük barı hayal meyal, belki de olduklarından başka türlü hatırlıyorum. Yanılmadığıma güvenerek ancak şunları söyleyebilirim: Bu güzel sokak üniversiteye çok yakındı.

Üç köşe döndükten sonra bulvara iner, kırk elli adımda da meydana çıkardım. Girgin, girişken bir adam değilim. Buna rağmen kısa zamanda, unutamayacağım arkadaşlıklar kazandım, hayatımın akışını değiştiren Melina’yı tanıdım. İşte şu satırlar Melina’yı, Melina’dan da çok o arkadaşlıkları ve bilhassa Sofiya ile Fernando’nun trajedisini anlatmağa çalışacak. Bu hikâyede acı ile tadlı iç içedir. Neşe ve sevinçle hüzün ve ıstırap; ümitle ümitsizlik boyuna yer değiştirir. Zaman zaman da bütün bu duygular erir gider, geriye sâdece vahşet ve gerilim kalır. Fakat her şeyden önce, o günlerin İtalya’sından kısaca bahsetmeliyim: Faşizm hâkimiyetini kurmuş bulunuyordu, ama birçok gizli teşkilât da bu hâkimiyeti kırmaya çalışıyor, hayatlarını gözden çıkaran yığınlarla insan hiç değilse gelecek nesiller için bir ümit kurmaya çalışıyorlardı. Biz, bunları kulaktan kulağa fısıldananlarla öğrenirdik. Fakat ne Fernando’nun ne de arkadaşlarının bu gizli teşkilâtla ilgileri vardı.

Onların yer yer bir polis romanına benzeyen hayatlarını mizaçları düzenlemişti. Onlar düşünüyorlar ve düşüncelerine göre yaşamanın bir namus borcu olduğuna inanıyorlardı, hepsi bu kadar. Aşklarında da, öldürülmelerinde de, ölüme gidişlerinde de böyle idiler. Fakat ben şimdi bunları bırakmalıyım. Her şeyin sırası gelecek ve onlar kendilerini vakalarda bulacaklar.

O yıllarda İtalya’nın en güzel şarapları değilse bile en güzel sesli sopranosu Siyah Kehribar barında idi: Siyah Kehribar büyük ve eski tarz bir binanın zemin katında bulunuyordu. Önü dar, vitrini fakirdi. Küçük bir kapıdan girer, dört basamak inerdiniz: Burası küçük bir salondur; iki masa, beş altı sandalye ve büfenin önündeki taburelerle büsbütün daralmıştır. Orada günün çeşitli saatlarına rüzgârın attığı müşteriler otururdu. İkinci salon ağır perdeler asılı bir kemerle ayrılmıştır. Dipte kuyruklu bir piyanonun yerleştirildiği sahne vardır. Bu büyük salonda gündüzleri buzlu bir karpuzla ışığı yumuşatılmış bir lâmba yanar. Bu loşluğun içinde Roma ve Roma’daki hayat bütün uğultu ve bungunluğu ile silinir, erir gider.

Siyah Kehribar’ın bu salonu yeni müşterilerinin kaderini bir gecede belirtir ve onları ya benimser veya iter, uzaklaştırır: İnsan oraya gidince birkaç kişinin ve garsonların sempatisini kazanmaya bakmalıdır. Bununla beraber, orada bana karşı epey yumuşak davranıldı. Ne de olsa ben bir yabancı idim ve İtalya’nın belki bir ikinci yerinde değil, fakat Siyah Kehribar’da yabancılara karşı iyi davranılıyordu.

Beni oraya Fernando götürmüştü. Korsikalı ile tanışmam ve aynı pansiyonda oturduğumuzu öğrenmem şöyle olmuştu: Bir gece, saat bir veya daha ileri idi. Gürültülü konuşmalar ve telâşlı gidip gelmelerle uyandım. Sofaya çıktım. Pansiyon sahibi orada ve sanki bütün iş, bütün o telâşlar, konuşmalar beni uyandırmak içinmiş. Geniş el ve kol hareketlerinin gülünçleştirdiği bir nezaketle konuşmaya başladı: – Evet evet, gene Fernando. Başkası değil, hiçbir zaman başkası değil, daima Fernando. Boğa gibi bağırıyor ya, domuz gibi içtiği içindir. Sustu. Çünkü biraz sonra kırkbeşlik bir kadın gibi ağlamaya başlayacak. Biliyorum, çünkü bu hep böyle olur. Bakın, başladı bile. Susunuz bir dakika. Dinleyin. İşitiyorsunuz değil mi? Onun makinalı tüfek gibi konuşmasından başkaca duyduğum yoktu.

Gerçi o boynunu eğip yukarı doğru uzatmıştı ama dinleyeceğe de, dinleteceğe de benzemiyordu: Şişman, bodur, ablak bir yüzde patlak gözler, işte öyle zarafetle uzanmaya çalışan küt boyun ve bitmez tükenmez gevezelikler. – Bir bakayım, dedim. Üst katta, merdivenin karşısına gelen kapı yarı aralıktı: Ortadaki masanın bir parçası ve bir pencerenin yarısı görünüyordu. Sofaya gelen ses yakışıklı sinyorun söylediği gibi böğürme veya sesli hıçkırıklar değil inleyişlerdi.

Kısa bir duraklamadan sonra içeri girdim ve Fernando denilen bu adamı gördüm: Işık yüzüne tam tepeden düşüyor ve onu iyice aydınlatıyordu. Terli geniş alnına dökülen saçları yumuşak, kumraldı. Bıyıkları oralarda pek rastlanmayan bir tarzda kendi hallerine bırakılıvermişti. Bu onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Gözleri çok güzeldi veya daha doğrusu yeşile çalan bu elâ gözlerde bir çocuk temizliği, sokulganlığı vardı; dosta, kahramanlığa, kısacası büyüklüklere susamış bir çaresizlik, bir kimsesizlik vardı. Kaşları gür, fakat kısa, kirpikleri inadına uzundu. Burnu, kalın dudakları; hele çekik çenesi hiç de İtalyanlarınkine benzemiyordu. İkide bir midesinin üzerine kıvrılıyor, inliyordu. Bu ağrıyı biliyordum, ben de çok çekmiştim. Gürültü patırtıdan başka bir şey beceremeyen yakışıklı sinyora bir tuğla veya taş kızdırmasını söyledim, sonra da cebimden eksik olmayan tentürdopyum reçetesini vererek eczaneye yolladım.

Söylediğine göre, Fernando o geceden sonra beni beş altı defa aramış. Merdivenleri beraber çıkıyorduk. Hafifçe sarhoştu. Her akşam bir parça içtiğini, arada sırada da o akşamki gibi ölçüyü kaçırıp hastalandığını itiraf etti: – Midem, diyordu. Halbuki hiçbir şeyi de yok. Bu sebepsiz ağrılar gibi onun her şeyi asabî mizacının belirtisi idi ve ben böyle yumuşak, sokulgan görünüşlerin ne beklenilmedik patlamalar gizlediğini başka örneklerden de biliyordum. Böyle boynu bükük insanlarla çok oynamaya gelmezdi. Onlar, sevginin olduğu yerde kırılıp bırakmaya, mücadele sırasında ise ölesiye vuruşmaya daima hazırdılar. Ayrılırken, nasıl oldu hatırlamıyorum, Fernando ile ertesi günün akşam yemeği için sözleşmiş bulunuyorduk.

Nitekim kararlaştırmış olduğumuz saattan kırk-kırk beş dakika kadar erken geldi. Çok sıkıldığını, sözleştiğimiz saatı yalnız başına edemeyeceğini söylüyordu. Ben ise onun bu kadar erken gelişine, ne yalan söyleyeyim, hiç de memnun olmamıştım. Bunun farkına vardı. Bir tek cümle söylemeden üniversite meydanını dolaştık.

Saptığımız cadde kalabalık değildi ve onun gibi ben de kendi içime kapanmıştım. Islıkla bizim türkülerden birini çalmağa başladım:

– Balkanlı mısınız? diye sordu.
– Türk’üm, dedim.
Bunun üzerine:
– Ben de bir Türk şarkısı biliyorum, diye sevinçle bağırdı. Trablus Harbi’nde bize esir düşen babasından öğrenmiş. Adana taraflarına ait olduğunu tahmin ettiğim bir türküyü, caddede yüksek sesle, lâl lâl lâ diye söyledi, bitirdikten sonra da:
– Nasıl, diye fikrimi sordu.
– Gayet berbat, dedim.

Belki de can sıkıntısından ve tasallut ettiği kırk beş dakikamın öcünü almak için böyle sert konuşmuştum. Fakat hiç oralı olmadı, üstelik güldü. Aramızdaki hava artık düzeliyordu:
– Sizin şarkılar çok tuhaf, dedi.
Duraklamadan:
– Ancak sizinkiler kadar, dedim ve ilâve ettim: Sizin şarkılar da bana tuhaf geliyor!

Gene güldü:
– Milliyetçi misiniz?
– Bir İtalyan ne kadar milliyetçi ise o kadar. Biz Türkiye’mizi severiz, milliyetçiliğimiz de bundan ibarettir.Bu konuda konuşmaktan hoşlanıyordu:
– Ben de bunu güzel buluyorum: Herkes kendi evini
sevsin ve güzelleştirsin yeter. Gerisi çapulculuk, dedi.
Birdenbire aklına gelivermiş gibi sesinin tonunu değiştirerek ilâve etti:
– Ana dili “Mare Nostrum” marşının dili olan birinin böyle konuşmasını belki de tuhaf bulursunuz, hiç değilse
kuru bir nezaket eseri sayarsınız.
– Yoo, dedim.

Güldü:
– “Kilikya” marşını günde kaç defa işitiyorsunuz?
Omuzlarımı silktim:

– Bu da bize vız gelir. Size sadece acıyoruz, çocukcağızlarınızı kötü yetiştiriyorsunuz diye. Hem bu dünyanın her yerinde böyledir. Her dilde Kilikya marşının benzerleri vardır ve bunları kısa pantolonlu tüysüz çocuklara bağırta bağırta söyletirler. Bazan da sizde ve Yunanlı dostlarımızla Bulgar komşularımızda olduğu gibi koca bebeklere. Bu da bizim topraklarımızı ve süngülerimizi bir parça daha çok sevmemizden başka bir şeye yaramaz.

Başını eğerek, haklısınız, dedi. Beni nereye götürdüğünü düşünmüyordum bile. Fakat oraya gelmiş olmalıydık: – Buraya girelim mi? diye sordu. Baktım tabelâda “Siyah Kehribar” yazılıydı. – Böyle yerler hakkında bir fikrim yok, dedim. Gülerek: – Benim de öyle. Eğer hayır deseydiniz, gideceğimiz yeri artık sizin seçmeniz lâzım gelecekti, dedi. Demek muhiti burasıydı: – Korkarım bana arkadaşlar tanıtacaksınız.

“Arkadaşlar” tanımaktan sahiden korkuyordum. Değil zevklerimiz, zevklenmelerimiz bile, gülmelerimiz ve gülümsemelerimiz; hatta el sıkışmalarımız bile birbirine benzemiyordu. Bu beyhûde tanışmaları ne yapacaktım. Karşılıklı rahatsızlıklardan başka neye yarardı bunlar? Fakat Fernando tam bir samimiyetle:  Evet.. hepsi de iyi çocuklar, diyerek beni utandırdı.

İster istemez yalan söyledim: – Hayır kastım o değil.. muhakkak hepsi de iyi çocuklardır. Endişem kendi hesabıma. Ben masanıza bir can sıkıntısı, acayip bir şekil gibi çökmekten korkuyorum.

Gülümsüyordu. Koluma girdi beni içeri çekerken de: – Kabul, dedi. Tevilinizi kabul ediyorum. Fakat emin olun yeni tanışmaların mânâsızlıklarının hiçbiriyle karşılaşmayacaksınız. Girdik. Daha basamakları inerken onun değişir, başka bir adama benzer gibi olduğunu sezdim. Artık bakışları kısık, dudakları cesurca kıvrık ve vücudu gergindi, dikti.

Büfeci ve garsonlarla yarı apaşça selâmlaştı. Buna rağmen benimle konuşurken eski ve bildiğim hâlini buluyordu. Büfenin önünden geçip ikinci salona girerken “biz” kelimesine alaycı bir tonla basarak: – Sonra biz İtalyanlar ince adamlarızdır, dedi: Sizin için bazı avantajlar hazırladım. Bakın meselâ, daha kimsecikler yok. Onlar gelinceye kadar siz Siyah Kehribar için mükemmel bir ev sahibi olacaksınız. Gerçekten de öyle oldu. Fakat işlerin böyle iyi gidişinde garson Leonardo’nun payı çok büyüktü. Şuracıkta hemen söyleyivereyim: Beşeriyet Leonardo gibi bir garsonu daha çok zor yetiştirir.

O şahane bir şekilde vakurdu. Müşterilerine karşı bir İngiliz lordu gibi davranıyordu: Mültefit ve müşfik. Şarap veya yemek seçerken yanılıyorsanız büyük bir iyilikle sizi derhal ikaz ediyor, eğer sizde zerre kadar zevk görmemişse listeyi elinizden çekip alıyordu. O zaman onun getirdiklerine razı olacaktınız.

Beni sevimli bulduğunu söyledi. Üstelik Türkler ve Türkiye ile de ilgilendi. İstanbul meyhanelerine, garsonlarına, mutfaklarına dair teknik sualler sordu. Leonardo, Fernando ve en nihayet Siyah Kehribar’ın aynı ismi taşıyan nefis şarabı, elbirliği ile, beni evimdeki kadar, tam o kadar hafif, rahat ve serbest bir hâle getirdiler. Fakat bu hiçbir zaman iyi bir ev sahibi olamayacağımı göstermekten başka şeye yaramadı. Buna sebep, belki de masamıza ilk olarak bir kadının gelmesi idi. Hatta belki de değil, sebep mutlaka bu idi.

Kadınlarla nasıl konuşulacağını bilmiyordum. Üstelik Melina benim tasavvurlarımda boşluk bırakmayacak kadar güzeldi. Tadlı, esmer, uzun, dolgun bir vücut, zarafeti bozmayan bir şuhluk ve etli dudaklarla iri, süzgün, simsiyah gözlerin daimî mânâ beraberliği içinde bulunmaları! Dudakları ne söylüyorsa gözleri de o sözlere uygun bakıyordu ve ben samimiyetin, sıcakkanlılığın bu kadarı ile başa çıkabilecek kadar cemiyet adamı değildim. Üstelik o benim ufkumdan kayıp gidecekti. Öbürleri geldikleri zaman, ben artık kısa bir cümleyi bile kekelemeden söyleyemiyordum.

Bu hâl beni hırsımdan pekâlâ kudurtabilirdi. Bereket bana pek aldırış eden yoktu. Üstelik ve çok geçmeden Siyah Kehribar kadehlerinin her derde deva olduğunu keşfetmiş bulunuyordum. Zaman artık dileğimce geçebilirdi. Ayrıca Leonardo, ihtiyar tilki, beni gerçekten sevimli bulmuş olmalıydı; zira bar öyle pek de tenhalaşmamış olduğu halde bir sandalye çekip gelerek yanıma yerleşti. Ben daha sarhoş olmamıştım ama, şöyle bir bakınca onun tamam olduğunu anladım.

Daha sonraları şu vecizeyi öğrenecekmişim meğer: Siyah Kehribar’da her akşam ilk sarhoş olan Leonardo’dur. Biz onunla tadlı tadlı konuşuyorduk. Nelerden bahsettiğimizi ertesi sabah bile hatırlayamazdım; fakat emindim ki bu konuşmalardan ikimiz de hoşlanıyorduk, başka bir isteğimiz yoktu. Ben artık Melina’dan ayrılıp kurtulduğumu sanıyordum. Ötekiler büyük meselelerden söz açıyorlardı. Arada sırada Leonardo bana göz kırparak onların savurdukları iddialı cümlelere dikkatimi çekiyordu. Sonra da ikimiz birden basıyorduk kahkahayı: Onlar galiba beşeriyet için refah ve saadet reçeteleri tertip ediyorlardı. Hele ne zaman geldiğini bilmediğim biri vardı ki ömür şeydi. Şöyle bir bakıp geçiverseniz çocuk dersiniz.

Benzer İçerikler

Çıplak Ayaklıydı Gece | Ahmet Ümit

yakutlu

https://www.birazoku.com/fuhs-i-atik

yakutlu

Mabet

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy