Sonuncu Sonbahar

Yazarın nihai amacı anlaşılmaksa, katilin nihai arzusu da yakalamaktır. Ama her ikisi de keşfedilmeye karşı önlem alırlar – ya da yapılan işin iyi olması için almaları gerekir. Çünkü kolay keşfedilmek beceriksizlik, hiç keşfedilmemek ise başarısızlık anlamına gelir.Roman ile gerçeklik arasında, bir yazarla bir katil arasındaki kadar güçlü bir benzerlik olabilir mi? Romanın içine hapsolmuş gibi görünen bir kahraman, roman bitince de yaşamaya devam edebilir mi?Bir Cinayet Romanı’nda tanıştığımız matematik  profesörü Emin Köklü, Sonuncu Sonbahar’da tekrar karşımıza çıkıyor ve bu kez kurgusal bir cinayetin değil, gerçek bir cinayetin izini sürmeye koyuluyor. Ancak gerçek cinayetlerin en az roman cinayetleri kadar karmaşık olabileceğini hesaba katmayarak içinden çıkılması zor bir maceranın tam ortasında buluyor kendini. Sonuncu Sonbahar, kurguyla gerçekliğin ustalıkla örüldüğü, bir solukta okunacak bir Pınar Kür romanı.

Rıhtımda oturmuş, viskimi yudumluyor, mehtabın çıkmasını bekliyorum. Çok büyük bir hevesle beklemiyorum açıkçası; hatta bu gece ayın çıkıp çıkmayacağından emin değilim. Yeni ay ne zaman girdi, ayın on dördü oldu mu, ya da çoktan geçti mi, bilemediğimi itiraf etmeliyim. En gençliğimde bile ay ışığına pek merakım olmamıştır. Ruhen romantik değilim herhalde. Yaz gecesi rıhtımda tek başıma oturmuşluğuma bahane arıyorum ola ki. Oysa bahaneye ne gerek var? Yalıda yapayalnızım. Kimseye hesap vermek zorunda değilim. Üstelik, temmuz sıcağında evin içinde oturmaktansa, temmuzda bile serin olan bu Boğaz semtinde, tümüyle bana ait olan bir rıhtımda keyif çatmak daha akıl kârı.

Keyif çatmak ve aitti kârı gibi birbirine karşıt deyimleri aynı cümle içinde ve neredeyse eşanlamlı kullanmam tuhaf mı kaçtı? Birden yadırgadım işte. Hem ben buraya keyif çatmak için gelmedim. Çok ciddi birtakım planlar yapmak için geldim ve genellikle ciddi planlan önümde kâğıt kalem olmadan yapmam. Oysa şimdi elimde ve hatta yakınımda kâğıt kalem yok. Öyleyse, avareliğime ay ışığından bir kılıf bulmak için mehtaptan söz açmış olabilirim. Zaten Boğaz’ın mehtabı yazın değil sonbaharda güze! olur. Bunu nereden biliyorum? Bir yerde okumuş ya da birinden duymuş olmalıyım.

Buraya kendi kendimle baş haşa kalmak, salim kafayla bir cinayet tasarlamak ve de… ne yalan söylemeli, kendi kendimden ne kadar hoşnut olduğumu kendi kendime gizlice itiraf etmek gereksinimiyle geldim. Yani, evet, keyif çatmak için bir bakıma… İşin doğrusu bu. Yoksa, karım gittiğine göre, Emirgân’da da kendi kendimle baş başa kalabilir; amaç cinayet tasarlamaksa, kâğıdımla, kalemimle ciddi bir çalışmaya başlayabilirdim. Canını biraz hareket istedi herhalde. Hayatımda hareket olsun diye Emirgân’dan kalkıp Kandilli’ye gelmek benim için büyük bir aşamadır. Son üç yılda yaptığım aşamaların yalnızca bir tek örneği… Bir vakitler yerimden kımıldamaya üşenirdim. Avareliğime kılıflar uydurmaya kalkmak ise aklıma bile gelmezdi. Bir vakitler, ben şimdi olduğumdan çok farklıydım.

Bir vakitler, tembel olmakla, hayatta ne istediğimi, ne yaptığımı bilmekle, istemediğim hiçbir şeyi yapmamışlığımla ve hatta, oldukça görkemli olduğuna inandığım şişmanlığımla ovunurdum. Ama Fermat’nın son teoremini çözdüğüm için olsun, hiçbir çaba sarf etmeden elde ettiğim varlığım yüzünden olsun övünmek aklımın ucundan geçmemiştir hiç. Son derece üst düzeyde işlenmiş, fevkalade edebi bir cinayetin katilini bulduğum için övünmekse, üç yıldır nasip olmadı. Bir gün olacak belki. Ya da, bir gün olması olasılığı bundan sonraki yaşamıma heyecan katmayı sürdürecek.

Pek üstün nitelikli bir cümle olmadı galiba.

Ama ben matematikçiyim, yazar değil. Buraya roman yazmaya, en azından bir roman tasarlamaya geldim ama, kimileri yazarlığa yalnızca özendiğimi, bunun da bir tür orta yaş hastalığı olduğunu ileri sürebilir.

Yarım yüzyılı geride bırakmış, hatta ikinci yarım yüzyıldan üç yüz doksan altı gün almış biri olarak, orta yaşa adım attığımı inkâr edecek değilim. Gene de kendimi eskisinden (diyelim, yirmi beş yıl öncesinden) daha genç hissetmemin akla yakın bir açıklaması olmalı. Yirmi beş yıl önce hayatıma katmaya korktuğum heyecanların peşinden koşmaya heves etmem, önümde kalan yıl sayısının geride bıraktığım elli yıldan daha az olacağının bilincinden mi? Yoksa, karımın dediği gibi, bunaklık alameti mi?

Karım, elli bir yaşını yeni ikmal etmiş birinin (hele de bu kişi matematikçiyse ve son üç yılda yüz kilodan yetmiş dört kiloya inmeyi başarmışsa) bunama alametleri göstermeyeceğini çok iyi bilir de sırf beni kızdırmak amacıyla ve gerçekten kızdırmayacağını bilerek (gerçekten kızdırmaya korkar) yapar bu ve buna benzer esprileri. Onu ciddiye almadığımın, almayacağımın bilincindedir. Kendisine olağanüstü rahat bir yaşam sağladığımın ama bunun her an değişebileceğinin de farkındadır. Ve… akılsız sayılmaz.

Karım (yani, ikinci karım) bayağ tanınmış ve itiraf etmek zorundayım ki, oldukça başarılı (becerikli?) bir yazardır. Eminim kendisi bu tanımı yetersiz ve hatta küçümseyici bulacak, büyük bir ihtimalle metinden çıkaracaktır. Ya da, çıkarmasa bile, eninde sonunda öyle bir ‘yazın’ numarasına başvurur ki, yukarıdaki tanım, onun yazarlık becerisini hiçbir biçimde niteleyemeyen ama benim okur olarak anlayışsızlığımı belgeleyen bir kanıt olarak yansır metne.

Bu tür saptırmalar, yapmadığı iş değildir. Hatta sık sık yaptığı şeylerdendir. Yani, açıkçası, işini bilen bir yazardır. Kimileri ‘usta1 bile demişlerdir onun İçin. Bir önceki romanında, açık seçik söylenmiş gerçekleri, adım adım ispatlanmış bir olaylar dizisini ‘son düzenleme düzletme’ aşamasında öyle bir bağlama oturtmayı başardı ki (hiçbir şeyi gizlememesine karşın) okurlar ve eleştirmenler, kitabın ‘müthiş bir tour de forte mu, yoksa ‘minyatür bir ebef d’oenvre’ mü olduğu konusunda tartışmaya daldılar da tarafımdan ortaya çıkarılan kanlı katilin peşine düşmeyi kimse akıl etmedi.

Aslında, bir yerde, herkesten çok benim işime yaradı bu belki. Belki. Onu sürekli tehdit altında tutabiliyorum. Belki. Bazen neye muktedir olduğumu ben de bilmiyorum. Ama sanıyorum ki, ülke nüfusumuzun yüzde birini bile oluşturmayan okur kitlesi ile bir elin parmaklarını aşmayacak sayıdaki eleştirmenlerimiz ne derlerse desinler, nelere dikkat etmezlerse etmesinler; ömürlerinde roman okumayı akıllarından geçirmemiş olan emniyet kuvvetlerimize edebiyat aşkını aşılamaya kalktığım anda durumunun hiç de iyi olmayacağına inandırdım onu.

Bu inanç ve benim şu anda irdelemeyi göze atamayacağım birtakım başka korkular sonucu:

a)  Benimle evlendi (neredeyse bir buçuk yıl uzattıktan sonra}.

b)  Benden başkasıyla cinsel ilişki kurmamaya, kuruyorsa bile dile düşmemeye, dolayısıyla kulağıma herhangi bir dedikodu gelmemesine dikkat ediyor.

c)  Benimle birlikte ikinci bir roman yazmaya boyun eğdi.

Gerçi, bir önceki romanın ikimiz taralından yazıldığını hâlâ kabul etmiş değil. Katkılarımı tümüyle inkâr etmeyi göze alamıyorsa da, bana ‘teknik danışmanlıktan üstün bir paye vermeme çabasını, her şeye karsın, sürdürüyor. Ayrıca, birlikte yazacağımız yeni romana imza atmayacakmış. Benim adımın tek başına çıkmasına da razı olmuyor. İlle ‘müstear isim’ kullanılacakmış. Unutulmuş bir kadın yazarın adı üstünde duruyor {galiba feministlerden çekinmeye başladı), ama öylesine unutulmuş bir hanım ki bu, şu anda ben de adını çıkaramayacağım. Benim önerim olan Compte de Lıutreamont mahlasını ise, hafif bir dudak büküşüyle geçiştirmeye çalıştı. Henüz kesin karara varmış değiliz. Acelesi yok nasıl olsa.

Evlenme işini (kaçınılmaz olduğunu bile bile) bir buçuk yıl uzattığı gibi, romana başlama işini de fena halde ağırdan alıyor. Kafasında birtakım öykü fikirleri gelişiyormuş, onları sarsmak istemiyormuş, çünkü öyküye dönüş yapmak niyetindeymiş, vs… Bütün bunları basit ve sonuçsuz olmaya mahkûm geçici oyalama taktikleri olarak nitelediğimden bir süre ses çıkarmadım.

Onu herhangi bir şeye zorladığım ya da baskı altında tuttuğum izlenimini edinmesini istemiyorum. Bu yüzden bir sürü başka fedakârlıkta da bulunuyorum, her bakımdan anlayışlı davranmaya çalışıyorum  belirli sınırlar dahilinde tabii.

Örnekse: Londra’da ve Fransa’nın güney kıyılarında (Paris’e uğramayı kendisi istemedi, yoksa ilk karımın orada yaşıyor olması benim için bir sakınca oluşturmuyordu) geçirdiğimiz olağanüstü keyifli balayı günlerinden sonra Emirgân’a döndüğümüzde, evde istediği değişiklikleri yapmasına izin verdim  Nurgül biraz bozuldu galiba ama, olacak o kadar. Yatak odalarını ayrı tutma önerisine karşı koymadım. Ne de olsa ben de uzun süredir yalnız yaşamaya alışmış, rahatına düşkün bir adamım, cinsel haklarım çiğnenmediği sürece ayrı ayrı uyumaya elbette razıyım. Ve de, elbette, koca olarak cinsel haklarımı sonuna dek kullanıyorum. On on beş günde bir ya o beni odamda ziyaret ediyor, ya da ben onu. Eskiye oranla bayağ hareketli bir yaşam sürdürüyorum anlayacağınız.

Başka konularda da sıkmıyorum onu. Arkadaşlarıyla istediği gibi gezip tozuyor, icabında buraya da çağırıyor onları. Yalnız, sık sık öyle olur olmaz kişileri eve toplamamasını tembih ettim. Bir de, akşamlan çıktığında, kiminle, nereye gittiğini bildirmesini ve hafta içinde gece on ikide, hafta sonlarındaysa en geç bir buçukta evde olmasını şart koştum. Ortaokuldayken, yeni yeni partilere falan gitmeye başladığında babasının koyduğu kurallara benziyormuş bu ricalarım. Kırkına varmış ve serbest yaşamaya alışmış bir kadının kabullenmesi zormuş, dediğine göre. Gene de üç aşağı beş yukarı uyuyor is…

Benzer İçerikler

Aklımdaki Yılan | Hatice Meryem

yakutlu

BENCİL -Wilbur Smith

yakutlu

Sarkaç – Şengül Can – PDF – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy