Olay 1932’de, eyalet cezaevi hâlâ Cold Mountain’dayken oldu. Elektrikli sandalye de oradaydı tabii.
Mahkûmlar sandalye konusunda şakalaşırlardı. İnsanların korktukları ama kaçamadıkları her şeyi şakaya vurdukları gibi. Ona Big Sparky, yani Koca Elektrikli derlerdi. Elektrik faturası konusunda şaka yaparlar, Müdür Moores’ın karısı Melinda Şükran Günü yemek pişiremeyecek kadar hasta olduğunda gardiyanın yemeğini nasıl pişireceğiyle dalga geçerlerdi.
Ancak, o sandalyeye oturması gerekenler için olayın komik bir yanı kalmazdı. Cold Mountain’da bulunduğum süre içinde tam yetmiş sekiz idamda hazır bulundum. (Bu sayıyı asla unutmam; ölüm döşeğimde bile hatırlayacağım.) Sanırım o adamların çoğu başlarına geleni ancak bilekleri Elektrikli’nin sert meşesine kelepçelenirken kavrayabildiler. İşlerinin bitmiş olduğu gerçeği o an kafalarına dank ediyordu. (Bunu gözlerindeki ifadeden, gittikçe şiddetlenen, buz gibi bir tür umutsuzluktan anlayabiliyordunuz.) Damarlarında hâlâ kan dolaşıyordu, kaslarında hâlâ güç vardı, ama yine de her şey bitmişti; bir daha asla kırlarda yürümeyecek ve hiçbir hasat şöleninde kızlarla dans etmeyeceklerdi. Elektrikli’nin müşterileri ölümlerini ayak bileklerinden başlayarak algılarlardı. Uzun ve çoğunlukla kopuk kopuk olan son sözlerini bitirdikten sonra bir de başlarına geçirilen siyah ipek bir torba vardı. Bu sözüm ona onlar içindi, ama ben hep aslında bizim için olduğunu; dizleri bükük durumda öleceklerini anladıklarında gözlerinde beliren o korkunç kederi bizlerden gizlemek için olduğunu düşünmüşümdür.
Cold Mountain’da idamlıklara ayrı koğuş yoktu. Yalnızca diğer dört bloktan ayrı ve onların yaklaşık dörtte biri büyüklüğünde, ahşap yerine tuğladan yapılmış, yaz güneşinde çılgın bir gözbebeği gibi parlayan korkunç bir metal damı olan E Blok vardı. İçinde geniş bir koridorun iki yanında sıralanmış, her biri diğer dört bloktaki hücrelerin neredeyse iki misli büyüklüğünde üçer hücre bulunuyordu. Tek kişilik hücrelerdi bunlar üstelik. Bir hapishane için çok lüks bir yerdi (özellikle ’30’larda) ama burada kalan mahkûmlar yerlerini diğer dört bloktaki herhangi bir hücreyle seve seve değişebilirlerdi. İnanın bana, yaparlardı bunu.
Benim blok yöneticisi olduğum süre içinde hiçbir zaman altı hücrenin hepsi birden dolu olmadı. Küçük lütuflar için Tanrı’ya şükretmek gerek. En çok dört kişi oldular. Siyah beyaz karışık olurlardı (Cold Mountain’daki yürüyen ölüler arasında ırk ayrımı yapılmaz) ve bu da ortalığı cehenneme çevirmeye yeterdi. İçlerinden birisi bir kadındı: Beverly McCall. Maça ası gibi kara ve hiçbir zaman işlemeye cesaret edemediğiniz günahlar kadar da güzeldi. Kocasının dayağına tam altı yıl katlanmış, ama çapkınlığını tek bir gün bile çekememişti. Kendisini aldattığını öğrendiği günün akşamında arkadaşlarının (ve büyük olasılıkla daha çok yeni olan metresinin de) Cutter olarak bildikleri zavallı Lester McCall’u berber dükkânının üzerindeki evine çıkan merdivenlerin başında beklemişti. Adam paltosunu çıkarana kadar beklemiş, sonra o yalancı barsaklarını iki renkli ayakkabılarının üzerine dökmüştü. Bunu yaparken de Cutter’ın kendi usturalarından birini kullanmıştı üstelik. Elektrikli’ye oturmasından iki akşam önce beni hücresine çağırdı ve düşünde Afrikalı babasının ruhunun kendisini ziyaret ettiğini söyledi. Ruh ona köle ismini atıp kendi özgür ismi olan Matuomi adıyla ölmesini söylemişti. Benden istediği de buydu; idam hükmünün Beverly Matuomi ismiyle okunmasını istiyordu. Babasının ruhu herhalde ona bir göbek adı vermemiş ya da kendisi bir tane bulamamıştı. Her neyse, ben peki, olur, dedim. Kaz çobanı olarak hizmet ettiğim tüm o yıllar süresince öğrendiğim bir şey, kesinlikle mecbur olmadıkça idamlıklara karşı çıkmamaktı. Beverly Matuomi’ye gelince, bunun zaten pek bir önemi de yoktu. Ertesi gün öğleden sonra üç sularında vali arayıp Beverly’nin cezasının Grassy Valley Kadınlar Hapishanesi’nde müebbete çevrildiğini bildirdi. O zamanlar orası için ceza çok, penis yok, derdik. Beverly idareye geldiğinde yuvarlak poposunun sağa değil de sola gittiğine sevindiğimi söylemem gerekir.
Yaklaşık otuz beş yıl sonra, en azından otuz beş olması gerekir, gazetedeki ölüm ilanlarında ismini gördüm. Pamuk saçlı ve kenarlarında yalancı taşlar bulunan gözlük takmış siyahi bir hanımın resminin altında. Beverly’di bu. Yaşamının son on yılını özgür bir kadın olarak geçirmişti. Yazıda Raines Falls’daki küçücük kasaba kitaplığını tek başına kurtardığı yazıyordu. Kilise okulunda da ders vermiş ve o küçük kasabada pek sevilmişti. Manşette KÜTÜPHANECİ KALP YETMEZLİĞİNDEN ÖLDÜ, diyordu ve altında da küçük harflerle, sanki sonradan akla gelmiş gibi, şöyle yazıyordu: “Cinayet suçundan yirmi yıldan fazla hapiste yatmıştı.” Yalnızca gözleri, köşeleri pırıltılı taşlarla süslenmiş gözlüklerinin arkasında pırıl pırıl parlayan o gözleri hiç değişmemişti. Yetmiş bilmem kaç yaşında bile gerekirse mavi ilaçlı su kavanozundan keskin usturayı çekip çıkarmakta hiç tereddüt etmeyecek bir kadının gözleriydi bunlar. Katilleri tanımak kolaydır, eninde sonunda uyuşuk küçük kasabalarda kütüphaneci olsalar bile. En azından, benim kadar uzun süre katillere bakarsanız, bunu yapabilirsiniz. Hayatım boyunca işimi yalnızca bir tek kez sorguladığım oldu. Sanırım bunları yazmamın nedeni de bu.
E Blokun ortasındaki geniş koridor yeşilimsi sarı, bayat limon renginde marley döşeliydi ve bu yüzden başka hapishanelerde Son Yol denen bu koridora Cold Mountain’da Yeşil Yol deniyordu. Güneyden kuzeye, aşağıdan yukarı sanırım atmış uzun adım kadar vardı. Başında bir tecrit odası bulunuyordu. Sonu ise T biçimli bir kesişmeyle bitiyordu. Sola dönmek yaşamak demekti: Eğer güneşin altında pişen o avluda olup bitene yaşamak denirse tabii. Ama çoğu da bu yaşamı yıllarca sürdürüyor; hırsızlar, kundakçılar, seks suçluları burada konuşuyor, volta atıyor, ufak tefek işlerini yürütüyorlardı.
Ama sağa dönünce işler değişiyordu. Önce, benim ofisime geliyor (burada da halı yeşildi. Bunu hep değiştirmeye niyetlendim ama bir türlü olmadı) ve masamın karşısına geçiyordunuz. Masamın sol tarafında Amerikan bayrağı, sağ tarafında eyalet bayrağı dururdu. Karşı tarafta ise iki kapı vardı. Birisi küçük bir tuvalete açılırdı. Bunu ben ve E Blok gardiyanları kullanırdık. Diğer kapı ise bir tür depoya açılırdı. Yeşil Yol’da yürüyenlerin son durağı da işte burasıydı.
Küçük bir kapıydı, geçerken ben bile başımı eğmek zorunda kalıyordum. John Coffey’in ise çömelip sürünmesi gerekmişti. Buradan küçük bir sahanlığa çıkıyor, sonra betondan üç basamakla ahşap bir zemine iniyordunuz. Tıpkı bitişik olduğu blok gibi burası da ısıtmasız, metal damlı, sevimsiz bir odaydı. Kışın nefesinizi görecek kadar soğuk, yazınsa boğucu sıcak olurdu. Elmer Manfred’in idamında; sanırım ’30 yılının temmuz ya da ağustosuydu, tanıklardan biri fenalık geçirmişti.
Deponun da sol tarafında yine yaşam vardı. (Sanki balta ya da tırmık değil de, birer karabinaymış gibi çaprazlama zincirlerle güvence altına alınmış) aletler, bakliyat, ilkbaharda hapishanenin bahçelerine ekilecek tohum torbaları, tuvalet kâğıdı kolileri… hatta futbol kalesini ve beyzbol sahasını işaretlemekte kullanılan kireç çuvalları dururdu burada. Mahkûmlar Çayırı olarak bilinen yerde top oynanırdı ve Cold Mountain’da sonbahar akşamüstleri iple çekilirdi.
Sağ tarafta yine ölüm vardı. Deponun güneydoğu köşesinde bir platformun üzerinde bizzat Elektrikli yer alırdı. Sağlam meşe bacakları, bir sürü insanın yaşamlarının son anlarında döktükleri soğuk terleri emen geniş kolları ve genelde iskemlenin arkasına atılıvermiş, tıpkı bir Buck Rogers çizgi filmindeki bir çocuğun şapkasına benzeyen metal başlığıyla dururdu. Başlıktan çıkan kablo iskemlenin arkasındaki duvarda bir fişe takılıydı. Bir yanda ise kalaylı bir kova bulunurdu. İçine baktığınızda tam metal başlığa uygun olarak kesilmiş bir sünger parçası görürdünüz. İdamlardan önce bu sünger tuzlu suya batırılır, böylece kablodan gelen doğru akımın idamlığın beynine daha iyi geçebilmesi sağlanırdı.1932 John Coffey’in yılıydı. Bakmaya zahmet edenler olayların ayrıntılarını o yılın gazetelerinde görebilirler. Bunun için insanın, yaşamının son günlerini Georgia’da huzurevinde geçiren benim gibi bir ihtiyardan daha çok enerjisi olması gerekir tabii. Hatırlıyorum, o yıl sonbahar sıcak, hem de çok sıcak geçmişti. Ekim ayı neredeyse ağustos gibiydi ve cezaevi müdürünün karısı Melinda fenalık geçirip bir süre Indianola’da hastanede kalmıştı. O sonbahar ben de hayatımın en kötü idrar yolları enfeksiyonuna yakalanmıştım. Hastaneye yatacak kadar şiddetli değildi ama neredeyse her tuvalete çıktığımda canımdan bezdirecek kadar kötüydü. O sonbahar cezaevine yazın gelen yarı kel, fareli Fransız Delacroix’nın da mevsimiydi. John Coffey de Detterick ikizlerine tecavüz edip öldürmek suçundan idama mahkûm olarak E Bloka yine o sonbahar gelmişti.
Her vardiyada blokta dört ya da beş gardiyan bulunur, ama çoğu boş gezerdi. Dean Stanton, Harry Terwilliger ve Brutus Howell (adamlar ona “Brutal,” yani “Zalim” derlerdi ama şakaydı; boyuna boşuna rağmen mecbur kalmadıkça bir sineği bile incitmezdi o) şimdi hep öldüler. Gerçekten zalim ve üstelik bir de aptal olan Percy Wetmore da. Percy’nin E Blokta hiç yeri yoktu. Burada kötü bir karakter hem gereksizdi, hem de zaman zaman tehlikeli olabilirdi ama Percy valinin eşinin akrabası olduğundan kalmıştı.
Coffey’e bloka gelişinde Percy nezaret etmişti. Sözüm ona geleneksel ilan tarzıyla bağırmıştı: “Yürüyen ölü! Yürüyen ölü geldi!”
Ekim ayı olmasına rağmen hava hâlâ cehennem kadar sıcaktı. Avlu kapısı açıldı ve içeri göz kamaştırıcı bir ışıkla ömrümde gördüğüm en iriyarı adam girdi. Bunun benzerlerini ancak ömrümü tükettiğim bu başıbozuklar yuvasının “Dinlenme Odasındaki TV’de seyrettiğim basketbol maçlarında görmüştüm. Kollarında ve fıçıya benzeyen göğsünde zincirler vardı; ayak bileklerindeki kelepçeleri bağlayan zincir, hücreleri ayıran koridorda dökülen bozuk paralar gibi şıngırdıyordu. Bir yanında Percy Wetmore, diğer yanında da ufak tefek, sıska Harry Terwilliger duruyordu. Her ikisi de tuzağa düşürülmüş bir ayının iki yanında duran çocuklara benziyorlardı. Coffey’in yanında Brutus Howell bile yavrusu gibi duruyordu ki Brutus bir doksandan uzun, enine boyuna, üniversitede çakıp atılmadan önce üniversiteler liginde futbol oynamış biriydi.
Elektrikli’nin kollarında ölmeden önce gelip bir süre E Blokta kalan çoğu kimse gibi Coffey de siyahtı ve tamı tamına iki metre üç santim boyundaydı. Ama o basketbolcular gibi ince uzun değildi; omuzları ve göğsü geniş, her tarafı kaslıydı. Depoda bulabildikleri en geniş üniformayı vermiş olmalarına rağmen, paçaları yine de yara bere içindeki baldırlarının yarısına kadar çıkmıştı. Gömleği göbeğine kadar açık, kolları da dirseklerine kadar sıvanmıştı. Neyse ki, şapkasını kocaman ellerinden birinde tütüyordu; yoksa kel kafasının tepesinde tıpkı org çalan maymunların giydiği kırmızı şapkaların mavisi gibi duracaktı. Kendini tutan zincirleri sanki bir Noel armağanının kurdelesini açar gibi kolaylıkla koparabilecekmiş gibiydi ama yüzüne baktığınızda böyle bir şey yapmayacağını anlıyordunuz. Gerçi Percy öyle düşünse de, ifadesi donuk değildi; sanki kaybolmuş gibiydi. Nerede olduğunu anlamak ister gibi çevresine bakınıp duruyordu. Hatta belki de kim olduğunu. İlk düşüncem tıpkı siyahi bir Samson’a benzediğiydi… Delilah başını kendi hain küçük eli kadar pürüzsüz tıraş edip ruhunu kararttıktan sonraki Samson’a.
Percy, “Yürüyen ölü!” diye bağırarak o iriyarı adamı kelepçesinden çekiştirdi. Sanki Coffey istemedikçe onu bir yere kımıldatabilirmiş gibi. Harry hiçbir şey söylemedi, ama mahcup görünüyordu. “Yürüyen…”
“Bu kadarı yeter,” dedim. Coffey’e ayrılan hücrede, onun kerevetinde oturuyordum. Geleceğini biliyordum tabii, onu karşılamak ve teslim almak üzere buraya gelmiştim, ama adamı görene kadar ne kadar ihyan olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Percy bana hepimizin (yalnızca küçük kızlara tecavüz edip öldürmeyi bilen o koca bebek hariç tabii,) benim ne büyük bir enayi olduğumu bildiğini ifade eden bir bakış fırlattı ama hiçbir şey söylemedi.
Üçü ardına kadar açık hücre kapısının önünde durdular. Harry, “Orada bununla yalnız kalmak istediğinden emin misin, patron?” diye sordu. Evet anlamına başımı salladım. Harry Terwilliger’in sesi pek kaygılı çıkmazdı; altı yedi yıl önceki ayaklanmalarda hemen yanı başımda durmuş, mahkûmlardan bazılarının ellerinde tabanca olduğu söylentileri yayıldığında bile kılını kıpırdatmamıştı ama o anda sesi endişeliydi.
Kerevette oturmuş hissettiğim sıkıntıyı açığa vurmamaya çaba göstererek, “Seninle bir sorunumuz olacak mı, Kocaoğlan?” diye sordum. Daha önceden sözünü ettiğim o idrar yolu enfeksiyonu sonradan daha da beter oldu, ama o gün de pek tatlı bir gün değildi, inanın bana.
Coffey ağır ağır başını salladı. Bir kez sola, bir kez sağa, sonra yine tam ortaya. Gözleri bir defa bana takıldıktan sonra bir daha üzerimden hiç ayrılmadı.
Harry’nin bir elinde Coffey’in belgelerini koyduğu bir dosya vardı. “Ona ver,” dedim Harry’ye. “Avucunun içine koy,”
Harry öyle yaptı. Koca adam uyurgezer gibi dosyayı eline aldı.
“Şimdi getir bana, Kocaoğlan,” dedim. Coffey zincirlerini şıngırdatarak söyleneni yaptı. Hücreye girmek için başını eğmesi gerekiyordu.
Boyunu bir göz yanılsaması olarak değil de, gerçek anlamda anlayabilmek için onu yukardan aşağı süzdüm. Gerçekti: İki metre üç santim. Ağırlığı yüz kırk olarak belirtilmişti ama en azından yüz elli, hatta belki de yüz yetmiş beş kilo olmalıydı. Yara izleri ve doğum lekeleri bölümünde kayıt memuru emektar Magnusson’un ince el yazısıyla tek bir sözcük yazılıydı: Sayısız.
Başımı kaldırdım. Coffey biraz yana çekilmişti ve Harry’nin koridorun karşısında, Delacroix’nın hücresinin önünde durduğunu görebiliyordum. Coffey geldiğinde blokta yalnızca Delacroix vardı. Del ufak tefek, saçları seyrelmiş bir adamdı. Yüzünde sanki zimmetine para geçirmiş de her an keşfedilme kaygısıyla yaşıyormuş gibi hep endişeli bir ifade vardı. Evcil faresi omzunda oturuyordu.
Percy Wetmore artık Coffey’in olan hücrenin kapısına yaslanmış duruyordu. Ceviz ağacından copunu özel kılıfından çıkarmış, sanki oyuncağıyla oynamak isteyen bir adam gibi avucuna vurup duruyordu. Birdenbire onun orada durmasına artık tahammül edemedim. Belki mevsimsiz sıcaklar nedeniyle, belki karnımı yakan ve flanel çamaşırlarımın altında inanılmaz bir kaşıntıya yol açan enfeksiyon yüzünden ya da belki de eyalet bana idam edilmek üzere geri zekâlı bir siyahı gönderdiği ve Percy de açıkça önceden onu biraz hırpalamak istediği için. Belki de tüm bu nedenlerin hepsinin yüzünden. Her neyse, kısa bir süre Percy’nin politik bağlantılarını unuttum. “Percy,” dedim. “Reviri taşıyorlar.” “O işle Bill Dodge ilgileniyor…” “Biliyorum,” dedim. “Git ve ona yardımcı ol.” Percy, “O benim işim değil,” dedi. “Benim işim bu koca ahmak.” Percy iriyarı adamlardan nefret ederdi. Kendisi Harry Terwilliger gibi sıska değildi, ama kısa boyluydu. Dövüş horozu gibi bir adamdı. Özellikle de kazanma olasılığı yüksek kavgaları başlatmayı severdi. Saçıyla da pek böbürlenirdi. Ellerini çekemezdi saçından.
“O halde işin tamam,” dedim. “Şimdi revire git.”
Alt dudağını sarkıttı. Bill Dodge ile adamları kolileri, çarşaf yığınlarını, hatta yatakları bile taşıyorlardı. Revir tümüyle hapishanenin batı tarafındaki yeni binaya aktarılıyordu. Sıcak hava, ağır iş. Percy Wetmore bunların ikisine de bulaşmak istemiyordu.
“İhtiyaçları kadar adam var ellerinde,” dedi.
“O halde git ve başlarında dur,” dedim sesimi yükselterek. Harry’nin yüzünü buruşturduğunu görüp aldırmadım. Eğer vali Müdür Moores’a yanlış adamı okşadığım için beni kovma emri verirse, Hal Moores benim yerime kimi getirecekti ki? Percy’yi mi? Çok komik. “Ne yaparsan yap, Percy, yeter ki bir süre uzaklaş buradan.”
Bir an orada kalacağını ve kocaman, durmuş bir saat gibi oracıkta dikilen Coffey’in önünde sorun çıkacağını düşündüm. Sonra Percy copunu, o aptalca gösterişli aletini yeniden özel kılıfına soktu ve koridorda yürüyüp gitti. O gün hangi gardiyanın nöbette olduğunu hatırlamıyorum, geçicilerden biriydi herhalde, ama Percy herhalde onun görünüşünden hoşlanmamış olacaktı ki, geçerken, “O bok suratındaki aptalca sırıtmayı yok et, yoksa ben senin için yok ederim,” diye homurdandı. Bir anahtar şıngırtısı duyuldu, bir an için avlunun güneşi içeri doldu ve sonra en azından bir süre için, Percy Wetmore gitti. Delacroix’nın faresi küçük Fransızın bir omzundan ötekine koşturuyor, bıyıkları hiç durmadan titriyordu.
Delacroix, “Uslu dur Mr. Jingles,” dedi. Fare sanki anlamış gibi sol omzunda kalakaldı. “Yalnızca uslu dur ve sakin ol.” Delacroix peltek bir Cajun aksanıyla konuşuyordu.
“Sen git yat, Del,” dedim kısaca. “Biraz dinlen. Bu seni de ilgilendirmiyor.”
Sözümü dinledi. Genç bir kıza tecavüz edip öldürmüş, sonra cesedini kızın oturduğu apartmanın arkasına atmış ve suçunun kanıtlarını ortadan kaldırmak amacıyla yağ döküp ateşe vermişti. Alevler binaya sıçramış, her yeri kaplamış ve ikisi çocuk altı kişi daha ölmüştü, işleyip işleyeceği tek suç buydu. Artık kaygılı ifadeli, tepesi kel, ensesindeki uzun saçları yakasından aşağı inen, yumuşak bir adam olmuştu. Bir süre sonra Elektrikli’ye oturacak ve Elektrikli işini bitirecekti… ama ona o korkunç şeyleri yaptıran her neyse çoktan gitmişti; artık kerevetinde oturup küçük arkadaşının ellerinin üzerinde koşturmasını seyrediyordu. Bir bakıma en kötüsü de buydu: Elektrikli asla içlerindekini yakmıyor ve iğneyle verdikleri ilaçlar da uyutmuyordu. O şey sıçrıyor, başka birine geçiyor ve bize de sadece zaten ölmüş olan kabukları öldürmek kalıyordu.
Dikkatimi deve yönelttim.
“Eğer Harry’ye şu zincirleri çıkarmasını söylersem, uslu duracak mısın?”
Başını salladı. Yine aynı: yukarı, aşağı, ortaya. Garip gözlerini bana dikmişti. Bir tür sakinlik vardı onlarda ama güvenebileceğim bir sakinlik değildi bu. Harry’ye parmağımla işaret ettim. İçeri gelip zincirleri açtı. Şimdi hiç korkmuyordu. Coffey’in bacaklarının arasına diz çöküp ayak bileklerindeki kelepçeleri açarken bile korkmadı ve bu da beni biraz rahatlattı. Harry’yi huzursuz eden Percy’di ve ben Harry’nin önsezilerine güvenirdim. Percy dışında E Bloktaki sürekli görev yapan adamlarımın hepsinin önsezilerine güvenirdim.
Bloka yeni gelen mahkûmlara yaptığım bir konuşmam vardır ama Coffey’nin karşısında duraksadım. O kadar anormaldi ki. Yalnızca boyuyla da değil.
Harry geri çekildiğinde (Coffey zincirlerin açılması sırasında hiç kımıldamamıştı) başımı kaldırıp yeni mahkûmuma bir baktım. Parmağımı dosyanın üzerinde tıklatarak, “Konuşabiliyor musun, Kocaoğlan?” diye sordum.
“Evet efendim, patron, konuşabilirim,” dedi. Sesi derinden gelen bir gümbürtü gibiydi. Yeni ayarı yapılmış bir traktör motorunu hatırlattı bana. Gerçek güneyli aksanıyla konuşmuyordu ama konuşmasında sonradan fark ettiğim gibi, bir güneyli havası vardı. Sanki güneyden geliyormuş ama oraya ait değilmiş gibiydi. Cahile benzemiyordu, ama eğitimli de değildi. Başka pek çok şey gibi konuşması da bir gizemdi. Beni kaygılandıran çoğunlukla gözleriydi: Sanki bir tür huzurlu mesafede, sanki çok çok uzaklarda geziniyormuş gibiydi. “İsmin John Coffey.”
“Evet efendim, patron, tıpkı içecek gibi, ama aynı yazılmıyor.”
“Yazı yazmayı biliyorsun demek. Okumayı da biliyor musun?”
“Yalnızca ismimi, patron,” dedi sakin sakin, içimi çektim ve standart konuşmamı kısaca tekrarladım. Onun sorun yaratmayacağına karar vermiştim bile. Bu konuda hem haklı çıktım, hem de yanıldım.
“Benim ismim Paul Edgecombe,” dedim. “E Blokun başıyım. Benden bir şey istersen, ismen beni ara. Eğer ben yoksam bu adamı sor: İsmi Harry Terwilliger. Ya da Bay Stanton veya Bay Howell’i iste. Anladın mı?” Coffey başını salladı.
“Yalnızca biz gerçekten ihtiyacın olduğuna karar vermeden her istediğini alabileceğini sanma. Burası otel değil. Tamam mı?”
Yine başını salladı.
“Burası sakin bir yerdir, Kocaoğlan. Hapishanenin geri kalanı gibi değil. Burada yalnızca senle Delacroix varsınız. Çalışmayacaksın. Çoğunlukla yalnızca oturacaksın. Olup biteni düşünmeye fırsatın olur.” Çoğu için fazlaca zamandı bu, ama onu söylemedim. “Bazen, her şey yolundaysa, radyo çalarız. Radyo sever misin?”
Başını salladı ama sanki radyonun ne olduğundan emin değilmiş gibi biraz kuşkuluydu. Sonradan gerçekten öyle olduğunu öğrendim. Bir anlamda, Coffey bir şeyle yeniden karşılaştığında ne olduğunu hatırlıyor, ama arada unutuyordu. Dizilerdeki karakterleri tanıyor, ama geçen sefer ne yaptıklarını hiç hatırlamıyordu.
“Eğer uslu durursan, yemeklerini zamanında yer; uçtaki o tecrit hücresini ve arkadan iliklenen çadır bezinden üniformaları hiç görmezsin. Öğleden sonraları dörtten altıya iki saat avluya çıkabilirsin. Yalnızca diğer mahkûmların futbol oynadıkları cumartesileri hariç. Eğer seni ziyaret etmek isteyen birileri varsa, pazar günleri ziyaretçi kabul edebilirsin. Kimsen var mı, Coffey?”
Başını salladı. “Hiç kimsem yok patron.”
“Pekâlâ, avukatın öyleyse.”
“Sanırım onu da bir daha görmem,” dedi. “Özel avukatım değildi. Bu dağ başının yolunu bulabileceğini hiç sanmam.”
Şaka yapıp yapmadığını anlamak için ona dikkatle baktım, ama öyle görünmüyordu. Ben de aksini ummamıştım zaten. Temyiz başvuruları John Coffey gibilerine göre değildi; en azından o günlerde. Onlar mahkemeye çıkar, sonra dünya onları unutur giderdi. Tâ ki bir gazete köşesinde filancanın geceyarısı biraz elektrik aldığını okuyana dek. Kontrol etme sorunu söz konusu olduğunda eşi, çocukları, pazar günü öğleden sonraları için bir beklentisi olan adamların kontrol edilmeleri daha kolay olurdu. Ancak burada kontrol etmek sorun olmayacak gibi görünüyordu ve bu da iyiydi. Coffey o kadar iriyarıydı ki.
Oturduğum yerde biraz kımıldadım, sonra ayağa kalkmanın alt tarafım için daha rahat olacağını düşünüp kalktım. Coffey saygıyla gerileyip ellerini önünde kavuşturdu.
“Burada geçireceğin süre kolay ya da güç olabilir, Kocaoğlan. Hep sana bağlı. Ben senin bunu hepimiz için kolaylaştırabileceğini söylemeye geldim, çünkü eninde sonunda hepsi aynı yere çıkıyor. Sana layık olduğun kadar iyi davranacağız. Sorun var mı?”
Sanki bu fırsatı bekliyormuş gibi hemen, “Yatma zamanı bir ışık açık bırakıyor musunuz?” diye sordu.
Gözlerimi kırpıştırdım. E Bloka yeni gelenlerden pek çok garip soru işitmiştim -hatta bir keresinde eşimin göğüslerinin büyüklüğü bile sorulmuştu- ama bunu asla duymamıştım.
Coffey sanki onun aptal olduğunu düşüneceğimi biliyormuş, ama yine de kendine engel olamıyormuş gibi biraz mahcup gülümsüyordu. “Çünkü bazen karanlıktan korkarım biraz,” dedi. “Eğer yabancı bir yerdeysem.”
Ona, o iriyarı cüssesine baktım ve beklenmedik bir biçimde çok etkilendim. Bu insanlar size dokunurdu, biliyor musunuz, onları en kötü halleriyle, ocak başında çalışan şeytanlar gibi korkularını biçimlendirirken görmüyordunuz.
“Evet, geceleri burası bayağı aydınlık olur,” dedim. “Yoldaki ışıkların yarısı akşam dokuzdan sabahın beşine kadar yanar.” Sonra neden söz ettiğimi anlayamayacağının farkına vardım. O Yeşil Yolla Misissippi bataklıkları arasındaki farkı bile bilemezdi. Elimle gösterdim. “Koridorda.”
Başını salladı, içi rahatlamıştı. Koridorun da ne olduğunu bildiğinden emin değildim ama tel kafeslerin içindeki 200 vatlık ampulleri görebiliyordu.
O zaman, daha önce hiçbir mahkûma yapmadığım bir şeyi yaptım ve ona elimi uzattım. Bugün bile bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Belki ışıkları sorması yüzündendir. Harry Terwilliger gözlerine inanamadı, bunu size söyleyebilirim. Coffey elimi beklenmedik bir nezaketle tuttu, elim neredeyse onun avucunda kayboldu ve işte bu kadar. Ölüm şişeme bir pervane daha girmişti. İşimiz bitmişti.
Hücreden çıktım. Harry kapıyı çekip her iki kilidini de kilitledi. Coffey sanki şimdi ne yapacağını bilmezmiş gibi bir iki dakika daha öylece durdu, sonra kerevete oturdu, dev ellerini dizlerinin arasında kavuşturup kederlenen ya da dua eden bir adam gibi başını eğdi. O garip, güneyliye benzer sesiyle bir şeyler söyledi. Açık seçik duydum ve o zamanlar ne yaptığını pek bilmiyor idiysem de (bir adamı yaptıklarının bedelini ödeyene dek beslemek ve ona bakmak için hakkında pek fazla şey bilmek gerekmez) yine de ürperdim.
previous post