Acayip Şeyler Dizisi’nin çok meraklı, çok heyecanlı ve çok sabırsız okuyucuları, bir kez daha merhaba!
Dizimizin onuncu kitabında, gökyüzünü paylaştığımız kanatlı dostlarımızın dünyasında mucizelerle dolu çok acayip ama gerçekten çok acayip bir yolculuğa çıkacağız…
***
İnsan Nasıl Uçar?
HAYATIMIN en büyük keşiflerinden birini yaptığımda on yaşındaydım. Yaz bitmek üzereydi. Günlerimin çoğunu arka bahçedeki incir ağacının tepesinde geçiriyordum. İncirlerden bal damlıyor ve alaycı ihtiyar bir karga ile bu ballı incirler konusunda bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele veriyordum.
“Gaaak!”
“Yine mi geldin bed sesli gudubet!”
“Gaak!”
“Yürü git!”
“Gaaak!”
“Sinir bozucu yaratık! Gagalama şu incirleri!”
“Gaaak!”
“Göç etmeye ne dersin ha? Bak yaz da bitiyor, hadi göçüver sen. Leylekler ve kırlangıçlar çoktan yol hazırlıklarını bitirdiler; yakında kâfileler halinde Sibirya adında sıcak bir ülkeye gidecekler. Deniz, kum, güneş, envai çeşit tropikal meyve.. Aha böyle kafam kadar incirler… Buraya kış gelecek, soğuktan donacaksın.! Hadi naş naş!”
“Gaaaaak!”
“Senin yerinde olsam bi dakka durmam. Ama annem “Çok uzaklara gitme, evin etrafından ayrılma, seslenince sesimi duyacağın bir yerde ol!” diye tembihledi beni…”
“Gaaaaaaak!”
“Yo yo yo! O olmaz o benim o! Günlerdir, çatlayıp ballanmasını bekliyorum. Dokunma o incire..!”
Sırf o kargaya kaptırmayayım diye, en üst dallardaki olgun bir inciri koparmak için yukarılara doğru tırmanmaya başladım.
Ne olduysa işte o anda oldu. Bastığım dallardan biri kırıldı, hızla yere çakıldım. Ve hayatımın en büyük keşiflerinden birini de o zaman yaptım. İnsanların aslında uçabiliyor olduklarını keşfettim. Evet evet! Ümitsizliğe kapılmamalı, kuşların pırrrr diye uçmalarını, daldan dala konmalarını gözümüzde fazla büyütmemeliydik. İnsanlar da pekala uçabiliyorlardı. Ancak, sadece aşağıya doğru!
“Ighhhh! Başım, başım, başım!”
“Yer çekimi! Ahhhh! Evet kesinlikle yer çekimi diye bir şey de var! Ama o çok önemli değil…”
“Alçaktan uç İkarus! Alçaktaaaaaaaan!”
Uçmak,—elbette gökyüzüne doğru—on binlerce yıl insanoğlu için o kadar imkânsız bir şey olarak kaldı ki, uçan ya da uçmaya çalışan insanlara sadece masallarda, efsanelerde, İkarus’un hikâyesi gibi mitolojik öykülerde rastlanıyordu.
Eski Yunanlıların şu mitolojik masallarını her zaman ilginç bulmuşumdur.
Bi kere kesinlikle çok matrak oluyorlar…
Tabii, bir o kadar da saçma…
Atinalı meşhur mimar aynı zamanda mucit macit Daidalus’un oğlu İkarus, haytalık yapınca Kral Minos’un emri ile kulağından tutulduğu gibi zindana atılmış.
Daidalus bu işe çok bozulmuş. Baba yüreği tabii, nasıl bozulmasın? Oğluna, zindandan kaçması için bir takım iri kuşların çeke kopara yürüttüğü tüylerinden iki kanat yapıvermiş.
O zamanlar daha Japon yapıştırıcısı icat edilmediğinden, bu kanatlardaki tüyleri, tükürük ve bal mumu ile birbirine yapıştırmış.
“İkarus! İkarus! Hadi oğlum uç! Ama sakın çok yüksekten uçma! Güneşten de uzak dur!”
İkarus, kanatları sırtına taktığı gibi zindanın penceresinden kendisini boşluğa bırakmış.
Oğlunun arkasından heyecanla bakan baba Daidalus, “Alçaktan uç İkarus alçaktaaaaan!” diye bağırmış…
İkarus uçtu kaçtı göklere kanat açtı ya, az zaman sonra babasının ikazlarını unutuvermiş. Yükseliyor yükseliyor, arka arkaya pike yapıyor, “Uvaaaa! Uvaaa! Kral Minnoş na’ber anam!” diye naralar ata ata uçmanın tadını çıkarıyormuş.
Sonra bir bakmış pırıltılı Akdeniz güneşi başının üstünde yaldır yaldır yanıyor.
“Dur hele!” demiş İkarus. “Şu güneşe kadar bi gidip geleyim.” Sonra da kanat çırpa çırpa iyice yükselmiş.
Yükselmiş ama sürekli güneşe karşı uçtuğu için ısınan balmumları erimeye başlamış. Sonunda kanatlarındaki tüyler telekler kopmuş bir bir dökülmüş.
İkarus’un aklı başına geldiğinde iş işten geçmiş… Kanatları, şarküteri tezgahındaki tavuklar kadar tüysüzmüş artık ve olanca hızıyla Santorini adası açıklarında denize çok sert bir acil iniş yapmış…
O sırada adada bulunan Norveçli bir turist kâfilesinin sahil güvenlik görevlilerini görünce; “Gittiii gittiii civan gibi delikanlı gitti! Biraz daha beriye düşeydi biz onu havada kapardık ama biraz daha beriye düşmedi!” diye dövünüp ağlamalarına bakılacak olursa, İkarus düştüğü yer her neresi ise, oradan bir daha asla çıkamamış…
Düşmeden önce söylediği şu sözlere de on binlerce yıl kimse bir anlam verememiş:
“Uçuş kontrol! Uçuş kontrol! İrtifa kaybediyorum. Tamam!”
“Keykavus’un Uçan Tahtı”
Bu da başka bir masal ve en az İkarus’unki kadar acayip…
Sasani İmparatorluğu’nun kralı Keykavus’un canı uçmak istemiş.
“Yerde daha yer kalmadı. Uçayım gideyim, gökleri de bi feth edip geleyim” demiş.
Fakat Keykavus temkinli adammış, işi sağlama almadan ayaklarını yerden kesecek biri değilmiş…
Dahası uçayım falan diye tahtı boş bırakmaya da hiç niyeti yokmuş. “Uçacağısam tahtımlan birlikte uçacağım. Ya ne olacağıdı!?” demiş.
Önce dört bahtsız kartalı yakalatıp, günlerce aç bıraktırmış. Açlıktan dilleri gagalarından dışarıya sarkan bu kartalları, tahtın bacaklarına bağlatmış. Sonra da kıymetli tahtının dört bir yanına birer sırık çaktırmış. Sırıkların uçlarına da parça parça etler astırmış.
Aç bilaç kartallar, sırıkların tepesindeki etleri kapıp yutmak için var güçleri ile kanat çırpıp hücum etmişler. Ama bağlı oldukları için et parçalarına asla ulaşamıyorlarmış.
Buncağızlar, ha kaptım ha yuttum diye kanat çırptıkça, tahtına sıkı sıkı oturan Keykavus havalanmış, göklere doğru uçmaya başlamış hesapta. Tabii emniyet kemerini takmışmış.. Ancak bir süre sonra kartallar bu işte bi çakallık olduğunu sezmişler.
İçlerinden bir tanesi, “Durun ulan! Bu iş böyle olmayacak. Kolumuzda kanadımızda derman kalmadı” demiş. Kartallar durunca tabi Keykavus, tepe üstü yere çakılmış…
İnsanoğlunun uydurduğu bu abuk sabuk uçma hikâyelerinden sonra şimdi size gerçek bir öykü anlatacağım.
Kurtubalı şair, astrolog, müzisyen, astronom, mühendis ve daha birkaç bir şey daha—Bu bilgileri kartvizitine nasıl sığdırıyordu acaba?— Abbas ibn Firnas’ın, yani adam akıllı ilk uçan insanın hikâyesini ve tabii ilk uçuş makinesinin…
İlk Uçan İnsan: Abbas ibn Firnas
Bugünkü İspanya’da bulunan Kurtuba şehri, 300 yıldan daha uzun bir süre Müslüman Endülüs Emevi Devleti’nin hakimiyeti altındaydı.
756 yılında kurulan bu büyük devlet, 1031 yılına kadar varlığını sürdürdü.
O günkü dünyanın tartışmasız en büyük bilim ve sanat merkezi olan Kurtuba, sayısız Müslüman bilim adamının yaşadığı gerçek bir bilim şehriydi.
Yüzbinlerce kitabı barındıran, binlerce kütüphanesi vardı.
Günümüzde bilim ve teknoloji adına neye sahipsek, pek çoğunun temellerinde Kurtubalı bilim adamlarının alın teri ve göz nuru vardır.
Abbas ibn Firnas, 9. yüzyılda Kurtuba’da yaşayan bilge bir adamdı. Olağanüstü bir merakı ve bu merakın peşinde ordan oraya koşabilecek bir zekası vardı. Ve son zamanlarda kafayı uçmaya fena halde takmıştı…
Dost meclislerinde bundan bahsediyor, kendisiyle iki çift laf etmeye kalkan herkese, uçmak konusundaki fikirlerini hararetli hararetli anlatıyordu. Kollarını kuş kanatları gibi iki yana açıyor, gözlerini kapatıp bir buluttan ötekine uçtuğunu, bir ağacın dalına konup şiirler söylediğini hayal ediyordu.
“Minnacık minnacık serçeler uçuyor, ak güvercinler, mülayim kumrular, yırtıcı şahinler, kapıp götürücü kartallar, çekip koparıcı akbabalar, göçücü leylekler ve kargalar uçuyor! Ama ben uçamıyorum!” diye hayıflanıyordu Abbas ibn Firnas.
Bazıları onu ciddiye alıyor bazıları ise ne dediğini hiç anlamıyordu…
9. yüzyılın Kurtuba’sı gibi gecesi gündüzü bilimle iç içe geçen bir şehirde bile, uçma fikri pek çokları için uçuk bir hayalden ibaretti.
Abbas ibn Firnas ise buna gönülden inanıyor, en azından denemeden bu fikirden vazgeçmeyi düşünmüyordu.
– Bu herif kim ya!?
– Büyük bilgin Abbas ibn Firnas, enişte.
– Ya kuş mu ki uçacak? Hem kuşlar uçuyor da ne oluyor!? Bak şu tabağımdaki ördeğe, zamanında nerelere uçtu kimbilir? Ama sonunda kebab oldu… Portakallı değil mi bu evladım, portakallı?
– Granada usulü portakallı ördek efendim. – Yavaş ye enişte boğulacaksın.
– Aha da lades kemiği çıktı lades tutuşak mı?
– Sırası mı enişte? Adam bi şey anlatıyor!
– Şefim o portakallı ördeğin tarifesini versene bana bi küçük kâğıda yazıp…
– Ya bi dur enişte adamı konuşturmadın be!
“Allah kuşları her şeyleriyle uçabilecek şekilde yaratmış ama bize de akıl vermiş. Eğer aklımızı doğru şekilde kullanabilirsek, bizler de uçmanın bir yolunu bulabiliriz!”
– Şefim acık daha koysana o portakallıdan!
– Şişşşt! Allah’ın aşkına sus be enişte!
“Bence bütün mesele kanatlarda. Eğer kanat benzeri bir alet geliştirebilirsek, kuşlar gibi uçabilmemiz mümkün olabilir.”
– Şef hep kanat doldurmuşsun! Yok mu but falan, bitti mi?
– Doymadın be enişte yuh!
– Ablan önümüze iki kap yemek koydu da yemedik mi? Gerçi yaptığı yemekleri köpeğin önüne atsan yemez koklamaz ya, o da ayrı…
– Enişte gözünü seveyim bunu evde konuşalım. Adam nasıl uçulacağını anlatıyo ya! Bi dinle…
– Bu adam zaten uçmuş be oğlum! Yok kanat takacakmış da falan da…
– Enişte rezil ettin bizi.
– Boşıycam o ablanı!
– Aman be!
Abbas ibn Firnas, ilk önce bol rüzgarlı çöl bölgelerinde bir takım deneyler ve küçük denemeler yaptı. Dünyanın ilk uçuş makinesi için kafasında oluşturduğu plânları bir bir gerçekleştiriyordu.
852 yılında, tahta çıtalarla gerdirilmiş kocaman bir pelerini sırtına taktı ve Kurtuba’daki Ulu Cami’nin minaresinden aşağıya atladı.
Uçabildi mi? Pek değil! Paraşütle atlayan biri gibi aşağıya doğru süzülerek indi sadece.
Yaptığı kanatımsı düzenek, düşme hızını oldukça yavaşlattığı için, ufak tefek sıyrıklarla bu tehlikeli deneyi atlattı.
Nerede bi hata yaptığını, neyi eksik bıraktığını uzun uzun düşünen Abbas ibn Firnas, yaptığı kanat düzeneğini oldukça geliştirdikten sonra bir deneme daha yapmaya karar verdi.
Bu sefer uçmak için Kurtuba şehrinin dışında, Gelin Dağı’nın yakınlarındaki bir tepeyi seçti.
Kurtuba halkı böyle bir denemenin yapılacağını günler öncesinden duyduğu için tepenin eteklerine toplanmış, merakla, bu çılgın bilim adamını bekliyorlardı.
– Enişte çok heyecanlıyım ha!
– Niye be oğlum!?
– Sence uçabilecek mi bu sefer?
– Aşağa doğru kesin ama yukarı çıkabilir mi bilmem!
Bir süre sonra, sırtında kocaman bir çift kanat ile Abbas ibn Firnas geldi. İnsanlar çok şaşkın ve heyecanlıydı. Daha önce böyle bir şey görülmemişti.
Dünyanın ilk uçma makinesi, ipek ve gerçek kartal tüyleriyle yapılmış bir düzenekti. Tepeye doğru çıkmadan önce halkı selamlayan Firnas, onlara nasıl uçmayı düşündüğünü anlattı:
“Eğer işler yolunda giderse, şu tepeden kendimi aşağıya bıraktığımda bu sırtımdaki kanatları kuşlar gibi çırpa çırpa uçacağım..”
– Enişte elimi tut!
– Deli olma oğlum! Sen mi uçacaksın, ne korkuyosun!?
Abbas ibn Firnas, bu cesur bilgin, tepenin zirvesine çıktığında, halk nefeslerini tutmuş; gözlerini, aşağıdan bakıldığında neredeyse gerçek bir kuş kadar görünen Firnas için dualar etmeye başlamıştı.
– Allah’ım Firnas’ı muhafaza eyle! Amin!
– Türbilansa kapılırsa o kötü!
– Enişte türübülans ne be?
– Sen hiç uçağa binmedin mi?
– Ha?!
– Ya boşver ben heyecandan ne dediğimi biliyo muyum sanki!
Son kontrolleri yapan Abbas ibn Firnas, kendisini tepeden aşağıya bıraktı. Bir süre aşağıya doğru süzüldü. Kanatlarını çırpmaya başladığında ise hatırı sayılır miktarda yükseldi. Şaka maka değil, adam gerçekten uçuyordu!
– Enişte! Enişte! Enişte! Uçuyo Enişte!
– Uçtu da, bunun bi de konması var aga! Bakalım konabilecek mi? Yoksa ne anladım o işten…
Halkın şaşkın bakışları arasında gökyüzünde on dakika kadar kuşlar gibi süzülen Abbas ibn Firnas, yaptığı bir düzenek sayesinde uçan ilk insan olarak tarihe geçmişti… Bugün Batılıların yazdığı bilim tarihi kitaplarında, ilk uçan insanın ismi Armen Firman diye geçer.
Armen Firman, Endülüslü büyük Müslüman alim Abbas ibn Firnas’dan başkası değildir…
– Enişte adam uçuyo sen “Konabilecek mi bakalım?” diyosun. Adam uçuyo be!
– Olur mu oğlum, uçağı indirmek, kaldırmaktan daha zormuş…
– Enişte, yine ‘uçak’ dedin!?
– Ya tamam bi şey yok ya!