“Vlaaad!”
“Kim var orada?”
“Ben beklediğin kişiyim!”
“Nasıl? Yani sen…”
“Evet! Bana Şeytan diyebilirsin ya da İblis veya Lucifer! Pek çok diyarda pek çok isimle anılırım. Ama hangi ismimle çağırırsan çağır, işte o benim!”
Gizem, korku ve savaş!
1458 yılında Eflak’ın başkenti Targovişte’de başlayan bu karanlık hikâye, sadece kanla yazılacak bir savaşın kıvılcımını çakıyor.
Efsanevi zalimliğiyle tanınan Dracula, Şeytan’la anlaşarak insanlık dışı bir yaratığa dönüşüyor. Osmanlı’nın yiğit akıncıları ve Fatih Sultan Mehmet ise bu zalim iblisi alt etmek için müthiş bir plan kuruyor!
Tarihî gerçeklerle hayal gücünü harmanlayan bu destansı hikâye, bir yandan sizi büyülerken bir yandan da dehşete düşürecek. Bu fantastik dünyaya tanık olmaya hazır mısınız? Okuduğunuzda neyin efsane, neyin gerçek olduğuna inanamayacaksınız!
****
KAN KARDEŞLER
Dönemin Macar Kralı Vladislav’ın seçkin şövalyelerinden olan II. Vlad Dracul, cengâverliği ve acımasızlığıyla ün salmıştı. Bir rivayete göre “Dracul” namıyla anılmasının sebebi, Rumence’de “şeytan” anlamına gelen bu kelimenin acımasızlığından ve kendisine karşı duyulan korkudan dolayı kullanılmasıydı. Bir diğer rivayete göre ise kılıcında ve zırhında taşıdığı ejderha “draco” figüründen dolayı, “ejderha oğlu” anlamında bu ünvanla anılıyordu. Rumenler tarafından “Wallachia”, Türkler tarafından ise “Eflak” olarak anılan bölgede hüküm süren II. Vlad Dracul, Osmanlıların, Balkanlarda gittikçe büyüyen gücüne karşı gelemeyeceğini anlayarak, Sultan II. Murat’a bağlılığını bildirdi. Osmanlılarda, tabi olan devletlerin başına merkezden vali atamak yerine, o bölgenin ileri gelenlerinden, sadakatine güvenilen bir kişinin yönetici yapılması tercih ediliyordu. Bunun üzerine Eflak Voyvodası olarak tanınan II. Vlad Dracul, hem bir garanti olarak hem de yetiştirilmeleri için çocuklarını Edirne Sarayı’na gönderdi. Oğulları III. Vlad ve Radu, Edirne Sarayı’nda prens olacak şekilde yetiştiriliyorlardı. Küçük Vlad burada bir de arkadaş edinmişti: Şehzade Mehmet. Hem aynı hocalardan ders görüyorlar hem oyun arkadaşlığı yapıyorlardı. Arkadaşlıkları pekişen iki çocuk, kan kardeşi de oldular. Gençlik çağlarına geldiklerinde, II. Mehmet babasının yerine tahta geçmiş, Vlad de ülkesine dönmüştü. Sultan Mehmet 1453’te, artık köhnemiş olan Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’i fethederek devletini, bir cihan imparatorluğu hâline getirmişti. Vlad de 1456 yılında Osmanlı’ya tabi olan Eflak tahtına geçmişti. İlk yıllarında başarılı bir yönetim göstermiş, Osmanlı’nın çıkarlarını samimiyetle koruyup, vergilerini de merkeze düzenli bir şekilde göndermişti. Bunun karşılığında ise Fatih Sultan Mehmet ona herkese tanımadığı geniş bir özerklik sunmuştu. Ancak Romen soyluları arasında yükselen milliyetçilik söylemleri yavaş yavaş Vlad’i da etkiliyordu. Etrafındakiler, babasının efsanevi kahramanlıklarından bahsederek, Vlad’i bağımsızlık için kışkırtmaya başlamışlardı…
KÂBUS
Targovişte, Eflak, 1458
Bulutsuz gökyüzünde parıldayan dolunayın ışığı, sanki şehri nurla yıkıyor ve hem kirlerinden hem de günahlarından arındırıyordu. Şehrin yanından akıp giden Ialomita Nehri de cömert dolunaydan aldığı payla, kıvrım kıvrım olmuş gümüş bir ip gibi uzuyordu. Gökyüzünde ağır ağır ilerleyen ayın ışığı, sarayın büyük pencerelerinin birinden içeriye doğru hüzmelendi. Sanki özellikle aydınlatmak ister gibi büyük ve gösterişli yatağındaki huzursuz uykusunda kâbuslar gören, genç adamın üzerine vurdu. Kaslı çıplak göğsü ve alnı ter içinde kalmış olan genç adam bir çığlık atarak uyandı. Doğrularak yatakta oturdu. Ellerini, terden ıslanmış uzun saçlarında gezdirdi. Onun arkasından, yumuşak örtülerin içinde kaybolmuş nazik bir beden daha doğrularak, şefkatle adama sarıldı. Genç kadın, yeşil gözlerindeki bakışlarında aynı anda hissettirdiği üzüntü, korku ve şefkati ses tonuna yansıtarak konuştu: “Vlad! Aşkım! Yine mi aynı kabuslar?” Ve uyandı Vlad. Zorla araladığı gözlerinden içeri, duvardaki şamdanda titreyen mumların ışığı doluştu birden. Az önce kendisini boğazlayan kâbusu ve bu canını sıkan mum ışığını kovmak istercesine ovaladı gözlerini. Kalbinin gümbürtüsünün bütün odada yankılandığı zannıyla ve yutkunarak karşılık verdi:
“Evet Elizabetha! Yine öncekilere benzeyen bir kâbus… Kan kardeşim Sultan Mehmet’le, beraber yetiştiğimiz Edirne Sarayı’nda… Gülüşüp şakalaşarak kılıç talimi yapıyoruz. Fakat ben ona hamle yaptıkça o büyüyor, büyüyor, büyüyor… Bir dağ gibi oluyor. Bense karınca gibi kalıyorum. Onun karşısında, dağın dibindeki bir karınca kadar âciz hissediyorum. Gökyüzüne ulaşan yüzünde, bana merhametle gülüyor. Ama onun merhameti beni korkutuyor.” Elizabetha’nın ince ve karanlıkta dahi görülebilen bembeyaz parmakları, Vlad’in terden sırılsıklam olmuş saçlarının arasındaydı hâlâ. “Neden onun merhametine sığınmayı denemiyorsun? Bu seni niye bu kadar korkutuyor?” Vlad yutkundu. Yine ve yine… Yatağın baş ucunda duran gümüş ve sedef işlemeli sehpanın üzerinde duran kristal sürahiyi işaret etti. Ağzının içi kupkuruydu. Telaşla bardağın yarısını doldurdu Elizabetha. Vlad’e içirdi, kendi eliyle, bir yudum. Daha dudaklarını bardaktan tam ayırmadan anlatmaya devam etti ekselans. Soluk soluğaydı:
“Kendi kaderimi bir başkasının merhametine bırakmak… Ya bir gün merhamet etmekten vazgeçerse ne olacak? Mehmet’in gücü gerçekten de her geçen gün artıyor. Bin yıllık Bizans’ı bile almayı başardı. Böyle giderse bütün Avrupa’yı alacak hâle gelmesi işten bile değil. İstese iki yüz bin asker çıkarabilir. Bense ülkemdeki bütün yetişkinleri askere alsam, yirmi-otuz bin kişiden daha kalabalık bir ordu çıkaramam.” Vlad biraz duraksadı. Derin bir iç geçirdikten sonra devam etti: “Elizabetha’m! Macar Kralı benimle birlik olsaydı diğer prenslikleri de arkama takıp Osmanlıları, Avrupa’dan atabilirdim. Biliyorsun, ben onların sarayında, Mehmet’le beraber yetiştim; taktiklerini, yaşantılarını, düşüncelerini çok iyi biliyorum. Corvinus bu kadar korkak olmasaydı Mehmet’i yenebilirdim.” Vlad’in gözlerine şefkatle baktı Elizabetha. Sanki asil ve cesur bir prensle değil, sakinleştirilmeye muhtaç bir çocukla konuşuyormuşçasına bir nahiflik vardı sesinde: “Bu kadar kendini yıpratma sevgili prensim. Belki Papalığa gönderdiğin papazlar, iyi haberlerle gelirler. Eğer Papa, seni desteklerse Macar Kralı Corvinus da ona uyarak seninle müttefik olacaktır. O zaman Tanrı’nın yardımıyla, büyük bir Haçlı ordusunun başında Mehmet’e karşı istediğin zaferi kazanabilirsin.” Vlad başını yana çevirerek, Elizabetha’nın omuzunda duran elini öptü. Kalbinin sesi biraz azalmıştı. Sonra sevgiyle Elizabetha’nın yeşil gözlerinin içine baktı: “Umarım öyle olur sevgilim! Umarım olur…”
PISKOPOS
Targovişte Sarayı’nın geniş taht salonunda gergin bir hava hakimdi. Taht odasının çift kanatlı giriş kapısının az ötesinde iki granit sütun… Bu sütunların simetrik olarak aynıları, prensin tahtının ön tarafında, yerden tavana kadar yükseliyordu. Salonu tepeden çevreleyen, yirmi sekiz cam fanustan oluşan bir zeytinyağı avizesi. Duvarlarda irili ufaklı tablolar, Yüce Vlad’in hanedanına mensup asillerin portreleri. Taş zeminden üç basamakla yükselen alandaki tahtının üzerinde oturan Vlad’in etrafı, çoğu en samimi olduğu soylulardan, birkaçı da ileri gelen papazlardan oluşan yirmi kadar insanla çevrelenmişti. Etrafındakilerin Vlad’i sıkıştırmalarından rahatsız olan, en yakın dostu ve komutanı Petru, sesini yükselterek diğerlerininkini bastırdı: “Lordum! İtirazlara aldırmayın! Sultana söz verdiğiniz on bin duka altını gönderilmeye hazır. İstediğiniz zaman bir müfreze eşliğinde gönderebiliriz.” Fakat söylediği sözler salondaki sesleri arttırdı. Vlad artık sinirlenmeye başlamıştı. Kızgınlığını belli eden bakışlarla, sert bir şekilde sağ elini yukarı kaldırarak sesleri kesti. Ne kadar saygın ya da Vlad’e yakın olsalar da salondakilerin hiçbiri onun öfkesiyle yüzleşmek istemezdi.
“Siz konuşun Sayın Anton! Sizler de sessiz olun ki mevzuyu doğru dürüst anlayalım!” dedi Vlad yüksek perdeden. Piskopos Anton ise daha sakin ve yalvaran bir ses tonuyla cevapladı. Başını iyice eğmiş, ellerini, altın sırmalı işlemeleriyle göz dolduran ruhban cübbesinin geniş bileklerinin içinde birbirine kenetlemişti. Konuştukça daha çok eğiliyordu sanki. Başındaki büyükçe kutsal külah, düştü düşecekti: “Lordum! Fakir halkımızın nice güçlüklerle kazandığı bu on bin duka altını göndermekle, kâfirlerin gücüne güç katıyorsunuz. Oysa bu altınlarla halkımızın pek çok hayati ihtiyaçlarını giderebilirsiniz.” Vlad, huzurunda böylesine açıkça bir itiraz beklemiyordu. Sinirleniyor ve bir piskoposla konuşuyor olmanın yapmacık saygısıyla, hiddetini gizlemeye çalışıyordu: “Peki, Sultan ordusunu üzerimize gönderdiğinde, fakir halkımızın yaşamları bundan nasıl etkilenecek? Yoksa dualarınızla mı ülkemizi koruyacaksınız?” Cümlenin sonunda, geriye doğru gevreyen dudaklarında, alaycı bir gülümseme oluştu Vlad’in. “Yoksa dualarınızla mı ülkemizi koruyacaksınız?” Oldum olası samimi bulmuyordu bu ruhban sınıfını. Tehlikeli ve içten hesaplı görüyordu üstelik. Gücünün üzerinde başka bir güce tahammülü yoktu. Ve bazen, din adamlarının halkın üzerinde, neredeyse kendisinden daha fazla güç sahibi olduğunu görüyordu. Belki de Vlad’in karşısında Piskopos’un hâlâ cevap vermeye cesaret edebilmesi, bu gücün bir göstergesiydi. “Lordum! Tanrı’nın gücünü hafife almayın. Dualar bazen ordulardan daha kuvvetli olabilir!” Bu defa sinirlenmişti Vlad. İşlemeli bir yay şeklini andıran tahtından, boşluğa doğru fırlayan bir ok gibi hınçla doğruldu. Bu birdenbire patlayan kızgınlıkla, devlet adamları kıllarını bile kıpırdatmazken, sadece papazların ürkmesi aslında çok manidardı.
“Sizin de bağlı olduğunuz Konstantinopolis’teki patrikhanede yapılan dualar, Sultan Mehmet ve askerlerini durduramadı ama.” Vlad bu kez diğerlerinden daha uzun boylu, omuzlarından beline kadar altı kat üst üste tabaklanmış, manda derisinden zırhla çevrili, tepesi devekuşu tüyüyle süslü, bronz miğferini kolunun altında tutmuş, hazır olda ekselanslarını dinleyen Kumandan’a dönerek, yine yüksek sesle konuşmasına devam etti: “Siz ne diyorsunuz Komutan Stefan? Sultan Mehmet, yüz bin askerini üstümüze gönderse on bin askerimizle onun ordusunu yenebilir miyiz?” Vlad’in alaycı sorusunu Stefan, büyük bir ciddiyetle cevapladı: “Lordum! Tabii ki Türklerle yapacağımız bir meydan muharebesini kazanma şansımız yok. Ancak Transilvanya’nın sarp mevkilerindeki şatolarımıza çekilerek, onları yıllarca uğraştırıp yıpratabiliriz. Başarılı bir direniş gösterirsek, çevre prensliklerden ve Macaristan’dan yardım gelmesi kuvvetle muhtemel.” Vlad, tahtının önünde ayaktayken, ani bir adımla Stefan’la göz göze geldi. Hıncı, gözlerinden savruluyordu: “Saçma!” diye bağırdı Kumandan’ın yüzüne nefeslerini vurarak. “Mehmet iki ayda koskoca Konstantinopol’ü aldı. Bizim kuş yuvası kadar şatolarımızın ne şansı olabilir!” Salondan bir uzlaşma çıkmayacağını anlayan Vlad, hışımla çıkışa doğru yönelirken bir taraftan da bağırarak son sözlerini söyledi: “Petru! Sen hazırlığını yap ve altınları yolla… Aaah, odama da bir şişe şarap gönder dostum!”
SEFİR
Vakit akşama yaklaşmıştı. Öğleden sonra sevgili Elizabetha’sıyla beraber odasına kapanan Vlad, Elizabetha’nın itirazlarına rağmen bir şişe şarabı devirmişti. Ara sıra kalkıp odanın içinde bir o yana bir bu yana yürürken hafif hafif sallanmaya başlasa da kafasındaki düşüncelerin şiddetinde bir azalma olmamıştı. Bu sırada muhafızlardan biri, kibarca kapıya vurdu. Vlad, kaba bir şekilde bağırdı: “Ne var?” Muhafızın sesi korkudan titriyordu. Kekeledi: “Lo… Lordum! Ro… Roma’ya gönderdiğiniz Pa… Papaz Grigore dönmüş!” Bu söz Vlad’i oldukça heyecanlandırmıştı. Çakırkeyifliğine aldırmadan kapının dışında bekleyen muhafıza emir verdi: “Hemen saraya gelsin! Piskopos Anton ile komutanları da çağırın!” Yarım saat kadar sonra Vlad taht salonuna girdiğinde, Papaz Grigore ile ileri gelen komutanlarından beşi salonda hazır bekliyordu. İyice ayılmak için kafasından aşağı bir güğüm su boşaltan Vlad’in uzun saçları hâlâ ıslaktı. Tahtına oturduğunda Piskopos Anton da tombul yanakları pembeleşmiş bir hâlde, paytak paytak koşarak salondaki gruba dahil oldu.
Ekip tamamlanınca Vlad salondaki bütün hizmetçi ve muhafızları dışarı çıkarttı. Bütün gözler merakla, Papaz Grigore’un üzerinde toplandı. Kuru bir dal gibi zayıf olan Grigore, bir eliyle seyrek ve sivri sakalını sıvazlarken, hafifçe öksürerek boğazını temizledi. Yine de çatallanan sesiyle konuşmaya başladı: “Lordum! Emrettiğiniz gibi Papa Hazretleri’nin huzuruna çıkıp, Sultan Mehmet’e karşı düşünmüş olduğunuz planlarınızı ve yardım isteğinizi kendisine ilettim.” Vlad’in soran ve heyecanlı bakışlarını gözünden ayırmadığı Grigore yutkunarak devam etti: “Ancak Papa Hazretleri, düşünmüş olduğunuz Haçlı seferinin Sultan Mehmet’i yenip, Türkleri Avrupa’dan atmakta yeterli olup olmayacağı konusunda oldukça tereddüt etti. Eğer başarılı olamazsanız Sultan Mehmet’in öfkesini üzerlerine çekmekten korkarak teklifinizi reddetti!” Vlad, öfkeyle iki elini, yumruk yaparak, tahtının kolçaklarına indirdi. Salon bir anda buz keserken Vlad, Papaz Grigore’a bağırdı: “Yardımları karşılığında Wallachia’nın Katolikliğe geçeceğini, hatta etrafımızdaki Boğdan ve Bulgaristan gibi ülkeleri de bu konuda zorlayacağımızı söylemedin mi?” Bu söz üzerine, Piskopos Anton’un zaten pembe olan yanakları kızarırken Grigore soruyu cevapladı: “Söylemez olur muyum Lordum! Bu görüşmeden sonra on gün daha Roma’da kalarak bazı kardinalleri sıkıştırdım. Israrlarım sonucunda Papa Hazretleri, en güvendiği kardinallerden birkaçı ile tekrar bir toplantı yaptı. Ama yine tavırlarını değiştirmediler Lordum!” Bunun üzerine Vlad’in omuzları çöktü. Sanki tahtının üzerinde küçülmüştü. Kısa süren bir sessizlikten sonra dudaklarından fısıltı şeklinde birkaç kelime döküldü:
“Hepiniz çıkın! Beni yalnız bırakın… Petru! Bir şişe şarap yolla, çok uzağa ayrılma!” Biraz sonra uşaklardan biri üstünde koca bir şişe şarap ve billur bir bardağın olduğu bir tepsiyle içeri girdi. Onunla beraber elindeki uzun çubuğun ucunda, küçük bir ateş yanan bir başka uşak daha içeri girerek, kapının yanındaki yağ kandilini tutuşturdu. Duvarda sıralanan kandilleri yakmaya devam edecekti ki Vlad onun da çıkmasını istedi. Diğer uşak, küçük ve oymalı, ahşap bir masayı tahtın sağ yanına getirerek, elindeki tepsiyi üzerine bıraktı. Şarap şişesini açtı. Bardağı dolduracaktı ki Vlad bir el hareketiyle onu da uzaklaştırdı. Bardağı eline aldı ve taş basamakların üzerine fırlattı. Bardak boş salonda yankılanan bir şangırtıyla kırılırken, Vlad şişeyi alıp kafasına dikti. Öbür uçtaki tek bir kandilin aydınlatmaya yetmediği salonda içkiye ve düşüncelere gömüldü. Bir saat kadar sonra salonda önce kırılan şişenin, sonra da bu kez kendinden emin bir şekilde bağıran Vlad’in sesi duyuldu: “Petru! Petru!” Kendisi de düşüncelere dalmış, salon kapısının hemen dışında bekleyen Petru, içeri daldı: “Emredin Lordum!” “Gel dostum gel!” Petru’nun karanlıkta göremediği Vlad’in kararlı gözlerinde yarı deli pırıltılar oynaşıyordu. Yaklaşan Petru’ya bir sır verir gibi fısıldayarak seslendi: “Demek Papa, yardım etmiyor! Tanrı’nın adamı, Tanrı’dan çok Mehmet’ten korkuyor! Bizim Piskopos’un ise duadan başka yaptığı bir şey yok. Ondan da şüpheliyim ya!” Sözlerine fısıldayarak başlayan Vlad, giderek sesini yükseltiyordu. En sonunda bağırmaya başladığında söyledikleri, komutanı ve dostu Petru’yu dehşet içinde bıraktı:
“Tanrı bana yardım etmiyorsa ben de Şeytan’la anlaşırım!” Petru, Lordu’na değil, dostuna seslenmeye çalıştı: “Vlad! Dostum, ne…” Fakat Vlad emirleriyle Petru’nun sözlerini kesti: “Yarın sabah ülkenin dört bir yanına adamlar sal! Memlekette ne kadar cadı, büyücü, kâhin varsa toplayıp saraya getirsinler!” Sonra nefretini sesine yansıtıp neredeyse tıslayarak devam etti: “Piskopos Anton’la, Papaz Grigore’u hemen tutukla ve sarayın önündeki meydanda kazığa oturt! Ama Piskopos’un kazığı Papaz’ınkinden yüksek olsun. Saygımızı gösterelim.”
ÖMER
Yenişehir (Larisa), Tesalya
Atları da kendileri kadar yorgun olan bir grup süvari; büyük konağın, büyük avlusunun, ahşap kemerli kapısından ağır ağır girdiler. Bütün yorgunluklarına rağmen oldukça mutlu yüzlerle, neşeli bir muhabbet içindeydiler. Avlu içinde birkaç yeni yetme delikanlı, iki ayakla desteklenmiş kocaman bir tüfeğin başında gürültülü bir şekilde iddialaşıyorlardı. Kapıdan giren atlıları görünce içlerinden biri, yüzüne yayılan bir gülümsemeyle gelenlere doğru koştu. Ömer’di bu… Ahmet Bey’in oğlu Ömer. Kara kaşlı, kara gözlü, gece karası saçları kulaklarının üzerine düşen, yaşıtlarına göre daha boylu boslu bir aslan yavrusu… Çelik bir kalkana, hızla çarpan topuz bir gürz misali kuvvetle atıldı babasının üzengideki ayaklarına. Atın yürüyüşünü durduran gücüyle, büyüdüğünü göstermenin derdindeydi. “Baba, baba! Hoş geldiniz. Tam da zamanında! Ben de şimdi, yeni tüfeğimle nişancılığımı ispatlayacak bir atış yapacaktım!” Süvarilerin başındaki Turahanoğlu Ahmet Bey, oğlunun bu heyecanlı tavrına sıcak bir gülüşle cevap verdi. Bir yandan da sol eliyle sakin olmasını isteyen bir hareket yaptı.
“Yavaş ol be Ömer’im! Bırak da akından dönen babanla, akıncı ağaların bir nefes alsın. Hem önce selamünaleyküm!” Ömer aynı heyecan ve aceleyle konuşmaya devam etti. Bir elinde babasının atının yuları sımsıkı duruyor, diğer eliyle cenk yorgunu küheylanın boynunu ve baldırını sıvazlıyordu: “Ve aleykümselam, Beyim! Sizler de hoş geldiniz ağalarım! Gazanız mübarek olsun. Baba şimdi atışıma bakarsın değil mi?” “Tamam tamam! Hadi bakalım usta nişancı! Yap atışını da görelim! Başka türlü senden kurtulamayacağız.” Ömer, koca tüfeğin başına doğru seğirtirken, yorgun akıncılar dikkatlerini delikanlıya verdiler. Bu sırada gelenleri karşılamaya çıkmış olan konağın hizmetçileri de ellerini önlerinde bağlayıp, bakışlarını Ömer’e çevirdiler. Bu küçük kalabalığın meraklı bakışları altında Ömer, tüfeğin başına geçti. Elli metre uzaklıktaki içi saman dolu korkuluğu hedef aldı. Gözünü uydurduktan sonra “Bismillah!” diyerek, yanındaki bir arkadaşına işaret etti. İşareti alan delikanlı, elindeki yanan çırayla tüfeğin fitilini ateşledi. Kısacık bir anda yanan fitilin ateşlemesiyle, koca tüfek büyük bir gürültüyle patladı. Saman korkuluğun kalbine denk gelen yerde bir delik açıldı. Etrafındakilerin tebrik sesleri arasında Ömer, takdir talep eden bakışlarını babasına çevirdi. “Nasıl ama tam kalbinden vurdum.” Delikanlının heyecanlı hâline, babası gayet sakin bir cevap verdi: “Evlat! Aferin… Ama karşındaki bir kefere şövalyesi olsaydı, senin böyle merasimle ateş etmeni beklemez, gelip kelleni alırdı.” Sonra ders veren bir öğretmen tavrıyla sırtındaki yayını eline aldı. İlk hareketindeki yavaşlığın aksine, hızla oklarından birini çekip korkuluğa fırlattı. Neredeyse seyircilerin gözlerinin yetişemediği bir hızla, ikinci ve üçüncü oku da fırlattı.
İlk ok, az önce merminin geçtiği yere isabet ederken diğer iki ok ise zavallı korkuluğun iki gözüne saplanmıştı. Bu kez hayret ve iltifat belirten sesler, Ahmet Bey için yükselmişti. Ömer ise zaten örnek aldığı babasına bir kez daha hayran olmuştu. Nihayet Turahanoğlu Ahmet Bey, atından indi. Sağ kolunu oğlunun omzuna attı. “Koç yiğidim! Biraz dinleneyim de yarın nasıl kılıç kullanıyorsun bir de ona bakalım!”
CADI
Targovişte Sarayı’nın önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Rüzgârda pır pır ederek dalgalanan rengârenk bayrak ve flamalar, hazır kıta bekleyen süslü giysili askerler, trampetçiler ve borazancılar bir bayram havası oluşturuyordu. Birçok askerin yanı sıra, neredeyse bütün şehir halkı, sarayın önündeki geniş meydanı çevirmişlerdi. Ancak asıl dikkat çeken topluluk, etrafları askerler tarafından çevrelenmiş, ülkenin dört bir tarafından toplanarak getirilmiş, cadı, büyücü ya da içine şeytan girdiği iddia edilen delilerden oluşan tuhaf kalabalıktı. Voyvoda Vlad’in tahtı, sarayın görkemli kapısının önündeki gölgeliğin altına yerleştirilmişti. Yanındaki küçük bir masanın üzerinde birkaç boş tabakla bir de boş kadeh duruyordu. Hemen kapının dibinde ise oldukça büyük bir masanın üzerinde çeşitli yiyecekler ve meyvelerle çeşit çeşit içki şişeleri vardı. Yine masanın yanında iki uşak hazır bekliyordu. Tahtın sağ tarafında, kafa kesmek için kullanılan bir kütük ile üzerinde muhtelif çeşit ve ebatlarda, satır ve bıçak gibi aletlerin yer aldığı, kasap tezgâhı denebilecek koca bir masa daha vardı. Sol tarafta ise iki metre boyunda ve uçları sivriltilmiş onlarca kazık yere saplanmıştı. Bunların merkezindeki, diğerlerinden daha yüksek olan bir kazıkta, Piskopos Anton’un ve yanında Papaz Grigore’un, çürümeye başlayan cesetleri bütün meydanı kokutmuştu.
Yine tahtın sağ tarafında, kafalarına siyah kukuletalar geçirmiş, önlerine siyah deri önlükler bağlamış altı tane insan azmanı, cellat bekliyordu. Aynı şekilde dört cellat da sol taraftaki kazıklı alanın önünde dikiliyordu. Cellatlarla birlikte, zırhları güneşte parlayan yirmi kadar asker de tahtın etrafında yerlerini almıştı. Güneş epeyce yükselmişti ki Vlad, sarayın kapısında göründü. Meydandaki kalabalıktan bir uğultu ve alkışlar yükseldi. Vlad, tahtına geçmeden önce uşaklara siyah üzümleri ve şişelerden birini işaret etti. Tahtına otururken istediği şarap ve üzümler, yanındaki küçük masaya servis ediliyordu. Vlad önce üç-beş üzümü birden ağzına attı. Biraz çiğnedikten sonra bir yudum şarap alarak ağzının içinde birkaç kere dolaştırdı. Sonra tahtın yakınına gelmiş olan Petru’ya, eliyle meydanın ortasındaki grubu işaret ederek, “Başlayalım!” diye emir verdi. Petru’nun işaretiyle tahtın yakınındaki askerler ve cellatlar iyice açıldılar. Yine de konuşulanları duymamaları için meydanın belli yerlerine dağılmış trampet ve davullar çalmaya başladı. Sonra toplama grubun başındaki askerlerden biri, üstü başı dökülen ve oldukça hırpalanmış yaşlı bir adamı kolundan tutarak tahtın önüne getirdi. Hızla ittiği yaşlı adam, Vlad’in karşısında dizlerinin üzerine düşerken asker, eski yerine döndü. Manzarayı seyreden şehir halkından meraklı sesler yükseliyordu. Kadehinden bir yudum daha alan Vlad, aşağılayıcı bakışlarla yaşlı adama sordu: “Söyle bakalım ihtiyar büyücü! Efendin şeytanla nasıl konuşabilirim?” İhtiyar adam, yalvaran bakışlarla inledi: “Aman Prensim! Ne büyücüsü ne şeytanı! Bana iftira attılar…”
Adam belki biraz daha yalvaracaktı. Ama Vlad bir el hareketiyle ihtiyarı susturdu. “Yaa! Demek büyücülüğü inkâr ediyorsun. O zaman işime yaramazsın.” Vlad bu kez solundaki cellatlara bir el işareti yaptı. Dört adam hemen koşarak ihtiyarı, Vlad’in önünden yaka paça kaldırdı. İhtiyarın aman dileyen canhıraş bağırışları ve seyircilerin giderek yükselen sesleri eşliğinde, onu en yakındaki kazığa oturttular. Yaşlı adam hâlâ bağırıyorken, Petru’nun işaretiyle karşıdaki askerlerden biri, grubun içindeki genç bir kadını kaldırarak Vlad’in huzuruna getirdi. Vlad, hafif bir tebessümle genç kadına sordu: “Konuş bakalım cadı! Hizmet ettiğin efendinle nasıl konuşabilirim?” Kirlilikten rengi belli olmayan saçları, toza toprağa bulanmış, yüzünün güzelliği yaralar ve iltihaplardan bozulmuş ama gözleri hâlâ gençliğini belli eden bir kadındı bu. Majestelerinin karşısında olmanın verdiği korkulu saygının zorlamasıyla, neredeyse paramparça, kaba bir keten kumaştan kıyafetini toparlamaya çalışıyordu. Çaresiz ve ne yapacağını bilemez hâldeydi: “Lordum! Tanrı adına yemin ederim ki cadılıkla bir alakam yok!” Vlad, genç kadının da daha fazla konuşmasına izin vermedi. “Ne Tanrı’sı kadın?” Parmağıyla Piskopos Anton’un çürümüş cesedini gösterdi. “Piskopos Anton’un Tanrı’sı mı?” Söyleyecek söz bulamayan genç kadın ellerini yüzüne kapatarak ağlamaya başladı. Bir taraftan da “Merhamet!” diye inliyordu. Yine Vlad’in işaretiyle sol taraftaki dört cellat koşarak kadını aldılar. Kalabalığın uğultusu tekrar yükselirken, kadını da ihtiyarın yanındaki kazığa oturttular. Kadının çığlıkları artık ölmeye yaklaşmış olan ihtiyarın iniltilerine karıştı.
Seyreden halkın duyguları oldukça karışmıştı. Kimi heyecan, kimi korku, kimi dehşet içindeydi. Çoğu kadın, çocuklarını meydandan uzaklaştırmaya başladı. Bu arada askerler başka bir kurbanı daha Vlad’in önüne getiriyorlardı. Bu zavallı da deli olduğu her hâlinden belli olan, orta yaşlı, bir bacağı da sakat bir adamdı. İçine şeytan girdiği iddiasıyla yakalanmıştı. Vlad bu kez soru sormaya bile lüzum görmedi. Sağ taraftaki cellatlarını çağırdı. Adamlar deliyi kaldırıp götürürken, Vlad arkalarından seslendi: “Önce sakat bacağından kurtarın!” Ne olacağını anlamaktan bile âciz olan zavallıyı kasap tezgâhının üzerine yatırdılar. Birkaç cellat, adamı sıkı sıkı tutarken, bir tanesi koca bir baltayı sakat bacağına indirdi. Zavallı deli, bağırmaya başladı. Ancak ona acıyacak kimse yoktu. Cellatlar birer birer kollarını ve bacaklarını kopardıktan sonra hâlâ bağıran adamı, kan kaybından ölmesi için bir kenara attılar. Artık meydanın ortasındaki cadı ve büyücü olduğu iddia edilen insanlar galeyana gelmişlerdi. Kimi dehşetten bayılıp kalıyor, çoğu ise kaçmaya çalışıyordu. Ancak etraflarını saran askerlerin buna izin vermeye niyeti yoktu. Askerler döverek ve iterek, koyun sürüsü gibi tekrar meydana topladılar. Seyircilerin bir kısmı bu olan biteni eğlenerek izlerken, çoğu dehşete düşmüştü. Bazı kadınlar ağlıyor, dindar olan kadınlardan bazıları ise dua ediyorlardı. Midesine hâkim olamayanlar ise kenarda köşede istifra ediyorlardı. Bu hengâmeye rağmen sorgulama, kanlı bir şekilde saatlerce devam etti. Hem zorla toplanan grubun hem de seyircilerin sayısı giderek azalıyordu. Ancak Vlad bir türlü sorusunun cevabını alamamıştı. İyice canı sıkılsa da inatla sorguya ve katliama devam ediyordu.
Nihayet sorgulanacak, daha doğrusu öldürülecek insan kalmadı. En sona bir kocakarı kalmıştı. Fakat bu ihtiyar kadın, o kadar kalabalığın içinde sanki kimsenin bakmadığı bir anda ortaya çıkmıştı ve önceki grubun içinde yer almamış gibiydi. Ama bu kimsenin dikkatini çekmedi. Bu kadını da getirip Vlad’in huzuruna çıkardılar. Kara kuru yaşlı kadının şehla gözlerinde, anlamlandırılamayacak başka türlü bir bakış vardı. Vlad aynı soruyu son bir defa sordu: “Söyle bakalım yaşlı cadı, efendin şeytanla nasıl konuşabilirim?” Kadın, kendisinden önceki imdat dilenenlerden farklıydı. Korkmuyordu. Artık ölümün kenarına yaklaşmış olan yaşı, onu cesaretlendiriyordu belki de. Sesinde bilgelik vardı. Hatta biraz da alay… Evet, ayağını bastığı her yere ölüm getiren Vlad’le bile alay edecek kadar farkındaydı kaybedecek hiçbir şeyi olmadığının: “Benim gibi yaşlı ve âciz bir kadıncağız bu soruyu nasıl cevaplayabilir ki Lordum?” Vlad son bir kez daha cellatlarına işaret edecekti ki yaşlı kadından kendinden emin tonda bir kelime duyuldu: “Fakat…” Kadın kısa bir an bekledi. Vlad bakışlarını tekrar yaşlı kadına çevirince konuşmaya devam etti: “Bir cevap değil ama Lordum, bir fikir verebilirim!” Vlad başıyla devam etmesini işaret etti. “Hristiyanlar Tanrı’yla konuşmak için dua ederler, kilisede mum yakarlar, affedilmek için papazlara gidip günah çıkartırlar. Müslümanlar da namaz kılarlar ve başka ibadetler yaparlar. Siz de Lordum, bugün yaptığınız gibi, şeytanın hoşuna gidecek işler yapmaya devam ederseniz, çağrınıza cevap verebilir…” Ürperdi Vlad. Yabancısı olduğu bir duyguya düştü. O anda kaskatı kalbine iğrenç gelen bu duygunun adı, “saygı”ydı.
Kadının korkusuzluğunu gördü; bilgeliğini ve zekâsını… Gördü ve beğendi. Sözlerini bu şekilde bitiren yaşlı kadın sinsice gülümserken, Vlad, Petru’yu yanına çağırarak emir verdi: “Petru! Bu kadına bir kese altın verin ve evine kadar götürüp bırakın.”
….