Sultanı Öldürmek | Ahmet Ümit


Şah damarından da yakında bir katil.

Amerika’da yaşayan başarılı tarih profesörü Nüzhet, Fatih döneminde işlendiğini düşündüğü, tarihe bakışı değiştirebilecek büyük bir siyasi cinayeti aydınlatma gayesiyle döndüğü İstanbul’da sapında Fatih Sultan Mehmet’in tuğrası bulunan mektup açacağıyla öldürülür. Nüzhet’in eski sevgilisi, psikojenik füg hastası Müştak’ın katilin bizzat kendisi olabileceğine dair ciddi şüpheleri vardır.

Babalarını öldürmeyen çocuklar hiçbir zaman büyüyemezler

“Sultanı Öldürmek”, günümüzde geçen ve postmodern bir anlatıdan izler taşıyan diliyle hayli sürükleyici, zengin bir roman. Ahmet Ümit bu sefer Osmanlı’nın artık bir imparatorluğa dönüştüğü, zaferlerle birlikte daha cazip gelen iktidarı elde etmek için ihanet ve entrikaların yaygınlaştığı bir dönemi hikâyesine fon olarak seçiyor. Geçmişin ve günümüzün katilleri kurguda iç içe geçiyor.

Biri sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız ama sizi itham eden kişi bizzat kendinizseniz, ne yaparsınız?”

*

Kitabımın yazılma sürecinde önemli katkılarda bulunan sevgili dostum, ustam Selim İleri’ye; polisiye roman âşığı, değerli eleştirmen Erol Üyepazarcı’ya; her zaman olduğu gibi yine önemli bilgileriyle beni aydınlatan adli tıp uzmanı Dr. M. Süalp Bengidal’a; otağ-ı hümayun konusunda beni bilgilendiren Prof. Dr. Nurhan Atasoy’a; psikojenik füg hastalığı konusunda önemli bilgiler veren nörolog Doç. Dr. Betül Yalçıner’e; arkeolog Dr. Meltem Doğan Alparslan’a; Sultan II. Bayezid Külliyesi Edirne Sağlık Müzesi Müdürü Enver Şengül’e; Dr. Seher Üstün’e; önemli yardımlarıyla beni destekleyen sevgili dostlarım Bekir Okan ile Mahmut Tanyol’a; Hakan Ateş’e; Zülfü Oğur’a; Adnan Sel’e; Yusuf Çopur’a; romanlarımın ilk okurları, ilk eleştirmenleri olan sevgili arkadaşlarım Figen Bitirim, Kemal Koçak, Perihan Yücel, Erdinç Çekiç, Oral Esen ve kızım Gül Ümit Gürak’a; Gürkan Gürak’a; eşim Vildan Ümit’e sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Bu değerli insanların katkısı olmasaydı bu roman da olmazdı.

*

Karanlık güçlerce, 1978 yılında Gaziantep’te öldürülen edebiyat öğretmenim Mehmet Savaş İslam’ın aziz anısına…

“Şahane bir aşk, çoğu zaman harcanmış bir hayat demektir.”

1

Yirmi bir sene önce beni terk eden kadın

Biri, sizi cinayet işlemekle suçladığında deliller bulur, tanıklar gösterir, bunun bir iftira olduğunu kanıtlamaya çalışırsınız ama sizi itham eden kişi, bizzat kendinizseniz ne yaparsınız?

O karlı öğleden sonra, Bahariye’deki evimde, sabırsızlıkla çalan telefonla başlamıştı bu tuhaf serüven.

“Merhaba Müştak” diyen sesin daha ilk hecesini duyduğumda tanımıştım onu; Nüzhet’ti. Yirmi bir sene önce beni terk eden kadın. Beni terk ederken bıraktığı o veda mektubunu saymazsak, yıllardır tek satır yazmayan, bir kez olsun telefonumun numarasını çevirmeyen, kapımı çalmayan, bir kuru selamı bile çok gören büyük aşkım, kalbimin ve hayatımın sultanı… Sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi, şimdi, “Merhaba Müştak” diyordu telefonun öteki ucundan. Üstelik neşe içinde yüzen bir sesle; ne bir mahcubiyet, ne bir sıkıntı, ne de bir pişmanlık…

Yine de onun pişkinliğinden çok kendime şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Hayır, bunca zamandan sonra sesini duyar duymaz tanıyışıma değil, bu son derece normaldi; çünkü ayrıldığımızdan beri, tıpkı ince uzun yüzü, iri mavi gözleri, alaycı bir kıvrımla biçimlenen dudakları gibi, o her zaman otoriter, hafif boğuk sesi de hiçbir zaman hafızamdan silinmemişti. Tuhaf olan, yıllardır bir gün olsun aklımdan çıkaramadığım, çıkarmak ne kelime, uzaklardaki varlığını, hayatın anlamı, vazgeçilmez bir ideal, kusursuz bir tanrıça imgesi haline getirdiğim, anılarını kutsal bir ayin gibi her gün hatırlayarak hep canlı tuttuğum kadın, hiç beklemediğim bir anda beni aradığında, zerrece etkilenmemiş olmamdı. Oysa son yirmi bir yılda bitmek tükenmek bilmez günlerimin çoğunu bu ânı hayal ederek geçirmiştim. Otuz beşinci yaş günümde hediye ettiği, o günden beri de duvardan indirmediğim, Nakkaş Sinan’ın çizdiği Fatih Sultan Mehmed’in güllü portresinin altındaki bu tarçın rengi koltuğa kendimi bırakıp gözlerimi telefona dikerek saatlerce Chicago’dan beni aramasını beklemiştim. Hatta kimi günler, biraz da uykusuzluğun etkisi ve içkinin yardımıyla, telefonun müjdeli bir haber verir gibi çaldığını, ahizeyi kaldırdığımda, onun kederle iyice boğuklaşan sesini duyduğumu, “Yanılmışım Müştak, burada aradığımı bulamadım. Gel beni al” dediğini sanmıştım. Ama tuhaftır, yıllardır hayalini kurduğum o rüya gerçekleşince ne heyecan, ne mutluluk, ne de bir sevinç uyanmıştı içimde. Sanki daha dün gördüğüm, sıradan bir arkadaşımla konuşuyor gibiydim.

“Merhaba Nüzhet.”
Benim ruhsuz, renksiz, ahenksiz sesimin aksine, Nüzhet coşkuyla atılmıştı.
“Nasıl yahu? Nasıl tanıdın sesimi onca yıldan sonra?”
“Bazı şeyler hiçbir zaman unutulmaz” demek geçti aklımdan, hayır, onu önemsediğimi bilmemeliydi. “Çünkü sesin hiç değişmemiş” dedim yapay bir tavırla. “Hâlâ genç.”
Kendisine duyduğum bağlılıktan o kadar emindi ki, sözlerimdeki sahteliği fark edemedi. Neredeyse şuh bir kahkaha koyverdi telefonun öteki ucundan.
“Genç mi? İlahi Müştak, altmışıma geldim. Gençlik mi kaldı!”

Amerikan aksanının metalikleştirdiği bir Türkçeyle konuşuyordu ama gençlik mi kaldı, derken flört havasına girmişti bile. Nedense canımı sıktı bu hali, zalim olmaya karar verdim.

“Haklısın yaşlandık ama sesin bedenden daha geç bozulduğunu söylerler. Tenleri kırış kırış olmuş insanların bile sesleri daha geç yıpranırmış…”

Attığım ok hedefini bulmuştu, anında sönüverdi neşesi.

“Neyse, neyse… Sen nasılsın bakalım? Başarılarını okudum.”

Dalga mı geçiyordu bu kadın benimle? Başarılarım! Benim başarılarım yoktu ki. Başarılı olan oydu. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde, Osmanlı Klasik Çağı denince akla gelen ilk isimlerden biriydi. Amerika’dan Çin’e, tüm önemli üniversiteler onu davet etmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Yaptığı konuşmaları, verdiği tezleri okuyordum, gerçekten ilginçti. Osmanlı tarihine bambaşka bir yorum getirmeye çalışıyordu…

“Getirdiği yorumlar gerçeğe uygun değil” diye itiraz ediyordu her ikimizin de sevgili hocası, Tahir Hakkı Bentli. “Batı’nın gözlüğüyle bakıyor olaylara. Kız Chicago’ya gittikten sonra oryantalist mi oldu, nedir?”

Nüzhet’i eleştirmesi hoşuma gitmesine rağmen, Tahir Hakkı’ya bu konuda katılmıyordum. Her tarihçinin bir görüşü olurdu. Bazılarımız olaylara Batı’nın gözlükleriyle bakarken, bazılarımız da Doğu’nunkiyle bakabilirdik. Tüm bunlardan arınmış objektif bir bakış belki mümkündü ama yine de farklı disiplinlerin etkisinden tümüyle kurtulmak imkânsızdı. Tarih, zamanın etkisiyle eprimiş, kesinliğini yitirmiş, çoğu zaman hakkında yazılı bir vesika bile olmayan vakalara ve önemli şahsiyetlere dair yaptığımız tartışmalardan, yorumlardan başka neydi ki? “Tarih, tarihçilerin yazdıklarıdır” görüşüne tümüyle katılmasam da bu bilim, değişik bakış açıları taşıyan, taban tabana zıt düşünceler öne sürebilen, yeri geldiğinde birbirlerini dar kafalılıkla, cahillikle, şoven olmakla suçlamaktan bile çekinmeyen kişiler tarafından yazılmıyor muydu? Hayır, Nüzhet’e bu yüzden kızmıyordum ki, onun oryantalist olduğu da tartışılırdı. Aslında kızmam gereken biri varsa o da Tahir Hakkı’ydı. Çünkü, sevgilime Chicago Üniversitesi’ndeki bursu sağlayan oydu. Tamam, isteyerek değil, bizimkinin dinmek bilmeyen ısrarlarıyla. Tabii çok sonra anlatacaktı Tahir Hakkı bu ısrarları bana… Benden gizli defalarca yalvarmış profesöre. Neyse, çabaları da sonuç vermişti işte. Değerli hocamız, şimdi onu oryantalist olmakla suçlasa da artık aramızdaki en başarılı akademisyen Nüzhet’ti. Evet, saklayacak değilim, bu başarısını da beni terk ederek, kendine yeni bir yol çizmesine borçluydu.

Bendenize gelince, kurulması unutulmuş, antika bir saat gibi olduğum yerde kalmıştım. Evet, akademik kariyerime devam etmiştim; tezler hazırlamış, yayınlar çıkarmış, kitaplar yazmıştım. Evet, ben de çok önemli olmasa da birkaç yabancı üniversiteden davet almıştım, akademik kariyerimi ilerletmiş, sonunda profesör olmuştum. Evet, hayat devam etmişti, sevgililerim olmuştu, hatta biriyle neredeyse evlenme aşamasına kadar gelmiştim ama bunların hepsi suretti. Aslında, Nüzhet’in beni bırakıp gittiği günde, gittiği yerde, gittiği anda kalakalmıştım. Mutsuz, umutsuz, hınç dolu…

Evet, hınç dolu; saklayacak değilim, ona duyduğum tutkuyu, sevgiden çok nefretle beslemiştim yirmi bir yıldır. Yirmi bir yıl mı dedim, hayır yirmi bir yıl, sekiz ay, üç gün… Yıllar onu düşünerek geçmişti. Sadece güzel anılar değil, bana yaptığı haksızlıklar, ihanetler, hakir görmeler… Çoğunlukla ıstırap, çoğunlukla kahır dolu hatıralar… Bazen onu düşünürken kinden, öfkeden, hiddetten kaskatı kesilirdim. Hep masamın üzerinde duran, sapına Fatih Sultan Mehmed’in tuğrası işlenmiş şu gümüşten mektup açacağını, onun incecik bedenine defalarca saplarken bulurdum kendimi… Sonra bu dizginsiz nefretten utanır, derhal uzaklaştırırdım bu düşünceleri kafamdan. Daha doğrusu uzaklaştırmaya çalışırdım. Vefasız sevgilime ait ne kadar görüntü, ses, koku, iz, ne kadar anı varsa, hepsini hafızamdan silmek ister, onu tanıdığım güne, üniversitede ilk karşılaştığımız o dersliğe, beni tarih okumaya yönelten lisedeki öğretmenime belalar okurdum. Sonra öğretmenime de, kendime de, üniversiteye de haksızlık ettiğimi fark ederek sakinleşir, yapmam gerekenin kızmak değil, sadece Nüzhet’in hayaletini hayatımdan çıkarmak olduğunu anlardım. O kadar da zor olmasa gerekti. Fakat gösterdiğim her çaba hüsranla sonuçlanır, unuttum dediğim anılar eskisinden daha güçlü uyanır, bastırdım dediğim hisler eskisinden daha beter kabarmaya başlardı yüreğimde. Ne yazık ki, onun çok derinlere nakşolmuş varlığını bir türlü söküp atamazdım içimden.

İşte bu sebepten, telefondaki sesini duyunca en küçük bir heyecan bile hissetmeyişim çok şaşırtıcıydı. Belki de farkına varmadan unutmuştum onu, belki onca yıldır, içimde aşk diye taşıdığım bu sarhoşluk bir yanılsamaydı, belki de o delice tutku, mesleki bir kıskançlıktı sadece. Önüne çıkan ilk fırsatta, beni hiç umursamadan yurtdışına gitmeyi tercih eden sevgilimin bu mantıklı girişiminin başarıya ulaşmasına duyduğum büyük öfkeydi… Telefonun öbür ucunda Nüzhet beklerken, aklıma bunlar gelince birden paniğe kapılır gibi oldum. Bizzat benim bile tahlil etmekte zorlandığım bu durumun beni terk eden kadın tarafından sezilmesini istemiyordum. Anlayamadığım hislerimi, henüz olgunlaşmamış düşüncelerimi bastırıp, “Hayır” diyerek engin gönüllü eski arkadaş rolüne bürünmeyi seçtim. “Hayır, başarılı olan sensin Nüzhet. Sen dünyanın alkışladığı bir bilim insanısın.” Dünyanın alkışladığı benzetmesi biraz abartılı kaçmıştı ama sesim inandırıcılığını koruyordu. “Ben akademik kariyerimi sürdürmeye çalıştım sadece…”

“Şu huyun hiç değişmemiş” dedi ciddileşerek. “Kendine haksızlık etmeyi hâlâ bırakmamışsın. Fatih’in ‘Kardeş Katli Fermanı’ hakkında yazdığın tezi okudum. Bence kusursuz bir çalışma…

” Ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti sözleri, yine de lakırdının nereye varacağını bilemediğimden alttan aldım.

“O kadar önemli olduğunu düşünmüyorum. Bir tez hazırlamam gerekiyordu, ben de yazdım işte.”

Konuyu değiştirmek istedim. “Sahi nereden arıyorsun? Chicago’dan mı?”

“Ne Chicago’su ayol, Şişli’deyim Şişli’de!”

Benzer İçerikler

Osmancık

yakutlu

Solgun Karanfil

yakutlu

Kayıp Yüzyılın Prensesi Oylum

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy