Tarık Buğra’nın Öykücülüğü ve Yarın Diye Bir Şey Yoktur Hikâyesi

“Yarın Diye Bir Şey Yoktur”  adlı öyküsü Tarık Bugra’nın 1949 yılında yayımlanan “Oğlumuz “ adlı öykü kitabından sonraki ikinci kitabıdır. Kitaba adını veren öyküsü de bu kitabın içindedir.

Tarık Bugra öykü, roman ve tiyatrolarında sosyete insanlarına yer vermemiş, kahramanlarını halkın içinden seçmiştir.  Öykülerinde kasaba yaşantısı, orta halli insanların ev ve aile ortamlarından kesitler sunmuş, hüzün ve duygu yoğunluklu aşk, aile, yalnızlık, evlat sevgisi, hüzün uyumsuzluk gibi temaları işlemiştir. Tarık Bugra’nın öyküleri olay öykücülüğüne yakın olmakla birlikte Sait Faik’in kesit hikâyeciliğine yol açan bir eğilim içindedir.  Öykülerinde vakanın netliği veya heyecan örgüsünden çok  iç  dünyaya eğilmiş,   duygusual gerçeklik daha da ağır basmıştır.

Buğra’nın, hikâyeciliğini belirgin iki çizgi üzerinde geliştirerek dönemin edebi tartışmalarına teoriyle değil, pratikle yanıt verdiğini düşünebiliriz. Buğra öykücülüğünün bir çizgisi Proust ve Tanpınar’la buluştuğu ‘zaman’ çizgisidir. Bu elbette Bergson sonrası modernist yazının da çizgisidir. (…) Buğra öykücülüğünün başta sözünü ettiğim ikinci çizgisi hümanizmdir. Zamana ilişkin öykülerinde nasıl Tanpınar’la aynı yerdeyse, insancıl ve insancı öykülerinde de Sait Faik çizgisindedir.” Jale Parla’nın Önsöz’ünden…

 

Kendimi hafifçe heyecanlı hissediyordum: Bir sürü sığara içmiştim; son olsun diye bir tane daha yaktım. Bu biter bitmez yatağa girmeliydim: Yarın vücudum dinlenmiş, zihnim açık olmalıydı.

Sigarayı içerken Hâmid’den ve mesela bir Davalaciro diskuru veya Ankara’nın ünlü eleştirmecisinden, kendi diliyle yazılmış bir söyleşi okuyayım dedim; ama baktım ki heyecanım bütün anlayışsızlığımı seferber etmiş ve ben en açık alay unsurlarını bile atlayıp geçiyorum, hatta kabalaşacağım; bıraktım.

Bu heyecan, şiddetle ihtiyacım olan uykuyu gocundurabilir, onu nasıl defetmeli?

Islık çalayım veya bir türkü mırıldanayım dedim; ama ortaya yeni, yani içime doğuveren besteler çıktı: yarına bağlı ihtimallerin, yarın olabileceklerin besteleri… Ve ben, bu arada, sigarayı tazelediğimi gördüm. Sinirlendirici bir şey… Bu sigaradan ne umuyordum yani? Uyku masa başında gelecek değildi ya? Hem de ışık böyle pırıl pırıl yanıyorken?

Daha ikinci çekişini yaşayan sigarayı geberttim, ışığı söndürdüm, yatağa girdim ve Allah’ı hatırladım; bana uyku ihsan eylesin diye.

Uyumazsam çok kötü olacaktı; hemen uyumalı idim. Bunun için de uykuya en elverişli durum ve şartları gözetmem gerekti: Midemi gözeterek sol yanıma uzanmış ve heyecanımı yatıştıracak bir konu armaya başlamıştım. Çok geçmeden kalbimin de sol yanda olduğunu hatırladım, sağa döndüm. Bedenim böyle daha rahattı, ama kafamda bir eksiklik var gibiydi: Kafam gözlüğünü unutmuş, biri iyice miyop, öteki iyice hipermetrop bir çift göz gibi, utangaç bir panik içindeydi… Evet, kafam.

Ve kafam kendi kendini zorladı, sebebi buldu: Sol yana yatarken çevirdiği film kopmuştu. Ekledi:

Film bir tabiat manzarası idi ve bu benim eski bir yöntemimdi: Uykunun altın olduğu askerlik günlerinde onun sayesinde pekiyi sonuçlar elde etmiştim; on dakikalık molalarda bile mışıl mışıl uyurdum. Rastgele bir yere şöyle uzanıverir, doğduğum kasabayı, bu kasabadaki kocaman çınarlı bir tepeyi düşünür, ovanın bu tepeden görünüşünü düşünür, böylece de sinirlerim gevşemiş, rahat ve mahzun, dalar giderdim.

Bu bir kanundu; çünkü her denenişinde ayni sonucu verirdi. Ama işte şimdi iflas ediyordu; işe yaramıyordu:

Eskiden ve bütün hallerde orayı düşünmek yeterdi bana. Şimdi ise o çocukluk kasabamda olmak istiyor, başka hiç bir şeyi değil, ancak ve yalnız bunu istiyordum.

Durum böyle olunca da, bu kalleş sıla özlemini söküp atmaktan başka yol yoktu; ben de böyle yaptım. Böyle yaptım ama ufukta uykuya benzer, hatta uyku habercisi bir şey görünmüyordu; ufuk bile görünmüyordu: Ufuk, bir toz duman ardında, atomik bir hızla kaynaşan öfkeler, kızgınlıklar, kırgınlıklar, hoşlanışlar, tiksintiler, umutlar, umutsuzluklar, sevgiler ve acılar ardında eriyip gitmişti.

Beni çileden çıkarabilirdi bu: Yeniden sol yanıma döndüm. Ve bütün bu yüzleri, bu anışları, bu düşünceleri sağ yanımda bırakayım dedim… Bırakırım umdum. Ne çare ki, bunların pek çoğu da benimle birlikte sola üşüştüler. Ben de, o zaman, bir hiç değilse yarım sığara içmenin iyi olup olmayacağını düşünmeye başladım. Bu arada aklıma içtiğim sigaraların sayısını bulmak sevdası düştü: uzun uzun uğraştıktan sonra, ikindiden bu yana içtiklerimin sayısını tam ve kesin olarak bilmek zorunda olduğumu anladım; yoksa içim bir de bu yüzden mıncıklanıp duracaktı.

Bir paket bitmişti. Bunu biliyordum. İkinci de ne kadar kaldığını, yani ne kadarını içtiğimi anlamak için kalktım, ışığı yaktım: Pakette sekiz sığara vardı. Demek ikindiden bu yana otuz iki sığara içmişim. Elimde olmadan, “patla” dedim. Sonra da, avunayım diye, bir sürüsü otlakçılara gitmiştir diye düşündüm. Ama aksine, aklıma hep arkadaşlardan içtiklerim geliyordu.

Bu işde bir çıkar yol göremeyince yatmaya karar verdim. Masadan kalkarken gözüm yine sığara paketine takıldı ve ben, sigaraları lâf olsun diye bir daha sayınca, yedi tane olduklarını gördüm. Şaşılacak bir şeydi bu; çünkü daha az önce sekiz saymıştım. Allah, Allah diyerek sigaramdan derin bir nefes daha çektim ve saate baktım: Akreple yelkovan, sarmaş dolaş, tek çizgi! Telâşlandım, sigarayı, ışığı söndürdüm. En geç yarım saate kadar uyumalı idim. Uyuyamazsam çok kötü olacaktı.

Yatağa girerken, bir dergide okuduğum “sayı sayma usulünü denemeye karar vermiş bulunuyordum. Bunu şimdiye kadar hiç yapmamıştım; ama yazarın uyku tutmayanlara hararetle tavsiye ettiğini iyice hatırlıyordum.

 

Bu sisteme göre, sayılar yüzden başlanarak aşağıya doğru sayılacaktı. Ben, daha sağlama gitmek için, beş yüzden başlamaya karar verdim ve derhal işe giriştim:

Beşyüz, dört yüz doksan dokuz…. Dört yüz doksan sekiz…

Aman ne güzel! Ben daha iki yüze inmeden, daha iki yüz elli bir demeden kafama hoş bir tenhalık gelmeye başladı ve ben yumuşacık bir hazla, anamdan ninni söyler gibi, sürdürdüm saymayı:

İki yüz yirmi iki… iki yüz yirmi bir… İki yüz yirmi… iki yüz yirmi… İki yüz yirmi… Bozuk bir plâk gibi… İki yüz yirmi… Ve ben, ne güzel… Enfes… Mükemmel derken, iki yüz yirmi… Çünkü iki yüz yirmi… Lira benim… İki yüz yirmi-.

İğneyi plâğın çiziğinden kurtarabiliyorum. Çok şükür diyeceğim; ama içime, belli belirsiz de olsa bir tedirginlik gölgesi düşmüş gibi: Hızlı hızlı saymaya koyuluyorum; şükretmeye bile vakit kalmamalı; hattâ şükretmeyi düşünmemeliydim bile:

İki yüz on yedi… İki yüz on altı… İki yüz on beş… İşler düzelir gibi oluyor.

Yüz iki… Yüz bir… Burnun içini gıcıklayan derin nefesler… Beyninde her şeyin dibe, derinlere, el değmedik, gün düşmedik kuytulara doğru çekilişi… ağır ağır.

Seksen bir… Seksen… Yetmiş dokuz… Derken… İmkân yok, yetmiş sekiz’i geçemedim. Nasıl çiğner geçersin kardeşim, nasıl?

Yetmiş sekiz benim okuldaki numaramdı:

Yetmiş sekiz, on iki ile on beş yaş arasındaki çocuktur. İldeki okulda geçen üç kıştır. Biri şair, biri milli futbolcu, biri pilot, biri cumhurbaşkanı yapan dört aşktır. Kasabadan, sokak arkadaşlarından, evden üç defa ayrılış, üç defa anaya dönüştür. Mektuplar, sınavlar, “geçtim” diye şarkı söyleyen telgraflardır, babaya. Yetmiş sekiz…

Attığım gibi yorgana tekmeyi, yataktan fırladım; ışığı yaktım, iki tane de sığara yaktım: Uykuymuş, uyumakmış, yarınmış, sağlam vücut, sağlam kafa teorisiymiş ve bütün teorilermiş; artık bana vız geliyordu… Hepsi de. Saate benden başka kim bakarsa baksın, iki otuz beş derdi, ama ben, inadıma hiç bir şey demiyordum. Demeyecektim de.

Yarın, yarın diye sayıklayıp durmuştum; işte yarının eşiğinde idim ve nerdeyse tanyeri ağaracaktı… Ağaracaktı da ne olacaktı? Yarın, öbür gün, bir yıl beş yıl ne imiş? Bütün mesele yetmiş sekiz’de. Yetmiş sekiz nerede?

Yetmiş sekiz, iki yüz lira aylıklı, aşçıya, bakkala borçlu; tek kat elbiseli, pençesi delik pabuçlu ve… aşksız, arkadaşsız bir gazete musahhihi olmak için var olmuştu?

Umutların, hayallerin, projelerin -yedi rengi bin bir birleşim ile- ışıl ışıl aydınlattığı gelecek yılların billurları, içlerinden böyle soluk benizli, ezik ve horlanmış yarınlar çıksın diye mi yetmiş sekiz’in rüyalarına sıra sıra dizilmişti?

Yetmiş sekiz sigaram olmayışına lânet okuya okuya bütün sigaralarımı içtim, bitirdim; sonra da, uykuysa, uyumak bir marifetse, al uykuyu diyerek akşama kadar uyudum.

Nisan 1950

 


[1] Tarık Buğra, Yarın Diye Bir Şey Yoktur, Ötüken Yayınları, İstanbul 1979, ss. 73 – 79

Benzer İçerikler

Yer Demir Gök Bakır Romanının Özeti

yakutlu

Dusunce Mirasımız

yakutlu

Akletme Uzerine

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy