Ufak tefek, son Bushmen’lerin «Koca Kurak» diye adlandırdığı Kalahari çölünden küçücük bir rüzgâr kopmuş, bin mil, hatta daha da fazla yol alıp ta buralara kadar ulaşmıştı. Şimdi Zambezi vadisi yanındaki yükseltinin oralardaydı. Küçük rüzgâr tepeler arasında bölünüp parçalara ayrıldı.
Erkek fil bu tepelerden birinin doruğuna yakın yerde duraladı. Tam tepede durup da siluetinin uzaklardan görünmesine İzin vermeyecek kadar kurnazdı. Koca gövdesi oradaki yeni bitmiş msasa ağaçlarının yaprakları sayesinde saklanıyor, rengi geri plandaki gri kayaların önünde o kadar göze çarpmıyordu.
Hortumunu elinden geldiği kadar yükseğe kaldırdı, havayı çevresi kıllı burun deliklerine çekti, sonra hortumu kıvırıp demin çektiği havayı kendi ağzının içine doğru üfledi. Üst dudağının yukarısından sarkan iki koku organı, pembe goncalar gibi açıldı hayvan havayı inceledi.
Uzak çöllerin incecik, biber gibi tozlarını, yüzlerce yaban bitkisinin polenini, alt vadideki bufalo sürüsünün o sıcak kokusunu bufaloların su İçmekte olduğu havuzun serinliğini hissetti. Bu ve buna benzer kokulan tanıyordu. Her kokunun kaynağının ne kadar uzakta olduğunu doğru olarak tahmin etti.
Ama onun esas aradığı koku bu değildi. Bunların hepsini bastıran öteki kötü kokuyu arıyordu o. Yeril tütünün, et yiyen canlı kokusuyla karışımının, araya yıkanmamış yün kokusunun, parafinin, karbolik sabunun, tabaklanmış derinin de katıldığı o insan kokusunu arıyordu. O koku da gelmekteydi burnuna. Kovalamaca başladığından bu yana, hep aynı uzaklıktaydı o kokunun kaynağı.
Erkek fil içinden o kalıtımsal öfkenin kabardığını bir kere daha hissetti. Irkının sayısız kuşaklarını İzlemiş durmuştu o koku. Kendisi daha yavruyken öğrenmişti o kokuyu tanımayı, ondan nefret etmeyi… korkmayı. Hemen hemen tüm hayatı o koku tarafından yönetiliyordu.
Ömür boyu süren bu kaçma kovalama işi ancak son zamanlarda bir kesintiye uğramıştı. Onbir yıldır. Zambezi dolaylarındaki sürüler sakin yaşayabilmekteydi. Tabii kendisi bunun nedenini bilemez, anlayamazdı. Kendisine eziyet edenler arasında korkunç bir iç savaşın sürmekte olduğunu, o savaş yüzünden Zambezi dolaylarının savunmasız hedefe döndüğünü, fildişi avcıları için de, fil neslini tüketmekle yükümlü et avcıları için de fazla tehlikeli bir bölge haline geldiğini bilemezdi. O yıllarda sürüler yine kalabalıklaşma olanağı bulmuşlardı ama son zamanlarda eski baskı ve korkular tüm hışmıyla bir kere daha geri dönmüştü nedense.
Erkek fil duyduğu öfke ve korkunun etkisiyle mücadele ederken hortumunu bir kere daha kaldırdı, o feci kokuyu iri kemikli kafasının içindeki sinüslerine doğru çekti. Ondan sonra döndü, ağır adımlarla kayalık tepeyi aştı. Vücudu bir an için Afrika göklerinin mavi rengine karşı grimsi bir leke gibi göründü. Koku halâ burnunda, öbür yamaçta yayılmış bekleyen sürüsünün yanına döndü.
Ağaçların arasına dağılmış bekleyen fillerin sayısı üç yüze yakındı. Dişilerin çoğunun yanında yavruları vardı. Bazısı o kadar küçüktü ki şişko damuz yavrularını andırıyor, analarının karnının altındaki boşluğa sığabiliyordu. Minik hortumlarım alınlarına doğru kıvırıyor, boyunlarını gerip kafalarını bacaklar orasında sallanan şişkin memelere uzatmaya çalışıyorlardı.
Daha büyükçe olan yavrular sağda solda zıplayıp oynuyor, epey de gürültü çıkarıyordu. Sonunda büyük fillerin tepesi atınca yakındaki bir ağaçtan bir dal koparıyor, hortumlarına kıstırıyor, onunla küçükleri bir iyi pataklamaya girişiyor, yaramazlar bağırarak, şakacı bir telâş içinde kaçışıyordu.
Dişiler ve genç erkekler acelesiz bir kararlılıkla bir şeyler yemekteydiler. Hortumlarını sık, dikenli çalıların ara sena uzatıp bir avuç böğürtlen çıkarıyor, aspirin yutan yaşlı bir adam gibi onları ağızlarının ta gerisine, boğazlarına yakın yere yerleştiriyorlardı. Ya da o lekeli, uzun dişleriyle bir msasa ağacının kabuğunu yontuyor, üç metre kadar kısmını soyuyor, soyukları mutlu mutlu o üçgen biçimindeki alt dudaklarının üzerine yerleştiriyorlardı. Kimisi, numara yapan sirk köpekleri gibi iki arka ayağı üzerine kalkıp, ağaçların en yüksekteki yapraklarına uzanıyor, kimisi de geniş alınlarına vücutlarının dört tonluk kuvvetini yükleyerek ağaçları sallıyor sallıyor, sonunda bir yığın olgun meyvenin sağnak gibi yere dökülmesine yol açıyordu. Yamacın alt taraflarında iki gene erkek fil, güçlerini birleştirip yirmi metrelik bir ağacı devirmeyi başardılar. Ağacın en yüksek yapraklarına bir türlü yetişememişlerdi çünkü. Ağaç devrilirken, dokularının yırtılmasından büyük bir çatırtı çıktı, sürünün geri kalanı bu sesi duydu, birden ortalığı deminki mutlu gürültülere çelişki oluşturan şaşırtıcı bir sessizlik sardı.
Yavrular korkuyla analarının butlarına yaslandılar, iri memeler donmuş gibi hareketsizleşti, kulaklar gerildi, yalnızca hortumların o çevreyi yoklayıp inceleyen uçlarında hareket kaldı.
Erkek fil salınarak tepeden onların yanına doğru indi. Kalın, sarımsı dişlerini havaya kaldırmıştı. Telâşı yırtık pırtık kulaklarını tutuş biçiminden belli oluyordu. İnsan kokusu hala kafasının içindeydi. En yakındaki dişilerin yanına varınca hortumunu uzatıp kokuyu onlara doğru püskürtü.
Dişiler bir anda döndüler, rüzgâr altına doğru seyirttiler Takipçilerin kokusu sürekli burunlarına gelebilsin diye yapıyorlardı bunu içgüdüsel bir hareketti. Sürünün geri kalanı bu manevrayı fark etti, onlar da koşu düzenine geçti. Yavrularla emzikli anaları ortaya aldılar. Bekâr dişiler, yavruların çevresindeydi. Genç erkekler sürünün önüne düştü, yaşlı erkekler iki yanda mevkilerini aldı. Hep birlikte yerleri sarsan adımlarla uzaklaşmaya koyuldular. Bu hızı bir gün bir gece hatta gerekirse ertesi gün de kesintisiz sürdürebilirlerdi.
Yaşlı erkek kaçarken aklının karıştığını hissediyordu. Bugüne kadar karşılaştığı hiçbir kovalamaca bunun kadar ısrarlı olmamıştı. Sekizinci gündü bugün. Kovalayanlar hala yaklaşmamış sürüyle temas etmemişti. Güneydeydiler. Kokularını yaşlı file doğru yolluyorlardı. Ama onun güçsüz gözlerinin göremeyeceği kadar uzakta kalmayı da sürdürüyorlardı. Kalabalıktılar. Bu kadar kalabalığına ömrü boyunca hiç rastlamamıştı. Güneydeki geçitleri kaplayan bir çizgi halinde dağılmışlardı. Bir tek kere görebilmişti kendisi onları. Beşinci gün. Dayanma gücünün sonuna vardığını hissedip sürüyü geri çevirmiş, kovalayanların hattını yarıp geçmeye çalışmıştı. Onlar önlemişlerdi bunu. Ufacık, değnek gibi yaratıklardı. Dokunulsa kırılacak gibi görünmelerine rağmen, ne kadar da tehlikeliydiler! Sarı otların arasından ayağa fırlamış, sürünün güneye geçmesini önlemişlerdi. Durmadan battaniyelerini havada çevirmiş, boş parafin tenekelerine vurup gürültü çıkarmış, sonunda onun da cesaretini kaybetmesine neden olmuşlardı. O zaman yaşlı fil geri dönmüş, sürüsünü bir kere daha kuzeye, büyük nehrin yanındaki tepelere doğru yöneltmişti.
Bu tepeler on bin yıldır fillerin ayak izleriyle dolmuştu. İzler kolay yolları seçer, geçitleri, kayalar arasındaki delikleri bulurdu. Yaşlı fil de sürüsünü böyle bir geçitten geçirmişti. Dar yerlerde sürü tek sıra düzenine giriyor, alan genişleyince yine yayılıp koşu düzenine geçiyordu.
Gece de koşturmuştu onları. Mehtap yoktu ama, iri beyaz yıldızlar yere pek yakın gibiydi. Sürü o karanlık ormanlardan hemen hiç ses çıkarmadan geçiyordu. Gece yarısından sonra bir ara yaşlı fil geride kalmış, sürünün öne geçmesine izin vermişti. Bir saat geçmeden, rüzgâr o insan kokusunu yine ulaştırmıştı burnuna. Koku biraz daha hafif, biraz daha uzak gibiydi ama, vardı yine. Hiç yok olmuyordu. Erkek fihemen tekrar kokmaya başlamış, az sonra da sürüye yetişmişti Şu sıra yavaş ilerliyordu sürü. Takipçiler çok gerilerde kalmıştı. Yolda biraz bir şeyler yemek amacıyla daha da yavaşladılar. Vadinin bu alt kısmında ormanlar daha yeşil, daha sıktı. Msasa ağaçlarının yerini mopani’ler dev baobab’lar alıyor, sıcakta iyice irileşiyorlardı. Erkek fil İlerdeki suyun kokusunu aldı ne kadar susamış olduğunu ta karnının İçinde hissetti. Ama bir içgüdü, peşindeki tehlikeden ayrı olarak ilerde de bir tehlikenin bekliyor olabileceğini fısıldamaktaydı. Fil sık sık duruyor kocaman gri kafasını sağa sola çeviriyor, kulaklarını koca levhalar gibi geriyor, küçük, zayıf gözlerini büyük çabalarla pırıldatıp ancak ondan sonra tedbirli adımlarla tekrar ilerliyordu.
Derken birden duruverdi tekrar. Görüş alanının sınırında bir şey dikkatini çekmişti. Yatık gelen sabah güneşi altında maden gibi parıldayan bir şey. Korkuyla bir adım geri çekildi. Arkasındaki sürü de aynı şeyi yaptı. Duyduğu korku onlara da bulaşıyordu.
Fil o yansıyan ışık beneğine baktı, korkusu yavaş yavaş yatıştı. Ormandan gelen rüzgârdan başka hareket yoktu ortalıkta. Duyulabilen tek ses o rüzgârın dallarda çıkardığı sesle, kaygısız kuş ve böceklerin sesleriydi. Yaşlı fil yine de bekliyordu. Karşılara doğru bakıyor, hiç gözünü ayırmıyordu. Derken ışığın çizdiği açı değişti, ilk gördüğüne benzer başka madenî cisimlerin de varlığını, sıralanmış durmakta olduğunu görebildi. Ağırlığını bir ön ayağından Ötekine geçirdi, boğazından bir kararsızlık böğürtüsü yükseldi.
Yaşlı fili korkutan şey karşısındaki bir dizi galvanize levhaydı. Toprağa sokulu kazıkların tepesine çakılmıştı her biri. O kadar uzun süre önce çakılmıştı ki üstlerindeki tüm insan kokusu uçmuş, gitmişti artık. Her levhanın üzerine boyayla bir yazı yazılmıştı. Bu yazılar kızgın güneş altında zamanla solmuş, eskiden kırmızıyken şimdi açık pembe olmuştu. Stilize bir kurukafa, altında iki çapraz kemik, üstünde de «TEHLİKE : MAYIN TARLASI» sözcükleri.
Mayınlar buraya yıllar önce, şimdi yerinde yeller esen Rodezya hükümeti tarafından Zambezi kıyılarında bir güvenlik tedbiri olsun diye yerleştirilmiş, böylelikle ZIPRA ve ZANU gerilla kuvvetlerinin nehrin karşı tarafındaki Zambia’dan gelip bölgeye girmesi önlenmeye çalışılmıştı. Milyonlarca anti personel mayını ve daha ağır Claymore mayınlarıyla döşenmiş bu alan öyle uzun, öyle genişti ki, asla temizlenemezdi mayından. Maliyeti, zaten ekonamik sıkıntılar İçinde bulunan yeni siyah hükümetin çıkışamayacağı kadar yüksek olurdu.
Yaşlı fil tereddüt ederken birden çevrelerindeki havayı çatırtı sesleri doldurdu. Hırçın kadırgaların sesiydi sanki bu. Arkadan, güneyden geliyordu. Yaşlı fil mayın tarlasından uzaklaşıp seslerin geldiği tarafa doğru döndü.
Ormanın hemen üzerinden, iğrenç, kara bir cisim kendisine doğru yaklaşıyordu. Islık çalan, gümüş renkli bir çemberin altında asılı gibiydi. Gökyüzünü gürültülerle doldurarak sürüye doğru yoklaştı. O kadar alçaktaydı ki tepede dönen pervanesinin yarattığı hava akımı dalların yüksekte olanlarını karmakarışık ediyor, toprağın kuru yüzünden kırmızı bulut gibi tozlar yükseliyordu.
Bu yeni tehlikenin karşısında erkek fil tekrar döndü, seyrek çakılmış madenî levhaların orasından son hızla geçti, korku içindeki sürüsü de onun peşi sıra mayın tarlasına daldı.
Altında ilk mayın patladığı zaman erkek fil tarlanın elli metre kadar içine girmişti. Mayın yukarıya doğru, sağ arka ayağının kalın derisinden içeriye doğru patladı, ayağın yarısını balta kesmiş gibi koparıverdi. Bacağın üst kısmından kıpkırmızı etler sallanmaya başladı. Yaranın içinde beyaz kemik parıldarken erkek fil üç ayağı üzerinde yine ileriye doğru atıldı, ikinci mayın sağ ön ayağının tam altında patladı, ayağı ve bileği kanlı bir topak haline getirdi. Fil acıyla haykırdı, korku içinde kalçalarının üzerine oturdu, parçalanan bacakları yüzünden daha fazla ilerleyemedi. Yanından geçen emzikli analar mayın tarlasında ilerlediler.
Başlangıçta bom bom bom sesleri aralıklıydı. Ama az sonra, manyak bir bateristin tuttuğu tempo gibi kesintili bir stakato’ya dönüştü. Bazen dört beş mayın aynı anda patlıyor, çıkan yoğun ses yandaki tepelere çarpıp yüz yankıya bölünüyordu.
Bunların hepsinin gerisinde, bir cehennem orkestrasının yaylı sazları gibi o helikopter pervanesinin ıslıklı sesi yatmaktaydı. Araç tarlaya doğru iniş yapıyor, dönüyor, tarlanın kenarına varınca yükseliyor, dağılan sürüyü tıpkı bir çoban köpeği gibi alanın içinde tutuyordu. Bir sağa uçuyor, geri dönmeye çalışan bir grup hayvanı bu kararlarından vazgeçiriyor bir sola seğirtiyor, mucize sonucu tarlayı yarasız aşıp nehir yamacına varmış olan genç erkek fili geri püskürtüyordu. Hayvan çaresizlik içinde, olduğu yerde durup dönüyor, tekrar mayın tarlasına dalıyor, bu sefer bir mayın ayağını koparıyor, zavallı haykırıp kükreyerek yıkılıyordu.
Patlayan mayınların sesi top ateşleri gibi birbirini izlemekteydi. Her patlamayla birlikte, bir toz sütunu durgun havaya doğru yükseliyor, uçuşan sis gibi kırmızı tozlar manzaranın dehşetini biraz saklıyordu. Toz bulutu ağaç tepelerinin düzeyine kadar varabilmekteydi. Çaresiz hayvanlar patlayan mayınların parlak ışığında aydınlandıkça görülebiliyorlardı.
Bir yaşlı dişi, dört ayağını birden kaybetmiş, tarlada yan yatmakta, kalkabilmek İçin kafasını yere vurup durmaktaydı. Bir başkası karnının üzerinde sürünecek İlerlemeye çalışıyor, arka ayaklan ardında sürükleniyordu. Hortumu, yanı başındaki yavrusunu korumak istercesine ona sarılmıştı. O sırada tam göğsünün altında bir Claymore patladı, kaburgalarını dört bir yana saçtı, aynı zamanda yavrunun da arka kısmını havaya uçurdu.
Analarından ayrılmış olan birkaç yavru, toz örtüsünün İçinde bağırarak koşuyorlardı. Kulakları korkudan kafalarının iki yanına yamyassı yapışmıştı. Bir gürültü, bir ışık… hepsi karmakarışık bir yığın halinde üst üste döküldüler.
Bu böyle uzun süre devam etti. Sonunda patlamalar yavaşladı, yine eskisi gibi aralıklı oldu, daha sonra da kesildi. Helikopter, uyarı levhalarının dışında yere indi. Motorunun sesi sustu, dönen pervanesi durdu. Artık tek duyulan ses ölmekte olan hayvanların sesiydi. Helikopterin kapısı açıldı, bir adam yere atladı.
Siyah bir adamdı. Kolları kesilip çıkarılmış soluk bir blucin ceketle, dapdar, dalgalı boyanmış bir blucin pantolon giymişti. Rodezya savaşı sırasında blucin kumaşı gayrı resmi bir üniforma gibiydi gerillalar için. Adamın ayaklarında süslü püslü batılı çizmeleri vardı. Altın çerçeveli Polaroid havacı gözlüğünü alnında yukarıya doğru itmişti. O gözlükle, ceketin üst cebinin kenarından görünen parıltılı tükenmez kalemler dizisi, eski gerillaların rütbe nişanı gibi bir şeydi. Sağ kolunun altında bir AK 47 saldırı tüfeği taşıyordu. Mayın tarlasının kenarına kadar yürüdü beş dakika kadar hareketsiz durup karşısındaki manzarayı duygusuzca seyretti, sonra tekrar helikoptere doğru döndü.
Ön camın gerisinde, pilotun suratı ona doğru döndü. Afro saçlarının tepesinde kulaklıkları hala yerli yerindeydi. Subay ona aldırış etmedi. Dikkatini helikopterin gövdesine yöneltti.Gövdedeki tüm İşaret ve numaralar yapışkan bantlarla dikkatle kapatılmış, üzeri püskürtme siyah boyayla boyanmıştı. Yapışkan bant bir köşesinden açılmış, altından aracın numarasının köşesi görünüyordu. Subay onu elinin ayasıyla tekrar yapıştırdı, yaptığı işi eleştirici bakışlarla bir süzdü, sonra en yakındaki moponi’nin gölgesine doğru yürüdü.
AK 47’sini ağacın gövdesine dayadı, blucinini korumak için yere bir mendil serdi, sırtını ağacın sert kabuklarına dayayıp oturdu. Altın Dunhill çakmağını çıkardı, bir sigara yaktı, içine derin bir soluk çekti, sonra koyu renk, kalın dudaklarından dumanı ağır ağır üfledi.
Bundan sonra ilk defa olarak gülümsedi. Soğuk, düşünceli bir gülümseme yayıldı yüzüne. Üçyüz fil eski usulle öldürmek İçin ne kadar adam, ne kadar zaman ve ne kadar mermi gideceğini düşünüyordu.
Yoldaş komutan eski savaş günlerindeki kurnazlığının bir zerresini bile kaybetmiş delildi… bunu ondan başka kim düşünebilirdi ki? Başını hayranlık ve saygı yansıtan bir hareketle iki yana salladı.
Sigarasını bitirince İzmariti başparmağıyla İşaret parmağı arasında ezip toz haline getirdi. Eski günlerden kalma bir alışanlıktı bu. Gözlerini kapadı.
Mayın tarlasından gelen o korkunç inleme ve haykırma sesleri korosu, onun uyumasını engellemedi. Uyanmasına aslında İnsan sesleri neden oldu. Hemen ayağa kalktı. Uykusundan eser kalmamıştı. Güneşe doğru baktı. Vakit öğleni geçmişti.
Helikoptere doğru gidip pilotu uyandırdı.
«Geliyorlar.»
Kapıyı açtı megafonunu eline aldı, patikaya çıktı, İlk adamlar ağaçların arasında belirinceye kadar bekledi, onlara eğlemen bir tiksintiyle baktı.
«Maymunlar!» diye mırıldandı. Onlara karşı, eğitilmiş insanın köylülere duyduğu tiksintiyi, bir Afrikalının başka kabileden bir adama duyduğu nefreti duyuyordu.
Fillerin izini sürerek uzun bir sıra halinde yaklaştılar. İki, üç yüz kişiydiler. Hayvan postundan gocuklar, içine eskimiş batı tipi giysiler giymişlerdi, önde erkekler, arkada kadınlar vardı. Kadınların çoğunun memeleri açık kimisi genç başlarını dik tutan, kalçalarını şiirsel bir biçimde sallayarak yürüyen türdendi. Blucinli subay onlara bakarken, içindeki tiksinti, yerini bir beğeni duygusuna bıraktı. Belki daha sonra bunlardan birine vakit ayırabilirim, diye düşündü, bunu düşünürken elini blucininin cebine soktu. Gelenler mayın tarlasının kenarına dizildiler. Konuşuyor, sevinçle bağırıyor, birkaçı el çırpıp kıkırdaşıyor parmaklarıyla birbirlerine can çekişen koca hayvanları gösteriyordu.
Subay bir süre sevinçlerini yaşamalarına izin verdi. Kendi kendilerini kutlamak için böyle bir molaya ihtiyaçları vardı. Sekiz gündür avdaydılar. Durup dinlenmeden yürümüşlerdi. Fil sürüsünü ileri doğru sürmek için davul çalma işini nöbete koymuşlardı. Subay onların sessizleşmesini beklerken, bu ilkel, cahil köylüleri böyle etkin bir bütün haline getirebilen o kişisel mıknatısı, o karakter gücünü bir kere daha düşündü. Bu operasyon baştan sona bir tek kişinin eseriydi..
«Tam erkek!» diye başını salladı subay. Sonra kendini bu tapınma benzeri hayranlıktan uyandırmak için silkindi, megafonu dudaklarına götürdü.
«Kesin sesinizi! Susun!» diye bağırdı onlara. Arkasından da yapılması gereken İşlerle ilgili talimatı vermeye koyuldu.
Eli baltalı ve bıçaklıların arasından kasap ekiplerini seçti, kadınlara çalı yığmalarını, duman tüttürecek ateş yakmalarını, kimisine de mopani kabuklarından sepet örmelerini emretti, ondan sonra dikkatini tekrar kasaplara çevirdi.
Yerlilerin hiçbiri daha önce ömründe hava taşıtına binmemişti. Subay İlk grubu helikoptere bindirip mayın tarlasındaki ilk cesedin oraya indirebilmek için çizmenin sivri burnunu da kullanmak zorunda kaldı.
Helikopterin kapısından sarkıp aşağıda yatan ihtiyar erkek file baktı. Kalın kıvrık dişlerini İnceledi, sonra hayvanın aradan geçen süre içinde kan kaybından öldüğünü fark etti. Pilota alçalması için işaret etti.
Ağzını yerlilerden en yaşlısının kulağına yaklaştırıp bağırdı.
«Sakın ayaklarınızı toprağa basmayın!» Adam başını otomat gibi salladı, «önce dişler, ondan sonra etler.» Adam başını tekrar salladı.
Subay onun omzunu tıpışladı, yaşlı yerli aşağıya, hayvanın karnı üzerine sıçradı. Karın, fermante gazları yüzünden şişmeye başlamıştı bile. Köylü çabalayıp dengesini bulmaya uğraştı. Adamları da ellerinde baltalarıyla onun peşinden indiler.
Subayın bir el işaretiyle helikopter havalandı, ejderha sineği gibi dişleri iyi gözüken bir başka file doğru uçtu. Bu seferki hala sağdı. Oturur gibi doğruldu, kanlı hortumunu uzatıp sanki helikopteri havadan kopmak istedi.
Subay kapının arasından AK 47’siyle nişan aldı, boynun arka tarafına, kafanın vücutla birleştiği yere bir tek el ateş etti. Dişi fil yıkıldı, yanındaki yavrusu kadar hareketsiz, yere serildi. Subay ikinci kasap ekibinin başkanına başını salladı.
Ağırlıklarını o koca gri kafalar üzerinde dengeleyen, asla yere basmamaya dikkat eden baltacılar, önce dişleri kafanın beyaz kemiğinden ayırdılar. Duyarlı bir işti bu. Ters bir vuruş, fildişinin değerini çok düşürebilirdi. Blucinli subayın, sırf bir emre karşı soru sordu diye, yerlilerden birinin çenesini dipçikle kırdığını görmüşlerdi. Fildişini bozana neler yapmazdı ki. Dikkatli çalıştılar. Fildişleri yerinden çıktıkça helikopter onları topluyor ekibi bir sonraki cesede taşıyordu.
Akşam bastırırken fillerin çoğu da ya aldıkları yaralardan, ya da yedikleri kurşunlardan ölmüşlerdi ama kurtarıcı mermiyi henüz yememiş olanların çığlıkları hala çevredeki çakal ve sırtlan seslerine karışıyor, geceyi iğrençleştiriyordu. Baltacılar ellerindeki meşalelerin ışığında çalışmayı sürdürmekteydiler. Günün ilk ışıklan, tüm fildişlerinin toplanmış olduğunu gösterdi.
Artık baltacılar dikkatlerini, hayvanları kesip parçalamaya yöneltebilirlerdi. Giderek artan sıcaklık onlardan daha hızlıydı. Kokmaya başlıyordu etler. Bu koku, açılan, parçalanan barsakların kokusuna karışıyor siyahların iştahını arttırıyordu. Helikopter her budu, her kol ve küreği, yerinden çıkarılır çıkarılmaz alıp mayın tarlasının dışındaki güvenil alana taşımaktaydı. Kadınlar etleri şerit şerit kesiyor, ateşlerin yukarısına asıp dumanda islendiriyorlardı.
Subay yapılan işi denetlerken bir yandan bu ganimeti hesapladı. Derileri saklayamamaları koruyamamaları çok yazıktı doğrusu. Her post bin dolar ederdi. Ama çok büyük olurdu. İyi tabaklanamaz, kokar, değeri sıfıra İnerdi. Oysa etlerdeki hafif kokuşmuşluk, onları Afrika damak zevkine göre dahadeğerli hale getirirdi. Tıpkı bir İngiliz’in av hayvanlarının tadından hoşlanması gibi bir şeydi bu.
Beş yüz ton ıslak et kuruyunca ağırlığının yarısını kaybederdi. Yine de Zambiya yakınında, bakır madenlerindeki binlerce işçiyi beslemek gerektiğinden, oraları protein konusunda aç pazarlardı. Libresi İki sterline gidiyordu hafif islendirilmiş etler. Bu fiyat üzerinden anlaşmaya varılmıştı bile. Sırf et, bir milyon Amerikan doları tutuyordu. Ayrıca tabii fildişleri de vardı.
Fildişleri helikopterle kampın yarım mil ilerisinde, tepelerde, saklı bir yere taşınmıştı. Orada sıra sıra dizilmiş, seçme bir ekip onların üzerinde çalışmaya başlamış, her dişin enli tarafından içine doğru giren kovuktaki kalın, beyaz, koni biçiminde sinir kütlesini çıkarıyor, sonra dişi üzerindeki tüm kan ve pisliklerden arındırıp temizliyor, hassas burunlu uzak doğu gümrükçülerinin kokuyu almaması için tedbir alıyorlardı.
Dört yüz diş vardı. Bir kısmı henüz olgunlaşmamış hayvanların dişleri olduğundan birkaç kilo ancak geliyordu ama, yaşlı erkeklerin dişleri, tanesi seksen sterlinden fazlaya gidecekti. Ortalama, tanesine yirmi sterlin demek akla uygundu. Hong Kong’da cari fiyat, libresine yüz dolardı. Yani toplam sekiz yüz bin dolar. Günün net kârı bir milyon doları geçecekti. Üstelik de, yetişkin erkekler için yıllık gelirin altı yüz doların altında olduğu bir ülkede.
Operasyonun diğer ufak tefek fireleri de olmuştu tabii. Baltacılardan biri dengesini tutturamamış, hayvanın üzerinden düşmüştü. Düşünce de oradaki bir anti personel mayınının üzerine kıç üstü oturuvermişti.
«Geri zekâlı, maymun!» Subay adamın bu ahmaklığına sıkılmıştı. Cesedinin oradan toplanıp gömülmek üzere hazırlanması için değerli iş zamanından bir saat ziyan etmişlerdi.
Bir başka adam baltasını hızlı savurmaya çabalarken kendi ayağını uçurdu, bir düzine kadarı da oralarını buralarını kesip yaraladılar. Adamlardan bir tanesi, subayın çalılar arasında kendi genç karısına yaptıklarına itiraz ettiği için karnına bir AK 47 kurşunu yedi. Ama yine de işin kârı düşünülürse, bu kayıplar ufak sayılırdı. Yoldaş komutan memnun olacaktı. Haklıydı da memnun olmakta.
Fildişi İşinde çalışan ekip işini üçüncü gün sabah bitirdi. Subay onları aşağıdaki isleme işine yardımcı olmaya yolladı, fildişi kampı boşaltıldı. Malı incelemek üzere az sonra oraya gelecek önemli konuğu kimsenin görmemesi gerekiyordu.
Konuk helikopterle geldi. Subay parıldayan sıra sıra fildişlerinin yanında hazır ol duruyordu. Pervanenin püskürttüğü hızlı hava akımı ceketine çarptı, blucininin paçalarını dalgalandırdı ama adam o kazık gibi duruşunu bozmadı. .
Araç yere kondu, içinden pek otoriter biri indi. Yakışıklı adamdı. Dimdik, güçlü, bembeyaz düzgün dişli. O dişler kapkara suratında daha da parlak görünüyordu. Kıvırcık Afrikalı saçları, biçimli başına pek yakın yerden, kısa kesilmişti. İtalyan modasına göre dikilmiş, İnci rengini andırır gri bir elbise, beyaz gömlek, lacivert kravat. Siyah pabuçları yumuşak dana derisinden elde yapılmıştı.
Subaya elini uzattı. Ondan genç olan subay hemen saygılı hazır ol durumunu bozup, babasına koşan bir çocuk gibi ona doğru koştu.
«Yoldaş komutan!»
«Yo! Yo!» diye takıldı büyük adam subaya. Hâlâ gülümsüyordu. «Artık Yoldaş Komutan değil. Yoldaş Bakan. Bundan böyle bir tomar pasaklı çetecinin başı değil, egemen bir devletin hükümetinde Bakanım.» Bakan taze fildişlerine bakarken yüzünde bir gülümseme belirmesine bir kere daha izin verdi. «Ayrıca da gelmiş geçmiş en başarılı fildişi avcısıyım… yalan mı?»
***Taksi Beşinci Caddenin asfaltı üzerindeki demir kapaklı adam deliklerinden birinde daha sarsılınca Craig Mellow yüzünü buruşturdu. Bergdorf Goodman’ın kapısı önündeydiler. New York taksilerinin çoğu gibi bu arabanın da süspansiyonu daha çok Sherman tanklarına lâyıktı.
Craig içinden Mbabwe çukurunda LandRover’le giderken bile bu kadar sarsılmadım diye düşündü. Bu düşünce birden içinde bir özlem duygusu uyandırdı. Chobe nehrinin aşağı kesiminde büyük Zambezi’nin suladığı yeşil alanlarda yaptığı o eziyetli yolculuğu hatırlamıştı.
Bunlar o kadar gerilerde kalmıştı ki şimdi! Anıları kafasından uzaklaştırdı, şimdiki zamana döndü, yayıncısıyla yiyeceği öğle yemeğine taksiyle gelmek zorunda kalmanın kendisine herhalde bir tür hakaret olarak bilhassa ayarlandığını hissetti. Taksinin parasını da ödemek zorunda kalıyordu bu durumda. Bir zamanlar yayıncıları ona şoförlü limuzin arabalar yollar, yemek randevusunu da ya Dört Mevsim’de, ya la Grenoulle’de verirlerdi. Greenwich Village’in İtalyan lokantalarına düşmezlerdi. Bir yazar, yazmakta olduğu kitabı üç koca yıl boyunca getirip teslim etmezse, işte böyle küçük itiraz gösterilerine kalkardı yayınevleri. O yoz ar vaktinin çoğunu, satın aldığı hisse senetlerinin komisyonculuğunu yapan kadınla aşk yaşamaya ayırırsa daktilosunun başında geçirdiği zaman Studio 54’de geçirdiğinden az olursa, sonunda olacağı buydu tabii.
«Eh, herhalde başıma gelecek var.» Craig suratım astı; sigara çıkarmak üzere elini cebine attı. sonra 6igaroyı bıraktığını hatırladı. Alnındaki iri siyah bukleyi geriye doğru itip kaldırımda yürüyen insanlara baktı. Afrika ormanlarından sonra, büyük kentin bu kalabalığını ve telâşını ilginç bulurdu bir zamanlar. Gri taş binalar, sokaklardaki neon ışıklar bile ona değişik, heyecan verici görünürdü. Oysa şimdi kendini onlar arasında boğulur gibi hissediyordu. Bir klostrofobi duygusu gelişmekteydi içinde. Apaçık, koca gökleri özlüyor, yüksek binaların arasından gözüken şerit gibi gökyüzü onu doyurmuyordu.
Taksi acı bir fren yaptı, düşüncelerini yarıda kesti. Şoför başını arkaya çevirmeksizin «Onaltıncı Cadde.» diye duyuruda bulundu.
Craig ön kısmı arkadan ayıran camın arasından bir on dolar uzattı. O Perspex cam şoförü yolculardan korumak için konmuştu oraya. «Üstü kalsın.» dedi Craig, Kapıyı açıp kaldırıma indi. Lokantayı hemen gördü. Etnik özelliklere sahip, tipik İtalyan yeri. Vitrininde hasır kılıflı chanti şişeleri.
Craig kaldırımda rahat adımlarla yürüdü ve hiç topallamadı. Ona bakan, anlayamazdı bile sakatlığını. Duyduğu kuşkulara rağmen lokantanın içinin serin ve temiz olduğunu, ortalıkta dolaşan yemek kokularının iştah açan türden olduğunu fark etti.
Ashe Levy salonun arka tarafındaki loca gibi yerlerin birinde oturduğu masadan ayağa kalkıp ona İşaret etti.
«Craig yavrum!» Kolunu Craig’in omuzlarına sardı, yanağını babacan bir hareketle okşadı. «İyi görünüyorsun bakıyorum koca kurt!» Ashe kendine göre bir konuşma tarzı geliştirmişti. Görünüşü de pek kendine özgüydü. Saçları fırça gibi kesilmişti. Altın çerçeveli gözlük takıyordu. Gömleği çizgili, ama yakası beyazdı. Platin kol düğmeleri, kravat iğnesi, ayağında kahverengi bağlı pabuçlar, burunlarında zımba delikli ayrı bir parça. Ceketi kaşmirden ve ince yakalıydı. Gözleri çok açık renkti. Baktığı nokta, sanki Craig’in gözlerinin biraz yan tarafındaymış gibiydi. En iyi cins Tihuana gold İçer başka tütün kullanmazdı.
«Güzel bir yer burası Ashe. Nasıl keşfettin?»
«O kasvetli Dört Mevsim’den bıkıntı geldi, bir değişiklik olsun dedim.» Ashe sinsi sinsi gülümsedi. Uyguladığı uyan jestinin dikkati çekmiş olmasından memnundu. «Craig, sana çok yetenekli bir bayanı tanıştırmak istiyorum.»
Genç kadın locanın gerisinde, gölgelerin arasına saklanmış oturuyordu ama bu söz üzerine öne doğru eğilip elini uzattı. Spot ışığı eline düştü. Bu yüzden Craig’in ilk izlenimi kadının eliyle İlgili oldu.
İnce bir eldi. Sanatçı parmağı gibi parmakları vardı. Tırnaklar iyi temizlenmiş, kısa kesilmiş, cilalanmamıştı. Tatlı güneş yanığına rağmen, ince cildin altından soylu mavi damarları iyice belli olan bir el. Kemikler inceydi ama, parmakların içinde dip taraflarında sertleşmiş kısımlar vardı. Güç işlere alışkın bir eldi bu el.
Craig eli tutunca, kuvvetini de hissetti. Üst kısımdaki kuru serin teni, avuçtaki sertlikleri dokunmasıyla hissederken kadının yüzüne baktı.
Koyu renk, kalın kaşları vardı. Bir gözünün dış köşesinden başlıyor, öbür gözünün dış köşesine kadar, hemen hemen kesintisiz bir kavis halinde devam ediyordu. Gözleri bu kör ışıkta bile güzeldi. Yeşil, üzerinde bal rengi benekler dolu. Bakışları dosdoğru ve içtendi.
«SallyAnne Jay.» dedi Ashe. «Bu da Craig Mellow.»
Burnu düzdü ama hafif iriydi. Ağzı da güzel sayılamayacak kadar büyüktü. Gür siyah saçları geniş alnından sımsıkı arkaya çekilmişti. Yüzünün cildi de elleri gibi bal rengi güneş yanığı yanaklarında incecik bir toz halinde çiller serpiliydi.
«Kitabınızı okudum.» dedi. Sesi sakin, konuşması duru, aksanı kibardı. Ama Craig onun sesinin titreşimini duyuncaya kadar yaşının ne denli genç olduğunu anlayamamıştı. «Bence olanları hak eden bir kitap.» dedi.
«Bu iltifat mı, eleştiri mi?» Sesini önem vermiyormuş gibi çıkarmaya çalışıyordu ama, İçinden inşallah bu kız da kendi edebi bilgisini göstermek için çok satan bir kitabı yazarının yüzüne karşı kötüleyen tiplerden değildir, diye ummaktaydı.
«Olan şeyler çok İyi.» dedi kız. Craig içindeki sevince kendi de şaştı. Kızın bu sözle konuyu kapanmış farz ettiği açıkça belli olduğu halde sevinmişti. Memnuniyetini göstermek için avucundaki eli hafifçe sıktı, gereğinden biraz daha uzun süre tuttu. Kız sonunda elini silkerek kurtardı, kucağına koydu.
Kafatası avcısı türünde kızlardan değildi belli ki. Alık hayranlardan da değildi. Craig kendi kendine, zaten yatağıma sokulmaya kalkan edebiyat tutkunlarından usanmıştım dedi. Alık hayranlar da saldırgan eleştirmenler kadar beterdi… hemen hemen.
«Bakalım Ashe’i kandırıp içki ısmarlatabilecek miyiz.» deyip kızın karşısındaki yere doğru kaydı, oturdu.
Ashe şarap listesini yine her zamanki gibi dikkatle inceledi sızlandı, sorular sordu, ama sonunda on dolarlık Prascati’yl ısmarladı.
İlk yudumu dilinde dolaştırırken. «Güzel meyve tadı.» diye mırıldandı.
Craig, «Soğuk ve ıslak.» diye cümleyi tamamladı. Ashe tekrar gülümsedi. İkisi de gecen sefer içtikleri ’70 Corton Charlemogne’ı hatırlamışlardı.
Ashe garsona. «Bir konuk daha bekliyoruz.»dedi. «Siparişi o zaman veririz.» Craig’e döndü. «Önce SallyAnne’in sona eserlerini göstermesine vakit tanımak istedim.» diye açıkladı.
«Gösterin.» dedi Craig, Elinden olmadan yine savunmaya geçmişti. Dağlar ormanlar hop onun sırtına binip gitmek isteyenlerle doluydu. Basılmamış yazılarını ona beğendirip desteğini almaya çalışanlar, telif haklarının yatırımım yönetecek yatırım danışmanları kendi hayat hikâyelerini yazmasına izin verip gelirini onunla yarı yarıya paylaşmayı cömertçe önerenler ona sigorta satmaya, ya da Güney Pasifik adalarından bir cennet satmaya kalkanlar, ufacık bir avans ve ondan da küçük bir kâr payı karşılığında film senaryosu yazmasını isteyenler… hepsi aslanın avına üşüşen sırtlanlar gibiydi.
SallyAnne yere ayaklarının yanına bıraktığı sert kapaklı bir dosyayı alıp masanın üzerine Craig’in önüne koydu. Ashe spot ışığını ayarlarken SallyAnne dosyanın kurdelesini çözdü, arkasına yaslanıp oturdu.
Craig dosyayı açtı ve birden dondu. Kollarının cildi tavuk derisi gibi kabardı, ensesindeki tüyler havaya dikildi… büyük bir şey tam anlamıyla güzel bir şey gördüğü zaman tepkisi hep böyle olurdu. Central Park’daki Metropolitan Müzesinde bir Gauguin vardı. Güney Pasiflikli bir Madonna, bebek İsa’yı omzunda taşıyor. Ona baktığı zaman do dikilmişti ensesindeki tüyler. T.S. Eliot’un şiirlerinden bazı pasajları.
Labirenco Durrell’ln yazılarının bazı yerlerini ne zaman okusa böyle olurdu.
Beethoven’in Beşinci Senfonisinin başlangıç akorları; Rudolph Nureyev’in o inanılmaz jeté sıçramaları; Nicklaus’la Borg’un iyi zamanlarında topa vuruşları… bunların hepsi diken diken ederdi ensesindeki saçları. Şimdi de karşısındaki kız yapıyordu aynı şeyi ona.
Önündeki bir fotoğraftı. Üst perdahı yumurta kabuğu gibi kumlu, bu yüzden her ayrıntı canlıydı. Renkler net ve son derece gerçekti.
Bir filin resmiydi bu. Yaşlı, erkek bir fil. Hayvan kameraya, tam karşıdan, tipik korku davranışı içinde bakıyordu. Kulakları kara bayraklar gibi yayıktı. Her nasılsa bu fil, koca bir kıtanın tüm büyüklüğünü, tüm ebedîliğini yansıtmaktaydı. Oysa sindirilmiş durumdaydı. O koca kuvvetin işe yaramadığını hissediyordu insan. Alışmadığı şeyleri görünce kafası karışmış bir hali vardı. Atalarından gelen tecrübelerine dahil değildi bu yeni şeyler. Yeralacak değişiklik onu sarsacaktı. Tıpkı Afrika nın kendisini sarsacağı gibi.
Fotoğrafta onunla birlikte çevresindeki arazi de görünüyordu. Zengin, kırmızı topraklar… rüzgârın kaldırdığı, güneşin kavurduğu, kurağın mahvettiği topraklar. Craig o tozu ağzında hisseder gibi oldu. Sonra hepsinin tepesinde o sınırsız gökyüzü. Sanki bir kurtuluş vaad eden o gökyüzü. Gümüş rengi kümülonimbüs’ler üst üste yığılıp karlı bir dağa benzemiş, yer yer çürük gibi morarmış, mavileşmiş, bir yerindeki bir delikten tek bir güneş ışını geçmiş, dosdoğru erkek filin üzerine bir nur gibi düşmüş.
Bu kız onun anavatanının anlamını ve esrarını, mercek kapağının açılıp sonra tekrar kapandığı o bir anlık zaman parçası içinde yakalamayı bilmişti. Oysa kendisi aylarca köleler gibi çalışmış, bu düzeye yaklaşamamıştı bile. Başarısızlığını anlayınca da bir daha denemeye korkuyordu şimdi. Özgüvenindeki bu sarsıntı yüzünden bir uyarı olarak kendisine ikram edilmiş o şaraptan bir yudum aldı. Bu sefer aynı şarap ağzında, daha önce fark etmediği kinin gibi acı bir tat bıraktı.
«Nerelisiniz?» diye sordu kıza, yüzüne bakmadan.
«Denver. Colarado. Ama babam uzun yıllar Londra Büyükelçiliğinde görev yaptı.» Aksanı oradan geliyordu demek. «Afrika’ya on sekiz yaşındayken gittim, hemen âşık oldum.» Bu sözlerle kendi hayat hikâyesini kısaca tamamlamış oluyordu.
Resme parmaklarıyla dokunmak, onu kaldırıp tersyüz etmek için Craig’in gerçekten çaba harcaması gerekti. Altında bir resim daha vardı. Çölde bir su birikintisinin başında, kara bir püskürük kayanın üzerine oturmuş genç kadın. Başında Ovahimba kabilesine özgü, tavşan kulaklarına benzer bir başlık. Çocuğu yanında duruyor, onun çıplak memesini emiyordu. Kadının cildi bir yağ ve ter tabakası altında pırıl pırıldı. Gözleri Firavun mezarlarındaki fresklerde görülen gözlerdendi. Çok güzel bir kadındı.
«Denver, Colarado, ha!» diye düşündü Craig, Bu kadar bozulmasına çok şaşıyor, öfkesinin derinliğine inanamıyordu. Çocuk yaşta bir ecnebi kızı, bu resimdeki gene kadının halkına özgü o karmaşık ruhu ne hakla böyle kusursuz biçimde yakalardı! Kendisi ömrü boyunca o insanların arasında yaşamış, yine de bir Afrikalıyı şu anda Greenwich Village’in bu İtalyan lokantasında gördüğü kadar açık seçik görememişti.
Hırsını bastırmaya çalışarak o resmi de çevirdi. Altından Craig’in en sevdiği yaban çiçeği olan bir kigelia Afrikana goncasının kahverengi ve altın rengiyle süslü o borazan biçimli harikulâde boynu çıktı. Çiçeğin ağzının içinde, iyice derinlerde değerli bir zümrüde benzer minik bir böcek vardı. Kendiliğinden ışık saçarcasına yeşil yeşil parlıyordu. Renk ve biçimin kusursuz bir aranjmanıydı bu. Öyle olduğu için kızdan daha da çok nefret etliğini hissetti.
Başka fotoğraflar da vardı. Bir tanesinde bir milis askeri sırıtıp duruyordu. Omzunda AK 47 tüfeği, boynunda kurutulmuş insan kurukafalarından bir kolye. Vahşiliğin ve küstahlığın bir karikatürü. Bir başkasında, yüzü buruş buruş bir sihirbaz doktor, her yanından boynuzlar, boncuklar, kurukafalar sarkarken mesleğini uyguluyor. Hastası olan kadın yere toprağın üzerine yatmış sihirbaz doktor onun derisini kesiyor, kanları koyu renk yılanlar gibi kara cildi üzerinden kıvrıla kıvrıla akıyor. Olgun yaştaki hasta kadının memelerinde, yanaklarında ve alnında dövmeler var. Dişleri köpek balığının dişleri gibi ince ve keskin törpülenmiş. Yamyamlık günlerinden kalma bir gelenek. Gözleri, acı çeken bir hayvan gibi. Afrika’nın sabrıyla dayanma gücüyle dopdolu.
Bunun peşinden, tam çelişki oluşturan bir başka fotoğraf geliyor. Afrikalı çocukları okuldaki sınıfta gösteriyordu. Ahşap direklerden, sarmaşıklardan yapılmış derme çatma bir sınıf. Öç çocuğa bir kitap düşüyor, dersi baş başa vererek izliyorlardı ama, genç siyah öğretmenin sorularına karşı eller hevesle havada. yüzler öğrenme İsteğiyle ışıl ışıldı… her şey vardı bu resimde. Umudun ve umutsuzluğun komple kayıtlan, korkunç bir fakirlik ve dehşet verici bir zenginlik, vahşet ve şefkat, amansız etkenler ve cıvıl cıvıl yaratıcılık, acılar ve mizah. Craig başını kaldırıp kıza tekrar bakmaya cesaret edemedi. Sert parlak fotoğraflan ağır ağır çevirmeye, her birinin içercesine tadını çıkarmaya onun gözlerine bakacağı anı geciktirmek için elinden geleni yapmaya devam etti.
Birden durdu, özellikle acı bir kompozisyon vardı karşısında. Bir kemik ormanı. Kız dramatik etkiyi güçlendirmek İçin bu resmi siyah beyaz çekmişti. Kemikler parlak Afrika güneşi altında ışıldıyordu. Dönümler dolusu kemik. Kocaman kafalar, dev omurgalar, okyanuslara dalgıç indirmede kullanılan kafesleri hatırlatan iri kaburga kafesleri, fıçı boyunda kcfolarda göz çukurlarının karanlık mağaralar gibi oyukları. Craig önce ef\ sonelerin fil mezarlıklarını düşündü. Eski avcılar, fillerin ölmek üzere gizli bir yere gittiğine inanırlardı.
Kız. «Fildişi tüccarları.» dedi. «İki yüz seksen altı İskelet.» Bu sefer Craig başını kaldırıp ona bakmak zorunda kaldı. Bu sayı onu afallatmıştı.
«Bir seferde mi?» diye sordu, kız başını salladı.
«Filleri eski mayın tarlalarından birine sürmüşler.»
Craig elinde olmaksızın ürperdi, fotoğrafa tekrar baktı. Masanın altında eli oyluğunun üzerinden dizine doğru kaydı, bacağını tutan kasnağı hissedebileceği yere geldi, koca hayvanların kaderi onun içinde boğazına tıkanan bir acıma uyandırdı. Kendi mayın tarlasını hatırladı, ayağının altındaki patlamanın tokat gibi etkisini bir kere daha hissetti… balyozla vurulmuş gibi.
«Üzgünüm.» dedi kız alçak sesle. «Bacağınızı biliyorum.» Ashe atıldı. «Ev ödevlerini iyi yapar!»
Craig içinden. «Kes sesini!» diye düşündü öfkeyle. Ama bir şey söylemedi. «İkiniz de susun!. Bacağından söz edilmesinden nefret ederdi. Kız ev ödevini gerçekten iyi yapan biri olsa. bunu da bilirdi. Ama sorun yalnız bacağından söz edilmiş olmasında da değildi… daha çok o fillerdeydi. Craig bir zamanlar yaban hayvanları idaresinde çalışmıştı. Onları tanır, severdi. Bu katliam kanıtı içini bulandırıyor, onu fena sarsıyordu. Kıza düşmanlığı daha do arttı. Bu tatsız duyguları o getirmişti ona. İntikam olmak geldi içinden. Çocuklar gibi ödeşmek istedi canı. Ama daha buna fırsat bulamadan, son konuk çıkageldi, Ashe’in takdimleri bir kere daha dikkatleri dağıttı.
«Craig, sana çok özel birini tanıtmak istiyorum.» Ashe’in tüm takdimleri böyle reklâmlar faslından olurdu. «Bu bey, Henry Pickering. Henry, Dünya Bankasının başkan yardımcısıdır. Dikkatle kulak kabartırsan, kafasının içinde milyarlarca doların şıkır şıkır ettiğini duyarsın. Henry, bu da dahi çocuğumuz Craig Mellow Afrika’dan çıkan yazarlar orasında. Karen Blixen de dahil, en büyüklerinden biridir yalnızca… o kadar!» «Kitabı okudum.» diye başını salladı Henry. Çok ince, çok uzun boylu, saçları vakitsiz dökülmüş biriydi. Bankacılara yakışır türde, koyu renk takım elbise giymişti. Yalnızca kravatında bir nebze renk vardı. Bir de o parlak mavi gözlerinde. «Bu seferlik galiba abartmıyorsun. Ashe.» dedi.
SallyAnne’in yanağını platonik bir ifadeyle öptü, oturdu. Ashe’in kadehine koyduğu şarabı tattı, sonra kadehi bir santim ileriye itti. Craig adamın ince hareket tarzına hayranlık duyduğunu hissetti.
Henry Pickering açık duran dosyaya bakarak. «Nasıl buldunuz?» diye sordu Craig’e.
Ashe Levy çabucak atıldı. «Bayıldı, Henry. Aklı başından gitti, serseme döndü. İlk baktığı zaman yüzünü görmeni isterdim. Deli oldu. deli!» «İyi.» dedi Henry alçak sesle. Gözleri Craig’in yüzündeydi. «Fikri anlattın mı?» «Sıcağı sıcağına sunmak istedim onu.» Ashe Levy başını sallıyordu. «Birden patlatmak istedim.» Craig’e döndü.
«Bir kitap.» dedi. «Bir kitap düşündük. Adı. Craig Melow’un Afrika’sı. Sen atalarının Afrika’sını yazacaksın, neydi, ne oldu, onları anlatacaksın. Oraya gidecek, derinlemesine bir analiz yapacaksın, insanlarla konuşacak…»
«Özür dilerim.» diye onun sözünü kesti Henry. «Anladığıma göre başta gelen iki dilden birini biliyormuşsunuz… Sindbele’ydi, değil mi? Zimbabwe dili?»
Craig’in yerine Ashe. «Su gibi bilir.» diye cevap verdi. «Onlardan biriymiş gibi.»
Henry, «İyi.» diye başını salladı. «Çok da tanıdığınız olduğu doğru mu? Bir kısmının yüksek hükümet görevlerinde olduğu?» Ashe o soruyu da kaptı. «Eski arkadaşlarından bazıları Zimbabwe hükümetinde Bakan oldu. Ondan yükseği yok ki!»
Craig, gözlerini tekrar fil mezarlığının fotoğrafına indirdi. «Zimbabwe.» Siyahların zaferden sonra seçtiği bu yeni isme hala pek alışamamıştı. Orayı hala Rodezya olarak düşünürdü. Kendi atalarının, ellerinde kazma kürek ve Maxim makinellleriyle gidip vahşilikten çıkardıkları topraklardı oraları. Onların vatanıydı… bir zamanlar kendisinin de vatanıydı… adı ne olursa olsun, hala da vatanıydı.
«Birinci sınıf bir kitap olacak. Craig, Hiçbir masraftan kaçınılmayacak. Nereye istersen gidebilir, kiminle istersen konuşabilirsin. Dünya Bankası buna olanak verecek, para da verecek.» Ashe Levy hevesle devam ediyordu. Craig başını kaldırıp Henry Pıckering’e baktı.
«Dünya Bankası mı yayınlıyor.?» Sesi alay doluydu. Ashe buna da cevap verecekti ama, Henry Pickering elini onun kolu üzerine koydu.
«Topu biraz da bana bırak Ashe.» dedi. Craig’in ruhsal durumunu sezmişti adam. Sesi yumuşak ve ikna ediciydi. «Bizim işimizin en büyük kısmı, az gelişmiş ülkelere borç vermek. Zimbabwe’ye yaklaşık bir milyar dolar yatırım yaptık. Bu yatırımımızı korumak istiyoruz. Bir model, bir sergi haline getireceğimiz o küçük Afrika devletini bütün dünya tanısın istiyoruz. Siyah bir hükümet nasıl başarılı olabilirmiş, görsünler. Kitabınızın bize bunu sağlayacağı kanısındayız.»
«Ya bunlar?» Craig fotoğraflara dokundu.
«Kitabın entelektüel etkisi kadar, göze etkisi de olsun istiyoruz. SallyAnne bunu sağlayabilir diye düşündük.» Craig birkaç saniye sessiz kaldı, bu süre içinde, yüreğinde korkunun iğrenç bir sürüngen gibi kıpırdandığını hissetti. Başarısızlık korkusu. Aklına, bu fotoğraflarla rekabet etmek zorunda kalacağı geldi. Kızın merceğinin o dehşet verici görüntülerine yenilmeyecek kalitede yazılar çıkarmak zorundaydı. Kendi adı tehlikeye giriyordu. Kızınsa kaybedeceği bir şey yoktu. Her şey ondan yanaydı. Bu kız bir müttefik değil, bir hasımdı. Deminki düşmanlığı geri döndü, öyle bir kuvvetle döndü ki bir tür nefretti sanki.
Kız masanın karşısından ona doğru eğiliyordu. Spot ışığı, o benekli yeşil gözlerin çevresindeki uzun kirpiklere düşmüştü. Ağzı hevesle titriyordu. Alt dudağında minik bir tükürük balonu. İnci gibi parıldadı. Craig öfke ve korkusunun arasında bile acaba o dudağı öpmek nasıl olurdu, diye düşündü.
«Craig, eğer elime fırsat verilirse bunlardan da iyisini başarırım.» dedi kız. «İşin doruğuna varırım eğer bana şans tanırsan. Lütfen!
«Filleri seviyor musun?» diye sordu Craig ona. «Sana bir fil fıkrası anlatayım. Kocaman yaşlı bir erkek fil varmış. Bunun sol kulağının içinde bir pire yaşarmış. Günlerden bir gün fil, derme çatma bir ahşap köprüden geçmiş, öteki yamaca vardığında pire onun kulağına, ‘Vay canına! Amma sarstık o köprüyü demiş.» SallyAnne’nin dudakları yavaşça kapandı ve renkleri soldu. Göz kapakları titredi, kara kirpikler kelebek kanadı gibi çırpıldı, o kirpiklerin gerisinde yaşlar parıldamaya başlarken kız arkasına yaslandı, spot ışığının altından çekildi.
Bir sessizlik oldu. O sessizlikte Craig de içinde pişmanlık duygusunun gelişmekte olduğunu hissetti. Kendi zalimliği, katılığı içini bulandırıyordu. Bu kızın sağlam, sert olacağını sanmıştı. Kendisine dikenli bir cevap vermesini beklemişti. Gözyaşları aklına bile gelmemişti. Onu avutmak, aslında öyle demek İstemediğini söylemek geldi İçinden. Kendi korkusunu, güvensizliğini anlatmak geldi. Ama kız kalkıyordumasadan. Fotoğrafların dosyasını topluyordu.
Alçak sesle. «Kitabınızın bazı bölümleri ne kadar anlayışlı, ne kadar merhametliydi… sizinle çalışmayı ne kadar istemiştim.» dedi. «Herhalde kendinizin de kitabınız gibi olmanızı beklemek saçmaydı.» Ashe’e baktı. «Özür dilerim, Ashe, kendimi pek aç hissetmiyorum artık.» Ashe hemen ayağa kalktı. «Aynı taksiyle gidelim.» dedi. Sonra Craig’e alçak sesle, «Tebrikler, kahraman! Yeni kitabı bitirince beni ara.» deyip SallyAnne’in peşinden yetişmek üzere acele acele uzaklaştı.
Henry Pickering kadehiyle oynuyor, düşünceli gözlerle şarabı inceliyordu.
Craig, «Pastörize keçi sidiğinden farkı yok.» dedi. Sesinin pek de sağlam çıkmadığını farketmişti. Şarap garsonuna işaret edip bir Mersault ısmarladı.
«Bu daha iyi.» dedi Henry. «Eh, belki de kitap fikri o kadar parlak bir fikir değildi, ha?» Kolundaki saate göz attı. «Ismarlasak fena olmaz.» Başka şeylerden konuştular… Meksika kredisi olayından. Reagan’ın dönem ortası güven oyundan, altın fiyatından… Henry hızlı kâr için gümüşü tercih ediyor, elmasın da yakında daha iyi duruma geleceğine inanıyordu. «Ben olsam De Beers alır saklardım.» diye öğüt verdi.
Onlar kahve içerken, bir başka masadan güzel bir sarışın kalkıp yaklaştı.
«Siz Craig Mellow’sunuz.» diye suçladı onu. «Sizi televizyonda gördüm. Kitabınıza da bayıldım. Lütfen, lütfen şunu İmzalayın bana.» O yemek listesini imzalarken kız eğilip dimdik memesini onun koluna dayadı.
«Beşinci Caddede Saks’ın kozmetik bölümünde çalışıyorum.» dedi «Ne zaman olsa bulursunuz beni orada.» O gittikten çok sonra, pahalı parfümlerin kokusu hala masanın çevresinde dolaşıyordu.
Henry imrenen bir sesle. «Bunları hep böyle red mi edersiniz?» diye sordu.
Craig, «İnsanoğlu et ve kandandır ne de olsa.» diye güldü. Henry hesabı ödemekte direndi.
«Bir limuzinim var. Sizi bırakayım.» diye teklifte bulundu.
Craig, «Yürüyeyim de hamurları eritsin midem.» dedi.
«Biliyor musun? Craig, bana kalırsa sen yine Afrika’ya döneceksin. O fotoğraflara bakışını gördüm de… aç bir insan gibi.»
«Mümkün.»
«Kitap. O konudaki ilgimiz. O işin nedenleri Ashe’in anlayabildiğinden daha derin. Sen orada en başta gelen siyahlan tanıyorsun. Bu beni ilgilendiriyor. Kitabında öne sürdüğün fikirler de bizim düşüncemize uyuyor. Oraya dönmeye karar verirsen. yola çıkmadan beni bir ara. Belki karşılıklı birbirimize birer iyilik yapabiliriz.» Henry siyah bir Cadillac’ın arka kanepesine bindi, kapı hala açık dururken eğildi. «Aslında bana o resimler bayağı iyi gibi gelmişti.» dedi. Sonra kapıyı kapadı. Şoföre başıyla işaret verdi.
Bawu, iki yeni yapılmış yatın arasına demirlemişti. Biri kırk beş kadem boyunda bir Canper ve Nicholson, öteki de bir Hatteras convertible’dı ama, Bawu onların yanında bile fena durmuyordu. Beş yıllık bir tekne olduğu halde, Craig onun her vidasını kendi eliyle sıkıştırmıştı. Yat rıhtımının kapısında durup teknesine baktı. Nedense bugün onun zarif çizgilerinden her zamanki kadar zevk almadı.
Rıhtımın yazıhanesinde resepsiyon masasında oturan kız kapıdan girerken ona seslendi. «Sana iki telefon geldi. Craig, İstersen bu telefonu kullanabilirsin.» Kızın uzattığı notlara baktı. Biri hisse Senedi komisyoncusundan geliyordu. «Âcil» diye yazılıydı, öteki, ona batı bölgesindeki bir günlük gazetedendi. Son zamanlarda pek seyrelmişti bu tür mesajlar.
Önce komisyoncuyu aradı. Craig’in Mocatta altın sertifikalarını satmışlardı. Bir ons’unu üç yüz yirmi dolardan aldığı altınlar, beş yüz iki dolara gitmişti. Craig büroya parayı vadesiz hesaba yatırmalarını söyledi.
Sonra ikinci numarayı çevirdi. Telefonun bağlanmasını beklediği süre içinde, karşısındaki kız nedense gereğinden fazla hareket ediyor, dosya çekmecelerinin en alttakilerine eğiliyor Craig’in memelerini de, bacaklarını da rahatça görebilmesini sağlıyordu. beyaz Bermuda şortu ve pembe atlet tipi tişört giymişti.
Craig, gazetenin edebiyat servisi şefini karşısında bulunca kadın ona yeni kitabının ne zaman basılacağını sordu.
Craig içinden acı acı. «Ne kitabı!» diye düşündü. Kadına cevap verirken, «Henüz kesin tarihi belli değil ama rotaya girdi.» dedi. «Bu arada bir röportaj yapmak ister misiniz?» «Teşekkürler ama kitap basılana kadar bekleyelim. Bay Mellow.» Craig, «Çok beklersin.» diye düşünerek telefonu kapadı, aynı anda karşısındaki kız başını kaldırıp parlak bakışlarla ona baktı.
«Bu geceki parti Firewater’da.» Yılın her akşamı, teknelerin birinde mutlaka parti olurdu.
«Geliyor musun?»
Şortuyla tişörtünün orasından sımsıkı göbeği görünüyordu. Gözlüğü olmasa enikonu güzel olabilirdi… ne çıkar ki diye düşündü Craig içinden. Bugüne bugün, altın sertifikasından çeyrek milyon dolar kazanmış, yemek masasında da kendini rezil etmiş biriydi o.
«Ben Bawu’da iki kişilik özel bir parti veriyorum.» dedi. Büyük sabır göstermişti kız bugüne kadar doğrusu. Sırası gelmişti onun da artık.
Karşısındaki surat birden aydınlanınca Craig doğru tahmin ettiğini anladı. Gerçekten enikonu güzeldi.
«Buradan beşte çıkıyorum.»
«Biliyorum. Hemen gel.»
Birini yerle bir et, ötekini mutlu et diye düşündü gamlı gamlı. Bunlar birbirini götürmeli, durum denkleşmeliydi. Ama olmuyordu tabii. Craig geniş yatağında, üzerine tek çarşaf örtmüş, iki elini ensesinde kenetlemiş, sırtüstü yatıyordu. Gecenin küçük seslerini dinlemekteydi. Teknenin gıcırtısı, halatın bordaya çarpışı, dalgaların gövdeye vuruşu. Havuzun karşı tarafında Firewater’deki parti hala capcanlı devam ediyordu, içlerinden birini suya atarlarken uzaktan sarhoş kahkahaları duyuldu. Craig’in yanındaki kız uyurken dudakları arasından sürekli hava püskürtme sesleri çıkarıyordu.
Çok hevesli ve çok tecrübeli çıkmıştı kız. Ama Craig yine de kendini tatsız hissediyordu. Kalkıp güverteye çıkmak istiyordu ama, o zaman kız uyanırdı. Yine hevesli olacağından emindi. Daha fazla zahmet etmek istemiyordu. Bu yüzden, olduğu yerde yatmaya devam etti. SallyAnne’in dosyasından bir takım görüntülerin sanki bir sihirli lamba ışığında kafasında birbirini kovalamasına izin verdi. O görüntülerden, daha eski bir takım görüntüler doğdu. Uzun zamandır uyuklayan, ama şimdi taptaze,capcanlı, yeniden dirilen görüntüler ve yanlarında onlara eşlik eden kokular, tadlar, sesler.. hepsi Afrika’ya ait. Kulağına sarhoş yatçıların sesi yerine, geceleri Chobe nehri kıyılarında çalınan tamtamların sesi gelmeye başladı. Çevresinde New York’daki Doğu Nehri’nin suları yoktu. Burnuna gelen koku kavrulmuş toprağa düşen tropik yağmur damlalarının çıkardığı kokuydu. Sancı veren bir sıla özleminin melankolisine kaptırdı kendini. O gece bir daha uyuyamadı.
Kız ona kahvaltı hazırlamakta direndi. Bu işi sevişmek kadar iyi bilmiyordu. O kıyıya çıktıktan sonra Craig’in mutfağı temizlemesi hemen hemen bir saat sürdü. Sonra çıkıp salona geçti.
Yazı masasının üzerindeki lombozun perdelerini çekip kapadı rıhtımdaki faaliyetlerin dikkatini dağıtmamasını sağladı, oturup çalışmaya başladı. Son on sayfayı tekrar okudu, bunlardan ikisi işe yorarsa yine şanslı sayılırım, diye düşündü. Soğuk yazılardı. Kişiler pek kasıntıydı. Acı acı sözler söylüyorlardı. Bir saat kadar sonra, bir kelimenin eş anlamlısını bulmak üzere yan raftaki sözlüğüne uzandı.
«Daha neler!» diye söylendi. «İnsanların konuşurken böyle tumturaklı kelimeler kullanmadığını ben de bilirim.» Sayfaların arasından katlanmış kâğıtlar düşünce durakladı.
Çalışmasına ara vereceğinden gizli gizli memnun, katlı kâğıtları açtı, Janine adlı bir kızdan gelen mektup olduğunu hatırladı. Savaş günlerinin acılarını onunla paylaşan, yaralanmadan sonra nekahet döneminde ona sabırla eşlik eden kız. Bacağını kaybettikten sonra i!k defa yürüdüğünde o da yanındaydı. Bawu’yu ilk Atlantik yolculuğuna çıkarırken halatı o çözmüştü. Sevdiği kız. Neredeyse evleneceği kız. Yüzünü şimdi hemen hemen hiç hatırlayamadığı kız.
Janine bu mektubu Yorkshire’deki evinden yazmıştı. Babasının ortağı olan genç veterinerle evlenmeden üç gün önce. Mektubu yeni baştan, yavaş yavaş okudu. On sayfasını da. Sonra. onu neden göze görünmez bir yere saklayıp unutmaya çalıştığını hatırladı. Janine yer yer gücenikti ama, söylediklerinin bazıları çok yaralayıcıydı.
«O kadar uzun süre. o kadar sık başarısızlıklara uğramıştın ki, birden gelen başarı senin aklını başından aldı…» Craig orada duraladı. O kitap hariç, başka ne yapmıştı? Bir tek kitap! İşte kız ona cevap veriyordu.
«Çok masum ve çok hassastın. Craig, O çocuksu halinle çok sevilecek biriydin. Ben o niteliklerle bir arada yaşamak istemiştim. Ama Afrika’dan ayrılışımızdan sonra bunlar hepsi yavaş yavaş kurudu, sen katı ve alaycı biri olmaya başladın…
«İlk karşılaştığımız günü hatırlıyor musun? Hani sana. ‘Şımarık çocuğun birisin. Her başladığın işi yarım bırakırsın sen,’ demiştim. Doğruydu. Craig, İlişkimizi bile bıraktın. Yalnızca öteki dilberleri demek istemiyorum. Edebiyat meraklısı kızlar değil benim söylemek istediğim. Sen sevmekten vazgeçtin. Bak sana besbedava bir öğüt vereyim. Bari tek iyi yaptığın şeyden vazgeçme. Yazmaktan vazgeçme. Craig, O gerçekten büyük günah işlemek olur…» Bu satırları ilk okuduğunda, nasıl üstten bakıp küçümsediğini hatırladı. Ama şimdi öyle yapamıyordu… korkusu çok fazlaydı. O da başına geliyordu işte… kızın tahmin ettiği gibi.
«Seni gerçekten sevdim. Craig, Birdenbire değil ama, yavaş yavaş. O sevgiyi silmen uzun sürdü ve seni çok uğraştırdı. Artık seni sevmiyorum. Craig, Bir daha hiçbir erkeği seveceğimi de sanmıyorum. Cumartesi evleneceğim adamı bile. Ama senden dost olarak hoşlanırım. Hep hoşlanacağım. Hep iyiliğini isteyeceğim. En büyük düşmanına dikkat et… kendine.» Craig mektubu katladı… canı bir içki istedi. Dolaba yürüyüp bardağa Bacardi doldurdu. Koca bir bardak. Onu içerken mektubu bir daha okudu. Bu sefer İçindeki cümlelerden bir teki etkiledi onu.
«Biz Afrika’dan ayrıldıktan sonra kurudu bunlar senin içinde… anlayış da deha da.» «Evet,» diye fısıldadı. «Kurudu. Hepsi kurudu.» İçindeki sıla özlemi birden ağrıyan bir yaraya dönüştü. Yolunu kaybetmişti. İçindeki çeşme kurumuştu. Kaynağa geri dönmek istiyordu.
Mektubu yırtıp küçücük parçalara ayırdı, körfezin pis sularına attı boş bardağı olduğu yerde bıraktı, koridoru geçip güverteye, oradan iskeleye çıktı.
Kızla konuşmak istemiyordu. Bu yüzden, rıhtım kapısındaki paralı telefonu kullandı.
Sandığından kolay oldu. Santraldeki kız onu hemen Henry Pickering’in sekreterine bağladı.
«Bay Pickering’in müsait olup olmadığından emin değilim. Kim arıyordu acaba?» «Craig Mellow.» Pickering’in sesi telefonda hemen duyuldu.
Craig ona. «Eski bir Matabele atasözü vardır.» dedi. «Zambezi nehrinin suyundan bir kere içen mutlaka yine donup içer.»
«Demek susadın.» dedi Pickering.
«Tahmin etmiştim.»
«Beni ara demiştin.»
«Gel beni gör.»
«Bugün mü?» diye sordu Craig,
«Hey, dostum, gemi azıya almışsın sen! Dur randevu defterime bakayım… akşam altıda olur mu? En erken o zaman boşum.» Henry’nin odası yirmi altıncı kattaydı. Yüksek pencereler, boğaz gibi caddelerin üzerinden Central Park’ı görmekteydi.
Henry Craig’e bir viski soda koydu, pencerenin yanına, onun durduğu yere getirdi. Kentin görünümüne bakarak yanyana sessizce içtiler. Bu arada kocaman kızıl bir topa benzeyen güneş morlaşmaya başlayan havanın içinden çevreye garip gölgeler düşürüyordu.
Sonunda Craig, «Sanırım numara yapma zamanı geçti, Henry.» dedi. «Benden ne istiyorsun, söyle artık.»
Henry «Belki de haklısın.» diye kabullendi. «Kitap işi bir tür paravandı. Dürüst bir davranış değil. Hoş ben şahsen yine de senin yazılarını o kızın resimleriyle yan yana görmekten son derece hoşla…»
Craig sabırsız bir hareket yaptı, Henry devam etti
«Ben Afrika Bölgesiyle görevli başkan yardımcısıyım.»
«Kapıda tabelânı gördüm.» diye başını salladı Craig
«Bizi eleştirenlerin dedikleri bir yana biz elbette ki yardım kuruluşu değiliz, kapitalizmin kalelerinden biriyiz. Afrika, ekonomik bakımdan zayıf ülkelerle dolu bir kıta. Güney Afrika Birliğiyle kuzeydeki petrol çıkaranlar hariç, ancak kendini besleyebilecek tarım toplulukları hepsi. Dayanacak bir iskelet olarak sanayileri de yok, maden kaynakları da az.»
Craig tekrar başını salladı.
previous post
next post