Seferi (Nurcan Bedir Ören)
,
29 Eylül 2019 Pazar
aaa
Günümüz yazarlarından, Türkçe öykü ve romancılığının güzel örneklerini veren Ümran Düşünsel’in, Yüzün Eksik Parçası adlı romanını okudum.
Romanlarda “Ben” veya “O” anlatımı vardır ya… Bu roman da “O” olarak anlatılıyor fakat okudukça “Biz” gibi oluveriyor anlatım. Hangi “Biz”den bahsediyor yazar? Uzun tasvirler, önceki hayattan bilgiler veya tanıtımlara gerek görmeden direkt Faruk’un şahsında, onun gibi olanların hayatına giriyoruz. Dokunma veya uzaktan bakma değil, direkt o hayatın içine dalıyoruz. Yeni tanışıp kaynaştığımız bir arkadaşımıza eski tanıdıkları anlatırken, “ okul arkadaşım, hapishane arkadaşım, iş arkadaşım, kayınvalidem, kızım vs “diye tanıştırmayıp, hepsini çok önceden biliyor gibi davranmamız beklenir mi? Bu kitapta bekleniyor. Böylece okuyucu, hemen konuya ve tabii ki o hayata giriyor, kahramanın en yakını oluveriyor.
İnsan insanı yarasından tanıyor, öyle arkadaş oluyor. Yeni karşılaştığımız veya eskiden tanıdığımız herkes ortak yarada birleşiyor.
Sadece insan varlıklarla değil, örümcekle, kediyle de tanışıyor ve kaynaşıyoruz. Nedense (aslında biliyoruz) kedilerin yaraları çok belirgin. Birinin bir gözü körken, hayatımıza sonradan giren diğer kedinin de iki gözü kör. Ama eşyalara çarpmadan yürüyen, evin insanı gelince, o seslenmese de farkeden, uyuma zamanı kolunun altına sokuluveren bir kedi.
Başlangıçta, bir kaç kez geri dönüp yeniden okusam da konuya ben de dahil oldum. Farukla birlikte memlekete döndük, kızımızın evinin önünde ıslandık, eski arkadaşları birlikte bulduk, hatıraları yâd ettik. Hatta yeri geldi Firuzan’la deniz kabuğu bile topladık. Sonra sevdiğimizin, denizde değil de hayatımızda kaybolduğunu farkedince, yine Firuzanla birlikte tekrar attık kabukları denize.
Gurbetin ve sürgünün yalnızlığını, evini paylaştığın örümcekle giderme hissi, bir çok kişinin yaşadığı ama öne çıkarmadığı bir durumdur. Veya hakkını veremediğimiz yaşları görmekten çekinerek, aynalara bakamama durumu…Böylece hem kendi yaşadıklarımızı hem de sevdiklerimize yaşattıklarımızı hatırladık. Belki ondandır anlatımı “ Biz” gibi hissetmemiz.
Ayrıca Ceren’in gözlerinde, hiç tanımadığı babaya koşulsuz sevgiyi görebildiğimiz gibi, Firuzan’da, sevdiğinin ölümüne mi ihanetine mi daha kolay katlanılabilineceğini sorguluyoruz.
Ölümcül hastalığına rağmen çalışmak zorunluluğu, hasta ve hamile karısını memlekette bırakıp çalışma zorunluluğu, ihtilaller ve sonucundaki zorunlu göç durumu, parçalanmış ailelerin dramları… her bir karakterde her bir yara adeta kişiselleştirilmiş. Bütün kanayan yaralar bir şekilde aralara serpiştirilmiş, sırası gelen, kendini öne çıkıp gösteriyor. Öyle ki Van depremini bile yeniden anıyor, hatta yaşıyoruz.
Ayrıca her birinin üstünde ayrı bir roman yazılacak anlamlı cümleler vardı ama beni en derinden etkileyen cümle, etrafındaki değişiklikleri, sosyal sınıf ayırımını yerinde gören ve olan bitenin farkında olan işçi Cengiz’in ağzından duyduğumuz; “Dip balıklarının tamamı yakınımdır.” cümlesiydi.
Gerçi zamanın gerisinde bıraktığımız, yaşayamadığımız yaşlardaki yüzümüzü ayna gibi kırıp parçalasak, sonra yeniden toplasak, en cana yakın, en sıcak ve en mutlu parçasını hiç bir zaman bulamayacağız ama, ailemiz ve sevdiklerimizle o parçayı tamamlayabilme inancımızı da yitirmeyeceğiz. Şeklinde de bir önerme hissettim.
İlk izlenimlerim, tamamen ham düşüncelerim böyle… Etkileyici, düşündürücü bir roman. İnkar etsek de yabancısı olmadığımız duyguları, başka hayatlarda yaşanıyor gibi görüyor ama aslında aynadan seyrediyoruz.
Sitedeki yazıların tüm hakları ve sorumluluğu yazı
sahiplerine aittir. Yazıların izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı
Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Aksi davranışlara karşın yasal işlemlere
başvurulacaktır.
Yapılan Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış…