USTADIR ARI-YAŞAR KEMAL

Karalar

Geri toplumların belli başlı özelliklerinden biri, belki de birincisi, o toplumların içerisinde bulunan, ya da dışardan gelen asalaklarca sömürülmesine uygunluğudur. Toplumlar ilerledikçe asalakları yakasından atar. Attıkça da ilerler.

Geri toplumların ülkücüleri de azdır. Aydınları dönektir. Çıkarından başka şeyi zor düşünürler. Ülkücülükleri ciladır. Halka yutturmadır. Savundukları ilkelerden kendilerine azıcık zarar geldiğini gördüklerinde hemen ters yüz edip onun tam karşıtı bir düşünceyi aynı güçle savunurlar. Onun adını da politika koyarlar. Koyu bir dinsizken dindar, işlerine gelince dindarken dinsiz görünürler. Yani, uzun sözün kısası, ne kadar okumuş olurlarsa olsunlar, Avrupa görüp kitaplar devirsinler, çıkarlarından başkasını düşünemezler. Bunlara ileri toplumların aydınları gibi aydın denemez.

Bizde din kurumunu, çağımızda bir hurafe yığını haline sokmuşlardır. Bütün geriliğimize bu birinci sebeptir. Batıdan ne geldiyse karşı koymuşlardır. Daha da durmadan karşı koyuyorlar. Batıdan gelen yeniliklerin bu kuruma o kadar dokunur yönleri de yoktur. Ama gelen yeniliklerin birtakım kimselere zararı vardır. Bu zararın önüne geçmek için, o yeniliğe karşı koymak için çareler aranır. Geri tabakalarca en çok tutunan kurum nedir, din kurumudur. Ver elini din kurumu. Ve din kurumunu o hale getirirler ki, artık o kurum onun elinde bir araçtır.

Memleketin yüzüne yayılmış şeyhler, hacılar, hocalar var. Bunları tutan ağalar var. Bunların çömezleri mollalar var. Şeyhlerin halkı soyabilmeleri, hurafelerle korkutabilmeleri onları kara cahil koymakla olasıdır. Başka hiçbir çıkar yolları yoktur. İlkokulu bitirmiş bir kimse gidip de bu zamanda bir şeyhe tapmıyor. Onların yalanlarına, karalarına inanmıyor. Okumuş aklı başına gelmiş bir kimse gidip de bir ağanın kapısında boğaz tokluğuna çalışmıyor. Hakkını istiyor.

Bizim kasabada bir hoca vardı. Bir ağayla birleşmiş, yıllar yılı çocukların okumamaları için, babaların çocuklarını okula göndermemeleri için öyle bir propagandaya girişmişlerdi ki, bu yüzden çok köyün çocuğu okul yüzü görmedi.

Bir kısım insanların yaşamaları hurafeler yüzündendir. Ağaların, beylerin, hocaların. Yalanla dolanla kandırıyorlar halkı. Birtakım politikacılar da bunlara katılıyorlar, birkaç oy için onlara yüz veriyorlar.

Bizde bir zamanlar Atatürkün sayesinde bu iş uyumuş, yerine çekilmişti. Yaşadığımız günleri fırsat bilen faydacılar hurafe ocaklarını, hatta tekkeleri bile ayağa kaldırdılar. Milletin üstüne bir kara duman gibi çöktüler ki, aman Allah… Her ilde, her köyde eski yazı… Çocuklar kara cahil, görgüsüz mollaların ardında. Ama okullarda öğrenci yok. Bu bir kara felakettir.

Doğuda bir zamanlar gerilik üstüne röportajlar yapmıştım. Çoğunu yazdım, birçoğunu yazamadıydım o zamanlar. Şimdi de onlara benzer birçok olayla karşılaşıyorum İstanbulun göbeğinde.

Bir şeyh, radyo kadar günah bir yaratık olmaz, diyordu. Bir radyoyu bir kere dinleyenin kulağına cehennemde yedi yüz bin yıl kurşun akıtılacaktır. Radyo sesi sinen su, zehirden kötüdür. İçen bir daha Müslümanım demesin, diyordu.

Aynı şeyh, ağaların, beylerin çalıştırdığı, fakiri fukarayı yerinden, çalıştığı tarladan edip dağlara düşüren traktör için de kutsal bir makinadır diye fetva çıkarmıştı. Çünkü köylüler, kendilerini çalıştığı topraklardan eden makinaları kırıyor, onlara diş biliyorlardı.

Ağaların, beylerin işine gelen her şey iyi, halkı uyandıran her şey kötü.

Şimdilik bizde, bir azınlık dışta bırakılırsa, aydınların, yani okur yazarların çoğu karaların yanında. Efendim hürriyettir demokrasidir, çoğunluktur… Kötülüklerinin önüne geçmeyeceksin. Okullar kapanacak, medreseler dolacak aldırmayacaksın: Halk soyulup soğana çevrilecek, aldırmayacaksın. Memlekette türeyen yeni şeyhlerin her biri küçük birer Ağa Han rolünde, haberiniz var mı? Buna da aldırmayacaksın. Derebeyler, ağalar saçı bitmedik yetimlerin haklarını yiyorlar. Bir memleket yokluk, cehalet içinde, hurafe içinde kıvranıyor, eziliyor, aldırmayacaksın. Okullar yıkılıyor, yakılıyorsa hakları var, öyle mi?

Hurafe uğruna halkı soyup soğana çeviriyorlar, göz yumacaksın. Bir keçili bir evin tek keçisini de ağa, şeyh alıyor, alsınlar mı? Kendi gönlüyle veriyor, diyeceksiniz, versinler mi?

Radyo sesinin sindiği su bile içilmez oldu, ama bırakalım da memlekete radyo girmesin mi? Köyler yararlanmasınlar mı bu uygarlık aracından?

Hey gidi karalar!..

Gölgesine Basmış

Bir düğün, davullar zurnalar… Halay çekenler, hora tepenler… Yallah diye zeybek oynayanlar. Kızlar, kadınlar pencerelerden bakıyor. Seninki çizmeyi çekmiş. Tabancayı da yana takmış. Tabancanın ucu gözüküyor. Gözükmezse olmaz. Kasketini yana eğmiş. Bıyıkları da bir burmuş ki, hançer ucu gibi. Sarı mendili göğsüne sokmuş. Bir ucu işlemeli. Işıltılı saçı kasketinin altından fırlamış. Fırlamazsa olmaz. Atı uzaktaki ağaçta bağlı. Eşiniyor. Pancardan, buğdaydan, ya da Çukurovada, Egede pamuktan kazanmış… Orta halli bir ağa oğlu. Bu kadarı olur da seninki kafayı çekmez mi? Kafayı da bir iyice tütsülemiş. Coşkunluğundan ne yapacağını, ne edeceğini bilemiyor. Ona buna sataşıyor, olmuyor. Gülüyorlar. Ya da bir okşayıp geçiyorlar. Seninki tabancayı çekiyor havaya bir iki el ateş ediyor. Biraz daha coşuyor. Sanıyor ki herkes onunla uğraşıyor. Bir koca köyün kızı kızanı yalnız ona bakıyor. Birkaç kere daha tabancasını ateşliyor.

Derken efendim yanından bir delikanlı geçiyor, koçlar gibi boynunu kırıp delikanlıya sallanarak bakıyor. Delikanlı aldırmıyor. Yolunu sapıtıp geçmek istiyor. Öteki önüne geçiyor. Tepede güneş. Bizimkinin gölgesi, hem de kutsal gölgesi yerde serili. Öbür delikanlı istemeyerek kutsal gölgesine basıyor. Parayı kazanmış, cepte. At ötede eşinir. Babası da partinin kodamanlarından. Arkada üç de kardeşi var dayanacak. Dayanılır mı hiç, gölgesine basıyor mendebur. Vay yezit vay! Sen kim oluyorsun kutsal gölgeye basacak? Fırsat bu fırsat, şunu tepelemeli ki… Şanı gökyüzüne çıkmalı… Çekiyor tabancayı… Bir de nara patlatıyor: “Biz gölgemize bastırmayız.”

Bu, her ay, her yıl Karadenizde, güneyde, doğuda, batıda oluyor. Beş el kurşunla gölgeye basıp da kutsallığını bozanı öteki dünyaya gönderiyor. Tanıklar, gördündü, görmedindi… On sekiz yıl… Ya da bazı hafifletici sebeplerden dolayı, beş yıl… Ya da, yalancı tanık mı yok, kendini savunmuş diye iki yıl…

Hapisten çıktıktan sonra köyde, kasabada bir itibar, bir itibar, deme gitsin… Bir kuruntu. Yanından geçilmez.

Gezilerimde bir güney kasabasına uğramıştım. Kasabada büyük bir telaş, hazırlık göze çarpıyor, iki üç kamyon çiçeklerle, bayraklarla donatılıyor, kasabada bir bayram havası…

“Bu nedir?” diye sordum.

“… karşılaşmaya gidiyor kasabanın gençleri, Gençlik Spor Kulübü… Onun hazırlığını yapıyorlar.”

“Kimdir bu adam?”

“O adam mı? O adam on yıldan fazla dağda gezmiş, altı kişinin katili bir yiğittir. Bugün ildeki hapisaneden tahliye edilecek. Gençler şanlı şöhretli onu karşılayacaklar.”

Davullar zurnalarla, çiçekler bayraklarla beş altı otobüs, kamyon dolusu Cumhuriyet delikanlısı, katili hapisten aldılar geldiler. Kasabanın içinde de bir iki tur attıktan sonra, düğün dernek evine bıraktılar.

Merak ettim, evine gidip adamı gördüm. Yaşlıca, çökmüş bitmiş bir adam. Dünya umurunda değil ya, delikanlıların da onu karşıladıklarından, alıp böyle düğün dernek evine getirdiklerinden çok kıvançlı. Seviniyor. İşte bunca yıl çektiğimizin ödülünü gördük, der gibi bir hali var. Bu vatan için bunca yıl dağda gezdik, bunca yıl hapis yattıysak da… İşte gençlerimiz karşımda el pençe…

Vaktiyle talan etmeyen, baş kesmeyen çocuklara ad konmazmış… Ta ki… adam öldüre, baş kese… Talan ede. O zaman büyük törenlerle ad koyarlarmış çocuklara. Baş kesenin durumu başka olurmuş çevrede. Ne kadar çok adam öldürürse bir delikanlı, itibarı o kadar çok artarmış. Şimdi de az çok öyle. Anadoluyu yakından bilen, bunu da bilir. Katili kimse lanetlemez, hor görmez. Kahraman sayarlar. Ocak söndürenler yiğitlerin yiğididir. Delikanlılar ona hayranlıkla bakarlar. Bu, dedelerimizin yaşadığı aşiret düzenini, derebeylik düzenini daha olduğu gibi yaşıyoruz demektir. O düzenlerden kalma kötü geleneklerdir bunlar. Sürüp gidiyor.

Bizim kültürümüz, tüm bilgilerimiz halktan böyle uzak kaldıkça, yurdu böyle iki ayrı memleket saydıkça, birleştirmeye çalışmadıkça bu iki parçayı, kötülükler, katilin kahraman sayılması, canı sıkılanın nam için adam öldürmesi sürüp gidecektir. Gölgesine bastı diye adam öldürülecektir.

Geleneksel kötülüklerin önüne yalnız ve yalnız halkı okutmakla, iyiyi kötüden ayırdedebilmesini sağlamakla geçilebilir. Gerisi lafü güzaf.

Gene de diyorum ki, Köy Enstitülerini kapatanlar iyi etmediniz.

Söyletir Dilsizi…

Bin kere de söylerim. Duymayız, asıl çareyi arayıp bulmayız. Bütün mümkünler, çareler kesilmiştir. Bile bile, umutsuzluğumuzun içinde kıvranarak gene de söylerim.

Bir meseleye temelinden değil, yanından, tersinden yanaşmak büyük alışkanlığımızdır. Doğulu kafaların tek çıkar yolu budur. Meselelerimizin büyüklüğünden korkarız. Meselenin özüne gitmek küçük çıkarlarımıza, kişisel ya da bölüksel faydalarımıza dokunur. Bizim bir piremiz için toplumun yorganını yakarız. Yorganlarını, evlerini…

Hepsini hepsini biliyorum, gene de söylemekte, duyurmakta fayda var, diyorum.

Gene şu orman işi…

Gazeteler yazdı, yurdumuzun en büyük davası, eğitim davasıdır diye. Gerçekten de büyük davamızdır. Her işimizin başıdır. Eğitim olmazsa hiçbir şey yapamayız. Bunu da yazdım. Ama on yıl, on beş yıl, elli yıl sonra bile bu işi halledebiliriz. Bu uyuşukluktan nasıl olsa silkinip çıkabiliriz.

Dahası, bir millet esir olabilir, sömürge olabilir, yüz yıl, yüz elli yıl, iki yüz, beş yüz yıl sonra bile o millet kurtulabilir.

Ama bir toprakta gidip de gelmeyecek şeyler var. Hemen çaresi bulunmazsa elimizden uçacak, kanı çekilecek can damarları var.

Orman giderse geri gelmez. Orman giderse bir memleketin toprakları ölür.

Ama diyeceksiniz ki, bir memleketin bütün meseleleri biribirine bağlıdır. Biliyorum bağlıdır. Her şey toptan halledilir. Halledilmeli. Bizimse meselelerimiz o kadar çok ki… Neyi tutsan elinde kalıyor. İlkel bir toplumuz. Hepsi malum. Malum, ama mademki öteki meselelerimize dokunamıyoruz, toptan bir kalkınmaya, ilerlemeye gidemiyoruz, şu orman işini birinciye almak zorundayız.

Her şey böyle düzeneksizken ormanı kurtaramazsın, diyeceksiniz. O da malum. Ama büyük bir felaket karşısındayız. Kara deve, ölüm devesi geldi kapıya oturdu. Ve kalkmıyor. Burada silkinip kalkalım nolursunuz? Yalnız o oylarından başka dünyayı gözleri görmeyen politikacılara söylemiyorum, millete, halka, aydına, sabanının başındaki köylüye, örsünün başındaki demirciye, esnafa, ayağında topla gece gündüz koşan futbolcuya, belekteki bebelere bile söylüyorum. Uçan kuştan bile imdat diliyorum.

“Söyletir dilsizi, ağlatır körü.”

Ormanlarımızın hali böyle. Vallahi böyle, billahi böyle.

Orman içinde, köylerde yaşayan vatandaşlarımız var. Sayılarını şimdi söyleyemeyeceğim. Bu köylüler geçinmek zorundalar. Keçileri var, beslemek zorundalar. Geçinmek isteyenler ormana girecek yakacaklar. Kaçakçılık yapacaklar, kazanacaklar. Bunun önüne geçemezsin. Keçilerini otlatacak, etinden, kılından yararlanacaklar. Ormanı yakıp ısınacaklar. Hopur edecekler. Hopur, halk arasında yerleşmiş bir orman deyimidir. Kara hopur. Hopur etmek, mahvetmek, ormanı yerle bir etmek, dikili bir çöp bırakmamacasına, ormanı kesip yerini tarla etmek, demektir.

Yangın kuleleri yapılmış. Motorlu ekipler nerede yangın görürlerse, oraya koşup hemen söndüreceklermiş. Orman yolları yapılmış, orman ürünleri bilimsel metodla kesilip işlenecekmiş. Bunlar çok iyi, iyi, ama çare değil.

Bir tek çare var, o da iskan… Orman içindeki köylüyü ne pahasına olursa olsun oradan alacaksın. Bir ormancı hesabını yapıp bana vermişti. Bir yıl yok olan ormanın parasıyla o bölgedeki köylüyü, toprağının, evinin, sabanının parasını ödeyerek başka yere iskan edebiliriz, demişti. Bu da olmazsa, bu da doğru değilse bile, köylüyü ormandan almalıyız. Bizim için altından kalkılmaz, bütçemizin yarısını yiyecek bir yük de olsa bunu yapmalıyız.

Hem ormanlarda öyle köy diyecek bir köy de yok. Her bir evi bir kaya dibinde. Daha önce de yazmıştım. Yüz evlik bir köyün bir ucundan bir ucu yaya altı saat çekiyordu. Bu köyün yeri otuz kilometrelik bir sahayı kaplıyordu.

Şu modern dünyada böyle köy olur mu? Buraya okul yapılabilir mi? Buraya sağlık kurumları getirilebilir mi? Onları bir araya toplamak, geçtik ormanları, bu bakımdan gereklidir.

Bu zor. Köylü yerinden, son çaresi de kesilmeyinceye kadar ayrılmaz. Ayırmak isteyenlere oyunu vermez. Oyunu vermezse de bizim parti kazanamaz. Bakın nasıl iş çatallaşıyor! Biz de çalıyı başından sürümek zorunda kalıyoruz.

Ama iş bir ölüm kalım davası olunca… Bu bir ölüm kalım davasıdır. Kafamıza dank demeli.

Elbirliğiyle… Son kalmış birkaç ağaç da bitince köylü zaten göç edecektir. Etmeye başladılar bile.

Yurdumuzda daha bomboş topraklar var. Öylece duruyor. Ağzını açmış güzelim topraklar adam bekliyor, işleyecek saban, kol bekliyor.

Felaket büyük. İşte çaresi de var. Parmağını, parmağını kımıldatacak var mı?

Ayranı Yok

Bakmışlar ki, bir Bektaşi babası bir su kıyısında durmuş çamurdan insanlar yapıp yapıp yola diziyor.

“Ne o erenler? Bunlar da ne?” diye şaşkınlıkla soranlara, günlerden beri aç, perişan baba erenler:

“Karnını doyurmadıktan sonra yap yap koy,” diye karşılık vermiş. “Kaç para eder?”

Bu, bizim Bektaşinin öfkesi.

Hükümetler yalnız parti dedikodularıyla vakit geçirmezler. Bazı bazı da olumlu işler görürler. Ne bileyim ben, kırk bin köyünden hemen yarısına yakını okulsuz. Nüfusunun yüzde yetmişi okur yazar değil. Okul yaptırıp milleti okuturlar.

Ormanları yanıyor, toprakları kavruluyor, toprakları her gün geçtikçe biraz daha kaya parçasına kesiyor. Bunun önüne geçerler.

Sağlık kurumları yok denecek kadar az. Beş paralık bir hastalıktan ölen ölene. Memleketi şöyle bir dolaşın, ölen kadınların çoğunluğunu sorun, çocuk üstüne öldü, diyecekler. Anasından sonra kalan çocuklara alkışın bini bir para. Böyle çocuklar üstüne çok ağıt duydum. Verem almış yürümüş. Yatıracak hastane yok. Olanlar da hastane değil, mezbelelik. Oralarda hasta dirilmez, ölür. Ondan da geçtik. Bazı illerde hastaneler var. Bazı ilçelerde dispanserler açılmış. Ama çoğunun yalnız yapısı var, doktoru yok. Doktoru varsa da gereken malzemesi, ilacı, aleti yok. Öyle hastaneler biliyorum ki, buralarını yıllar yılı bir operatör idare eder. Bazan da o operatörü oradan alırlar hastane de kapanır, kalır. Dünya, halkların sağlığına çok önem veriyor. Bunsuz halk olmaz, diyor. Ama diyeceksiniz ki, bu halde bile şu nüfus artışına bakın. Ya bir de sağlık kurumları olsa da, millet doğru dürüst bir yaşasa… Bu topraklar insandan taşar. Daha bir perişan oluruz. Diyecek laf var mı bu güzelim söze! Bunu da geçelim, sağlık kurumları yapmak, halkın sağlığına önem vermek de hükümetlerin ödevidir.

Haydi doktor var diyelim. Hastane de var. Her şey, her şey var. Kuş uçmaz, kervan geçmez köyünün muhtarının karısı hastalandı. Başkası olsa umurumda değil ya. Yalnız benim değil, onların da umurunda değil. Yatar yatar, sırası gelince ölüverirler. Ölüm Allahın emri, ayrılık olmasaydı. Ama bu muhtar karısı. Muhtarı da dersen askercilikte okur yazar olup ve de çavuşluğa kadar yükselmiştir. Aklı hanyaya konyaya erer. Hastalık nedir, doktor nedir bir iyicene bilir. Karısını mutlak bir doktora ulaştıracaktır. Önüne büyük bir engel dikilir. Yol yok. Köyden kasabaya bir kayalı, çamurlu çiğirden başka yol yok. Kırk bin köyün beş bininin yolu yok. Hele karlık yerler. Kasabalar, iller arası bile kapanır kardan. Ne gelen var, ne de bir giden. Kapan kal! Posta yüzü bile göremezsin. Bu, yol yapım işi de hükümetin ödevlerinden birisi olsa gerek. Ooof, ne de çok işi var şu hükümetlerin!

Daha hepsini saymadım. Daha saysam kaleme gelmez. Çok çok işleri var hükümetlerin. Öyle çok ki… Parti dövüşleri, sövmeler, saymalar bu işlerin yanında solda sıfır kalır. Haşa, parti işleri önemsizdir, demiyorum. Onlarsız demokrasi olur mu? Olmaz ki…

Haa, aklıma bir şey daha düştü. Köyünü bırakıp bırakıp gidenler. Aç, sefil kalıp da canlarını başka yerlere zor atanlar. Bunlarla da uğraşmak hükümetlerin işi. Ciddi söylüyorum, bu da hükümetlerin işidir. Bir değerli yazarımızın dediği gibi onlar bulundukları yerde kendi kaderlerini kendileri tayin edemezler.

Dedim ya, çok çok işi var hükümetlerin. Dert şu hükümetçilik. Çıkılmaz içinden. İyisi mi…

Duydum ki kasabalarımızın çoğu, köylerimizin bir kısmı Ankaraya doluşmuşlar. İlle de bizi il yapacaksınız diye. Hükümet de birçoğuna söz vermiş. On yedi tanesini il yapacakmış. Hiçbir diyeceğimiz yok. Yapmalı. On yedisini değil, hatta yüz, yüz ellisini, beş yüzünü bile yapmalı.

Ama tam teşkilatlı bir hastanesi olmalı. Köylerinde okul, köylerine yol olmalı. Elektriği, suyu olmalı. Yeteri kadar ilkokulu, ortaokulu, lisesi olmalı. Kanalizasyonu olmalı. Caddeleri, sokakları olmalı. Belediyesi olmalı belediyesi! Daha çok şeyleri olmalı. Saymakla bitmez ki. Bunlar varsa, ya da yapacaksanız, durmayın önünüze gelen yeri il yapın. Kasabaları, köyleri il yapmak da hükümetlerin ödevlerinden birisidir. Doğru söylüyorum.

Doğuda, Orta Anadoluda bir il göreniniz var mı? Sözgelimi Muşu, Karaköseyi, Yozgatı, Maraşı, Muğlayı… Suyu yok çoğunun, kanalizasyonu yok. Belediyesi yok. Kokudan, pislikten giremezsin içlerine. Sözümona elektriği var. Ama yanmaz. Yansa da ipil ipil eder. Ha varlığı, ha yokluğu… Tuncelini gören var mı Tuncelini? Tunceli üstüne sözüm yok. İşte il dediğin böyle olur.

Uzun şakanın kısası, bir yeri il yapmak hükümetlerin ödevidir, ama bu iş planladır. Yapılır yapılmasına, ama sosyal, ekonomik durumları, yeri yordamı ölçülerek yapılır. Doğru, bizdeki mülki taksimat düzensiz. Çoğu Osmanlıdaki gibi duruyor. Osmanlının şartları değişti. Bu bozuk düzeni bir iyice yoluna koymak gerek.

Hani demem o ki, Bektaşi babasının dediği gibi, rızkını vermedikten sonra yap yap koy. Şartını yerine getirmedikten sonra, istediğin kadar il yap, yap. Sıraya koy. Köy koma, kasaba koma il yap!

Bu da bizim öfkemiz.

Farah Diba = Fener-Nice ve Başka Oyunlara Dair

Aaah şimdi ne yapacağız! Vaaah şimdi ne yapacağız! Giden gider de bir daha gelir mi ki? Hevesimiz kursağımızda kaldı. Biz ne sanmıştık, devran ne getirdi.

Düğün kırk gün, kırk gece sürer demiştik. Gazetelerimiz böyle iki gün içinde boy boy resimsiz mi kalacaktı! Bunca masraf etmiş Tahranlara kadar gazeteciler göndermiştik. En muteber adamlarımızı seferber etmiştik. Böyle mi olacaktı?! Bu da mı gelecekti başımıza!.. İki günlük de bir düğün olur mu? Koskoca Şaha bu kadarcık düğün yakışır mı? Vaah vaaah! Başımıza gelenler!… Pişmiş tavuklar bizden iyisiniz.

Nasıl da sayfalar ayırmıştık. Nasıl da sayfa sayfa, Dibayla Şahın güzelim resimlerini basmıştık. İki gün mü, yedi gün mü sürmeliydi bu! Kırk gün, kırk gece. Yüz kırk gün, yüz kırk gece!.. Şah düğün yapmalı, biz burada oynamalıydık. Olmadı, olmadı işte. Kırmızı başlıklarımızı yas karasına boyayalım…

Ya Fenerbahçenin ettiği! Aaaah Lefter, vaaah Özcan! Adam bu işi başımıza getirir miydi?! Milletçek ne sıkıntılar içinde olduğumuzu görmüyor musunuz? Bakın ormanlarımız gidiyor. Yakında, çok yakında çöl oluyoruz. O milletvekilinin dediğine bakmayın. Çok iyimser bir vatandaş o. Keşke hep onun gibi olsak. Dünya gül gülistanlık olsa, dünya Acem Şahının düğünü olsa. Olmuyor. Yakında çölüz. Borç gırtlakta. İçerde çekişmeler. Biribirimizin boğazına sarılacağız neredeyse. Kırk üç tane gazeteci birden yargılanıyor… Köylü perperişan. Yüzde beşi bile okur yazar değil. 20. yüzyılın şurasında bir okumamış kalabalığız. Avrupanın yanında. Geçidinde. Saymakla biter mi ki derdü elemimiz? Bir haldeyiz ki, ağzımızı bıçaklar açmıyor. Aaaah çocuklar bunu mu getirecektiniz başımıza?

Bu sıkıntılı günlerde can kurtaran simidi gibi yapışmıştık size. Adam gider de üç günlük düğün yapar mı? Adam gider de böyle yenilir mi? Yüreğimize su serpmiştiniz. Bir sizinle oyalanıyorduk. İşte elimiz böğrümüzde kaldık.

Dünyada kaç tane kral kaldı ki, böyle masal düğünleri yapsın. Kaç tane Şah kaldı?

Ya sen Fenerbahçe! Canımız ciğerimiz… Bunu kazansaydın. Bir de Real Madrid vardı karşında. İki maç da onunla… Bir eyyam da o sürerdi. Şimdi size ne yapalım çocuklar? Nasıl bakacaksınız yüzümüze?

Gazete demek kamuoyunun aynası demektir. O bizden, yani biz gazetecilerden derdinin dermanını istiyor. Kurtulmak istiyor.

Şimdi başka eğlenceler bulmalıyız. Holivut kızlarının bacakları bıkkınlık verdi. Başka, başka eğlenceler bulmalıyız. Eller uzaya gitmiş, eller Aya varmış. Bize ne? Ayda ne var ki sanki, ablak suratlı. Ay, bunca zahmete değer mi ki…

Ay üstüne bir röportaj yap, eğer kız bacakları yoksa Ayda, bir tane fazla sürüm yapar mı ki gazete. Ya bir de Ayda kız bacakları varsa. Ya bir de orada soyunuyorlarsa kızlar. Değme keyfimize… O zaman yaşasın işte. Aya gidenler, uzaya varanlar…

Evet, hor görmeyin bizi, çok ciddi yükler altındayız. Halk zaten sıkıntılarının içinde. Biz de yazılarımızla sıkarsak onları olur mu? Sıkıntılarını her gün, her gün yüzlerine vurursak olur mu? Başka oyunlar, başka oyunlar icat etmeliyiz.

Yaaaar bana bir eğlence.

Kilimlere Gün Doğdu

Paristen gelen bir mektupta diyor ki:

“Geçenlerde Musé de l’Homme takımından, asıl meslekleri fotoğrafçılık olan iki genç tanıdım. Bir sürü diyar gezmişler. Böceklere, küçük yaratıklara çok meraklı, pirenin gözünün ışığını merak eder cinsten iki kişi: Renkli film çekecekler. Bunun için Türkiyede kilim konusunu seçmişler. Ben de onları bir hoşça tutasın diye sana gönderiyorum. Onlara elinden gelen yardımı yap. Yolunu bulursan onlarla beraber dolaş. Otomobilleri de var. Ulu kilim konusunda bir iş görmüş olursunuz. Bu iş becerilirse, hepimize yarar. Onlara da, bizim Anadoluya da… Anadolu için böyle fırsat bir daha zor düşer. Kilimler aydınlığa, dünyaya çıkacak… Birisinin adı Jacques Six, ötekininki Pierre Jacquet. Eti senin kemiği benim. Haydi gayret. Ulu kilimlere gün doğdu.”

Adamlar geldiler. Tanıştık, konuştuk. İş yapmış insanların alçak gönüllülüğündeydi ikisi de.

Dünyanın dört bucağından çektikleri fotoğrafları da yanlarında getirmişler. Onları da gösterdiler.

Jacques birçok böcek çekmiş! Böceklerin gözlerini, kanatlarını, kanatlarının yetmiş iki rengini çekmiş. İnsana bir böcek dünyası yaratmış ki, dünya derim ona. Yeni sarılmaya başlamış ipekböceği, daha bir iki tel ancak atabilmiş üstüne. Mavili, kırmızılı, yeşilden deli olan tırtıllar… Kaplumbağalar, kaplumbağanın türlü türlüsü… Bir böcek dünyası şahlanmış ki, veryansın ediyor ki fotoğraflarda, değme keyfine.

Pierre Parisi çekmiş. Duvar ormanı (Halikarnas Balıkçısının deyimi bu) Parisin tüm havasını vermiş. Pierre’in bir de renkli kayaları, renkli ağaç kabukları var. Kim demiş fotoğraf sanat değildir diye. Gelsinler de fotoğraf görsünler. Görsünler de sanat nasıl olurmuş anlasınlar. Adamlar ışıkla bir oynamışlar ki, zincire vurmuşlar da ışığı istedikleri yöne, renge akıtmışlar.

Ulu kilim hakkında o kadar çok şey bilmiyorlar. Bilmiyorlar, ama bir iki parça görmekle ulu kilime vurulmuşlar. Burada da görünce bir iyice vuruldular. Şimdi hep birlikte senaryosunu düşünüyoruz. Örneğin Jacques’ın böceklerinden, yaşamdan kilimdeki nakışlara gidilecek. Halaylardan, barlardan türkülerden nakışa gidilecek. Her nakışın bir temeli var. Örneğin, kurt izi… Hayat ağacı… Zincirli… El ele… Testiler. Su yolunda testiden hooop kilimdeki nakışa… Vıcır vıcır, rengiyle, böceği, kurdu kuşuyla Anadolu. Bu usta sanatçılar, bu güzel hünerleriyle, onlara bir iyice yardım edebilirsek, bir kilim cenneti götürecekler dünyaya. Dünyanın da şu bizim güzelim Anadolu halkının, gün görmüş insanlarının ellerinin hünerini, gözlerinin ışığını gördüğünde parmağı ağzında kalacak. Gerçekten kilim dünyası ulu bir dünya, yaşamla birleşmiş soyut, kendi başına buyruk bir dünya. Halkların beğenisini, büyüklüğünü, temelliliğini gösteren ulu bir dünya. Binlerce yılın emeğinin boşa gitmediğini gösteren en güzel belge. Milyonların gözlerinin ışığı, kalem parmaklarının gücü kilimde…

İster istemez kilim de bitiyor. Kilim kendi uygarlığının masalıydı. O uygarlık gidince, ister istemez kilim de çekip gidecekti. Şimdi Anadoluda eski kilim analarından tek tük var. Ağaç kökenlerinden, kabuklardan, yapraklardan, ottan, börtü böcekten has boya çıkaran analar koydular gittiler. Nakış çıkaran “Kilim Anaları” yok şimdi. Ama daha evlerde, köylerde eskiden kalma kilim çok.

Kilim hiçbir zaman satış eşyası olmamıştır. Kilim hediyeliktir. Çeyizdir. Kilim göz ışığı, aşktır da ondan satılmaz. Dara düşmüş bir evin en son satacağı şeyi kilimdir.

Bizler çoktan kilim müzeleri, kilim filmleri, sergileri yapıp dünyayı doldurmalıydık. Yapamadık. Yapamayız da. Dünya çok ilerde, bizler çok gerideyiz. Geriliğin acısında kıvranıyoruz.

İyi malın olsun, alıcısı Bağdattan gelir, derler. İşte Jacques’la Pierre de bizim kilimlere gelmişler. Derim ki onlara, sağ olun, var olun kardeşler. Sizler kilimleri seveceksiniz. Yürekten seveceksiniz. Bizim züppeler gibi moda olsun diye değil.

Şimdi Jacques’la Pierre’i Antalyaya gönderiyorum. Orada kültürlü, derdimizi anlayacak insanlar var. Onlar ellerinden geleni yaparlar. Daha olmazsa onlarla birlikte ben de giderim. Kayseride, Erzurumda, Konyada arkadaşlar var. Onlara da birer selam uçururuz. Olur biter.

Hep birden bu işin üstesinden geleceğiz.

Kilimlere gün doğdu.

Masal Deyip de Geçmemeli

Masal ayağı yerde, yüzde yüz somuttan soyuta giden sanat eseridir. Uzun yıllar, yüzyıllar, insanların edindiği deneylerden, olaylardan ortaya çıkmıştır. Sanatın doğuşunda masal vardı dersek, yeridir. İnsanoğlu bütün duygularını, çektiklerini, özlemlerini masala koymuştur. Masal, yüzyıllar boyu bütün koşullarda insanların can yoldaşı olmuştur. Toprak gibi, daha doğrusu doğa gibi bir şey. Masalsız, efsanesiz bir insan dünyasını aklımıza bile getiremeyiz. Uzun insanlık tarihinde halkın tek tutunduğu dal masal olmuştur, dersek, o kadar yanılmayız.

İlkin masal vardı. İnsanoğlu doğa karşısında, olaylar karşısında içini dökmek zorundaydı, veryansın etti masala. İnsanoğlu kendine bir dünya yapmak zorundaydı, veryansın etti masala. İnsanoğlu yeni dünyalar özlüyordu, veryansın etti masala. İnsanoğlu kızıyordu, öfkeleniyor, gülüyordu, veryansın etti masala. İnsanoğlu öğüt vermek, kıssadan hisse çıkarmak istiyordu, veryansın etti masala. İnsanoğlu korkuyordu. Derebeyinden korkuyordu, doğadan korkuyordu, ağadan korkuyordu, yıldırımdan, hocadan, papazdan korkuyordu, canavardan korkuyordu, haramilerden korkuyordu, veryansın etti masala. Düpedüz, açık açık söyleyemeyeceklerinin hepsini masala döktü. Oidipus bir masaldır. Oidipusu bugün bile bir Anadolu masalında bulabilirsiniz.

Demem o ki, yüzyıllardan bu yana masal, halkın her türlü özlemini, derdini, deneyini koyduğu, kolaylıkla koyduğu bir tür olmuştur.

Masal insanların, cümle insanların ortak malı olduğundan, bütün insanlar masal anlatımına karıştığından dolayı, masaldaki anlatma işi çok ileri gitmiş. Ben, masal bilmeyen, anlatmayan çok az köylüyle karşılaştım. İki söz vardır halk arasında: Masal bilmeyen adam da olur mu? Türkü bilmeyen adam olur mu? Herkes masal anlatır. Herkes kendinden masala bir tat katar. Usta masalcıların elinden geçer masal, öteki usta masalcılara. Halktan usta masalcıya, masalcıdan halka… Yaratıcı masalcıdan halka, halktan yaratıcı masalcıya… Seninki arada öylesine bir mekik dokur ki, öylesine bir tat olur ki, deli divane olmaktan başka bir şey gelmez elinden. Masal insanlığımızın malıdır. Bu, hiçbir sanata nasip olmamıştır. Köylünün kentlinin, okumuşun okumamışın, herkesin malıdır. Herkesin tadıdır.

Masal ortak malımızdır, demiştim. Destanların, şiirlerin, romanların, piyeslerin kaynağı. Bir ham kaynak mı? Masal bence en olgun meyvedir. Her sanatçı bu dünyadan payını almadan edemez. Pay almamışsa meyvesi güdük olur.

Kişiliği büyük sanatçıların dünyasının bir yerinde bir masal oturur. Kimlerde yok ki… Shakespeare’de, Charlie Chaplin’de bile…

Bir de tüm sırtını masala dayamışlar var. Bunların başında da La Fontaine gelir. La Fontaine, alçakgönüllü adam. Demiş ki, bu masal dünyası benim hoşuma gidiyor. Aradıklarım burada. Şu masal da öylesine bir miri malı ki, istediğim gibi atımı oynatırım… Almış masalları, yaratmış masalları, insanoğlunun tam gerçeklerini koymuş eserine sanat yoluyla. Masaldan almış koymuş.

Sabahattin Eyuboğlunun deyişiyle, bir de sınırsız dünya bulmuş bu masallarda, bu sınırsızlık içinde bir de dille oynamış ki, deme gitsin. Çağların büyük dil ustaları arasına karışmış. Çağların temel sanatçıları arasına karışmış.

La Fontaine’in önemi, tuttuğu yoldadır. La Fontaine öyle bir yolla, öyle bir gerçeğe varma çabasıyla masal yazmasa da, sanatta başka bir yola gitseydi, gene varacağı yer aynı büyüklüktü. Aynı ustalıktı.

Bütün mesele, insanoğlunun iç ve dış gerçeğine varmak. Yolu, sanatçı yaratılışının gösterdiğini bulmak…

La Fontaine masallardan çok şey öğrenmiş. Masala bu yönden çok şey katmış. Bir bakıma bize Montaigne’in verdiğini veriyor. Sanatçı olarak.

Diyorum ki, çağımızda da La Fontaine üstünde önemle duralım. Ondan öğreneceğimiz bir yol var ki, epeyce önemli. Masallar, insanın gerçeği, sanatçıların göz önünden ırak edemeyecekleri en önemli kültür eserleridir. Bu yazıyı bunun önemini söylemek için yazıyorum.

İnsan meselelerine doğru… İnsan dünyasının içinde, meselelerinin içinde… İnsan soyu gökten inmemiştir. İnsanı yalnız ve yalnız meselelerinin içinde bulabiliriz. İnsan gökten inmediğine göre, insanı görgüleri, düşüncesi yapar. Meseleleri yapar. İnsan soyut bir yaratık değildir.

Tavus Kuşu, Tavus Kuşuyken…

Aydın demeye dilim varmıyor. Biliyoruz, şu dünyada, aydın dedikleri başka türlü insanlar var. Bunlar, bizimkiler okur yazarlar. Okur yazardan daha artı bir yönleri yok mu? Olmaz olur mu, o da var.

Gidiyorlar okullara, birincisini, ikincisini, sonuncusunu bitiriyorlar. Ellerine kocaman, kapı kadar diplomalarını alıyorlar. İş bitti, diyorlar. Bundan sonra canım cennette diyorlar. Yan gelip yatıyorlar. Bir iş, bir aylık da uyduruyorlar kendilerine. Gel keyfim gel. Doğuda okur yazar az olduğu için, bunlar başımıza çiçek. Bilimden, aydın namusundan bir haberleri var mı, umurumuzda mı, bu kadarı, yaldızlı diplomaları bile cana minnet. İşte bu canımıza minnet dedik diye, onlar da ges ges geriniyorlar.

Bir gayret, seninki Doçent, Profesör de oluyor. Buraya kadar bir gayret de harcıyor. Varacağı yere vardı mı, orada uyuyup kalıyor. Bir adım attığı yok. Kessen bir adım ileri atmıyor.

Bilimin sonu yoktur, demişler. Şu bizimkiler için her şeyin sonu var. Her şeyleri bir yere kadar. Varılacak bir yere varıldı mı, iş rahat. İşte, varılacak yere varıp da orada duran kişiye aydın demezler.

Bu aydınlarımız niçin böyle pısırık? Niçin böyle, bir yere kadar canlı da, oraya varınca, istediğini elde edince ölü? Bu bir ilkel düşünceden, yaşayıştan gelse gerek. Bakın, köylümüzün çoğu da bulduğuyla yetiniyor. Bir lokma ekmek, biraz giyecek ver bizim köylünün çoğunluğuna, onunla yetinir, kıpırdamaz. Çelişmeye düşmüyorum. Köylüye iyi şeyi göster, ardınca gider. Pısırıklığını, donmuşluğunu üstünden atar. Bunu çok gördük. Dünya da çok gördü. Deneyleri var. Ama bizim aydınları, yani okur yazarları yerinden kıpırdatamazsın. Tamam, demiş, olduğu yerde kalmış. Vinçle yerinden kaldıramazsın. Neden kalksın, okur yazarlıklarına, palavralarına, belledikleri dört-beş gavurca sözcüğü sıralayışlarına bakarak, insanlar onlara önem veriyorlar. Başlarına geçiriyorlar. Şu hayatımızı bir hale yola sokarsan sen sokarsın, diyorlar. Onlar da böbürleniyorlar babam, böbürleniyorlar. Cakalarından yanlarına varılmıyor.

Bunlar tavus kuşu. Tavus kuşları tüylerine, yaldızlı, güzel, cümbüşlü tüylerine bakıp kabarırlarmış. Tavus kuşlarının ayakları çirkinmiş. Bir de ayaklarına bakarlarmış ki, berbat. Kubartıları hemen inermiş.

Bizim aydınları, özür dilerim, okur yazarları ele alalım. Politikacılarının epeysi yalancı. Gözünün içine baka baka yalan söylüyorlar. Yalan söylediklerini bile bile yalan söylüyorlar. Arkadaş, şu senin konuştuğun göz göre göre yalan, dedin mi, o politika, diyorlar.

İnanmış görünüyorlar. Başları dara gelince, inançları yüzünden tekerlerine taş konunca, iğne sokulmuş balona dönüyorlar. İnançları bir yanda kalıyor, kendileri bir yanda kalıyorlar. Başları daha da sıkışınca, tam inançlarının tersini söylüyorlar. Ama hiç de utanmıyorlar.

Çoğu dalkavuk. Ya hükümetin, ya da halkın dalkavuğu. Halkın dalkavuğu daha beter. Halkın görünen çıkarıyla değil de, donmuş, uyuşuk yanıyla birlik olup onu her yönüyle sömürüyorlar. Düpedüz halkı kandırıyorlar. Onun donmuş duygularını okşayarak.

Üniversitede profesörü kitap çalıp üstüne adını yazıyor.

Adam kırk yıl profesörlük ediyor, doğru dürüst bir araştırma yapmak değil, kitaba benzer bir ders kitabı bile yazmıyor. Haydi yazmıyor, diyelim, çevirmiyor bile.

Gazetecisi… Bir memleket sorununu alıp da sonuna kadar giden, kendisine iş edinen…

Bir düşünce uğruna, birtakım zorluklara katlanan kaç tane?

Şu okur yazarlarda bir çürüme ki, olmaya gitsin… Daha bir sürü kötü örneklerini gösterebilirim. Ne gereği var, hepsini hepimiz biliyoruz.

Avur zavurlarından yanlarına yaklaşılmıyor, demiştim. Dillerinde gavurca sözcükten geçilmiyor. İşte bunlar, o yukarda söylediğim tavus kuşunun tüyleri. Ayaklarına gelince, ayakları da, şu sözümona aydınların işleri.

Tavus kuşunun onuru var. Ayaklarını görünce, çirkinliğine bakıp kubartısı geçiyormuş. Aydınların geçmiyor. Yaptıkları işleri görüp de, biz çok az şeyiz, diyemiyorlar. Biz azıcık adam olsak, bu memleket bu halde olmaz, diyemiyorum. Tavus kuşu kadar onurumuz yok. Avurundan zavurundan vazgeçen yok.

İşin belası da bu. Bütün kötü işlerin sorumlusu aydınlar. Utanmamız gerekir. Kimse utanmıyor. Tavus kuşu tüylerimize bakıp kubarıyoruz. Yaptığımız işleri gözümüz görmüyor.

Eeeee, ne yapalım, şu aydınları ortadan kaldıralım mı? Yoook, hiçbir şey yapmayalım onlara. Belki bize de iyi, namuslu bir aydın kuşağı gelecek. Dünyadan umut kesilir mi? Yalnız bir şey yapalım, arada bir ayaklarımıza bakalım. Yani işlerimize. Övünüp kubarmayalım. Şu toplumda yerimizi bilelim de, halkın üstünde, kendimizi bir şey sanmayalım.

Halk ve hayat güçlü. Doğa, halk ve hayat bir yerde saplanıp kalmaz. Çürümüşleri atıp yeni yeşerenleri, güçlüleri onun yerine koyar.

Ne kadar direnirsek direnelim, biz çürüğüz, yerimizi halis aydınlar alacak. Bir şey var, şu halka ettiğimiz kötülük yanımıza kar kalacak.

“Her Gece Bir Kitap”

Geçenlerde Muhsin Ertuğrulla konuşuyorduk. Üsküdardaki tiyatro açılmak üzereydi. Muhsin Ertuğrul Üsküdardaki kütüphaneye adam göndermiş, oraya günde kaç kişinin geldiğini öğrenmek istiyor…

Muhsin Ertuğrulun bir yanı da (bunu bu konuşmadan öğrendim) eğitimciliği. Yani Tonguç Babalar gibi… O da gönlünü eğitime vermiş. Biri okullarda bunu gerçekleştirmek istiyor, öteki tiyatro sanatıyla.

Bu eğitimciler çok inanmış insanlar. Tonguç Babanın gözü okutmaktan, eğitmekten başka hemen hiçbir şeyi görmezdi. Muhsin Ertuğrul da tiyatrodan başka çok az şeye vaktini veriyor. Bir çalışma fırtınası içinde. Hep yapmak, daha çok, daha çok yapmak. Tonguç Baba da öyleydi. Bir okul daha, bir Köy Enstitüsü daha. Bir daha, bir daha, bir daha… Doymak bilmezdi. Doymak bilmemenin en güzeli de bu olsa gerek.

Böylesi insanların kusurları yok mu? Sürüyle. Ama bu çalışkan insanlar kendi kusurlarının, cümle kusurların üstüne çıkmışlar…

Son yıllarda İstanbulda bir tiyatro sevgisi aldı yürüdü ki… Bir sürü, irili ufaklı tiyatromuz var. Burada Muhsin Babanın o gani gönlü olmasaydı, bu şehirde böylesine bir tiyatro sevgisi olur muydu? Bunun üstünde durup düşünmek gerek. Her işin delileri var. Gönlünü, canını bir yola koyanlar var. İşte bu insanlar, saygı değer insanlar. Milletlerin hayatında önemi olan insanlar.

Şu Anadoluyu dolaşan görür. Şu Akdeniz kıyılarında her adım başında bir tiyatro. Antik çağdan kalma.

Bu tiyatrolarda her gece insanlar, yüzlerce, binlerce insan, her gece bir kitap okumuşlar.

İstanbuldaki tiyatrolarda da binlerce insan her gece bir kitap okuyor. Hem de nasıl okuyor? Etli canlı, örnekli bir dünya karşılarında. Tiyatro sanatların içinde en etkisi olan sanattır.

Bir gün, bu başlangıçtan sonra, gene yurdumuzda her adım başında bir tiyatromuz olacak belki. O zaman birçok insan, aşağı yukarı, her gece bir kitap okuyacak. Dünyamız daha çok, daha gerçek aydınlanacak. İnsanlar tiyatroyu severler. Ben buna inanıyorum. İnsanlar şiirden, hikaye anlatmaktan nasıl vazgeçemezlerse, tiyatrodan da vazgeçemeyecekler. Halkta, daha yaşayan, kökü insanlığın köküne kadar inen bir tiyatro geleneği var. Hemen her Anadolu düğününde bir temsil görürsünüz.

Noksan tarafı bulunmayan iş olmaz, diyenler var. Belki de olmaz. Ne bileyim ben. Geçenlerde Şehir Tiyatrolarından birkaç sanatçı bir basın toplantısı yaptı. Dertlerini söylediler. Tiyatromuzun bu en güzel, en verimli, en çalışkan çağında böyle şeyler olmamalıydı.

İki gün önce de bu aktörlerden biri bana geldi. Derdini bir açtı döktü ki… İnanılmaz. İki yıldır Şehir Tiyatrosundaymış. İki tane de başrol oynamış. Liseyi bitirdikten sonra da Konservatuvarı bitirmiş. Yani bir tiyatro delisi, gönüllüsü… Her gece halkın karşısına çıkıyor. Provaları da caba. Bir ağır işçi kadar güç harcıyor. Bu delikanlının aldığı ücret neymiş, biliyor musunuz, 350 lira!.. Ücret olduğu için yazın bu parayı da alamayacakmış. Gördünüz mü şimdi? Bu delikanlı diyor ki, yazın, beş ay için, insana kim iş verir? İş dediğin şıp diye bulunmuyor ki… Tiyatroya gönül vermiş bu delikanlı yazın beş parasız ne yapacak? Tiyatroya gönül vermişse, günah mı işlemiş bu delikanlı? Bunlar kadroya geçince ellerine iyi bir para geçiyormuş. Bu işi başaramamışsa işine son verirsin. Ama başarmışsa, hele büyük roller oynamışsa, bir hal çaresi bulunmak gerek. Yazık oluyor…

Tiyatromuzda bu delikanlı gibiler bir değil, iki değil. İçlerinde Amerikada tiyatro öğrenimi yapmışlar var. Gerçekten yetenekli kişiler bunlar.

Baki Turanlı diye bir delikanlıyı bir oyunda seyretmiş, hayran kalmıştım. İşte bu Turanlı da 350 lira ücretliymiş.

Tiyatromuzun bu güzel çağında, tiyatroya gönül verenleri kırmayalım. Tiyatro aşkı yüzünden onlara sefalet çektirmeyelim. Analarından doğduklarına pişman olmasınlar.

Demem o ki, Muhsin Ertuğrulun bu çabasına hepimiz, milletçek yardım edelim. Bu güzel çağ yürüsün.

Çok zor. Paramız az. Bütçemiz de o kadar ahım şahım değil. Hepsini, hepimiz biliyoruz. Ama yetenekli olanları, gönül vermişleri kırmayalım.

Beş on genç için bu yazıyı yazdığıma yerinmiyorum. İçlerinden büyük tiyatro adamlarımız çıkabilir. Çıkmasa da ne hakkımız var bu gençleri sefalete atmaya…

Belediyemiz, Valimiz buna göz kulak olsun. Bunu bekleriz.

Halkımıza her gece bir kitap okutanların üstüne titreyelim.

Her gece on kitap, on beş kitap. Binlerce kişiye…

Birleşmek

Gerçekten çok kötü bir durumdayız. Dönüp de memleketin haline şöyle bir bakmayı insanın içi götürmüyor. Doğru dürüst hiçbir şeyi kalmamış. Her yerde bir çözülme, bir dökülme. Anadoludaki bugünkü yoksulluk üstüne bir bilgisi, görgüsü olan var mı? Milletin hali gittikçe gittikçe kötüleşiyor. Birkaç yıl içinde halkımız açlıkla karşı karşıya kalacak. Şimdi aç değil mi, diyeceksiniz. Demem o değil, demem yoksulluk değil. İnsanlarımız birkaç yıl içinde düpedüz ağızlarına atacak bir lokma ekmek bulamayacaklar. Daha şimdiden bunun birçok örnekleri gözüküyor.

Türkiyeyi bugünkü durumda olduğu gibi kimler tutmak istiyor? Türkiyenin bugünkü durumda kalması kimin işine yarıyor? Türkiye kimlerin yüzünden, kimler için bağımsızlığını yitirdi? Bu düzenin bozulması kimlerin işine gelmez? İnsanı patlatmayın, diye bir söz vardır. İşte her şey apaçık ve kör kör parmağım gözüne. Elli bin dönüm toprağı olan, elli bin dönümünde en az beş bin kişinin emeğini sömüren kişi düzeninin bozulmasını ister mi? Yılda ithalat ve ihracattan milyonlar kazanan, bu düzenin bozulmasını ister mi? Bu düzen bozulmasın diye de elinden geleni ardına komaz. Bu düzen bozulmasın diye yapmayacağı kötülük yoktur. Yurt, vatan sözü onlar için birer sömürme aracıdır.

Bu düzen devam etsin. Yalnız devam etmekle kalmayıp daha da koyulaşsın, soluk aldırmaz olsun. Bunun için çok işler döndü bu topraklar üstünde.

Din sömürücüleri, cehalet sömürücüleri, milliyet sömürücüleri, vatan sömürücülerinin safında birleştiler. Ve memleketin bağımsızlığına kastettiler. Sömürücülük bir bütündür. Bir memlekette iç sömürücü varsa, mutlaka o memleket halkı dış sömürücüye peşkeş çekilecektir. Bunun başka türlüsü olamaz. Bunun aksini tarihler yazmamıştır.

Memleketimizde sömürücüler bütün geri unsurlarla öylesine birleştiler ki, tarifsiz. Gazeteleri, yığın yığın dergileri, türlü türlü dernekleri oldu.

Örneğin ırkçılıkla Müslümanlık taban tabana zıttır. Irçılık bir ırkın öbür ırka üstünlüğü, ayrıcalığıdır. Müslümanlıktaysa, hangi ırktan olursa olsun, bütün Müslümanlar kardeştir. İşte böyle olmasına rağmen din öğrenimi yapan İmam-Hatip okulları kafatasçıların at oynattıkları en uygun alan. Oysa ırkçılığın baş düşmanının İmam-Hatip okullarının olması gerekirdi.

Sömürücülerin canlarını dişlerine takıp böylesine bir meydan savaşına girişmesine karşılık ilericiler, Atatürkçüler ne yaptılar, binbir parçaya ayrıldılar. Atatürkün kurduğu, gericiliğe karşı olması gereken CHP ne yaptı? Hükümette bulunduğu sıralar, alanı gericilere bıraktı. Onlara sonsuz bir hürriyet tanıdı. Sosyalizm, sosyal adalet, toprak reformu sözü ettirmedi. CHP hükümetleri devrinde ilericiler soluk bile alamadılar. Sosyal adalet sözü edenler öylesine takip edildiler ki, kovuşturmaya uğrayan bir ilerici uzun yıllar belini doğrultamadı. İlericilerin en hafif suçu yabancı casusluğuydu. Uzun yıllar ilericileri yabancı bir devletin casusluğuyla suçladılar. Benim başımdan geçti. 1950 yılında, “Halka toprak vermeli. Ağaların binlerce dönüm toprağı var, köylülerin bir mezarlık toprağı yok,” dedim, demez olaydım, Rus casusu diye hapse attılar. Etmedik zulmü bırakmadılar. Aman zaman köylüye toprak verin demenin casuslukla ne ilişiği var, dedim. Olmaz sen casussun, dediler. İyi, anlayışlı bir hakime düştüm de beraat ettim. Yoksa daha boynumda yabancı bir memleketin casusluğu damgasıyla sürünüp duracaktım.

Bizim Adana taraflarında portakalı dilim dilim soymazlar da elma gibi soyarlar. Birisi portakalı öyle soyarken kabuk çekice benzemiş. Fıkarayı tuttular da içeri attılar. Gene Osmaniyede bir köylü delikanlısı da tavla oynarken ben tavlanın kırmızı pullarıyla oynarım, ben kırmızı rengi severim, demiş. Vay kızıl vay! Sen misin kırmızıyı seven! Almışlar içeri. On dört yaşındaki bu köylü delikanlısını komünist propagandasından altı aya mahkum ettiler. Delikanlı üç ay yattı da çıktı.

Şimdi bu delikanlının akıbeti belli değil. Oysa benim tanıdığım en akıllı, en yetenekli kişilerden birisiydi. Çocuğu mahvettiler. Delikanlı ataktı, zekiydi… Bunun dışında en küçük bir politikayla ilişiği yoktu.

Böylece yüzlerce örnek verebilirim. CHP Atatürk öldükten sonra yönünü değiştirmiş, bir ilerici celladı kesilmişti. Yani CHP yirmi beş yıl boyunca bindiği dalı keserek gericilere çok uygun ve rahat bir yer hazırlamıştır. Bütün suçu CHP’ye de yükleyemeyiz. İlerici aydınlar dediğimiz aydınlar da CHP’den kaçıp CHP’yi gerici ellere bırakmışlar, CHP’nin ileri unsurlarını yalnız bırakmışlardır. Bir de gericiler, halkın içine girip onların yolunu çıkarlarına göre değiştirirlerken ilericiler halkın yanına bile uğramamışlardır. Şehirlerde dedikoduyla biribirlerini yiyerek tüketmişlerdir.

Taban tabana zıt gerici unsurlar, sömürücüler şimdi birleşmişlerken, memleketi uçuruma sürüklerlerken, memleket bunlar yüzünden bağımsızlığını kaybetmişken, memleketin dış itibarı zedelenmişken gene ilericiler paramparça. Gene ilericiler gerçeklere ve halka uzak…

Yeter artık! Bindiğimiz dalları bırakalım, kesmeyelim. Bir araya gelelim. Güçlerimizi birleştirdim. Yangın bacayı sardı. Geç kalırsak batacağız. Bence Türkler dünyaya gerek bir millettir. Eski, köklü bir kültürümüz, uygarlığımız var. Dünyayı bunsuz bırakırsak yazık olur. Kurtuluş Savaşımızdan önce de durumumuz aşağı yukarı böyleydi. Gene bağımsızlığımızı yitiriyorduk. Gene çıkarcı, sömürücü güç, gerici güç halkımıza, milletimize karşı birleşmişti. Uygarlığımıza, milli benliğimize, kültürümüze, bağımsızlığımıza kastediyorlardı.

Onu bunu, ufak ayrıcalıkları bir yana atıp gene birleşmeliyiz. Bir birleşirsek, bu ikinci kurtuluş savaşında da halkımız bize yardım eder. Birincisinde olduğu gibi.

Benzer İçerikler

ÖLÜMCÜL HASTALIK UMUTSUZLUK-SØREN KIERKEGAARD

yakutlu

Aşk Köpekliktir DOĞAN KĐTAP

gul

Bin Bir Gece Masalları Antoine Galland

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy