YAĞMUR KESİĞİ-UĞUR YÜCEL

KARDAN ADAM BAYRAMI

Koro:
(Dünyanın en pes tonlarında mırıldanır!)
HHHOOOOOM!.. KORKU GELİYOR KORKU!..
KADAVRALAR GELİYOOOR!
OOOOOOMMMMMMSSSSSS!
Cenabet bir 77 gün sürmekte köyün üstünde. Binyılların kışları yaratamadı bu tufanı; bu kömürlüklerin odununu donduracak, bu bostanları kıracak, bu koca mezarlık çamlarının kozalaklarını, yapraklarını dökecek, bu kargaları cami saçaklarına kilise çanlarına kaçıracak denli bu! Bu kış olmadı ustalar!..
Tam 77 gün saydı Haham. Elindeki ceylan derisi Tevrat’ı kürsüye bıraktı. Cumartesi gününün kandilleri bir Müslim velet tarafından yakıldı. Kuru Mustafa sinagoğun kandillerini yakarken İmam, altın dişli Laz Tevfik, okuduğu duaları gökyüzüne üfledi.
Musalla taşlarında, “Huu!” çekiyor karayeller, dolular, tipiler.
Kar, “Kalkmıyorum üstünüzden…” diye böğürdü beyaz beyaz… “Ve bu günahlar köyünden, bu lanetlenmiş ilahlar sitesinden, bu içinde şeytanları barındıran Boğaz köyünden kalkmıyorum!” dedi Tanrı’nın karları, arkalarına tüm peygamberleri alarak.
Yatalaklar kabir başlarına tünemiş, hocalara kandiller sarkıttırıyor mezarların mor topraklarına oyum oyum… Topraklar kestane rengine dönüşüyor, kadavraların kafatasları aydınlanıyor. Ustalar! Durum yer altında naif. Bruegel’in adamları rengârenk böcekler istifliyor mezarlıklarda. Kiliseler, bilumum piskoposlar ve despotlarla dolmuş.
Bizans’ın bütün tenorları, kreşendolarına basarken Ermeni papazlar bas tonlardan dem tutuyor. Ortodoks İstanbul ara seslerde lirik, melankolik, civelek, kırılgan, Arabi, Farsi, Sarıyerli Bizans Rahibi Nikolas kıvamında titrek, Itrî kadar Tanrı’ya yakarışı âlâyı vâlâyla karşılayan bir entonasyonda gezinmekteler.
Yarabbi ya Resullallah!
Şaka gibi geliyor. Yeminle böyle oldu. Bu felaketler dizisi. Bu anormal mevsimsiz konçertolar, bu Çingenelerin bağırsaklarını anayollara bırakmaları tozutup tozutup, davulun göbeğine kusup kusup, günlerce dokuz sekiz, dokuz sekiz kalça kanatmaları. Bu sokaklarda gece meşalelerle dolaşan, İstanbul’un yedi afyonlu milletinin boşuna değil sokaklara ilahilerle, dualarla, marşlarla, kahramanlık türküleriyle dökülmeleri. Yakarıp gökler âlemlerine, başlarını bozkır köpekleri gibi gökyüzüne verip ciyak ciyak ciyaaak ciyak ağlamaları…
Ustalar! Bunlar boşuna değil. Kocca İstanbul’da bir tek Boğaz köyünde Sibirya’nın sızlatan geceleri, Orta Avrupa vadilerinin mavi filtreli gündüz soğukları yaşanmakta ve ahali bir sihirli sınırla çevrelenmiş köylerinden çıkamamakta… Olmuş şey değildi bu.
Sinyora Donatello mutfağa girdi, çayı ocağa koydu. Köşkün kuşları bir bir sabah şarkıları söylemeye başladılar. Küçük Arrigo, İtalyan dedelerinden kalma Rönesans marka piyanonun tuşlarında koca parmaklarını gezdirmeye başladı.
Sabah, köşkte hep şakıya şakıya günü karşılar.
Sinyore Eduardo Sannazaro, eşi Sinyora Donatello ve oğlu Arrigo’yla köyün tepesine kuşbakışı oturtulmuş iki yüz yıllık bir köşkte ikamet eder. Sinyore doktordur, bilgedir, hocadır. İlkçağ felsefesinden başlar masallarını anlatmaya çocuklara. Madam, çello dersleri verip eski şarkılarını öğretir, çıplak ayaklı prensesler zamanlarından kalmış bir zarafet ve kubbeli tavanlara tasvir edilmiş minik melek yüzüne benzer suretiyle. Arrigo yedi yaşındadır. Çetrefilli Rus bestelerini, nefessiz Alaman piyano konçertolarını pencereden dışarı bakarak geçer. İri gözlü, göğsüne doğru çökmüş kocakafalı, biraz tıknefes bir senfoni orkestrası. O her gün ailelerin zapt edemedikleri hani ilim irfan yuvası tabiriyle anılası bu köşkte toplanan dört büyük kitabın çocuklarına görünmeden evin çatı katında yaşar ve her gün koca nefesler alarak kulağını kapıya dayar, aşağıdaki cıvıltıları dinlerdi. Kendini aynada görene kadar bilememişti diğer çocuklardan farkını. Çirkin kucak köpekleri gibi varsayar başkasının gözünde kendini. Eve gelen tüm çocukları ayak seslerinden, arşeyi telde kaydırmalarından tanır.
Vasiliki yarım ses komaya kaçar her seferinde.
Mahmut’un pozisyonları hep pestir.
Dış demir kapı kapanır, “Si bemol,” diye bağırırdı. Sokak kapısı la majör, rüzgâr sesi, kırılan cam, vazoya attığı bilye, her şey bir dip ses, her duyduğu çok sesti. Bazen kulaklarını tıkayıp tiz sesler bağırır. Bağırır. Tepe hayvanlarını yerlerinden oynatır, bilge ihtiyarlara zelzele telaşı verirdi.
Sinyore Eduardo Sannazaro Köşkü, bu karlarla kaplı Boğaz köyünün gece ayazında bulutsuz bir gökyüzünden bir Çin gongu büyüklüğündeki mehtap marifetiyle köyün en tepesinde, Üçfıstık Tepesi’nde çamlarla beraber tüm geçmiş zamanların en ihtişamlı, gelecek zamanların bütün fotoğraflarından mağrur duruşundaydı. Richard Strauss çalınıyordu: viyola, çello, piyano.
Eseri bitirip birbirlerini alkışladı aile. Arrigo, ana babasını öpüp balkona çıktı. İçeriye bıçak gibi ay ışığı girdi. Sannazarolar uzun zamandır mutlanmamış Arrigo’nun siluetine bakıp içleri titreyerek nemli nemli öpüşürlerken Arrigo, kulaklarını tıkayıp insanların duymayacağı frekansta ses vermeye başladı aşağıya, köye…
Bütün sokakta yaşayan hayvanları toplu halde mırıldanmaya çağırdı.
Büttüüüün sokakta yaşayan hayvanlar, nefeslerini burunlarından vererek inlemeye başladı. “Hımınınınınımı hımınınınınhımımınınıhımımınını!” Kimi mahallelerden, “Yalayalayabalayabalabalabalyal hınımınımınınınını,” diye mırıltıyı sağa sola savurdu… “AAAAAAaayyyy yala lel aaaay yala leeeee,” diye bağırdı sahil köpekleri.
Gece martıları kepenklenirken kanat kanat, gözüne kar suyu kaçmış lüferleri gagalarken heyula yalıdan Osmanlı soyu bir kıyı delisi, çifteli tüfeklerle martılar vuruyordu. Martılar ölürken “gak” diye bağırıyordu, mezarlık kargaları gibi.
Kiliselerin çan kuleleri üzüm kabartamalarını çatır çutur yere salarken Güzel Marmara şişeleri buluyor kendilerine bin yıllık üzümler, üzümler, kara gözümler. Sokaklarda siklamen postlar giymiş ev köpekleri sıçıyor, sıçıyorlar gecenin içine. Alay alay hayvan sürüleri, dar sokaklara, kanalizasyonlara yer diplerine seğirtip insanların görmeyeceği danslar yapıyordu.
Sannazaro Köşkü’nün bütün kandilleri sönmüştü.
1954 kışıydı bu. Bu…
Böylesi görülmemişti.
Zaman-mekân karşı konulmaz yenilgide. Duruvermiş bütün hayatın damarları bir beyin baloncuğunda. Ağır baş ağrıları.
Köy pusmuş kalmış. Tüm bostan canavarları, tüm ağaçlar, tüm Yecücler Mecücler suspus.
Gece yaratıkları öksürürken tepelerde. Köy sobaları sabah ezanıyla beraber alevlenmeye başladı.Şömineye kalın gövdeli odunlar döşendi.
Gece, anası babasının kucağında koca gözleriyle tıkalı sinüsleriyle Fransız buldogları gibi homur homur uyuyakaldı Arrigo. Uykusunda gelecek zamanların korkusunu duyar, sıçraya sıçraya ağlardı Arrigo.
O gece rüyasında bütün dinlerin korosunu gördü. Kukuletalı uzun giysilerle, yüzleri karanlık, ellerinde meşaleler yüzlerce cinssiz cibiliyetsiz Boğaz köyü cinleri haykırarak yakarıyorlardı alev almış göklere:
YAAA RAB!
KIZIL KAZANLARDA YENİ DOĞMUŞ BEBEKLERİN KANLARINI KAYNATTIK. BİR PALADA KURBAN ETTİK TÜM GEZGİN BALIKLARI.
AFYONLU CİĞERLER PİŞİRDİK. BEŞ VAKİT CAMİLERDE, ÇAN KULELERİNDE TAPINDIK, KILINDIK. YAHUDİ KANDİLLERİNDE KIZARTTIK BEDENİMİZİ. AĞLAK İHTİYARLARIN SES TELLERİNDE ESKİ ZAMAN DUALARI ÇAĞIRDIK, DUYMADIN MI?
DUYMADIN MI? TÖVBE ESTAĞFURULLAH!
BİZE IŞIĞINI GÖSTER VOLKANLAR PİŞİRELİM SANNAZARO KÖŞKÜ’NÜN ALTINDAN. LAVLAR AKIP ERİTSİN TÜM KÖTÜLÜKLERİ. SEN TRAGEDYALARDAN GEL. ESKİ ZAMANLARDAN ÇIKRIKLA İNDİRSİNLER KÖYÜN ÜSTÜNE. GEL VE BİZ GARİBANLARA ÇARE VER, YAAA RAB!
DOĞRUSUNUZ, DE! BU GECE TÜM YER DİBİNDE YAŞAYANLARIN AYİNİNİ KURACAĞIZ ÇAYKATEPE’DE. EN UZUN UÇUŞLARINI YAPAN ÇAYKALARIN TÜYLERİNİ YAKIP IŞIĞINI BEKLEYECEĞİZ. GECE BULUTUN ARKASINDAN SIYIRIRSA BİLECEĞİZ Kİ YARIN KÖŞK YANARDAĞA DÖNÜŞECEK.
Koro, re bemol major haykırıyordu. Yer dibi diyarlarının intikam sazlarıydı bunlar. Sarı tüyleri kıpırdadı. Gözleri büyüdü Arrigo’nun.
Koro bilinmeyen dillerde, dinlerde bir dua tutturdu. “UMAR YA RAAAAB!” diye bağırdılar gökyüzlerine.
Tanrı yer altına, “gaflet içindesiniz” sureleri indirdi. İndirdi de duyuramadı. Saçını okşadı Arrigo’nun, okşadı uzun uzun.
Arrigo elini uzattı İsa’ya, Muhammed’e, Musa’ya; Tanrı’nın oğullarına ulaşamadı bücür bedeni. Ciğerlerini paralarcasına bağırarak uyandı ana babasının kucağında minik yavrucak.
Sabah, bulutlar köyün üstünü kaplayıp yeniden kar başlayana kadar düet yaptılar çello, viyola. Madam-Mösyö Sannazarolar ağlaya ağlaya hayatın en saf müziklerini çaldılar çocuklarına. Uyurken içinde diğer bütün enstrümanların çalındığı minik bedene…
“Ay mehtabı Sannazaro Köşkü’nü çevreledi mi bütün köyün uğursuz sesleri, dipte yaşayanları karanlığa çıkar,” dedi Papaz Monarhis.
Söylediğinden kendi de ürktü. Tavuk götüne döndü memesinin kılları.
İmam ağır yorganların altında yatarken yediği, bir ekmek ve Karadeniz kavurmasını osuruklarla hazmederken basan basan karabasana düşmüştü iç organları. Kukuletalı papazlar yüzüne yüzüne eğilip, “Şeytan köyünüzde ya Müslim, ya Müslim!” diye yankılanıp rüzgârlar üfürüyordu İmam Tevfik’in gece uykularına. Üfürüm üfürüm, sıkım sıkım, kıpkırmızı can çekişen kalpler yoğruluyordu köyün odun fırınında beyaz bedenli hamur işçileri tarafından. Terler damlar yüreklere nefes nefes. Ekşi… Mooor! Beyaaaaaz!
Ve rüyalar, söze göze kulağa, sonra da gerçeğe dönüşecekti elbet. Haham Hayim, pencerelerine aç sokak köpeklerinin tünediği sinagogda bir köşeye sindi.
Elini kafatasına koyup dirseğiyle dizine çökerken bütün vücudu sarsılarak ağladı.
Ve o dedi ki göklere:
“Allahuuuuum. Bizi bayişla. Ne yaptuh da. Nasil bir yalnişe düştukte bizi yüneşlerinden, yüzel havalarinden mahrum ettin, baharlarin açmasini bekleyen bu biçare yureklere boylesine bir bela verdin. Biz mazlum kullarini muhafaza et Yüce Yaradan.”
Göklere açıldı yüreği, mavi-sarı beyaz bulutlara. Uzun kemikler… Zürafalar gördü. Bir Dali resminden çaldığı görüntü Tanrı katında bir dizayn ve göz çakmaklanması yarattı bedeninde. Beyaz, kahverengi, mavi… Tanrı şuralarda olmalı. O sardalye sırtına benzeyen kırmızı bulutların arkasında bir yerde olmalı Tanrı. Sakallı, beyaz sakallı ve siyah fötr şapkalı “ağlama duvarı”nda sıra bekliyor Tanrı. Şu kırmızı-kahverengi bulutların arkasındaki Tanrı. “Size sesleniyorum ve beni duyuyorsunuz tanrılar!” Sonunda coşmuş ve çoğul yakarışlardaydı ve hatta hepsinin bütün tanrıların kendini duyduğunu biliyordu. Bu kar kalkmalıydı artık. Dizlerine kapanırken bütün iç organlarıyla böğürdü. İçinden hamurlar çıktı.
Hiç oralı olmadı yüksek semaların âleminden seyreyleyen dünyayı ulema. Âlem onları seyrederken…
“Tanrı’ya iletilecek hiçbir mesaj yoktu babalar, bu Boğaz köyünden çıkan dualarda, beddualarda, kehanetlerde Tanrı’ya aktaracak hiçbir şey yok,” dedi en yaşlıları.
Ulema kendi aralarında bizzat birbirlerine “Babalar” biçiminde hitap etmekteler.
Tanrı bütün olan bitenden ne yazık ki haberdar. Oflanıp pufladı. Yaşlı ulemaların emeklilik vakti geldiğini, yalakalık mertebesinden çakozladı. “Tamam kardeşim, ilişki kuralım da böyle çok sazlı, muhabbetli olmuyor mu bu temas?” diye bir soru sordu kendine Tanrı. Cevap vermeyip kıs kıs güldü. Gülerken ağzından sular damladı. (Tanrım, o gün ne muzırdınız. Ve size katılıyorum.)
Sular buz, sular dolu, sular kara dönüştü insanlar âlemine inerken. Köyün üstüne dökülürken yeni karlar, vakit, sabahın beşi olmuştu.
Lapaaaa lapaaaa!
Civar köylülerin şaşkın ahalileri, görünmez engelleri aşıp da kar altındaki köye geçemiyorlardı.
İstanbul’un din evleri sarsıla sarsıla ağlıyordu. Çanlar zamansız çalınmaya, ezanlar vakitsiz okunmaya, Yahudi kandilleri yakılırken erimeye başladı. Bir onlar bilebilirdi karlar altındaki köyün başına gelecekleri. Bu sabahı müteakiben gaflet uykularında görülen rüyalar kulaktan kulağa anlatılacaktı. Rüyalar fısıltıya, fısıltılar konuşmaya, konuşmalar yazıya döndü, yazılar elden ele, dilden dile düştü, bir gün vaktinden akşam ezanının son vaktine kadar tüm din adamları ve din evlerinin hatibi, müridi, inananı, yarı inananı tüm mürettebatı sokaklara döküldü. Kimin tarafından indirildiği bilinmeyen bu yazıt, Papaz Monarhis’in elinden tüm köye yayıldı.
İNANANLAR!
Köyünüzün üstünde bir şeytan köşkü durmakta. Şurada tam üstünüzde, kulağın duymadığı seslerin, gözün görmediği yaratıkların barındığı Sannazaro Köşkü!
İşte inananlar, o köşkte bir şeytan dölü yaşamakta.
Kimden geldiği açıklanamayacak bu bilginin kaynağını araştıranların akıbeti Arrigo gibi olacaktır.
İstanbul Boğazı’nı ikinci kez, bu kez aşağıdan yukarı kat edecek olan İo ineği, Sarayburnu önünde ters akıntıdan sebep orkoza kapılıp boğulma tehlikesi yaşarken aynı anda suyun içinde bağdaş kurmuş vaziyette kurbağalama yüzerek Topkapı Sarayı’na padişaha ders vermeye giden Şeyh Hamdeddin, çaresiz İo ineğini görür ve koca kollarını kulaç şeklinde suya vurdurarak kutsal ineği orkozdan kurtarır. İnek geçip gittiği sularda Zeus’tan bu yana böylesi bir güce şahit olmadığından sahile varınca aşka gelip Hamdeddin Efendi’ye verimkâr olur. Şeyh de aşka gelip ineği orada kündeler. Bu izdivaçtan, kuyruksokumunda ucu üçgen kuyruk belirmiş bir yarı insan-yarı şeytan yavru hasıl olur. Şeyh Hamdeddin kederinden zekerini kesip intihar ederken kutsal inek, Paşanın Limanı’ndan boynuna taş bağlayıp kendini heder eder. İşte bu yaratığı eline geçiren işletip para kazanır. Çingene kerhanelerinde ihtiyarları düzüp para kazanma, frengi çeteleri kurma, ters ilişkiyi cesaretlendirici teşebbüslerde bulunma gibi türlü felaketlere yol açan bu şeytan, yaşlanıp Samandıra tepelerinde İtalyan sirklerine düşer ve oralarda şehvet içinde önüne gelen çadırsanatkârlarını zekeriyle heder eder. Birkaç sirkin yanmasına, birkaç cambazın mabadının paralanmasına yol açan bu pis yaratık ölür, geriye birkaç yumurta bırakır. Müteakiben İtalyan Sannazaro Sirki’nin sahibesini sikip ve oradan Eduardo Sannazaro’nun büyük büyük dedesine sıçrayan bu frengi ve şeytan kuyruğu, sülalenin her barındığı saçak altına, her yaşadığı köye bucağa felaketler vermiştir. İşte bunun son dölü şurada köyümüzün üstüne gelmiştir. Sannazarolar çocuklarımızın kiliselere, camilere, sinagoglara gitmesine, yaptıkları müziklerle, verdikleri ate bilgilerle engel olup sabi sübyanlara şehvet aşılamışlardır. Eve bunamış edalarla dönen bu yavrucaklar, olur olmaz yerlerde hanımların meme uçlarını yalamaya, koca adamların zekerlerini ellemeye tasallut etmişlerdir. Arrigo şeytanı dedelerinden kalma frengili köşkten uzatıp ayyaş kadınları sürtünmeye davet etmektedir. Eğer bu yaratığı ve bu azgın ruhların cirit attığı yuvayı yanardağa çevirmezsek köyümüz bu görünmez manyetik sınırların içinde kar tünelleri kazarak hanelerimize tecavüz edecek ve binbir bilinmez yaratığı yuvalarımıza salacaktır. Size görünmeyen yerlerden gelen bu mesajı işitmediğiniz takdirde nice felaketlere hazır olun ey inananlar!
Mesaj elden ele, dilden dile dolanır ve akşam saatlerinde fısıltılar haykırmalara büyür.
ARRİGO şeytanmış! ARRİGO şeytanmış! Şeytanmış ARRRRRİGOOOOO!
Kar cinleri gece yarısını bekleyip insanları yerlerinden oynattı. Ellerinde meşalelerle koşturan rüya koroları, ondan yirmiye, yirmiden elliye, elliden beş yüzlere vardı.
Aşağı mahalle yukarı mahalleye, kanalizasyon yaratıkları yeryüzüne varmaya başladı.
Köyün en geniş caddesine taklar kuruldu. Davullar, zurnalar, santurlar, sazlar sıyrıldı, çengiler damlara vurdu bedenlerini, gırnatalar delindi, bulutlara nağmelendi.
SANNAZARO KÖŞKÜ ŞEYTAN DÖLÜ, diye bağırarak tempoya vardı insanların ağızları. Ayaklarını yerlere vura vura meşale alayları sokaklardan caddelere birleşti. Çaykatepe’ye yollandı kara adımlar. Yokuşlara ağır yürüyüşlere geçildi.
Sannazaro Köşkü’nün tüm kandilleri söndü. Köyün bütün ışıkları karardı.
Sinyore Eduardo ve Sinyora Donatella, Arrigo’yu odaya kitlediler. Sokak kapılarına üçgen çiviler çaktılar.
Kalabalık, homur homur taaa içlerindeki karanlıklardan hiç bilmedikleri bir dilde, hiç duymadıkları bir nakarat tutturdu. En pes seslerle nakarat verirken iç kanamalar başladı bedenlerde. Rezonans, damarlarını patlatıyordu kalabalıkların.
Nakarat, gözlerinden kanlı yaşlar akan bu kalabalıktan Arrigo’nun kulaklarına geliyordu.
HHHHOOOOOOM! KORKU GELİYOR KORKU! OOOOOOMMMHHHHH! KADAVRALAR GELİYOR! OOOOOOMMMMMSSSSSS!
Madam-Mösyö Sannazarolar titreyerek birbirlerine sarıldılar. Biri çelloya, biri viyolaya sarıldı.
Dış demir kapı birkaç yüklenmeyle yıkıldı. Arrigo, Rönesans marka piyanoya oturdu. Dışarıdan gelen nakarat üzerine çalmaya başladı. Demir kapının yıkılması tonuyla başladı doğaçlamaya, “Si bemol majör,” dedi.
Sannazarolar aynı tondan doğaçlamaya vurdular gönüllerini.
Sokak kapısı kırıldı, meşaleler evin içine atıldı. Kanlı yaşlar, iç organları eve saçılmaya başladı bedenlerden. Koca adımlarla Arrigo’nun odasına çıkarken kara kalabalıklar, bütün sokak hayvanları, kümes hayvanları, donmuş mezarlıklık kargaları, köşk yalı martıları kulaklarını tıkadılar ve sadece Arrigo’nun duyacağı bir melodi söylemeye başladılar. Balerinalar fırladı saatlerden. Oyuncaklar canlandı. Kiliselerin melek tasvirlerinin kanatlarına tünediler. Evin üstüne doğru uçmaya başladılar. Sannazaro Köşkü yanardağa döndü, lavlar akmaya başladı köye doğru. Ebabil kuşları kızgın tuğlalar attı kalabalıkların üstüne.
Kardan adamlar birbirlerine omuz verip halay kurdu.
Melekler, Sannazaroları kanatlarına alıp semaya yükselirken Arrigo, ana babasının kucağına uzandı. Arrigo gırtlağından bir sesle mırıldandı:
“Baba, aşağıda neler oluyor?”
Sinyore Eduardo Sannazaro gülümsedi:
“KARDAN ADAM BAYRAMI YAVRUM…”

ETÜT

Çalışmıyor. İyi çalışmıyor.
Uzun uzun ellerine baktı. Sol elinin parmaklarına daha çok. Dışarıda köpükler vardı. Su köpükleri. Bulut bulut. Ara sokaklardan nemin içine bağıran köpekler. Uzun uzun sessizliklerden sonra sadece bir havlama. Öğlen. Uzaklardan tahta evlere çakılan çiviler Üçfıstık Tepesi’nden köye yankılanıyor. Yaz. Bu yaz en terlisi. Küçük tepede oyukların içinde çocuklar evcilik oynuyor. Tahta evlere çakılan çiviler, çocuk sesleri, gökte keşif uçağının bayat sesi…
Etüdüne ara verip durdu Dr. Toros Minas.
Evlerin damlarından bir esinti geçti tüller uçuştu.
Sol elini piyanonun üstüne koydu. Baslara doğru ters bir yürüyüş yaptı. Sağ elini de koydu. Kanat açmak gibiydi. Orta tuşlardan simetrik senkronize bir açılış etüdü. Öğlen saatinde bu ses, yakın Rum evlerinde küfre neden oluyordu. Üst kattaki Judeo-Espanyol, boş avluya tükürdü.
Fil bacaklı ve ağır alamatra tekneleri gibi yalpalana yalpalana yürüyen Mayram Hala, güneş altında simsiyah giysileriyle bembeyaz avlulardan geçti. Elindeki kalaylı küçük tepside kat kat olmuş dalağı, Terzi Hayganuş’un evine taşıyordu. Dalak dolmasını en iyi yapan Hayganuş’tu.
Toros Minas piyano çalmayı bıraktı, “Puta madre!” diye bağıran üst kattaki alkolik Yasef’in korkusuna. Yasef hastasıydı Doktor’un. Veremdi. Kanlı tükürüyordu. Dr. ona ölecek gibi bakmıyordu.
Ellerine baktı Dr. Boş avludan simsiyah geçen Mayram Hala’ya laf atmak istedi.
“Mama parev!”
Mayram sesin nereden geldiğini bilemedi. Bakındı sağa sola, tıknefes gidiyordu. “Parev,” dedi. Kendi kendine. Küfür gibi.
Toros Minas uzun uzun baktı bu kara gölge gibi elinde dalak taşıyan tanker gövdeli kadına. Yeşil sinekler uçuşuyordu dalağın üstünde. Beyaz tülbent örtülmüş dalak, bütün ölümcül hayvanları yer altında kıpırdatıyordu. Koca kadın sallana sallana Terzi Hayganuş’un evine girdi. Köpekler bağırıyordu.
Toros Minas alt kata indi. Mermer tabanlı mutfak serindi. Uzaklardan Kuran sesi geliyordu. Bunu sevdi. Yaşlıca bir kadın yeknesak ve kimseyi rahatsız etmeyecek bir sesle benzer melodiler söylüyordu Arapça. Dolaptan erik likörü çıkarırken Arapçanın bu köye yakıştığını düşünüyordu. Uzaktan ve böyle müzikli. “Sallana sallana okunan bir dua olmalı,” diye içinden geçirdi.
Erik rakısını mermer tezgâha koydu… Mırıldanıp duyduğu Kuran okunuşunu müziklendirmeye çalıştı. Sağ elini yumruk gibi sıkıp boşaltıp armoniyi bulmak istiyordu. İki elini tezgâha koydu. Piyano çalarmış gibi basmaya başladı. “İnnâ a’taynâkelkevser”i birkaç kez tekrarlamaya çalıştı. Sol eli yine zayıftı.
Arka balkon bomboştu. Karşıdaki ev. Bomboş. Sessizlik. Arka bahçelerden cırcırböcekleri. Bembeyaz bir balkon. Bir tek sandalye.
Toros Minas balkon kapısını açtı. Oturdu. İlk kez üzeri çıplak çıktı balkona. Memeleri siyah ve cücükleri zeytin gibiydi. Keçi memesi gibi olduğunu düşündü. Olsun, onu gören yoktu. Elinde uzun bir bardağa hızla dökülmüş erik rakısı vardı. Uzun uzun içti rakıyı bir dikişte. Rakıya susamış gibi.
Yandaki avluda iki yaşlı Ermeni kadın konuşuyordu: Mayram ve Hayganuş. Bir dalak dolması yapacaklar, bütün mahalleyi misafir odası halısına yatırıp silkeliyordu kadınlar. Çangul çungul Anadolu Ermenicesi. Kaba kaba. Sert sert. Amunagoduğumun cinsinden. Köylü Ermenilerin şakırtılı küfürlerini duyarak büyümüştü Toros Minas. Bu öğleden sonrasıyla çok mutluydu. Karnından ensesine doğru soğuk bir akım oldu. Bu, rakının vücudu kıpırdattığını gösteriyordu.
Hemen bir kadeh daha ekledi. Köşebaşındaki sessiz evin balkonunda sütlü kahverengi bir tül sallandı. Doktor bir orman hayvanı gibi dikkat kesildi tüle…
Koyu renkli bir rüzgâr esiyordu sokağın üstünde.
Burnuna kırmızı tarçın esintisi geldi… Koltuk altı kokusu, hafif. Kadının dili. Olağanüstü memeli, siyah yarıklı, Arap tenli. Dağ kısrağı gibiydi kadın. Kombinezonu yırtmak istedi Doktor. Utanç içindeydi. Bu evli barklı çocuklu kadına perdelerin ardından aletini karıştırarak bakması, nabzının atması; kendi korkak yüzünü gördü karşısında. Sanki çığlık atmak isteyen zavallı bir yüz. Aniden uçuşan perdeden gözüktü kadına Doktor. Kadın hemen içeri kaçtı.
Anahit… Bu sokağın en vahşi kadını. Onu düşlediğinde bütün vücudu kızarıyordu. Düşünde kadın, kendi dilini ısırıyordu. Hatta bu yüzden canı yanıyordu. Doktor bu kez Anahit’e yakalandığını biliyordu. Piyanonun sandalyesine çöktü.
Mahalle ve bütün semtte, hatta karşı yakaların hastalarında bir evliya etkisi bırakan bu adam. “Ben bundan ibaretim işte,” diye düşündü. “Belki herkesi bir aziz gibi görünüşümle kandırıyorum. Pisliğin tekiyim. İhtiyarlamaya başlayan bir pis röntgenci.”
Piyanosuna döndü. Sadece sol elini koydu. Koyu bir akor bastı. Kapı zili çaldı.
Doktor yavaş adımlarla gitti kapıya. “Kimdir?” dedi usulcacık. Ses yok! “Bir dakika,” dedi üzerine gömleğini giydi aceleyle. Kapıyı açtı.
Anahit, dudağının kenarı hafifçe yukarı kalkmış, eli belinde duruyordu. Doktor donuk donuk, “Buyrun,” dedi. Anahit birkaç kere gözlerini kırptı. Boynunu büktü. Gözlerini kıpırdatmadan Doktor’a baktı baktı. Ve gitti… Kapıda kalakalmış Doktor’un yanından minik bir fil gibi sallana sallana Mayram Hala geçti. Geçerken söyleniyordu kendi kendine: “Öyle götün başın sallanır da gezersen kocanı dillere düşürürsün… Mır mır da mır mır… Mır çın ta tankinç, gadar da gudur da…” Sokağın sonuna kadar çangul çungul konuşa konuşa gitti ama hiçbir dediği anlaşılmadı. Sokağın sonundan koca sesiyle son kez bağırdı: “Sen de doktor olacan! Kapa kapını şekilsiz dacik! Doktormuş! Götümün doktoru!”
Kapı kapandı…
Akşamüstü Manastır Koyu’nda birkaç tekne çapariye koyulmuştu. Uzaktan akşam türküleri duyuluyordu. Toros Minas denize arkasını dönmüş Barba Taki’ye seslenecek oldu. Ne ki! Öğlenden beri reçina şaraplarına gömülmüş Taki uyukluyordu. Yerinden kalkıp kendine bir şişe kırmızı şarap açtı Doktor. Zeytinyağı sürahisiyle bayat ekmeği aldı. Son olarak iki parmağının arasına zeytin kâsesini de sıkıştırdı. Şişman çocuklar gibi sallana sallana oturdu masaya.
Çapariler üçerli-beşerli geliyordu sandalların bordasına. İstavritin en yağlı zamanıydı. Şarabından koca bir yudum alıp ekmeğini zeytinyağına bandı. Hızla kalkıp Taki’nin mutfağından küçük bir sahan kaptı. Tahta titrek iskeleye koltuk atmış tek kişilik filikaya bindi. Havaleli oldu binişi. Az daha düşüyordu. Kadın kıkırdamaları duydu. Dönüp baktı. Anahit ve iki dul kadın koyun dibinde ayaklarını akşam suyuna sarkıtmış fıkırdıyorlardı. Doktor’un kendilerine doğru baktığını görünce utandılar. Anahit kızgın bir eda takınıp küçük çakıllara daldırdı elini. Toros Minas sandallardan birine yaklaştı. Güneş kızarıp bozarıp Papa Theodoros Adası’nın arkasından gizlice kaybolurken kalaylı sahana dökülen istavritler herkesin gözünü alıyordu. Beyazların göverdiği saatler…
Barba, pembeleşmiş istavritleri boku boklavatıyla kızartmıştı. Takma dişlerini yürüyüşünün ritmiyle birileri bir geri çekiyordu. Balıkları neşeyle masaya bırakırken ağzının içinden söyledikleri “her yuduma bir çük” gibi anlaşılıyordu. Doktor tabağa gülümseyerek baktı. Gülmesinin içinden Anahit’in yüzü de geçti. Kadınlar karanlık tam basmadan damlarına dönüyorlardı. Ayaklarının altında kıcır kucur eziliyordu çakıllar.
Hemen sonra koyda sadece tepe köpeklerinin uzak havlamaları duyuluyordu… Oltacılar evlerine dönmeye başladılar.
Bir damla ter, şarabına düştü Doktor’un.
“Ne gün be,” dedi Doktor. “12 hasta. Bu kadar! Ama tek bir hasta hepsine değdi!”
Koca bir günü Anahit kokutmuştu. Evet, bu hissettiği bir kokuydu. Cinsel organlar, memeler, diller kokuyordu. Şarabından baba bir yudum alıp ardından bir kıraçayı ağzına attı… Neden bu kadar yıldır yan gözle bile bakmadığı bu kadın birden üstüne siniyordu. Bir ay önce Anahit’in kendine muayene olmak için geldiğini hatırladı. Önüne konan hasta listesinde üçüncüydü. Neden onu ilk sıraya aldığını düşündü. Çocukluk arkadaşı Kirkor’un karısına torpil yapmıştı işte! Yoksa pis bir şey mi? Kendine itiraf edemediği, hani ahlakını yeminini küfürle yırtıp atılan eski mektuplar gibi buruşturup bir de üstüne ateşe vermek gibi bir şey miydi bu? Sırtını dinlerken kadının vücudunun teri. O nem! Göğüslerinin inip kalkışı. Çok hızla atan kalbini duyarken kendisiyle aynı nabızda oluşu. Ahanit’in ağzı açıktı. Tam gözlerinin içine bakıyordu. Dili ıslaktı, dudağı da. “Uzanın Bayan Anahit!” demişti. Elini batınında gezdirirken Anahit titriyordu. “Üşüdünüz mü?” diye sordu. “Hayır, korkuyorum,” dedi Anahit! Gülümsemişti! “Neden?” demişti Doktor. “Ya bir şey olursa?” “Ne olacakmış?” “Bir şey çıkarsa yani.” “Yok bir şey çıkmayacak. Elime hiçbir şey gelmiyor.” Kadın gülümsemişti. Memeleri oynayacak kadar gülümsemişti. Vücudunda tek bir kılcık yoktu. Kaygandı. Çok diriydi.
Toros Minas büyük bir yudum daha aldı şaraptan. Barba yanına gelip ançüez koydu ekmeğin üstüne. “İyi misin Azizim,” dedi. Doktor düşündüklerinden sıyrılamıyordu. Yakalanmış gibi kalabalık laflarla savuşturdu Barba’yı… “Ooo! Şu masanın üstüne bak! İyilik, bunların tadını çıkarmak!”
Akşam sırılsıklam geldi. Nem çok fazlaydı. Yemekte dalak dolmasını suyuyla kana kana tüketen Mayram, Doktor’un elindeki tansiyon aletine korkuyla baktı. Stetoskobu kulağından çıkarırken hızla kolu gevşetti Doktor. Suskun bakakaldı Mayram’a. Mayram, küçük kız çocukları gibi dudağını büzdü. Evdekiler ayakta, ölüye bakar gibi endişeli bekliyordu. Dr. Toros Minas, “Ne yapacağız Madam bu boğazını?” diye sordu. Körüklü çantasından bir-iki içmelik bir de dilaltı hap çıkarttı. “Aç ağzını!” dedi. Mayram suaygırı kadar koca ağzını serçe gagası gibi büzdü. “Aç bakayım! Dilinin altına!” Yeğeni Takuhi hızla elinden hapı alıp dilinin altına sıkıştırdı halasının. Kanepede altına kaçırmış küçük bebeler gibi yatıyordu koca Mayram… Doktor’un elinden çekti, kulağına teşekkür babında fısıldadı. “Karılar sana bayılır,” dedi…
Uykusunun yarısında kolunun uyuşmasını hissederek sıçradı Toros Minas. Kalkıp oturdu. Kendine kulak vermekten tiksiniyordu. Nabzına bakmak. Kalp atışını dinlemek. Biraz basınç yapan beyin damarlarını hissetmek. Ayağa kalktığında hafif sağlı sollu yalpa hissetmek. Sol elinin parmak uçlarını tuz serper gibi birbirine sürtüştürmek. Bu soğukluk hissi. Sol yanağının hissine bakmak. Aynaya gidip simetri almak. Bu evham! Küfürlük bir haldeydi.
Önünde ergen çükü gibi sidik kalkımı sertleşmiş penisine baktı…
Hızla alt kata inip bir kadeh içmek istedi.
Sadece bir idare lambası yanıktı alt katta. Gündüzki erik rakısı, masanın üstünde tek dublelik ömrüyle kalakalmıştı. Alıp şişeyi başına diktiğinde karşı evin tüllerinin kıpırdadığını gördü. Anahit’in balkon kapısı açıktı ve bir gölge aniden yok oldu sanki. Bu kez Ahahit mi onu gözlüyordu?
Uyku değildi bu şimdi. Uyanıktı. Yatağın içinde. Kapı çalındı. Rüyaydı bu. Hayır! Kapı çalınıyordu. Çarpıntıyla kalktı. Tuzlu ançüez sıkıntı yapmıştı. Alt kata indi. Sadece birkaç sokak öteden puhu kuşu duyuluyordu. Suspus yok, uykuda her şey işte! Kapıyı açtı. Anahit kapıdan süzüldü. Nemli dilini soktu ağzına Doktor’un.
Yatağın içinden buhar çıkıyordu.
Sırılsıklam…
Sabah kilise çıkışı meydana vuran güneş öylesine kuvvetliydi ki şemsiyelerini almayan kadınlar başörtülerini uçurtma gibi tutarak, erkekler beyaz mendillerini siper ederek kaçtılar sokak aralarına… Arka bahçelerde abazan eşekler anırıyordu. Susuzluk çeken kırlangıçlar deli kurşunlar gibi o saçak bu meydan uçuşuyordu. Koca eşekarıları çeşme musluğunun içine kadar vızıldıyor, sesleri meydanı tehdit ediyordu…
Doktor dar yollardan sinsi sinsi kıvrılarak tepede ağaçların arasındaki manastırın bahçesine vardı. Biraz da kendini sınamak istiyordu. Bu daracık bin iki yüz basamağı bir solukta çıkabilecek miydi? Onu böyle hızla seğirtirken gören insanlar, ölmek üzere olan birine yetişmeye çalıştığını zannederek merakla izlediler. Birbirlerine küskün Mario ve Mihalis, balkon demirlerinden sarkıp Doktor’un arkasından bakarken hayatta olmalarından dolayı uzun ömürler dilediler mırıltılarla…
Toros Minas, bembeyaz elbiseleriyle fıstık ağaçlarının altına çöktü. Aşağıda koyu sonsuz bir mavilik üzerinde birkaç şarap teknesi görülüyordu. Manastırın kapısından gelen nağmeli dualar, serin serin ensesini okşuyordu Doktor’un. Başını döndürdüğünde Anahit ve kocasını gördü. Manastırdan kol kola çıkmışlar, taziye ruh haliyle siyahlar içinde kireçli sokaklara dalıyorlardı. Doktor arkalarından bakarken merdivenleri tek tek inen bu çiftin 50 yıl sonraki hallerini görür gibi oldu. Anahit gözünde yaşlanmış, çorapları dizlerine kadar inerken titrek elleriyle onları çekiştiren, çekiştirirken kocasından azar işiten bir sidikli ihtiyara dönmüştü. Hamur gibi kokuyordu şimdi. Mayalı, sarı, mor koktu Anahit birden burnuna. O topatan kavunu gibi memelerin kokusunu almıyordu Doktor. Gözünün önünde meme uçlarından irin akan, yüzünde vücudunda koca etbenleri ve siyah lekelerle bacaklarını kendisine açmış, onun üzerine abanmasını bekleyen ihtiyar bir böcek gibi beliriyordu kadın. Derin bir, “Offf!” çekti… Manastırdan çıkanlar sanki bin yıllık derdini kırlara püskürtüp poflayan aziz doktora hayretle baktı…
“Allah’ın gücüne gitmesin, insanoğlu ne kadar kötü kokuyor,” dedi yaşlı bunak bir kadına Doktor. Sidik kokan kadın, dizlerinin üzerine çökerek ona doğru istavroz çıkardı…
Doktor, kalp atışlarının bir toz bulutu içinde olduğu nu, manastıra mum dikerken bir kez daha hissetti. Ateşli bir alkol vurmak istedi göğsüne…
Son üç hafta çok sessizleşmişti her şey. Doktor da. Yaz öylesine nemli, buruk, ekşiydi ki. Kimsesizlik sarmıştı köyü. Sanki dağlardan kırlardan güneşin ezdiği, çürüttüğü, değiştirdiği bitkilerin tütsülü kokusunun içinden en ağır tonda en peslerinden arşe çeken ve biteviye tek bir ses ve daha da derinleşerek çoğalan çellolar duyuluyordu…
Bu kimsesizlikten korkar olmuştu Doktor.
Kalem gibi sandalının içinde Çalamanyos Kumsalı’na giderken denizde ondan başka hiçbir canlı yoktu. Köye doğru dönüp baktı. Sandalın kıç omuzluğunda yaklaşık on metre arkasında kel kafalı, uzun bıyıklı fırtınada kaybolmuş eski gemici Aleko’ya benzer bir yüz gördü. Suya dalıp dalıp çıkıyordu Aleko. Götü yemedi Doktor’un. Hızla dümeni sancağa kırıp yol kesti. Bordasından yanlamasına baktığında iri bir fok balığının ahenkle serin sulara doğru kurbağalama yüzdüğünü gördü. Motoru istop etti. Fokun geçişini bir fener alayı coşkusuyla seyretti. Sonra büyük mavi-beyaz bir boşluk…
Bir kere daha korktu denizin üstündeki bu büyük yalnızlığından. Motorun ipine asıldı. Tam yol ileri verdi. Kalem gibi girdi koya sandal… Kumsala baştankara çıktı. Minicik koyda kimse yoktu… Üstünü başını çıkarıp sandala bıraktı. Yavaşça suya süzüldü Doktor. Uzun uzun. Uzun uzun kulaçlar atarak siga siga koydan açılmaya başladı… Sonra birden tatlı su kaynağına girdi vücudu. Ürperdi. İçi titredi. Kirkor’la çok yüzmüşlerdi bu koyda. Aleko’yla da… Sanki birileri kendine seslenmiş gibi durdu suda. Kıpırdamadan. Suyun bile kendi varlığını hissetmesini istemiyordu. Çenesi titremeye başladı. Yüzüne vuran minik dalgacığı yuttu. Geri püskürtmek isterken çenesinden tükürükler karıştı suya… Sırtüstü yattı. Kollarını gere gere uzun geri kulaçlar atmak gelmedi içinden. Yaşlı kadınlar gibi memelerinin üstünden suyu itekler gibi minik kulaçlar atmaya başladı. Korkuyordu suyun kendini fark etmesinden… Çok zaman sürdü bu tir tir geriye yüzüş. Akşama kadar sanki. Kel kafası güneşten kavrulmuştu. Tık, diye bir tahta sesi duydu. Başını hafifçe yan yatmış teknenin su kesimine vurdu. Eliyle başını vurduğu yeri kontrol etti. Tekne macun istiyordu. Çok sevindi. Çocukluğundan beri, her gün yeni bir şey bulmak istemişti hep.
Sol eliyle asıldı ipine, tek çekişte aldı makine…
Pancar makine. Pat pat pat!

Benzer İçerikler

https://www.birazoku.com/cicekler-susayinca

yakutlu

Gazap – Monica McCarty – Online Kitap Oku

yakutlu

Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk Wilhelm Genazino

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy