Yanlış Adam | Umut Çalışan


yanlis-adam-umut-calisan PASLI MENTEŞELER güçlükle yerinden kıpırdadı. Ağır demir kapı, ağlamayı andıran bir gıcırtı ile yavaşça aralandı. Soluk soluğa kalmış olan Tufan, kapının aralığından içeri süzülen mavimsi karanlıkla beraber içeri girdi. Olabildiğince sessiz olmaya çalışarak kapıyı kapadı. İçerisine şöyle bir göz attıktan sonra birbirine dolaşan ayaklarına aldırmadan, yuvarlanırcasına, alt kata inen merdivenlere yöneldi. Daha bir-iki basamak inmemişti ki, takılıp düştü. Ayağa kalkmak isterken, farkında olmadan, yerinden sökülmüş merdiven korkuluğunun, dışarıda kalmış vida uçlarını avuçladı. Bu geceki şansına, bahtına, bağıra çağıra küfretmek istedi ama yapamadı. Çığlıktan ziyade, tıslamayı andıran bir fısıltıyla “Ah!” diye inleyebildi sadece. Tişörtünü çıkarıp eline sardıktan sonra göğsüne bastırıp acısının geçmesini bekledi.

Ufak bir tıkırtı duyunca can havliyle kapıya baktı. Kapının hâlen kapalı olduğunu görünce derin bir oh çekti. En son ne zaman bu kadar korktuğunu hatırlamaya çalıştı ama başaramadı. Sabıka kaydı iki sayfaya yakın biri olarak ilk kez kaçmıyor, ilk kez saklanmıyordu ama bu gece bir terslik vardı. Peşinden gelen her kimse, ne polise, ne kızgın bir ev sahibine ne de kendisi gibi serseri takımından birine benziyordu. Korkuyordu; çünkü bu gece ölüme hiç olmadığı kadar yakındı.

Ferdi ile birlikte girdikleri son evden çıkmışlar, hem yürüyorlar hem de kaldırdıkları hasılatı paylaşıyorlardı. Keyifleri yerindeydi. Büyük ihtimalle bir apartmanın önündeki ya da başka bir yerdeki güvenlik kamerasına yakalanmışlardı. Görüntüler net olmasa bile artık onları ezberleyen polisler tarafından tanınacaklar, en fazla birkaç gün içinde bu geceki hırsızlıkları yüzünden tutuklanacaklardı ama ne gam. Bu gecelik her şey yolundaydı. Ferdi cebinden çıkardığı iki fişek bonzaiyi sallayarak sırıttı.

“Şaraplar senden.”

Manyas Karakolunun önünde nöbet tutan polisi huylandırmamak için seslerini azaltıp, iki sokak aşağıya, oradan da pazaryerine doğru yöneldiler. O saatte hâlâ açık olan büfeye tam yaklaşmışlardı ki birinin onları takip ettiğini fark ettiler.

Dertleri yakalanmak, gözaltına alınmak ya da tutuklanmak değildi. Aynı sahneyi sayısız kere yaşamışlardı. Karakolda geçen gecelerinin bir eksik ya da bir fazla olmasının onlar için herhangi bir anlamı yoktu. Tek korkuları, ceplerindeki parayı harcayamadan yakalanmaktı. Bu nedenle bir alt sokağa girip sağa döndüler; olmadı. Meçhul gölgenin ayak sesleri peşlerinden gelmeye devam etti. Kaleiçi’nin dama tahtasını andıran sokaklarında, tekrar tekrar adamı atlatmayı denediler ama beceremediler. Hangi köşeyi dönerlerse dönsünler, hangi sokağa saparlarsa sapsınlar, daha soluklanmaya fırsat bulamadan açığa çıkıyorlardı.

Artık buna bir son vermenin zamanı geldiğinin ikisi de farkındaydı. En son dönemeçten sonra kaçmayıp, bir duvarın köşesine, karanlığın içine saklandılar. Daha iki saniye geçmeden ayak sesleri duyulmaya başlayınca Ferdi, gölgenin sahibinin kim olduğuna bile bakmadan “Yeter ulan!” diyerek yola atladı. Öteki hiç ürkmüş görünmese de durdu; kapkara derisi ve sararmış dişlerinin aksine, elinde çeliği pırıl pırıl, kocaman bir bıçak tutan hırsıza küçümser gibi baktı ama tek kelime etmedi. Hırsız da konuşmadı. Elindeki bıçağı, hayalini kurduğu şarap sofrası ile arasındaki engeli kaldırmak için ardı ardına saplamaya başladı. Birkaç adım geride bekleyen Tufan, delinen etin, yırtılan kumaşın sesini rahatlıkla duyacak kadar yakındaydı ama suç ortağına ne yardım etmek geçiyordu içinden ne de engel olmak. Başkasının kanını dondurabilecek bu manzara, onda, akşam yemeğinde soğan doğrayan bir kadını seyretmekten daha fazla bir etki uyandırmıyordu. Öylesine bir andı işte. Bir gören olmasın, yakalanmasınlar diye ilerideki karanlıkta etrafı gözetlemekle yetindi.

Fakat sayısız bıçak darbesi ile dolu bir dakikanın ardından Ferdi, elindeki ağzı yamulmuş bıçağa hayretle bakıyorken, şimşek gibi hızlı, kerpeten gibi güçlü bir pençe boğazına yapışıvermişti. Roller ansızın değişmiş ve saldırı sırası, kim olduklarını bilmedikleri bu meçhul takipçiye geçmişti. Feryatlarına aldırmadan, tek eli ile gırtlağından yakaladığı rakibini havaya kaldırdı. Ferdi, görünmez bir koşu bandında deli gibi koşuyordu ama yere değmeyen ayakları, onu katilinden bir adım bile öteye taşımıyordu. Kaçma telaşı çok sürmedi; soluk borusu kırılınca, önce çığlıkları ıslık sesine döndü, birkaç saniye sonra da sabıkalı ruhu, ucuz kömür kokan baca dumanlarına karışarak göğe yükseldi.

Yolun başında nöbet bekleyen Tufan gördüğü manzara karşısında donup kalmıştı. Daha önce defalarca cinayet görmüştü. Ama bunu bu kadar kolay ve bu kadar abartılı bir kuvvet gösterisi ile yapan birini ilk defa görüyordu. Yıllarca içtiği şaraplardan ve uyuşturuculardan bulanan beyni ile çok zeki birisi sayılmazdı. Ancak sahip olduğu az sayıdaki zekâ kırıntılarının hepsi bu adamdan kaçması gerektiğini söylüyordu. Mantığının sesini nadiren dinlerdi. Bu da o ender anlardan biriydi. Kaçmaya başladı.

O saatte girebileceği bir ev ya da saklanabileceği bir kapı aradı. Ancak korkunun tetiklediği uyuşturucu krizinden titreyen elleri yüzünden hiçbir kilidi açmayı beceremiyordu. Çaresizce sokaklarda izini kaybettirmeyi denedi. İki saat boyunca koştu durdu ama tek başarısı adamla arasındaki mesafeyi koruyabilmekti. En sonunda kendine bir fırsat yaratıp kimse görmeden bu eski fabrikaya girmeyi becerebilmişti.

Fabrikanın içinde de kendini tam olarak güvende hissetmeyince, hurdalar arasında saklanabileceği başka bir yer daha aradı. Bu harabe fabrikada, polisler keşfetmeden önce defalarca saklanmışlardı. İndiği bu zemin kat kocaman, tek bir galeriden ibaret olsa da arkasına veya altına saklanabileceği bir sürü ıvır zıvırla doluydu. Zamanında un fabrikası olarak çalışan bu yer, şehrin büyümesi ile apartmanların ortasında kalınca, ne kadar dirense de gelen şikâyetlere dayanamamış kapılarını kapatmıştı. Ama sahibi, çevre sakinlerinden intikamını, fabrika arsasının hiçbir müteahhide satmayarak almıştı. Eskiden fabrikanın gürültüsünden, tozundan, pisliğinden şikâyet eden insanlar, artık boş binayı mesken tutan tinercilerden, esrarkeşlerden şikâyet ediyorlardı. Karılarımıza, kızlarımıza bakıyorlar diye feryat ettikleri kamyon şoförlerine bile razıydılar ama iş işten geçmişti. Tüm bunlar, kapıya kilidi vurduğundan beri patronun değil, polisin problemiydi.

Tufan, titreyen ellerine hâkim olmaya çalışırken bir yandan da nefesini düzene koymaya uğraşıyordu. Şu an bir dal, hatta bir tek nefes sigara için deliriyordu ama yapamazdı. Beyni henüz zifiri karanlık bu fabrikada bunu yapacak kadar çürümemişti. El yordamıyla güvenli olduğunu düşündüğü, zamanında kim bilir ne için kullanılan, dökme beton bir tezgâhın altına girdi. Etrafını dinleyip içeride kendinden başka bir varlığın sesinin olup olmadığını kontrol etti. Olmadığına kanaat getirince derin bir nefes verdi ve birkaç saat olsun uyumak umuduyla gözlerini kapadı. Gece kaçamadığı adamdan gündüz gözüyle nasıl kaçacağını düşünmeyi şimdilik erteledi. Zaten deli gibi dönen başı, düşünmek için fazla yorgundu.

Ancak Tufan’ın bu yarım huzuru çok fazla sürmedi. İzbeliğin kapısı, kulakları acıtan bir sesle açıldı. Zavallı Ferdi’nin katili tüm haşmetiyle kapıda belirdi. Tufan, saklandığı yerden, kapının ağzında dikilen karanlık silüeti gizlice incelemeye başladı. Kaçarken dikkat etmeye fırsat bulamamıştı. Karanlıkta gölgesi nerede bitiyor, kendisi nerede başlıyor belli olmasa da, boyunun kendinden uzun olduğu belliydi. Kapalı yaka ince bir kazağın üzerine, dar bir ceket giymişti. Kalın bacak kasları, buz mavisi kot pantolonunu patlatacak gibi germişti. Önden dökülmeye başlamış saçları, alnını olduğundan daha geniş gösteriyordu. Elinde ya da üzerinde herhangi bir silah var gibi görünmüyordu. Ama az önce işlediği cinayeti düşününce bir silaha ihtiyacı olmadığı açıktı.

“Aman be, sanki silahı olsa ne, olmasa ne!” diye geçirdi içinden Tufan.

Gölge, içeri girdikten sonra birkaç saniyeliğine durdu, havaya kalkan tozların yatışmasını bekledi. Gözlerini kapatıp, sakin bir şekilde, birkaç derin nefes aldı; içeriyi kokladı. Ardından önce tavandan aşağıya, sonra sağdan sola tüm mekânı, tarama yapan, canlı bir detektör gibi inceledi. Bunu yaparken bakışları, Tufan’ın kendine siper edindiği tezgâhın önüne geldiğinde, birkaç saniyeliğine o noktaya kilitlenir gibi oldu. Tufan, fark edilmiş olma ihtimalinin korkusuyla dişlerinin birbirine vurduğunu hissetti.

Adam gözle aramadan bir sonuç elde edemeyince, arka cebinden telefon benzeri bir alet çıkardı. Birkaç tuşa bastıktan sonra, düzenli aralıklarla biplemeye başlayan alet ile üst katı dolaşmaya başladı. Merdivenlere yaklaşınca, aletin verdiği ikaz sesi daha tiz bir hâl aldı. Sonunda, Tufan’ın yaralandığı basamaklara geldiğinde, kesintisiz ve daha yüksek bir ses bütün fabrikayı çınlatmaya başladı. Yere eğilen adam, toz toprağı avuçlayarak kokladı. Önce yerinden çıkmış korkuluk demirine sonra da alt galeriye baktı. Ağır, sessiz ve sakin adımlarla aşağı inmeye devam etti. Bu geceki avının bitmek üzere olduğunu hissediyordu. Bu sırada elindeki cihazın sesi yine ilk çalıştığı andaki hâline dönmüştü. Aletin üzerindeki başka bir düğmeye bastı ve aramaya devam etti.

Tufan, kaçmasının mümkün olmadığını kesin olarak fark etmişti. Ölecekti. Ölecekti ve bunu önlemek için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Adamın kendisine doğru yaklaşmasıyla birlikte aletin ikaz sesi sıklaşmaya başladı. Her bip sesi, beynini bir mermi gibi delip geçiyordu. Elleri ile kulaklarını kapatmaya çalışıp tezgâhın en dip kısmına doğru, korkuyla büzüştü. Fakat çıplak sırtına değen, soğuk ve bir o kadar tanıdık hatları olan metal bir nesne, tüm cesaretini geri getirdi. Nasıl bir şey olduğuna bakmaya bile gerek görmeden kaptığı metal ile yerinden fırlayıp “Şimdi siktim ananı!” diye bağırarak, kendini kovalayan adamın karşısına dikildi. Muhtemelen kendisi gibi bir hırsızın ya da kim bilir hangi daha baş belası birinin zulaladığı tabancayı, birkaç adım ilerisindeki adama doğrulttu ve tetiği ardı ardına iki kez çekti. Tetiği çekmeden hemen önceki saniyede tabancanın dolu olup olmadığını kontrol etmediği aklına gelince ensesinden aşağıya ılık bir şeylerin akıp gittiğini hissetti. Neyse ki korktuğu gibi olmadı ve iki gerçek mermi namludan çıkarak adamın kafasına doğru yol aldı. Tufan, çok iddialı bir nişancı değildi. Öte yandan bu mesafeden birini vurmak için değil iddialı olmak nişancı olmaya bile gerek yoktu. İnsanın beyninin, kol ve parmak kaslarına tabancayı havaya kaldırıp, tetiği çektirebilecek kadar hükmedebilmesi yeterliydi. Fakat kurşunların adamın kafasına isabet ettiğine dair hiçbir belirti göremedi. Sadece kafası iki kere arkaya öne gidip gelmişti hepsi bu. Tufan elindeki tabancaya bakarak neyi yanlış yaptığını düşünürken adam dibinde bitiverdi. İki eli ile Tufan’ın elini tutarak tabancayı kendi alnına dayadı. Buz mavisi gözlerini Tufan’a dikerek gülümseyince tüm yakışıklılığını berbat eden çarpık dişleri ortaya çıktı. İnsanın kanını donduran bir özgüven ile fısıldadı:

“Tekrar denemek ister misin?”

Artık korkudan tamamen kafayı yemiş olan Tufan, zorlukla açabildiği dişlerinin arasından güçlükle “Nesin ulan sen?” diye sorarken pantolonundan aşağıya ılık bir şeylerin süzüldüğünü hissetti. Yerdeki tozun içine karışan sidiğe bakan adam pis pis sırıttı.

“İyi tarafından bak. Kimse bunu bilmeyecek.”

Bu sırada tuhaf bir şey oldu. Elindeki silah, rakibinin alnında, titreyerek ölümü bekleyen Tufan’ın gözleri, kırık dökük camlardan içeri sızan, sabahın ilk ışıkları ile kamaştı. Tüm yüzünü kaplayan, ter, gözyaşı, salya, sümük ve tükürüğün arasından gözlerini kısarak, karşısındakine baktı. Adamın yüzünde, bir saniye önce asılı duran özgüven uçup gitmişti. Telaşla elindeki aletin ekranından saati kontrol etti. Saatin 05:33 olduğunu görünce küfrü bastı. “Hassiktir! Geç kaldık.” dedikten sonra, Tufan’ı öldürmek için avının üzerine atlayan vahşi bir hayvan edası ile son hamlesini yaparken, Tufan, farkında olmadan tetiğe bastı. Bir yandan da ölümün düşündüğü kadar can yakan bir şey olmamasını umut ediyordu.

Ancak ölüm gelmedi. Tufan sıkıca yumduğu gözlerini açarak etrafa baktı. Bu sefer olması gereken olmuştu. Az önce kendinden emin gözlerin parıldadığı kafanın yerinde, kıpkırmızı, kanlı bir et yığını olan cansız bir beden, yerde yatıyordu.

Gördüğü manzara ile iyice midesi bulanan Tufan, kusmamak için kendini zorlayarak kaçmaya başladı. Geriye kalan aklı, polisler gelmeden buradan uzaklaşmasını söylüyordu. Kaçarken iki dakika öncesine göre neyin değiştiğini bilmiyordu. Zaten bunun pek bir önemi yoktu. Önemli olan hayatta kalabilmesiydi. Tabii bugünden sonra hayatının geri kalanına “hayat” denilebilirse…

Benzer İçerikler

Bir Küçük Osmancık Vardı – Hasan Nail Canat

yakutlu

https://www.birazoku.com/sineklerin-kanadi-yoktur

yakutlu

Matrix’e Hükmedin – Richard Bartlett Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy