Topkapı Müzesi Soygununu Anlatır
Topkapı Sarayı Müzesinin hazine dairesi o pazar günü her zamanki hafta sonu tatillerinden daha çok kalabalıktı. Müzenin en nadide parçalarından olan ve dünyada bir eşi daha bulunmayan Kaşıkçı Elması bu güne özel olarak büyük salonda sergileniyordu. Her zaman böyle bir şeyi görmeye imkân bulamayan ziyaretçiler zarafetin, asaletin ve ihtirasın sembolü sayılan dünyanın en değerli mücevherlerinden olan elmasın önünde uzun bir kuyruk oluşturmuştu. Kaşıkçı Elması salonun bir köşesindeki karanlık bölmesinde ışıltıyla parlıyordu. Ziyaretçiler büyülenmiş gibi hiç konuşmadan onu sadece izliyordu. Onu görsün görmesin, hemen herkes değerli mücevherin bin yedi yüzlü yıllarda bir çöplükte bulunduğu hikâyesini bilir.
Karanlık bölmede ışıltılar saçarak parladığında ona bakan bazı kişiler güzelliğinden öyle etkilenir ki onun kendisinin olma hayaline kapılacağı kadar bencilleşebilir. Bu ışıltılı güzellik soyguncuları da cezbeder. Müzeye gelen ziyaretçilerin yüzde onunun soyguncular olduğu söylenir. İnce bir cam muhafazanın ardındayken bile elmasa ulaşmak tam anlamıyla imkânsızdır.
Kaşıkçı Elmasının önünde uzun kuyruk oluşturmuş olan ziyaretçiler müzenin başka bölümlerini gezmek için yavaş yavaş Yüzyılın Hazineleri bölümüne doğru yöneldiler. Müzeye gelenlerin mutlaka görmek istediği bölümlerden biri de Sultanın Hazineleriydi.
Müze ziyaretinin sonlandığını belirten uyarı seslerinden bir süre sonra müzenin salonu boşalmıştı. Kalabalık ziyaretçiler gürültülü bir şekilde gittikten sonra içeride sadece bir kişi kalmıştı. Uzun boylu, ince beyaz çizgili lacivert takım elbiseli zayıfça bir adam Hazine Dairesinde sabahtan beri Kaşıkçı Elmasının etrafında dolaşıyordu. Adam, kemikli burnunun üstündeki altın çerçeveli gözlüklerin gerisindeki küçük yeşil gözleriyle şüphe çekmeden sütunlu salondaki güvenlik kameralarını izliyordu. Kurnazca etrafına bakınıyor, saklanacak bir yer arıyordu. Sinsice sütunların arkasından dolandı, kameraların kör açısı olduğunu düşündüğü bir köşede saklandı. Buradan cam bölmenin içinde duran muhteşem elmasa baktı. Bir ara elmasın içinde durduğu cam bölmeyi yokladı. Bomba atılsa bile bir çizik oluşmayacak olan koruma camını düşününce elini geri çekti. El izi bırakmamak için ceketinin koluyla parmak izlerini sildi.
“Ne kadar muhteşem bir eser,” dedi sessizce. Cilalı dişleri muhafaza camında göründü. “Ona sahip olan dünyanın en zenginlerinden biri olmakla kalmaz kışkırtıcılığın sırrının sahibi de olur,” diyerek gülümsedi. Onu çalan hırsız yaşadı diye mırıldanırken ellerini ovuşturdu. Şöyle müthiş bir planla bir soygun yapılsa, diye film sahnelerini hayalinden geçirdi. Acaba bu mümkün müydü? Sıradan bir soygun değil daha başka bir şey düşünmeliydi. Daha başka türlü fikirler getirmeliydi aklına. Hemen o anda kafasında bir plan yaptı. Paraşütle çatıya atlayacak… Kalın metal kaplamayı kesecek… Kalın uçlu gürültü çıkaran havalı kırıcıyla tavanı delecek… Tavandan aşağı sarkacak… Hayallerini süsleyen elmasa kavuşacaktı. Etrafa bir kez daha şüpheyle baktı. Arkasından yaklaşan ayak sesini duydu. “Mümkün mü acaba?” diye düşündü.
Ayak sesi daha da yaklaştı. Adam saklanmaya çalıştıysa da başaramadı. Kaçacak bir yeri yoktu. Sert görünüşlü güvenlik görevlisi gelip adamın burnunun dibinde durdu:
“Salonu ziyarete kapatıyoruz efendim!”
Salon, ziyaret, kapatmak… Neden sonra kelimeler fiil, edat, tümleç, yüklem olup zihninde anlam ifade eden kurallı bir cümleye dönüştüler:
“Çıkıyordum zaten,” dedi adam. Çıkış kapısına doğru giderken salonun kalın çelik kapılarını kontrol etti. “Tüm bu hayalleri kurmama gerek yok,” dedi kendine. “Çünkü o elmas zaten benim.”
Koridorda yürürken, “onu daha iyi korumamız gerek” dedi. Arkasından gelen aşırı gelişmiş adeleli, dazlak kafalı güvenlik şefine döndü:
“İçimde bir his var ve ne olduğunu çıkaramadım. Bu da beni ürkütüyor. Elması daha iyi korumalıyız. Mümkün olduğunca en yüksek koruma istiyorum.”
“Emredersiniz efendim”, dedi gri üniformalı güvenlik şefi. “Güvenliği alarm seviyesine, nöbetçileri iki katına çıkarırım. Kapıya da sabit nöbetçiler dikerim.”
“Elinden gelenin daha fazlasını yap. Elması çaldıran müze müdürü ben olmak istemiyorum,” dedi.
“Emredersiniz efendim. Daha fazlasını yapacağım,” dedi güvenlik şefi.
Akşam saatlerinde müze binasındaki gürültü yavaş yavaş kesildi. Takırdayan ayaklar bir süre boş salonlarda gezindi. Bir kaç görevli etrafı temizleyip çıkıp gittiler. Hazine dairesi karanlığa gömülünce etrafta gezen lazer ışınları göründü. İki görevli güvenlik merkezindeki büyük monitörden güvenlik kameralarının görüntülerini izliyorlardı. Birden güvenlik şefi görüntüye geldi. Önce kamera camına tıklayan eli göründü sonra kameraya çok yaklaştığından büyümüş burnu göründü. Sonra hırıltılı sesi hoparlörlerden duyuldu:
“Profesörün kesin emri var. Gözünüzü Hazine Dairesinden ayırmayın!”
Günbatımı tarafından hızla akan bulutların arasından şehrin siluetini kızıla boyayan güneş kayboldu. Şehrin ışıkları gittikçe belirginleşmeye başladı. Etrafa derin bir sessizlik çöktü. Puslu bir karanlık tüm şehre yayılırken gündoğumu yönünde gökyüzünde üç kara nokta belirdi. Noktalar geldikçe büyüdüler. Üç kişi deltakanatlarla saray yapılar topluluğunu oluşturan binalardan birinin çatısına bir kuş gibi kondular. Gelenler deltakanatları bir kenara koyup gizlediler. İçlerinden birinin kullandığı zıpkın gibi bir aletten fırlayan arkasında ip bağlı bir kanca yüksek havalandırma bacalarını aşıp çatı kaplamasına takıldı. Siyah elbiseli ve maskeli üç kişi ipin ucuna iyice asıldılar. En öndeki adam otomatik yukarı çekme aletini ipe geçirdi ve aleti sağlam bir kemerle beline bağladı. Yukarı çekme aletini de, belindeki kemeri de kontrol ettikten sonra çekme düğmesine bastı. İp gerildi ve mekanizma adamı yukarı çekmeye başladı. Öndeki adamın peşinden diğer iki kişide aynı şekilde ip yardımıyla yan binanın çatısına çıktılar.
Müze müdürü, arabasında “seni görmem imkânsız rüyalarım olmazsa,” şarkısını söylerken siyahlı adamlar çatıdaki küçük pencerenin demir parmaklıklarını küçük bir makineyle kestiler. Kalın demirleri kâğıt gibi kesen alet bir şarjlı tıraş makinesinden daha çok ses çıkarmıyordu. Adamlar işlerinin uzmanıydılar. Penceredeki kurşungeçirmez camı çerçevesinden çıkararak içeri girdiler. Müzenin deposu olarak kullanılan bir bölümdeydiler şimdi. Bakımı yapılan eski mobilyaların arasından geçtiler. Alt kata inecekleri sırada merdivenlerden çıkan ayak sesleri duydular. Bir güvenlik görevlisi etrafı kontrol ediyordu. Üçü de hemen eşyaların arasına geçip hareketsiz şekilde beklemeye başladılar. Güvenlik görevlisi yanlarından geçerken kumaş örtülerle kapatılmış eşyaların arasında duran siyahlar içindeki balmumu heykellere baktı. Eliyle öndekinin maskesine dokundu:
“Bu Ninja heykellerini neden gerçek gibi yaparlar.”
Ürpertiyle elini heykelin maskesinden çekip etrafı kolaçan etmeye devam etti.
Güvenlik görevlisi karanlık salonda gözden kaybolunca Ninja maskeli üç heykel hareket ederek demir parmaklıkları kesip camdan çıktılar. Buradan çatıya çıkıp oradan hazine dairesinin kubbesine ulaştılar. Maskeli adamlar ellerine parmaksız eldivenlere benzeyen bir cihaz takmıştı. İçlerinden biri parmaklarını sanki görünmeyen bir klavyede oynatarak “burası uygun” mesajını girdi. Sanki gerçek klavyeymiş gibi “enter” tuşuna da bastı. Biri “orasının” uygun olduğunu belirtmek için başını salladı. Diğeri de tıpkı öbür adam gibi parmaklarını görünmez klavyede oynattı:
“Bence de.”
Üçüncü kişi “neden kapıdan girmiyoruz da tavandan giriyoruz?” diye yazdı.
“Görevliler yürüyerek gelen tehlikelere karşı önlem alıyorlar. Kimsenin aklına tavana bakmak gelmez,” cevabı göründü gözlük camının iç yüzünde.
Müzedeki güvenlik görevlileri ekrandan güvenlik kameralarının görüntülerini izliyorlar bir yandan da kahvelerini içiyorlardı. Müze müdürünün tedirginliği onlara da sıçramış gibiydi. Devriyedeki iki görevli de müzenin ayrı salonlarında dolaşıyordu.
Soyguncular çatı kaplamasını kestikten sonra küçük kesme aletleriyle bu kez zeminin betonunu kestiler. Alet betona giriyor, titriyor, kıvılcımlar atıyor, içeriyi toza dumana boğuyordu ama hiç ses çıkarmıyordu. Tavandaki delik daha da genişleyip bir insanın sığabileceği kadar olunca içlerinden birini aşağı doğru sarkıttılar. Ufak tefek adam tavandan aşağıya bakıp etrafı izledi. Salonun her tarafı birbirini kesen kırmızı ışınlarla doluydu. Ayrıca hareket edip her yere fır fır dönen iki lazerli güvenlik sistemi de adamın gözünden kaçmadı.
Adamın işaretiyle üsttekiler tavanda sallanan adamı yavaş yavaş aşağı sarkıttılar. Soyguncu, kemerine bağlı olan iki vakum tüpünü çıkarıp vantuz kısmına cebinden çıkardığı küçük bir tüpteki sıvıdan sürüp tavana yapıştırdı. Belindeki kemere bağlı ipi gevşetip vakum tüplerini kullanarak tavanda bir örümcek gibi gezmeye başladı.
O sırada tarihi yapıların bir köşesinde güvenlik merkezinde güvenlik kameralarını izleyen bir görevli “o da nesi öyle?” dedi heyecanla. Kameraları kumanda eden yanındaki görevliye döndü: “Kamerayı döndür hemen!”
“Bir şey mi var?”
Kamera döndü ama görüntüde anormal bir şey yoktu.
“Bir şey gördüğümü sandım,” dedi adam. “Yanılmışım.”
Sütunlu salonun tavanındaki vakum tüplerine takılmış ipten sarkan, maskesinde bir yüz resmi çizilmiş, siyahlar giymiş adamın parmaklarını oynatarak yazdığı mesaj gözlüğün camında göründü:
Mesaj gönderilmesini onaylayın.
Adam bir parmak hareketi daha yaptı. İpi biraz daha sarkıtın mesajı yukarıdakilerin gözlüğünde göründü.
Daha fazla sarkıtamayız. Kameraların görüş açısına girersin.
Ona ulaşamıyorum. 20 cm. daha.
Yukarıdakiler gözlük ekranlarına yazılanı görünce ip biraz daha sarktı.
Bir örümcek zarafetiyle tavandan sarkan adam lazerlere dokunmadan cam kapağı kesip yerinden kaldırdı. Parmaklarıyla klavye de yazı yazar gibi işaret yaptı. Büyülenmiş gibi bir kaç saniye muhteşem esere bakıp durdu. Tavana bağlı ipte örümcek gibi sallanırken görünmez klavyenin tuşlarına dokunur gibi işaret yaptı. Mesajı alan yukarıdakiler ipi çektiler. Adam bir örümcek gibi sütunlu salonun kubbesine doğru hızla yükselirken müzenin güvenlik alarmı çalıyordu.
Müzenin içinde tam bir arbede yaşanırken binanın çatısından üç deltakanat havalandı. Üç kara nokta karanlıkta sessizce süzülüp gecenin içinde kayboldular. Müzenin sütunlu salonunda sağlık görevlileri müze müdürüne elektoşok yapıp suni teneffüs uygularken soyguncular deltakanatlarını otoyol kenarında bırakıp otomobille oradan uzaklaşıyorlardı. Büyük soyguncu zaferlerine bir yenisini daha eklemişti.
Boğaziçi köprüsünden geçip şehrin eski mahallelerine geldiklerinde büyük bir otoparka girip başka bir araçla çıkarken çetenin lideri mutluluktan gülüyordu. Con’un gülüşü Cimi’nin hoşuna gittiğinden Cimi’de güldü. Cimi çirkin bir adamdı ve sırıtırken seyrek dişleri ortaya çıkmıştı. Adı Domi olan gayet ciddiydi. Con müzeden çaldığı ganimeti büyük bir özenle çantasından çıkardı. “İşte” dedi, “uğruna dünyanın en büyük soygunun planını gerçekleştirdiğimiz şey bu!”
Domi ve Cimi, Con’un elinde tuttuğu en büyük hazineye bakıyorlardı. Uğruna iki yıl boyunca ince ince planlar yapıp sayısız provalar sonunda ulaştıkları hazineleri deri bir muhafazanın içinden az sonra onlara gülümseyecekti.
Domi ve Cimi kahkahayla güldüler. Con o büyük zevki yaşamak için ağırdan alıyordu. Deri muhafazayı yavaş hareketlerle açtı. Domi ve Cimi’nin yüzlerindeki gülme ifadesi heyecandan olsa gerek donmuştu. Büyük bir merakla ganimetin ortaya çıkmasını bekliyorlardı.
Deri muhafazanın içinden bir kitap çıkardı Con.
“Bu nasıl elmas Con?” diye sorarak o büyülü sessizliği bozdu Domi.
Donmuş vaziyette bekleyen Cimi’nin düşüncesi daha özgündü. Cimi olaylara olması gerekenden farklı bir açıdan bakardı: “Bu, elmasın kullanma kılavuzu mu Con?”
“Geri zekâlılar anlamadınız mı? Soygun elmas için değil bunun için,” dedi büyük soyguncu Con Hedrik.
Domi ve Cimi ne diyeceklerini şaşırdılar:
“Ünlü soygun planımız bu muydu Con?”
“Ama biz Kaşıkçı Elmasını çalmadık mı Con?”
“Kaşıkçı Elmasını neden çalalım salaklar. Siz hiç tarih okumadınız mı? O dünyanın en çok tanınan mücevherlerinden biri. Başımıza belanın püsküllüsünü mü alalım?” dedi Con.
“İki yıl sürekli elmas üzerine yoğunlaşmıştık da hani,” dedi Domi. “Onun için şeyetmiştik…”
“Öyleyse neden gittik oraya peki?” dedi Cimi. “Bir kitap için mi?”
“Salak, elması çalacağımızı ben ne zaman söyledim? Topkapı Müzesini soyacağız dedim. Hem elması çalsak ne yapacağız, kime satacağız? Biz akıllıyız. Elmastan daha değerli bir şeyi çaldık. Ona sahip olma kılavuzunu aldık.”
“İyi de bu eski kâğıt tomarını ne yapacağız,” dedi Domi.
“Ne yani bu bize elmas mı verecek?” dedi Cimi.
Domi aracı kullanırken konuştuğundan araç yoldan çıkmıştı. Ani bir hareketle yola döndürünce araç sendeledi. “Dikkat etsene salak,” dedi Con. Con, hep böyle konuşur. Karşısındakini hep küçümser. “Şu arabayı doğru düzgün kullan, kaza yapacaksın, yakalanacağız.”
Domi dikkatini yola verdi. Con konuşmasına devat etti:
“Bu çok değerli bir şey. Kaşıkçı Elması’ndan çok daha değerli bir hazine var bunda. Bu kitaptaki harita bizi Kaşıkçı Elması’nın da bir parçası olduğu büyük hazinelere götürecek. Hem zenginlik hem güç kazandıracak bir hazineler kitabı bu.” Şoför koltuğunda dikkatini yola vermiş Domi’ye baktı, “Bi düşünsene.”
“Düşündüm Con?” dedi Domi hayal kırıklıkları içinde.
“Ee, ne düşündün Domi,” diye sordu Con.
“Hiçbir şey Con.”
Domi’nin hayal kırıklığını anlayan Con, Cimi’ye döndü: “Sen Cimi…”
“Beynim durdu Con. Hiçbir şey düşünemiyorum.”
Con sinirlendi:
“Seni salak. Sende beyin var mı ki dursun? Hata bende, kalkmış bir de bu salağa ne düşündüğünü soruyorum.”
“Con,” dedi Domi. “Şuna bir bakayım. Yaklaştır biraz.”
Con kitabı açtı, sayfalarını karıştırarak Domi’ye yaklaştırdı. Domi dikkatini yoldan ayırmadan kitaba bir göz attı. Eski bir kâğıt kokusu geldi burnuna önce. Sayfaları hiç açılmamış gibi daha gıcır gıcır duruyordu. Arka koltuktan uzanıp kitaba bakan Cimi onun gerçekten sadece bir kitap olduğunu anladığından şaşkındı. “Sözünü ettiğin hazine bu mu Con?”
Con ters ters baktı Cimi’ye: “Ne sandın salak. Al sana hazine mi diyecekler. Hazine işte bu kitapta. Bu kitabın sayfaları arasında.”
Domi’nin boş gözlerle baktığını görünce “Sen yoluna bak! Adam şifre koymuş işte,” dedi. İkisiyle birden baş etmekte güçlük çekmişti Con.
“Yani şunu mu demek istiyorsun Con,” dedi Domi. “Müze soygununa biz bunun için mi gittik?”
“Aferin anlamışsın. Biraz geç anlıyorsun ama anlıyorsun,” dedi Con.
Olaya Con tarafından bakıldığında Con başarmıştı. Çok mutluydu. Hayallerini elinde tutuyordu. Kitabın kapağını ürkerek, şüpheyle araladı. Aradan baktı. Birkaç sayfa yazıdan sonra bir sayfada haritanın ilk bölümü olan garip bir şekil ve birkaç mısra çarptı gözüne.
“Bu nedir acaba Domi?” dedi Con. Kitabın sayfalarının birinde bir heyula vardı. Domi ilk şaşkınlığı atlatınca aklı daha hızlı çalışmaya başladı:
“Ve sorun şu ki diyorsun Con, elimizdeki şifreli bir kitap.”
Con Hedrik sinirlendi. Başını iki yana salladı: “Salaklarla uğraşıyorum. İşimiz şifreleri çözmek. Biz yani siz yani ikiniz ve ben dünyanın en zengin bilgeleri olacağız.”
“Ve Heri,” dedi Domi.
“Hayır,” dedi Con. “Heri zengin olacak ama bilge olamayacak.”
Gülüştüler, ancak Cimi’nin gülüşü çabuk geçti ve uğruna Kaşıkçı Elmasından vazgeçtikleri kitaba boş gözlerle baktı. Con bunu hemen fark etti:
“Salak, sen bunun ne olduğunu bilmiyorsun.” Domi ve Cimi dikiz aynası vasıtasıyla birbirlerine baktılar.
“Con dediyse doğrudur,” dedi Domi.
Con’un bakışları bulandı birden. Arabanın camından mı bakıyordu yoksa bir gemideki kaptan köşkünün penceresinden mi emin değildi. Sanki birden kendini bir korsan gemisinde bulmuştu. Yüzüne vuran karayel eşliğindeki deniz suyu gerçekti.
Domi onu dürttü: “Uyuma Con.”
“Ne uyuması?” dedi Con, gözleri tekrar kapanırken.
“Uyuyorsun Con.”
Tam bu sırada Kuzey Mahallesinin ortasındaki parktan geçiyorlardı. O sırada polis araçlarının sirenleri duyuldu. Con’un kapalı gözleri bir anda açıldı. Göz kapaklarını kilitleyen uyku uçup gitti.
“Küreklere, asılın küreklere!” diye bağırdı Con.
“Ne küreği Con?” dedi Domi.
Gemide değil de bir korsan otomobilinde olduğunu anlayan Con telaşla söylendi:
“Yani hemen kaçalım, gaza yüklen.”
Polis sirenleri yaklaşınca hemen bir ara sokağa girerek aracı dar yolda park etmiş otomobillerin arasına bırakıp önlerine çıkan bir parka doğru koştular. Con, arkadaşlarına dağılmalarını işaret etti.
Con, gece karanlığında yanıp sönen pek çok mavi ışık görünce polislerin peşlerinde olduğunu düşünüp hazinesini yakalatmamak korkusuyla parkın içinde bir yerde kimsenin içine giremeyeceğini düşündüğü sık çalıların arasına kitabı fırlatıp attı. Kitabı atarken etrafına dikkatle bakındı. Gördüğü sadece birkaç resim karesiydi. Kitabı attığı çalıların içinde kalın bir ağaç vardı. Kalın ağacın üstünde bir ağaç evi vardı. Ağaç evinin üstündeki Osmanlı arması dikkatini çekti.
Polis sirenleri çevrede daha çok duyulurken üçü de gecenin karanlığına karışıp kayboldular.
Fitnat Hanımın Verdiği Cezayı Ve Kızlar Dayanışmasını Anlatır
“Ellerini yukarı kaldır,” dedi Fitnat Hanım. Kemik çerçeveli siyah gözlüklerin gerisinden sert bir şekilde Aslı’ya bakıyordu. Saçlarını atkuyruğu yapmıştı. İstediğinde gayet makul biri olabilen ve müşfik bir şekilde bakabilen Fitnat Hanım giyimine çok fazla özen gösteren, zayıf hatta kuru bir kadındı. Aslı, sırasından başını kaldırdı:
“Anlayamadım öğretmenim.”
“Ne yaptığını anlamadığımı mı sanıyorsun?”
“Anladığınız şeyi yapmıyordum efendim.”
“İkimizde ne yaptığını gayet iyi biliyoruz,” dedi Fitnat Hanım. İşaret parmağını uzattı: “Anladığım şey olduğunu nereden anladın o zaman. O kâğıdı cebinden çıkar bakayım.”
“Kâğıt mı?”
“Bakıyorum da cevapları çok hızlı yapmışsın. Bunun nedeni cebine koyduğun kâğıt olabilir mi?”
“Kopya çektiğimi mi sanıyorsunuz?”
“Bilmem bayan.”
O sırada Beyza isimli kız kıkırdadı:
“Bazıları neden kopyacı olurlar ki?”
Aslı, Fitnat Hanımın sert bakışları altında eziliyordu:
“Bunu görünce hiç memnun olmayacaksınız ama…”
Fitnat Hanım, Aslı’nın uzattığı kâğıdı görünce sinirlendi:
“Hıh,” dedi. “Bu tür şeylerle uğraşmamalısın. Sanırım başını belaya sokabilir.” Kâğıdı bir daha inceledikten sonra biraz daha sinirlendi. “Çokbilmiş Alemdarlar,” diyerek sınıftan öfkeli bir şekilde çıktı.
Aslı altıncı sınıf öğrencisiydi, on bir yaşındaydı ve savaş ve savaşçılık üzerine her şeyi bilmesine rağmen kadınlar hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Bu konuda bir şeyler öğreneceğini bile sanmıyordu. Fakat işin iyi tarafı bu eksikliğini erken fark etmişti.
Sınavdan sonra müdür, Aslı’yı odasına çağırdı. Bütün çocuklar teneffüste koşup oynarken Aslı, müdürün karşısında ter döküyordu.
“Baban akıllı terbiyeli bir öğrenciydi Bayan Aslı.”
“Sınav süresi bana çok uzun geliyor ve canım sıkılıyor öğretmenim.”
“Canın sıkılınca öğretmeninin karikatürünü mü yapıyorsun?”
“Fitnat Hanımın değildi ama efendim.”
“İtiraf etmeliyim burnunu çok iyi benzetmişsin,” derken müdür bıyık altından güldü. Ancak hemen sonra tekrar ciddileşti. Boğazını temizleyip konuştu:
“Şimdilik aileni aramıyorum. O huysuz Bedri ile baş edemem. Ama bu davranışının ileride karşına çıkacağını unutma. Ve bu terbiyesizliğinin cezası olarak bu öğlenden sonra arka bahçede bahçıvanlık yapacaksın!”
“Bahçıvanlık mı? Ama o erkeklerin cezası değil miydi?”
“Sana verecek daha başka bir ceza bulamadım. Senin için ağır olabilir ama inan erkekler için en hafif ceza o.”
Öğlenden sonra Aslı cezasını çekmek için okulun arka bahçesine gitti. Başka bir cezalı çocuk, son sınıfta okuyan Zeynep’de oradaydı.
“Merhaba başkan,” dedi Aslı. “Sende mi cezalısın?”
“Ceza çekmek için iyi bir yer. Tüm öğleden sonra cezası aldım.” Muzipçe güldü. “O karikatürü sen mi yaptın?”
“Nereden biliyorsun?” diye sordu Aslı.
“Müdürün masasında gördüm. Fitnat Hanım, müdürün odasında çıldırmış gibi dolaşıyordu. Gerçekten burnunu çok iyi benzetmişsin,” diyerek güldü Zeynep.
Bu arada arka bahçeye bakan üçüncü kat penceresinin önünde Fitnat Hanım, müdürden Zeynep’e verilebilecek cezaların en şiddetlisinin verilmesini istiyordu. Ancak müdür o kadar sertlik yanlısı değildi:
“Okul birincisi olmasaydı çoktan kapının önüne koyardım onu.”
“Hıh,” dedi Fitnat Hanım. “Okul birincisiymiş.”
“Ama kabul edin Fitnat Hanım, bu devrin çocukları artık çok yaramaz oluyorlar.”
Fitnat Hanım erkek öğrencilerinin hep ürktüğü bakışla; kemik çerçeveli gözlüğünün sapını tutup siyah camların gerisinden baktı:
“Ne ceza ama ikisi de gülüyorlar.”
Erkek öğrenciler Fitnat Hoca’dan çok çekinirler. Çünkü Fitnat Hanım erkek öğrencileri hiç sevmez. Feminist görüşlü biri değildir ama sanırım bu huyunu evlenmemiş olmasına bağlamak gerekir. Fakat ona sorarsanız erkek öğrenciler yaramaz oluyorlar diyecektir. Şu kulüp kızları erkeklerden de yaramazdır ona göre.
Bahçıvanlık cezası alan öğrenciler Müdür ile Fitnat Hanımın kendilerini yukarıdaki bir pencereden izlediğinden habersizdiler. “Sen ne yaptın?” diye sordu Aslı, başkana.
“Fitnat Hanım beni hizaya getirmeye çalışıyor,” dedi Zeynep.
“Gören olsa sana ceza değil de ödül verilmiş olduğunu düşünür,” dedi Aslı. “Neden öyle severek yapıyorsun bahçıvanlık işini?”
“Şu çiçeklerin güzelliğine bir baksana. Lalelerin bakımını cezalı olmasam da gelir yapardım. Onlarla ilgilenmek beni müthiş derecede dinlendiriyor, burada olmak bana huzur veriyor. Ayrıca bunlar daha soğanken ben dikmiştim. Sanırım müdürün beni ceza olarak buraya göndermesinin nedeni bu.”
“Desene ceza sende ters tepmiş,” dedi Aslı.
Fitnat Hanım müdür odasının camından onları izlemeye devam ediyordu. Gözlüğünün sapını tutmuş çiçeklerin bakımını yapan çocukları izliyor bir yandan da sizi gidi yaramazlar diyordu:
“Ya şu Zeynep’e ne demeli. Hıh, birde kulüp kurmuş.”
“O kulüp okulumuzun tarihi kadar eski Fitnat Hanım,” dedi müdür.
“Ama aynı kulüp değil sayın müdürüm,” dedi Fitnat Hanım.
“Bir zamanlar, o zamanları iyi hatırlarsınız Fitnat Hanım, o kulüp bir zamanlar şehrin en prestijli kulübüydü. Ayrıca o kulübün üyesi olan Zeynep’in geçen yıl bilim olimpiyatlarından okulumuza altın madalyayla döndüğünü unutmayın.”
“Ama bu terbiyesizliklerini hoş göstermemeli Müdür Bey.”
“Hoş görelim demiyorum Fitnat Hanım. Bakın onlara ceza verdim.”
“Ne ceza ama” dedi Fitnat Hanım. “Bu cezanın caydırıcı olabileceğine hiç mi hiç katılmıyorum.”
“Okulumuzun disiplin kurulunun kuralları bundan ağır bir cezayı veremez,” dedi müdür. “Dediğiniz gibi onlara tuvalet temizleme cezası veremezdim. Bu benim eğitim anlayışıma da ters.”
“Ağır bir ceza vermezseniz terbiyesizliklerini başkalarına da bulaştırıyorlar. Hem baksanıza,” dedi Fitnat Hanım pencereden kızlara bakmaya devam ederken: “Daha biriyle baş edemezken Alemdarlar’dan şu bacaksızda katıldı yanına. Ne olacak Deli Bedri’nin torunu. Dik kafalı kız.”
“Biliyorsun,” dedi Zeynep çiçeklerin arasındaki otları temizlerken. “Kulübün kurallarına göre başkanlık görevimi bu yılsonuna kadar devretmem gerekiyor. Fakat beni düşündüren bir konu var. Kulüp eskisi kadar kalabalık değil ve biz ayrıldıktan sonra da sayınız daha da azalacak.” Aslı’ya eliyle çiçeklerin arasını gösterdi: “Şu makası verir misin?”
Aslı budama makasını uzattı: “Üç kişinin birden yaş yüzünden ayrılması kulübü zor durumda bırakabilir, sadece beş kişi kalacağız,” dedi.
“Ayrılmış olsak da hep yanınızda olacağımızdan ve size destek çıkacağımızdan şüpheniz olmasın. Düşünüyorum da Kızlar Kulübü’nde başkanlığa önereceğim kişiye karar vermekte zorlanacağım. Hepiniz birbirinizden başarılısınız.
Okuldaki bahçıvanlık cezası sona eren Aslı eve gelirken akşam olmak üzereydi. Toprakla uğraşının izlerini pantolonunun dizlerinde taşıyordu. Eve geldiğinde onu büyükbabası karşıladı:
“Nasıl gitti evlat. Bugün de geç kaldın.”
Aslı gözlerini büyükbabasından kaçırdı.
“Müdür kötü bir iş yaptığımı düşünmüş olmalı ki beni cezalandırdı. Yaptığım resimden dolayı çiçek bahçesinde ot ayıklama cezası aldım.”
“Okuluna alışmış gibisin. Her zamanki gibi o okulda öğretmen karikatürü yapan çocuklar da, cezalar da bitmez.”
“Ve her zamanki gibi yine Fitnat Hanım bu konuda çok yardımcı oldu büyükbaba.”
“Biliyor muydun evlat? Fitnat Hanım küçük, çilli, huysuz bir kızken onunla aynı sınıftaydık. Müthiş kıskançtı. Onu başarı konusunda hep alt ederdim. Şimdi sen de ona Alemdar Ailesinin bir ferdi olduğunu göster.”
“Buna fırsat vereceğini sanmıyorum büyükbaba.”