Yeraltında Bir Şehir

YER ALTINDA BİR ŞEHİR

Üç kişiydiler.

Bu üç kişinin beş çıplak ayağı, kayalara sürtüne sürtüne, çalılara basa basa kan içinde kalmıştı.

Üç kişinin beş ayağı vardı. Çünkü bu üç kişiden birisinin ayağı tekti. Diz kapağının yukarısından kesilmişti. Kesik ayağı yerine ağaç dalından uydurma bir koltuk değneği kullanıyordu.

Eski, kirli, yırtık pantolonlarının paçaları, baldırlarının yanlarına kadar çıkmıştı. Bu pantolonları bellerine sardıkları iplerle tutturuyorlardı. Sırtlarında renkleri belirsiz, paramparça birer gömlek vardı.

Sağlam olan ve önden giden ikisinin elinde birer kalın sopa vardı. Biraz öne doğru eğilerek hızlı hızlı yürüyorlardı.

Saçı sakalı karışmış ulan ihtiyar, gecenin dondurucu ayazma aldırmadan giderken sopasıyla karşı dağlan gösterdi:

— Gün ışımadan oraya yetişmeliyiz.

Daha da hızlandılar. Ay ışığı ortalığı büsbütün soğutuyor gibiydi. Tek ayaklı adam onlara yetişmeye uğraşarak seslendi:

— Beni dinleyin, çok hızlı gidiyorsunuz. İhtiyar başını çevirmeden:

— Dişini sık sen de, dedi. Duramayız.

— Bırakmayın beni burada.

— Biz kendimizi zor götürüyoruz.

— Daha vakit var. Sabaha kadar nasıl olsa dağları tutarız. Önde gidenlerin daha genççe olanı durdu:

— Sırtıma bin azıcık. Dinlenirsin.

Yere çömeldi. Tek ayaklı adam onun boynuna sars İdi

—  Boğazımı çok sıkma. Nefesim kesiliyor. İhtiyar tek ayaklının koltuk değneğini aldı:

—  Yürüyelim çocuklar, durmayalım. Bu sefer ele geçersek bizi sağ komazlar.

Yine başladılar yürümeye. Çölün ortasında uzanıp giden demiryolu kıyışını bırakıp dikenli ve taşlı yerlere, yamaçlara sapmışlardı.

Peşlerinden bir çift kurt geliyordu. Bu kurtlar onlardan birisini paralamak, yemek İçin etraflarında dolaşıyor, hırlıyor, pek de sokulamıyorlardı. Çünkü ihtiyar ara sıra korkunç sopasını kaldırarak birkaç adım üstlerine doğru koşuyor, boğuk bir ses çıkarıyor ve onları ürkütüyordu.

İnatçı kurtlar, durup durup onların ayaklarından azan ve

taşlara bulaşan kanlan kokluyor, yalıyor, sonra yeniden hırslanıp saldıracak oluyorlardı.                                   ‘

Kurtların bile üşüdüğü bu Keskin ayazda onlar durmadan gidiyorlardı. Tek ayaklıyı sırtına almış olan gittikçe daha fena soluyor ve sendeliyordu. İhtiyar onun bir koluna yapışmıştı. Öteki eliyle tuttuğu sopasını sallıyordu:

— Gel, sokul bakayım. Dağıtayım senin beynini.

İki adıma kadar sokulan kurtlar, o durunca geriliyor, dişlerini gösteriyorlardı. Tek ayaklıyı sırtına alan birden yere kapaklandı. O düşer düşmez erkek kurt sıçradı. Fakat ihtiyarın sopası onu havada karşıladı. Tam da kafasına yapıştırmıştı. Kurt beyninin üstüne yere düştü. Kalkmaya çabalarken ikinci bir sopa işini bitirdi.

Öteki, dişi kurt uluyarak .itilmişti. Fakat ihtiyar homurdanıyordu.

— Sen de gel Gel bakayım

Sonra kocaman bir taşı kavrayarak onun arkasından attı Kendilerini güçlükle toparlayan tek ayaklı ile arkadaşı söylendiler:

— Bunu bırakmayalım burada. Hem arkamızdan kovalayanlar görür, buradan geçtiğimizi anlarlar. Hem de etini yeriz.

İhtiyar, kurdun iyice ölmediğine aldırmadan arka bacaklarından birisinden tutup sırtına vurdu.

— Yürüyelim çocuklar. Tan yeri ağarmağa başladı. Daha en azından iki saat yolumuz var.

Tek ayaklı yine koltuk değneğine abanarak yürüyordu. İhtiyar:

— İstersen alayım seni sırtıma, dedi. Tek ayaklı;

— Yok, yok, dedi. Dinlendim ama durunca insan donuyor. Artık yürüyebilirim.

— Sen bilirsin Sadık.

Tek ayaklının adı Sadık’tı. Öteki;

— Osman baba, dedi. Kav bilmedi ya? İhtiyar;

— Hayır, dedi. Daha bir iki günlük var. Şu İş

— İsmail’le Kenan’a çok yazık olu değil mi Celal?

— Çok yazık oldu Osman baba.

— Sadık koltuk değneğiyle askerin kafasına vurmasaydı bizi de geberteceklerdi.

— Sen de atik davrandın. Öteki iki askerin üstüne atıldın. Silâhlarını kullanamadılar.

— Biri geberdi, ötekiler kaçtı ama bizim aslan gibi iki arkadaşımızı da hakladılar.

— Kim bilir şimdi bizi nasıl arıyorlar, değil mi?

— Arasınlar bakalım. Hani şeytan rastlatıp da karşıma çıkarlarsa birisini olsun gebertmeden ölmem. Şu sopayı görüyor musunuz?

— Sağ kalan İki asker peşimizi bırakmadı sanırım. Zaten eli boş dönerlerse o sarı tüylü çavuş yaşatmaz onları.

— Hı, doğru söylüyorsun. Ama altlarındaki hayvanlar bizim aştığımız hendeklerden, yamaçlardan geçemez.

Osman baba bir aralık durup uzakları dinledi. Çok çok uzaktan, kurt ulumaları, vahşi gece kuşlarının sesinden başka bir şey duyulmuyordu.

İri bulutlar vakit vakit ayı örtüyor, ortalık kararıyor, gölgeler; çakıllar, dikenler üzerinde perde perde koşuyordu.

Doğu iyice beyazlandığı sırada onlar dimdik bir dağın ilk kayalıklarına varmışlardı. Osman baba güçlükle seçilen bir yeri gösterdi:

—  Orada su olacak. Yeşillikler görüyorum. Belki de bir kaynak var orada. Hem su içelim hem de matarayı dolduralım. Sonra, yukarda su bulamayız.

Gördüğü yer bir çeşme yıkıntısıydı. Etrafında birtakım ağaçlar bulunuyordu. İhtiyarın keskin gözleri etrafta dolaştı:

—  Bir kapana düşmeyelim çocuklar, dedi. Görünürde kimseler yoktu. Patlak künkten yere sızıp göllenen ve yüksek otların arasından süzülüp giden suya kapandılar. Dudaklarım donduracak kadar soğuk olan sudan içtiler, içtiler. İhtiyar beline astığı matarayı yıkadı, çalkaladı ve doldurdu. Sonra başını kaldırıp, gözlerini kısarak ağaçlara baktı:

— Elma ağaa bunlar. İyi seçilmiyor. Belki üstünde elma vardır.

Celal değneğini yere bırakıp ağaçlardan bir ikisini dolaştı. Dallarıyla beraber bir yığın elma koparttı.

Sonra, kabuklarıyla beraber bir iki elma kemirirken dağa tırmanmaya başladılar. Kademe kademe, yüksek taşları aşarlarken ihtiyar:

—  Burada eskiden bir kasaba, belki de bir şehir varmış, dedi. Şu kayaları aşalım. Bizi burada kimse aramaz. Çöl ortası sayılır buraları.

Güneşin ilk ışıkları kol kol uzanırken üç yolcu bitkin bir halde yukarılara, kayaların üstüne varmışlardı, ihtiyar doğan güneşe sırtını çevirdi:

— Bittim artık. Bacaklarım taşımıyor gövdemi. Celal soluyarak:

— Osman baba, sen yat. Sadık da yatsın. Ben beklerim sizi. O kadar yorgun değilim, dedi.

Daha gecenin serin buğusu üstünde duran toprağı avuçlarıyla sıyırıp temizleyen ihtiyar sırtüstü yattı:

—  Etrafa göz kulak ol. Uyku bastırırken haber ver bana. Zarar yok, ben kalkarım. Ama bu kadar eziyetten sonra yakayı ele vermeyelim.

Yatar yatmaz horlamaya başladı. Çıplak ve kıllı göğsü inip kalkıyordu. Sadık da yeri temizleyip kuru toprağı bulmaya uğraştı. O da usandı.

Bütün gece soluksuz devam eden yolculuk Celal’in de dermanını kesmişti. Gittikçe ısınan güneş ışığı onu da gevşetiyor, göz kapaklarını güçlükle kaldırıyordu. Keçelenen, olduğu yere mıhlanan gövdesini güçlükle kımıldatarak etrafı gözlerken, aşağıda, ovada yirmi kadar atlının öteye beriye

saldırarak koştuklarını gördü. Taşların üstüne kapanarak uzandı. İhtiyarın bacağını tutup sarstı:

— Osman baba. Osman baba.

— Hıh, dedi İhtiyar. Ne o?

— Yavaş ol, yavaş. Sesini çıkartma. Daha uyanmamış olan Sadık da davrandı;

— Ne var?

— Ovaya bakın.

Onlar ancak atlıları görmüşlerdi ki, başlarının üstünden cıvvv diye bir iki kurşun geçti. Daha sonra patlayan tüfek sesleri duydular. İhtiyar:

— Allah belalarını versin, dedi. Gördüler bizi. Buraya bir iki saatten önce çıkamazlar. Haydi çocuklar çıkalım. Daha yukarılara, dağın tepesine doğru çıkalım. Elmaları unutma

ihtiyar, kurt ölüsünü kuyruğundan sürüyerek iki kat ilerlemeye başladı. Ötekiler peşine düştüler. Çalıların, kayalıkların arasına saklanarak, tırnaklarıyla tutunup dik yamaçları çıkarak kaçıyorlardı. Bu tam iki saat böyle sürdü. Nihayet bitkin bir halde yüksek dağın hemen hemen tepesine varmışlardı. Burası yer yer kayalık bir yaylaya benziyordu. Osman

— Duralım, dedi. Herifler buraya çıkamaz. Çıksalar bile ver ederiz kayaları. Gebertiriz hepsini. Alçak herifler.

Beş on altı, hayvanlarını arkadaşlarına bırakarak biraz önce dinlendikleri yere kadar çıkmışlardı. Orada insan bu…

Benzer İçerikler

Körler Ülkesi | Delal Arya

yakutlu

Savaş Pilotu | Antoine De Saint Exupery

yakutlu

Yürekdede İle Padişah | Cahit Zarifoğlu

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy