Gerçek hadiselerden yola çıkarak, taşrada yaşayan insanların birbirleriyle ve tabiatla kurdukları ilişkileri naif bir üslûpla anlatan dört hikâye… “Ama yine de düşünüyor elinde olmaksızın homurdanıyordu: Yoksa Mevlamın defterinde bizim köyün arazi gaydi yok mu? Gaydi olsa bizi böyle yağmursuz, susuz bırakmaz… Bizi kel kıraç bayırlarla terbiye etmez… Belki de zulmümüzün karşılığı… Azgınlığımıza verilen cüvab. Emsalsiz tabiat tasvirlerini muhtevidir.
İÇINDEKILER
Yorganımı Sıkı Sar/ 9
•
Emrine Şükür/ 17
•
Cami Yaptırma Derneği/ 28
•
Bulut Ekip, Yel Biçen/ 67
Yorganımı Sıkı SarYorganımı Sıkı Sar
Dar, toprak sofanın bir köşesine büzülmüş, eski püskü bir gömleği yamayan genç karısına seslendi: – Fadime, dedi, yorganımı sıkı sar, eyi bağla!. Akşamın serinliğinde kazanın yolunu tutayım.. Nasib kesikliği, olmadı işte!. Borç harç eyi de ektiydik.. Her bir muhanete eyisinden “of” çekecektik. Dünya yüzüne çıkacaktık. El içine karışacaktık.. Olmadı işte!. Ekin her bir yönünden yanıp gidiyormuş.. Gidiyormuş ne demek? Yanıyor işte!.. Göz göre göre sararıyor, kavruluyor işte!.. Alaf yangınından kötü.. Onun belki bir çaresi bulunur. Bir yandan kesersin önünü.. Ya bu öyle mi? Gözün baka baka, yüreğin eriye eriye kayar gider avucunun içinden..
Bu yangın toprak yangını.. Kök yangını.. Zavallı dal ne yapsın, yaprak ne yapsın?. Verem gibi içerden içeri… Gök inadına maviyle dikleşiyor. Heç bir umut ucu da gözükmez.. Ekin gitmeye gitti, yanmaya yandı emme, gine de gidip bir bakayım.. Kolaçan edeyim tarlaları.. Onlar bana “Allaha ısmarladık” demeden ben onlara diyeyim. Gâvur yazgı bizi yine amelelikle terbiye edecek.. Olmam diyesice, başında bulasıca yazgı.. Evden çıktı. Öğlenin ağır sıcağı “merhaba” dedi hemen.. Aldıracağı yoktu. Ve de aldırmadı. İçindeki eziklik yetiyor, artıyordu bile.. Bir de güneşin dik dik konuşmasına açık tutacak kulağı yoktu..
Köyü çıktı. Tarlalar başlıyordu hemen.. Ekinlere takılan gözleri tökezledi. Alttan alta tutuşmuştu köyün tüm ekinleri.. Alt yapraklar sapsarı kesilmişti. Üste de koyu bir morluk sarılığın sırtına çökmüş gibiydi. Can alıcı yeşilden iğne boyu bir uç gözükmüyordu.. “Bir ben değil cümle âlem perişan,” dedi içinden.. “Köy tümüyle karaları giydi,” dedi içinden.. Sonra duyulur sesle söylendi: “El ile gelen düğün bayram..” Beğenmedi söylediklerini: “Böyle bayram batsın.. Kara günün bayramı olur mu? Tümüynen yandık işte.. Hepimizin ipliği pazara çıkacak..” Söylenip yürüyordu. Başından bir boy ter boyun aralığından sırtına kayıyordu. Bir boy ter de alın boşluğundan aşağı iniyordu.. “Bu ekinlere denizleri bağlasan yine de çaresiz,” diye düşündü. Bu aralık burun sırtından süzülen iri bir damla terin “pat” sesi duyulurcasına toprağa düştüğünü hissetti: “Böyle iri iri yağmalı ki toprak kansın..” Böyle söylendi. Kıldırgücük bir bölük tarlası vardı bu yönde. Hem de köy tarlalarının bitiminde.. Öküzlerle gelip gitmesi, tarlaya iki çizgi çekmesi akşamı buldururdu.
“Bu tarla günlüğümü beş kuruşa getirtiyor,” diye dert yanardı sağa sola.. Öbür tarlası da ters yamaçtaydı. O da dağ, bayır, kel yazı üstündeydi. Çifte, ekine giderken kendinden çok öküzlere acırdı. “Zavallılar,” derdi Hacali; “kendime ettiğim zulum yetmez gibi, bir de size çektiriyorum..” Dalgın dalgın yürüyordu. Düşünmeyi hiç içi çekmiyordu. Ama, yine de düşünüyor, elinde olmaksızın homurdanıyordu: “Yoksa Mevlamın defterinde bizim köyün arazi gaydi yok mu? Gaydi olsa böyle yağmursuz, susuz bırakmaz.. Bizi kel, kıraç bayırlarla terbiye etmez.. Belki de zulmumuzun karşılığı.. Azgınlığımıza verilen cüvab.” Konuştukları yüreğini ısıtmıyordu tümünden.. Tarlalardaki koyu gölgeler doğurmuş yarıklara takılıyordu gözü.. İçinin bulandığını hissediyordu. Yüreği ağzına geliyordu sanki.. Gözünü yarıklardan kaçırıyordu. Ayağı birinden içeri kaysa, dipsiz oyuklarda yitip gideceğini, toprağın kendini yutacağını sanıyordu.. Mayıs başından bu yana iğne ucu damla düşmemişti toprağa.. İlk tokatı henüz toprağın karalığını örtemeyen, kılucu otlar yediler.. Derbeder bir sarılık dağıldı dört bir yöne.. Hayvanların bakışı buruştu.. Başlangıçta ekin oralı gözükmedi.. Can alıcı yeşil uğrun uğrun salındı bir süre.. Onun da cakasını tersyel bozdu. Toprağı tümüyle yalayan yel, ıslaklık adına ortada ne varsa aldı, uçurdu. Kökün eli boşta kaldı.. Toprak yarık yarık yarıldı.. Morluk indi ekinlere.. Yapraklar inadına inceldiler. Sanki kökteki son gram ıslaklığı vermemek için avuçlarını sıkıyorlardı.
Bu davranış da kuraklıkla başa çıkamadı.. Sak bir cellât gibi alt yaprakları boğmaya başladı. Hazin sarı tarlalara sofraaltı oldu.. Köyde şaşkınlık arttı. Köylüler üç beş kez bir araya geldiler.. Konuşmayan kalmadı.. “Harkı işleyelim,” deniliyordu.. “Yarın beli, küreği alıp doğruca hark başına!.” Ertesi sabah yamuk saplı, çatlak kürekli beş sekiz köylü camiin gölgesinde gelmeyenlere atıp tutmaktan başka bir şey yapamadılar.. Köyün üç beş zenginine saygı, selâm arttı. Herkes çıkarını arıyordu. Gemisini kurtaran kaptandı.. Şimdiden borç kapısı arıyorlardı.. Şimdilik banka borçlarını pek düşündükleri yoktu.
“Keşif getirir tecil ettiririk,” diyorlardı.. Yağmur duası da para etmedi. Her gün bir kat daha mor yıkılıyordu ekinin üstüne.. Altta kalanın da zaten canı çıkıyordu.. Köy bu şaşkınlık dünyası içinde Hacali’nin şaşkın şaşkın tarla tapan ekin gezdiği günü buldu.. Hacali ilk gittiği tarlasına dikelen bayırı çıktı. Tarlanın kıyısına geldi. Yüreği yeniden “cas cas” yandı.. Derya deniz kurtaramazdı bu ekini.. Başı dört bir yana döndü. Komşu ekinlere baktı: “Bir birinden yüzü kara yavrularım,” diye mırıldandı. Fazla kalmadı ekinin başında.. Babasını toprağa verdiği günü anımsadı.. “Mevlam rahmet eylesin,” diyordu, mezar başındaki köylüler. Son kez ekinine baktı: “Mevlam rahmet eylesin” dedi. Ve hızla yürüdü.. İniş aşağı koşar adımdı sanki.. Tarlanın biri de tamı tamına karşıda, derenin öbür dikliğindeydi.. Görse ne olur, görmese ne olurdu? Ama görmeden dönmeyi içi çekmedi.. Dere kıyısına geldi.. Sulularda da ahım şahım bir şatafat yoktu..
Söylendi kendi kendine: “Bunlar da tohumunu çıkarırsa sahipleri öpüp tepesine koysunlar.. Tenbel kerhaneciler, harkı işleyip te sulasalardı heç yoksa bir yok günümüzde iki üç şinik ödünç buğday istemeye yüzümüz olurdu.. Rabbim bizimki gibilere el kadar sulu parçası vermez ki.. Hark olmasa dereden kova ile su taşır, yine adam boyu ekin yapardım şu tarlaları.. Bilmiyor ki vereceği adamı..” Tanrı ile bu kısa söylenişi de canını sıktı.. İçindeki düğüm arttı sadece.. Dere kıyısı yeşilin dinlendirici gölgesinden ve pırıl pırıl akan sudan bir pay alamadan yürüdü. Yeniden kendini dikliğe vurdu.. Başı önüne eğik gidiyordu biteviye.. Duygularına kilit vurmaya çalışıyordu. Bir aralık önünde yürüyen gölgesinin önce alacalandığını sonra yittiğini gördü. Durdu, gerisine baktı. Dağın arkasından epeyce yukarı tırmanmış, büyücek bir bulutun güneşi tutsak ettiğini gördü.
Şaşırıp kaldı.. İlk tarlaya giderken sigara külü kadar bir bulut yoktu karşısında.. Ne çabuk çıkmış, ne çabuk yukarılara çengel atmıştı? Aklı ererdi bu bulut oyunlarına, ama canı ermez gözükmek istiyordu.. Böylesi geliyordu işine.. Umutlanmaktan yılgınlığı vardı.. Hemi de üç değil, beş değil, sayı çizgisi kabarık bir yılgınlık.. Yine de sezgilerinin geminden kendini kurtaramıyordu.. Bu mevsim, bu bulut boşuna gelmezdi.. Kaldırım Mühendisliği yapmazdı gökyüzünde.. Bir diyeceği, bir yapacağı iş vardı.. Yaşı otuz değildi henüz ama, çok yaşayan değil, çok gören biliyordu.. Yürüyüşünü yine bozdu. Durdu, yeniden baktı buluta. Alttan alta kabarıyor, geriden geriye siyahlaşıyordu.. Korkulu bir siyah değildi hani.. Boz siyah arası koyu külümsü bir bulut.. Ayağını sıkıladı.. “Yağmur inmeden tarlayı görüp yolumu köye çevireyim,” diye söylendi.. Bulut aralıklarından arada bir başını uzatan ve önünde yürüyen gölgeyi gittikçe uzatan güneş tümüyle yitiverdi..
Arkasındaki bulut başının üstünde dikleşmiş, burnunu önündeki tepelere doğru hafifçe sarkıtmıştı. Tarlasında can çekişen ekin yapraklarına acı acı bakarken ilk damlaların yüzüne değdiğini hissetti.. Tedbirli bir gülümseme doldu çehresine.. Yeniden bulutların geldiği yöne döndü.. Karşı bayırlara bulut ağmış sandı.. Sonra anladı, tozu dumana katan bir yelin yuvarlana yuvarlana bu yanlara geldiğini.. Ekinlere baktı. Onlar da büyük bir korku içinde birbirleriyle kucaklaşıyorlardı..
İlk yel kendine çarpınca hafiften sallandı. Hemen rüzgâr tutmaz bir küçük, kuru dere çukuruna girdi.. Rüzgârın çalımı çabuk çekildi üstünden.. Bu da hayallemesine yol verdi.. Yağmur tanecikleri düşüyordu iyisinden, tatlısından.. «Şu köylü yesin içsin de benim yorgana dua etsin.. Ben de, köylü de sayesinde kurtulduk.. Mübarek rahmet, benim yorganımın sarılmasını bekliyormuş.. Bu yağmurdan sonra heç olmazsa tohumlukla borçları ödeyecek ekin çıkar.. Canımızın bir ucunu kurtarırık.. Yeygiliği de geçen yıl gibi borç alırık, olur biter.. Borç yiğidin gamcisi derler. Üstelik de borçsuzluk köylülüğe yakışmaz. Allah vere de Fadime yorganı sarıp da boşu boşuna kendini yormasaydı.. Garib pek zayıf.. Üfürsen uçacak.. Ben de geceleri üstüne fazla varıyom.. Bir deri, bir kemik.. Gece uykuda yatağın içinde bir dönse kemikleri batıyor sırtıma.. İcik üstüne yavaş varıyım.. Yağmuru yüz eder, pırtıcı Hocadan da bir fistanlık alırım. Yeniden bir dünya yüzü görsün.. Çekilecek dert mi amelelik?.. Gün doğumundan aşımına kadar «taş getir, tuğla getir, harç getir!.» Şamar oğlanlığından kötü..» Dalgasını göğün büyük homurtusu bozdu.. Yer gök bir olup el ele bu yana doğru geliyordu.. Gözü önünde avuç içi kadar uzaklık kalmıştı.. Uzaklığı kırbaçlayan keskin ışık gittikçe yaklaşıyordu.. Şimşek çakışı tepesinin üstünde belirmişti.. Acı şaklamalı keskin ışık tokat tokat yakınındaki tepelere iniyordu. Ardından da gök büyük bir gürültüyle kendi içinde yuvarlanıyor, toprak korkudan titriyordu.. Uzun sürüyordu toprağın ürpermesi.. Kendini zor topluyordu ekin.. “Vay başım,” diye bağırdı Hacali.. Sonra başını ceket yakalarının arasına soktu. Dört bir yönünü on binlerce bilyanın bir birine sürtünme sesi doldurdu. Toprağın yüzeyinde bir şıkırtı cambazlığı yürüyüp durdu. Gök öfkesini azaltacağına artırıyordu.. Ortalığa akşamın ilk karanlığı inmişti sanki.. Kendini zor toparlıyordu ekin.. Şaşkınlığını toprakla bölüşmek istiyordu. Ama toprak bir yanına dürtüyor, “sus ve bekle” diyordu.. Anlaşamadılar.. Hacali’nin başı karın ortasının yardımına düşecek kadar küçüldü.. Yumak yumak oldu. Bu kez de iri tolu taneleri sırtını ürpertiye tutturdular.. Canı iyisinden yanıyordu. Sesini çıkaramadı.
Doğanın bu oluşu karşısında küçüklüğünü, çaresizliğini yeniden yüreğinin ortasında duydu.. Karıya tokat atmak değildi bu.. Oradaki kabadayılığını büyük bir utanç ile aklının orta yerinden alıp götürüyordu doğadaki oluş.. “Senden büyük Allah var,” diye içinin dip köşesinde mırıldandı.. Allah dediği şimdi üstüne karakuş gibi çöken doğa idi.. Sessizliğini, boyun eğişini uzattı. Camiye girdiğini, ibadet yaptığını sandı.. Oysa ki, caminin yolunu da bilmezdi.. Utandı.. Dolunun büyüklüğü dakikalar içinde ölçü, düzen değiştiriyordu. Nohutça başlamıştı işe. Sonra fındıklaştı.. Bir süre gökyüzü yeryüzüyle savaşını böyle sürdürdü. Toprağın suskunluğu daha çok canını sıkmış olacak ki, mermilerinin çapını değiştirdi.. Ceviz ceviz ceviz düşüyordu artık dolular.. “Vay anam” dedi Hacali büzüldüğü yerde. Sırtından daha çok yüreğini acıtmıştı bu dolu parçası. Her şeyin bittiğini anladı birden. Alacaklıları bir bir gözünün önüne geldiler. Üç beş tümcede gelecek günlerini düşündü: “Amele olurum, bundan iyi,” diye mırıldandı. Gökten korkuyordu, yerden korkuyordu. Gördüğü, düşleyebildiği anlamdaki doğaya karşı içinde bir çekinme hissi doğdu. Bu duyguları başından atamadan söylenmeye başladı: “Şimdi evin içi göl olmuştur. Eşşek gibi yattık da damı bir çoraklamadık.. Şimdi buzağı bu kızılca kıyamette anasını bulup emmiştir.. Pisi pisine akşam sütünden de olduk.. Avludaki domates şitilleri, yeni çatala binmiş kabaklar da boku yedi..” Düşüncelerinin birden altını çaldı. Zıplar gibi ayağa kalktı. Ceviz büyüklüğündeki dolu taneleri yüzünü tokatlıyordu.
Buna büsbütün içerledi. “Vur” der gibi dolunun, fırtınanın üstüne yürüdü.. Bağıra çağıra, küfür ede ede köyün yolunu tuttu. Boş, kuru, ardı arası gelmeyen hayallemelerinin utancına ve pişmanlığına düşmüştü.. Bir delilik nöbeti geçirir gibiydi.. Yanakları dolu tanelerinin vuruşundan kaskatı kesilmişti.. Doluya usturuplu bir küfür savurdu: “Vur” diye bağırdı yeniden. “Vurmazsan senden adi kimse olmasın..” Ortalık koyu bir karanlıkla boğulmuştu. Tarla tümsekleri üç beş kez düşmesine neden oldular. Her yönü soğuk bir çamurla bulandı.. Yerde gökle zıtlaşan bir beyazlık doğdu.. Sonra da bulutlar homurdana homurdana doğuya doğru çekildiler.. Hacali bitik düştü evine.. Düşündüğü gibi evin içi göl göl suydu. Köşeye büzülmüş, korkudan gözleri büyümüş karısı ile oğluna yalandan bir göz attı: “Yorganım nerde?”dedi. Bu sözleri söylerken bir köşede dikine konulmuş, bükük bir hasır gibi duran yorganını gördü. Hemen sırtladı: – Fadime ben gidiyorum. Murat’ın Mustafa ile sana para gönderirim. Oğlana eyi bak.. Yumuşak yumuşak kapıyı örttü. Bulutlardan sıyrılmış parlak bir ay ortalığı gündüze çevirmişti. Dağlar sanki yassılmış, yakınlaşmışlardı.. Bir minare boyu uzamış gölgesini bile köye göstermeden duvar diplerinden yürüye yürüye köyü çıktı. Ve uzayan, çamurlaşmış düz yolda gözden kayboldu…
Emrine Şükür
O gün köyün sessizliği er saatte bozguna uğradı. Köy ayaklanmıştı sanki. Her perşembe sabahı böyle olurdu zaten.. Köy tümüyle uyanırdı. Köylü kazanın hafta pazarına giderdi o gün.. Keçiye, davara daha bir gün öncesinin akşamı yol verilir, pazara götürülecek sığır takımı da er horozda yola katılırdı.. Veysel Ağa’yı uyarttı karısı: – Komşular yola çıkıyor. Çabuk toparlan, dedi. Ağa homurdandı: – Şu dünyada da insanoğluna bir rahat yüzü yok.. Benim bağrım yeni yeni alıyordu.
Öküzü de batsın, pazarı da batsın.. Karısı üsteledi: – Kalk hele, kalk. Rahat arıyorsan o dediğin mezerde.. Toprak altından kalkamayacağın kalın yorganını üstüne örtünce bol bol uyursun.. Bu kez kızası geldi. Yataktan ağır ağır sıyrılırken: – Gâvur karı, dedi, iki lafının biri ölüm üstüne.. Yaşadık da eyi bok yedik.. Ecele “eyvallah” diyecek ne halımız var?. Dünyayı kapıp kucaklarına alanlar düşünsün. Kalktık işte.. Siz koca öküzü avluya çıkarın.. Eşşeği de hazır edin.. Pendir, ekmek bir şeyler koyun çıkına.. Avluya çıkışında her bir şeyi hazır buldu.. Oğluna seslendi: – Ben köyü çıkıncıya dek öküzü sür.. Hem de, bu sayede garibi uğurlamış sayılırsın.. Eve dönünce hemen kağnıyı koş.. İki seferi kurtar. Sap kağnısı ağır olur. Aşşağı kısa yoldan gidip geleyim diye kağnıyı çamura oturtma!. Avlu kapısının dışında merkebe atladı… Oğlu önünde öküzü sürüyordu. İki üç adım atınca merkep kiritti. Yürümedi. Değneği vurdukça, nodula zorladıkça hayvan geriye dönmek istiyor, başını önüne eğiyor, kulaklarını aşağı sarkıtıp sallıyordu. Sonunda boynunu yakan nodulun acısına dayanamadı.
Zorlusundan üstüste bir iki çifte attı. Merkebin üstündeki yana yatık minder daha da aşağı kaydı. Dengesi bozulan Veysel Ağa un çuvalı gibi `patadan’ yere düştü.. Merkep de sığır yoluna doğru kaçmaya başladı.. Veysel kendini toparlamadan bağırıyordu: – Tutun ulan, tutun.. Merkebi kaçırmayın ha!.. Sokağın aşağılarında belirmiş bir iki kişi kendilerine doğru gelen hayvanı tutup getirdiler..
Huysuzluğu iyisinden bir dayak yemesine mal oldu kendisine.. Veysel avlu kapısında olanları izleyen karısı ile gelinine kızgın kızgın seslendi: – Gâvurun evinde kaba, böyük, işe yarar bir minder yok mu? Ne diye attınız bu it çulunu domuzun üstüne?. Kadınlar korkuyla koşuşup kabasından bir minder getirdiler. Merkebin üstüne attılar. Veysel elindeki sicimi minderin üstünden eşeğin karnına doladı. İyice çekti sicimin ucunu. Hayvanın karnı ikiye bölünmüşe döndü.. Bu kez eşşeğe binmemek akıllılığını gösterdi. Önüne kattı.. İlk ışığa kucak açan karanlıkta gözden kayboldu.. Oğlunu köyün çıkışında kendisini bekler buldu. Öküzü önüne kattı. Emirlerini yeniledi: – Bak, bir daha söylüyom.. Aşşağı, kısa yoldan gelip gideyim diye kağnıyı çamura oturtma!.. Olur, olur, diye söylendi oğlu.. Merkep uysallaşmıştı.
Ama bu kez de öküzün yürümekte gösterdiği isteksizlik Veysel Ağa’nın canını sıktı:Ula, yörü garibim, diye söylendi öküze.. İcik yürü!. Şu bizim köylülere yetişelim.. Ne yapayım? Sonunuz kasaplık.. Ye, iç, yat diyemem ki sana.. İki üç yıl zor dayandın boyunduruğa.. Kars’ın bol otunu nerden bulup da iliğini ayakta tutuyum?. Her bir yön kel bayır.. Kuru samandan gayri sermiyemiz yok ki.. Kıymaya kıymaya nodulladı öküzü. Öküz yalandan canlandı.. Bir pınar başı molasında köylülerine yetişti..
Selâmı çökertti: – Arkanızdan atlı gelir gibi kaçmışsınız. Sizin yüzünüzden zavallı öküze kıydım. Gider ayak bastırttınız nodulu.. Çiftte, çubukta ettiğimiz zulum yetmez gibi. – Ayağımıza tezliğimiz, pazarda eyi bir yer bulmak için, dedi biri.. Veysel sakalını kaşıyarak güldü : – Olacak olur, aptalın çabası yanına kâr kalır.. Cıncık, boncuk satıcısı değilsiniz ya!. Beşlik malı çaresiz üçe veren köylü takımısınız..
Kanadınızın ucu gökte de olsa, gelip sizi bulurlar.. Tüyünüzün bir yanını yolup sıvışırlar.. Lokmanızı eyi çiğneyip yutun!. Köylülere geçici bir şenlik geldi. “Doğru” der gibi baş salladılar. Bir yandan lokmalarını çiğnerken, bir yandan gevezeliklerini sürdürdüler.. İlk ışığın yukarılarda gezinmesi “yürü” komutu oldu. Ve yürüdüler. Hepsinin içe dönüklükleri arttı. Hayvanların tozlu yolda çıkardığı dişi ayak seslerinden ötede bir ses duyulmadı uzun süre.. Karşılarında perde perde renk değiştiren kızıllık büyüdükçe büyüdü. Duygusallıkları arttı. Merkeplere değnek vurmaz oldular, kendi gidişlerine bıraktılar.
…