Recep Şükrü Apuhan’dan bir hayat rehberi: Yüksek Yaşama Sanatı Farklılıklar Hukuku, Adalet, İnsanlara Rahmet Olmak, Ahlak, Denge, Huzur… Recep Şükrü Apuhan hayatı adeta cennet haline getirecek eşsiz bir yaşam biçimini, insanoğlunun yaradılışına uygun yaşama sanatını anlatıyor. ’Ben’in yerine ’biz’i koyan, toplumsal iyiliği tesis edecek değerleri hayatın merkezine oturtan, alışıldık kişisel gelişim kitaplarının çok ötesinde bir çalışma. 7’den 70’e herkese yaradılış gayesini hatırlatacak ve yaşama sevinci aşılayacak bir rehber.
***
İÇİNDEKİLER
I. BÖLÜM Adalet / 15
II. BÖLÜM Müthiş Görev / 33
III. BÖLÜM Öncü Faal Karakter / 50
IV BÖLÜM İnsanlara Bir Rahmet Olmak / 68
V. BÖLÜM İlişkiler / 88
VI. BÖLÜM Yüce Ahlak / 109
VII. BÖLÜM
Göz Nuru-Alın Teri / 137
VIII. BÖLÜM İman ve Davranışlar / 157
IX. BÖLÜM Anlamlar / 182
X. BÖLÜM Denge / 209
XI. BÖLÜM İhanet / 227
XII. BÖLÜM Akıl ve İrade / 239
XIII. BÖLÜM Huzur/262
“îman edenlerin Allah’ı anma ve ondan inen Kur’an sebebiyle kalplerinin ürpermesi zamanı daha gelmedi mi?”
(Hadid 57/16)
Önsöz
Birçok eserde hayatın insanla ilişkisi incelendi ve okura nasıl yaşaması gerektiği konusunda faydalı tavsiyelerde de bulunuldu. Ne var ki biz bu eserlerin bir kısmında gerçek mücevherlerin sahtelerinden duruş ve değer dersi almaya zorlandıkları gibi bir hisse kapıldık. Ayrıca çok uzak yerlerden gelen kimi çözümlerin daha parlak ve gerçek olanlarının aslında yanı başımızda durduğunu görmek ya da bilmek de, doğrusunu isterseniz, rahatsız ediciydi.
Bu kitap “Nasıl yaşamalı?” sorusuna İslâmiyet’in verdiği cevapları içeriyor. Biz o cevapların şekillendirdiği yaşama üslûbuna “Yüksek Yaşama Sanatı” dedik.
Bu sanatın elde edilebilmesi İslâm’la ilşkilerin yeniden kurulabilmesine, yanlış ve yetersiz algıların onarılmasına bağlıdır. Dolayısıyla cevapların bütün açıklığı ile gösterilmesi önemliydi ve biz de öyle yapmaya çalıştık.
Hayatın ihtiyaç duyduğu insanla, insanın ihtiyaç duyduğu hayat arasındaki çelişkiler çözüldükçe daha iyi bir dünyaya
doğru ilerleyeceğiz. Yüksek yaşama sanatı hepimize çelişkisiz bir insan-hayat ilişkisi vaat ediyor.
Timaş Yayınları’na ve kitabın editörü Neval Akbıyık’a destek ve gayretleri için teşekkür ederim.
Sevgi ve selamlarımla…
Recep Şükrü Apuhan
I. BÖLÜM Adalet
Farklı İnsanlar, Farklı Hayatlar
İnsanlar farklılıkları sayesinde birbirlerini etkileyebilirler. Herkes aynı zekâ, yetenek, eğilim ve beğenilere sahip olsaydı; herkes hep aynı konuda ve hep aynı yöntemlerle düşünseydi bir “hayat”tan bahsedemezdik. Hayat, bu yönüyle, insanlardaki farklılıklardır. Nice değer de, insanların farklı farklı yaratılmış olmalarından doğmuştur. Herkes sanatkâr yaratılsaydı, sanat değeri oluşamazdı. Her farklılık, ayrı bir görev yapacak, herkes bir diğerinin görevinden faydalanacaktır. (Zuhruf, 32)
Gerek yaratılıştan getirilen özellikler, gerekse bu özelliklerin yansıtılması için tercih edilecek alanlar; bu dünyada kullanılabilecek imkânları da farklılaştırır. Farklılıkların iyi ya da kötü düzenlenmesiyle ortaya çıkacak kolaylıklar veya zorluklar, insanların dünyada kullanabilecekleri imkânları ayrıca etkiler.
İnsanların birbirlerinden farklı imkânlar kullanacak olmalarının, “Birbirinize sahip çıkın” şeklindeki anlamını “Birbirinizi ezin” şekline sokacak ahlaksızlık, Yaratıcı tarafından şiddetle suçlanmıştır.
Sahip olduğu nimetler, insanı üstün veya aşağı yapmaz. Yaratıcı “üstün insan” olmayı yalnızca kendi katında bir paye olarak kabul etmiş ve bu payeyi kendisiyle insan arasındaki ilişkide insanın göstereceği ihtimama ve sadakate bağlamıştır. (Hucurat, 13) Yaratıcı için önemli olan; insanın, elde ettiği veya elde edemediği imkânlara verdiği anlamlardır.
Acaba insan, kavuştuğu nimetlerle kendisini herkese hizmet eden bir nimete dönüştürebilecek midir? Yoksa nimetler ağına takılıp orada avlanmak üzere olmanın bunalımında çırpınıp duracak mıdır?
Vahiy müddetince birbirimizin zorluklarına karşı sorumlu olduğumuz bildirilmiş ve bu sorumluluğun nasıl yerine getirilebileceği anlatılmıştır. Bu sorumluluğun reddedilmesi hayatın istismar edilmesi demektir ki, bunun cezası, suçun ayrıntılarına göre ya bu dünyada ya öbür dünyada ya da her iki dünyada küçük düşmek ve ıstırap çekmektir. İnsanlar, dünyayı talan etmişler; birbirlerini ezip aşağılamışlar; adaleti, sevgiyi, saygıyı ateşe vermişler ve nihayet kendi çıkardıkları yangınların aleviyle tutuşarak yanıp gitmişlerdir.
Farkın Anlamı Sorumluluğundadır
Bir yazar, öğrenim gördüğü fakültenin dekanıyla aynı fakültede görevli bir hizmetlinin günün sonunda fakülteden beraber çıktıklarına, dertleşerek beraberce yürüdüklerine şahit olduğunu ve bunu yıllardır unutamadığını yazmıştı. Bunu okuduğumuzda çok üzülmüştük; bu kadar doğal bir manzara, değil bir hafızada yer etmek, fark edilmemeliydi bile.
Herkesin herkesle yalnızca “statü” vasıtasıyla ilişkiye geçtiği bir yerde, çok ağır bir sosyal buhran yaşanmakta olduğu muhakkaktır.
Farkların, üstünlük derecesi olmadığını öğreten bir eğitim sisteminden yoksun toplumlarda, insanlar sahip oldukları nimetler oranında kabul göreceklerinden, herkes hak etmediği imkânlar peşinde koşacaktır. Bu tür toplumlarda el etek öpmek, dalkavukluk yapmak fayda sağlamaktadır. Yüksek imkânlar çekişmesinde fazilet daima ezilmiş, neredeyse başını kaldırmaya mecali kalmamış ve belki de artık susmuştur.
Görev, görevliyi değerli ya da değersiz yapmaz. Rütbenin anlamı, kullanıldığı imkânlarda değil, rütbenin verdiği görevlerle kurulacak ilişkinin kalitesinde saklıdır. Rütbede “Albay” sorumluluğuyla “Teğmen” olunursa “Alay Sancağı” tehlikededir.
İnsanların, sahip oldukları imkânlara göre bir değerlilik sıralamasına sokulmasının yanlış ve haksız olduğunu kavrata-mayan ve benimsetemeyen bir sürece, ne denirse densin, eğitim denemez.
Herkesin herkesle yalnızca “statü” vasıtasıyla ilişkiye geçtiği bir yerde, çok ağır bir sosyal buhran yaşanmakta olduğu muhakkaktır.
Saygı Kime ve Niçin?
“Beni Rabbim terbiye etti” diyen Hz. Peygamber,(sav) için Allah’ın kulu olmak, Allah’ın peygamberi olmaktan daha önemliydi. O, mektuplarına “Allah’ın kulu ve resulü Muhammed’den…” diye başlıyordu.
İki dizi üzerinde yerde yemek yemesine şaşırıp “Ya Resulullah, Sen meliklerden de büyüksün. Bu oturuş ne oturuşu?” diye soran bedevîye, “Bu oturuş, kulun oturuşu” cevabını vermişti. Hiçbir hatası da günahı da olmadığı halde yine bir gün sabaha kadar gözyaşlarıyla ibadet etmiş, “Niçin kendinizi bu derece yoruyorsunuz?” diyerek üzüntülerini dile getirenlere, “Rabbime çok şükreden bir kul olmayayım mı?” demişti. Umreye gidecek Hz. Ömer’e(ra)“Duana beni de ortak et” diyen de oydu.
Eğer bir insan, saygı görmek için “Allah’ın kulu” sıfatından başka sıfatlara da sahip olmak zorundaysa, bir zulüm çemberinde yaşıyor demektir. Allah’ın kulu olmak adaletle muamele görmek için yetmiyorsa, orada herhangi bir medeniyetin varlığından söz edilemez. Güçlülere eğilip güçsüzlere diklenenlerin hiçbir ahlaka mensup olmadıkları çok açıktır.
İnsanları hürleştirmek ve medenileştirmek, yani onları herkesin kulu olmaktan Allah’ın kulu olma seviyesine yükseltmek için, kendisine dahi ayağa kalkılmasını eleştiren ve ısrarla bunu önlemeye çalışan, karşısında heyecandan titreyen adama “Ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum” diyen, “İşte sırtım, kime vurmuşsam gelsin vursun” diye seslenen, herkes bir iş tuttuğunda kendisine de odun toplama görevi veren bir Peygamberin ümmetiyle, insanlara onlardan umdukları çıkarlar kadar saygı gösterenler birlikte anılamaz.
Kendi peygamberinin sırtına vurarak hakkını arama bilinci -ne yükseltilmiş bir medeniyet, anlamların önemini kavramakta zorluk çekmeyecektir.
Savaştan dönen bir askere, vatanına karşı görevini yaptığı için saygı gösterilir. Çünkü o yüksek medenî bilinç; vatan için canın feda edilmesine saygı gösterilmediği anda vatanın baştan başa bir otlağa dönüşeceğini bilir. Âlime saygı, ilmin anlamını ve varlığını korumak, ilmin gelişmesini desteklemek içindir. En büyük âlimler, ilme en çok saygı gösterildiği devirlerde yetişmişlerdir. Bir toplum neye saygı gösteriyorsa onunla çevrilir.
“İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir” buyruğuyla her insanın diğerinin karşısında hür olduğunu anlatan Allah Rasulü,(sav) bir yemekte kendisine sunulan şerbeti ısrarla önce yaşça büyük birine ikram eder ve “Büyüklerine saygı göstermeyen, küçüklerine şefkatle davranmayanlar bizden değildir” der.
Son peygamberin ümmetinden esirgemediği saygıyı kimse birbirinden esirgeyemez. Hiç kimsenin sırtı, Allah’ın son peygamberinin sırtı kadar mübarek değildir.
Saygı, Allah’ın kullarına, Allah’a kul olmaya ve anlamlaradır. Sonuç olarak, saygı Allah’adır.(cc) Hiçbir derece, insana saygısızlığın gerekçesi olamaz. Hz. Peygamber(sav) kendisini bile gerekçe olmaktan çıkarmıştır.
Basitleşme
Ayakkabı boyayan birisini, ayakkabı boyası olarak görme günahının cezası basitleşmedir.
Değersiz olduklarına inandırılan insanlar, işlerini iyi yapma arzusunu kaybederler. Böylece sıradan davranışlar, üstünkörü yapılmış işler artar, düzen bütün inceliğini yitirir, işler üzerindeki sorumluluk duygusu yok olur.
Pislik içindeki bir çevreyi incelerseniz, orada değerli olduklarına inanmayan insanlar görürsünüz. İnsanlar değerli olduklarına inandıramadıkları müddetçe değişime ikna edilemezler. Her yerde itilip kakılan birisi, çöpünü o sokağa fırlatmakta beis görmez.
Bir insanı aşağılamak, hayatı aşağılamaktır. Tek su kaynağı zehirlendiğinde herkes zehirlenecektir. Aşağılayan, aşağılanır.
İnsana yapılan saygısızlığın toplumsal bir sonuç doğurmadığı tek örnek yoktur. Basitleşme, en tehlikeli sonuçlardan biridir.
İnsan yerine konulmak için “bir tanıdık bulmanın” gerektiği toplumlarda düşmanların yapması gereken tek şey, sabırla beklemektir.
İnsan ve Toprak
İlk insan topraktan yaratıldı. Aklıyla, duyu organlarıyla, bedenindeki ölçüyle mükemmel bir varlıktı. Bu varlığın ne kadar güçlü ve güzel yaratıldığını Allah(cc) “İki elimle yarattım” buyurarak anlatır.
Ve Allah(cc) meleklere o insana secde etmelerini emretti. Emrin anlamı şuydu: “İnsana karşı saygılı olun.”
İnsan hiçbir zaman topraktan geldiğini unutmamalıdır. Toprak kadar verimli, toprak kadar güzel, toprak kadar sabırlı, toprak kadar mütevazı olmalıdır.
İnsan, yaratıcısı tarafından şerefli kılınmıştır (İsra, 70). Göklerde ve yerde ne varsa ona boyun eğdirilmiş, onun hizmetine verilmiştir (Casiye, 13). O, en güzel bir şekilde yaratılmıştır (Tin, 4). O, yeryüzünde Allah’ın(cc) halifesi olarak görevlendirilmiştir (Bakara, 30).
Yalnızca tek bir varlık, insana saygı göstermeyi kabul etmedi, büyüklük tasladı. Kibriyle Allah’ın(cc) emrine itaat etmeyen bu isyankâr, İblis’ti. Allah’a itaatsizlik ederek insana saygı göstermeyi reddetmesinin gerekçesi son asırların pek aşina olduğu bir iddiadır. “Beni ateşten yarattın” diyordu İblis, “Onu ise çamurdan.” Bu üstünlük iddiasıyla Allah’a(cc) isyan etmenin sonu İblis’in Allah(cc) tarafından lânetlenmesi oldu. (Sadr, 76-78) İblis, kovulmuştu.
Meleklere, insana saygı göstermeleri emredildiğinde insanın tek özelliği Allah(cc) tarafından en güzel şekilde yaratılmış olmasıydı. Yalnızca insan olmasıydı.
Hz. Âdem’den sonra insanlar “önemsiz bir sudan” yaratıldılar. (Mürselat, 20) Kur’an-ı Kerim bunu sık sık hatırlatır; çünkü insanlar birbirlerine İblis kibriyle yaklaşmamalıdır; çünkü insana saygısızlık, insanın kendini tanrılaştırmasıdır. Allah(cc) bu kibre karşı insanı uyarır: “…İnsan neden yaratıldığına bir baksın…” (Tarık, 5) Birbirine katıştırılmış erkek ve dişi nutfeden yaratılmış olan, önemini de yalnızca Allah(cc) tarafından yaratılmış olmaktan alan bir insan nasıl bir diğer insana kibirle davranır? O, uzun bir zaman önce anılan bir şey bile değildi. (İnsan, 1)
İnsan hiçbir zaman topraktan geldiğini unutmamalıdır. Toprak kadar verimli, toprak kadar güzel, toprak kadar sabırlı, toprak kadar mütevazı olmalıdır. İnsanların hepsi aynı nefsten yaratılmıştır. (Nisa, 1) Asılları topraktır.
Ne Hallere Koyardık Seni
Canını dişine takmış, tebliğ görevini yerine getirmeye çalışıyordu. “Ah kesilip biçilen bir odun parçası olsaydım” diyecekti. Zulüm ve inkâr çemberinde, ıstırap içindeydi.
Kureyş’in sözü geçenleri bir gün dedi ki “Yanına geliriz ama mecliste zayıf ve fakir Müslümanları görmek istemeyiz.” Bir acaba belirdi Hz. Peygamber’in(sav) ufkunda. Acaba böyle imana gelirler mi? Fakat Allah’ın(cc) verdiği sebatla bu acaba siliniverdi. (İsra, 74) Ya o sebat olmasaydı? Buyrulur ki “Sana hayatın kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını tattırırdık.” (İsra, 75)
Hz. Peygamber,(sav) Kureyş’in bazı ileri gelenlerini imana çağırırken meclise giren bir âmâ, Abdullah b. Ümmü Mektum, onun sözünü keserek “Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğret” dedi. Hz. Peygamber(sav) öncekilere tebliğini sürdürmek istediyse de Abdullah b. Ümmü Mektum’un tekrar tekrar seslenmesiyle buna imkân bulamadı ve bu sebeple yüzü değişti.
Bu durum ilâhî bir tenkitle karşılaşacaktır. Abese Suresi “Kendisine âmâ bir kimse geldi diye (peygamber) yüzünü ekşitti ve döndü” diye başlar. “Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt alacak da o öğüt ona fayda verecek. Kendisini (imana) muhtaç görmeyen (o servetiyle gururlu) kimseye gelince. İşte sen ona yöneliyorsun.” (Abese, 3-6) “Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak, sana ulaşan kimseye gelince, sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır hayır, sakın. Çünkü o Kur’an bir öğüttür. Artık dileyen onu düşünür.” (Abese, 8-12)
İnsanların dünyada farklı imkânlar kullanacak olmaları, farklılıklar mimarisini çok önemli bir hale getirir. Yüce Allah’ın “Üstün insan, emirlerime samimiyetle bağlı kalan insandır” buyruğundaki “Sahip olacağınız nimetleri bir üstünlük gerekçesi ve insanlara zulüm vasıtası olarak kullanamazsınız” boyutu farklılıklar mimarisinin vazgeçilemez planıdır. Bu plandan her sapma, içinde oturmanın azap olduğu bir yapıya yol açacaktır.
Farklı zekâ, yetenek, eğilim, beğeni ve tercihlerimiz sebebiyle sermayenin denetimi, adil gelir dağılımı, malî ibadetler, eğitim, ilişki biçimleri, hak ve hürriyetler düzeni, başta adalet olmak üzere bütün kurumlar ayrı ayrı hayatî değer kazanır.
İşler Kimde?
Mekke fethedilmişti ama Kâbe’de küçük bir olay yaşanıyordu. Eskiden beri Kâbe’nin bakımıyla görevli Osman b. Talha, Kâbe’nin anahtarını vermemek için direniyordu. Hz. Ali(ra) daha fazla beklemedi, anahtarı ondan zorla alıp kapıyı açtı. Hz. Peygamber(sav) içeriye girdi, iki rekât namaz kıldı.
Hz. Peygamber(sav) dışarıya çıktıktan sonra bir taleple karşılaştı. Birisi, çok şerefli bir görev olan Kâbe bakıcılığının kendisine verilmesini istiyordu. Hz. Peygamberin(sav) çok yakınıydı bu talebin sahibi: Amcası Abbas…
Fakat şimdi Allah’ın(cc) bir buyruğu vardı:
“Allah size emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten, her şeyi görendir.” (Nisa, 58)
Hz. Peygamber(sav) Kâbe’nin anahtarını amcasına vermedi. Hz. Ali’ye(ra) anahtarı eski görevliye bırakmasını ve onun gönlünü almasını emretti.
Şaşırtıcı bir şeydi bu. Osman b. Talha da bu a,dalete daha fazla direnemedi, Müslüman oldu.
Bir oyun düşünün ki roller en uygun sanatçılara değil, akrabalara, hemşehrilere, arkadaşlara dağıtılmış. Bu oyunun yuhalanacağına şüpheniz var mı?
Hz. Peygamber(sav) “Emanet kaybedilince kıyameti bekleyin” deyince sordular: “Ey Allah’ın Rasulü, emanet nasıl kaybolur? Hz. Peygamber(sav) ““İşler ehil olmayanlara teslim edilince…” buyurdu.
Bir iş ya da görev ehil olmayan birisine teslim edildiğinde iş çirkinleşir, görev bütün işlevlerini yitirir, araçlar ziyan olur, amaçlar unutulur. Maddî ve manevî zarar korkunçtur ama daha korkuncu, bu zararın çabuk fark edilmeyecek olmasıdır.
Görevler ehil olmayanlara dağıtılmış ve yıkım başlamıştır. Şimdi ortada bir hakim vardır ama mahkeme kaybolmuştur. Ortada imam vardır ama cami kaybolmuştur. Ortada müsteşar vardır ama müsteşarlık kaybolmuştur. Ortada bir başhekim vardır ama hastane kaybolmuştur. Ortada bir binbaşı vardır ama tabur kaybolmuştur. Dolayısıyla toplum kendini yok etmeye girişmiştir.
Allah Rasulü’nün(sav) emanetlerin kaybedilmesiyle kıyametin yaklaşması arasında kurduğu ilişki, görevlerin hakkı olmayanlara verilmesinin ne dehşetli bir yozlaşma olduğunu olanca açıklığı ile işaretlemektedir.
Görevlerin ehline verilmemesi, İslâm inancıyla tam bir zıt-laşma,dır. Bu zıtlaşmaya hangi kimlikle girişirseniz girişin sonuç değişmez.
Her farklılık ayrı bir ehliyetin temelidir. Toplum, farklılıkları birer ehliyete çevirmek ve yerli yerinde kullanmak için hassas davranmalı, rollerin birbirine karıştırılmasına izin verme -melidir. Bisiklet ehliyetiyle otobüs kullanılmasına göz yuman bir toplumun otobüs uçuruma yuvarlandığında döktüğü gözyaşı anlamlı değildir.
Toplum her suçu üzerine atıp kurtulabileceğimiz gözle görünmez, ele geçmez, hesaba gelmez bir soyut varlık değildir. Toplum, her yaptığından sorumlu, kendisine son nefesine kadar öğrenme görevi verilmiş, yüksek medeniyet, yüksek algı ve yüksek bilgi emredilmiş olan insanın ta kendisidir. Ve özellikle günümüzde insan, İslâm öğretisinin bütün inceliklerine ulaşma imkânına sahiptir. Kur’an ahlakı, Hz. Peygamber’in(sav) sünnetiyle en ince ayrıntılarına kadar somutlaştırılmıştır ve bugün herkes için ulaşılabilir bir modeldir.
Toplum bir yönüyle insanların ortak hayatıdır. Asıl olan bireysel sorumluluk, o ortak hayatın reddedilemez belirleyenidir.
Adalet… Adalet… Adalet
Adaletin olmadığı yerde zulüm vardır. Adaletsizlik, çarptığında bir insanın bütün emeklerini sıfırlayan bir şeydir. O sıfır, zamanı, gayreti, umudu yok eder.
Emanetlerin ehline verilmesi buyruğu ile adaletle hükme-dilmesi buyruğunun âyette beraberce yer alması elbette hikmetlidir. Bir görevi ona uygun olmayan birisine verdiğinizde, o görev için uygun olan birisinin emeğini heba ediyorsunuzdur. Bu tasarrufu onaylayan toplum da kul hakkı yeme günahına topluca iştirak halindedir. Bundan dolayıdır ki İslâm estetiğinde, adaletsizliğe onay veren toplum, İslâmi değer açısından yok hükmündedir. Küfre rıza gösteren küfrü, zulme rıza gösteren zulmü işlemiş gibidir; aralarında sorumluluk bakımından fark yoktur.
Allah,(cc) işte, hükümde, sözde, her türlü ilişki ve faaliyette adaleti emretmiştir. (Nahl, 90) Adaletle hükmetmek her şeyden önce yeryüzünde Allah’ın(cc) halifesi olmanın gereğidir. (Sad, 26)
Yakınlık, soy sop, malî güç, hiçbir şey adaletin tam olarak yerine getirilmesini engelleyemez. Bir hardal tanesi kadar da olsa yaptığı her iş, söylediği her söz adalet terazisine çıkarılacak olan insan, kendi iş ve hükümlerinde bu dikkati göstermekle sorumludur. (Enbiya, 47) Gerçek İslâm insanı terazide yaşar.
Allah katında üstün olabilmenin en kuşatıcı şartı adil olmaktır. Çünkü hakkın ayakta tutulması buna bağlıdır. Bunun içindir ki Hakk’a yakınlık gözetenler, hakkı gözetirler. (Maide, 8) Allah’ın(cc) “Adil olun” emrine riayet edilmediğinde, diğer emirlerine uyarak O’na yakınlık sağlamak mümkün değildir. Her şeyden önce adaletsizliğin insanın hürriyetine, şerefine, emeğine saldıran bir fitne olduğu unutulmamalıdır.
Adaletsizlikte herkes az veya çok bir başkasının kölesi olmak zorunda kalır. Her ilişki çürür, insanlar haklarını alabilmek için faziletsiz davranışlara girişirler. Ruhların sefaletine yol açan adaletsizlik, hürriyetin de en büyük düşmanıdır.
Adaletin sağlandığı bir düzende ise yalan, hırsızlık, yolsuzluk, ihanet, tembellik ve insanların birbirlerinden uzaklaşmaları gibi sonuçlar, geleceği karartabilecek güce kavuşamaz. Adalet; doğruluğu, sadakati, saygıyı, yakın ve sıcak ilişkileri, çalışmayı, emek sarf etmeyi, yetinmeyi teşvik eder. Ömrünüzü bir böceğin incelenmesine, bir kimya formülünün geliştirilmesine adayabilirsiniz. Bilirsiniz ki adil toplum, sizi bir güzellik kraliçesinden daha değersiz görmeyecek ve hakkınızı teslim edecektir. Veya hayatınız boyunca az bir gelirle yaşamaya tahammül gösterebilirsiniz. Bilirsiniz ki sizinle aynı şartları taşıyanlar sizinle aynı haklara sahiptir.
Kur’an-ı Kerim’de insanın yaratılışındaki güzellik, denge ve ölçü, adalet kavramıyla belirtilir. (İnfitar, 6) Gelişigüzel, sanat-sız, bilgisiz, verimsiz işlerimiz adil olmayacaktır. İşlerde özensiz davranmak o işlerle ilgisi olan herkese karşı bir adaletsizliktir. İşlerdeki gevşeklik ve sıradanlık, insanı en güzel biçimde yaratan Allah’a(cc) karşı da adil olmamaktır. Halbuki Kur’an-ı Kerim’in bir niteliği de adaletle tamamlanmış olmasıdır. Kur’an, adildir. (Enam, 115) Onu rehber edinenlerin işlerinde ve sözlerinde hiç kimse bir yanlışlık, eksiklik, çirkinlik bulamama-lıdır. Aksi halde Kur’an’a karşı adaletsiz davranılmış olunacaktır.
Adalet isteyenleri bir görev bekler. Bu da adil olmaktır. Eğer adaleti yalnızca kendi yararımıza işlediği sürece kabullenir, aleyhimize işlediğinde kabullenmez isek o bir fazilet haline gelmemiştir. Yanlışlığın-eğriliğin, sırf “bizim lehimize” diye adalet olarak ilan edilmesi ise gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyi bozacak bir zulümdür. (Müminün, 71) Çünkü adalete teslim olunmamış, adalet teslim alınmıştır. Kimi insanlar haklara saygısız olmuş, hakları kendilerine saygılı kılmışlardır!
Onlar haklarına razı olmamışlar, hakları kendilerine razı olmak zorunda bırakmışlardır. Doğruyu, yanlışı, haklıyı, haksızı gücün belirlediği bir dünya bütün madde ve mânâsı ile bozuluş halindedir. Göklerin çırpılacağı, dağların çarpılacağı güne bir hazin yolculuktur bu. Bunca haksızlık ve bunca inkârdan ve Allah(cc) ile bunca zıtlaşmadan sonra elbette arşta birikmiş öfke patlayacaktır ve haklı ile haksız birbirinden ayrılacaktır.
İnsan, önce kendisine karşı adil olmalıdır. Bu da insanın kendisine verilmiş gücü ziyan etmemesi ve dünyadaki görevlerine sahip çıkmasıdır. İlişkiler de adalet üzerine kurulur. Hiçbir ilişki adaletten istisna tutulamaz.
Hz. Peygamber(sav) adaletsizliği, toptan ortadan kaldırılmanın, rezil düşürülmenin sebebi olarak göstermiştir. Kanun karşısında herkesin eşit olmadığı bir toplumda başkaca bir yolsuzluk aramaya gerek yoktur. Adaletsizlik her türlü yolsuzluğu seri halde üreten muazzam bir entegre tesistir.
İslâm estetiğinde adaleti önleyecek hiçbir gerekçe mevcut değildir. Allah Rasulü(sav) “Kızım Fatma hırsızlık yapsa elini keserim” buyurarak adalet için nasıl bir titizlik gösterilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.
İslâm’ın yüksek yaşama sanatkârı adildir ve hiçbir sebeple adalet emrine muhalefet küçüklüğüne düşmez. İslâm aklı, adaletsizlikle mücadelenin adaletsizliği kendi lehine çevirmek olmadığını kolayca kavratır. Pis bir pencere ancak temiz bir bezle temizlenebilir.
Adalet bazen eşitlik ister. Çocuklarınıza şefkat gösterirken eşit davranırsınız. Bazen de adalet için eşitliği bozmak gerekir. Bir baba, okumak isteyen evladının tahsili için, okumak istemeyen evladına göre daha çok harcama yapar.
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve a,dalet-le şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin sizi asla a,daletsiz olmaya sevk etmesin. Adaletli olunl Bu, takvaya (Allah’ın emirlerine uyma,daki hassasiyet, samimiyet ve olgunluğa ve Allah’ta,n korkmaya.) daha yakındır. Allah’a isyandan sakının. Şüphesiz ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.” (Maide, 8)
Adalet, kim olursa olsun herkese hakkının verilmesidir. Ve herkesin, hakkına razı olmasıdır. Bunun aksi, isyandır.
Hakkını Helal Et
Kul hakkı o kadar kuşatıcıdır ki komşunun evine yüklenen gölgeden denize fırlatılan çöpe kadar her şey insanı borçlandırır. Bir selamın karşılıksız bırakılması bir hak ihlali sayılır. Hz. Peygamber(sav) “Bir Müslümanın bir Müslümana eza verici bakışı helal olmaz” buyurur. Selam ve bakış örnekleri, insanın iç dünyasına yapılan saldırıların da kul hakkı çerçevesine girdiğini gösterir. Herhangi bir insanın huzuruna, maddî ve manevî varlığının emniyetine yönelen kötü söz, davranış ve eylemlerin hepsi kul hakkı doğuran birer suç ve günahtır. Kul hakkının kuşatıcılığındaki temel hikmet, insanın korunmasıdır. Dolayısıyla da hayatın.
Kul hakkına riayet yükümlülüğü hayatın her alanını kılcal damarlar inceliği ve ayrıntısında kontrol eden bir dikkat sistemidir. Bu sistem, samimi inananların vicdanını uyanık tutar, onların daima kendilerini sorgulamalarını sağlar. Kendinize soracaksınız: Acaba şu sözlerim bir haksızlık olacak mı? Şu davranışımla bir hakkı mı gasp ediyorum? Bunlar ve benzeri sorularla bir sorgulama yapıldığında bir başkasının hakkına tecavüz teşkil etmeyen pek az kötü hareket bulunabilir. İstenen dikkat bunun için çok büyüktür ve bunun için Yüce Allah zerre kadar iyiliğin de zerre kadar kötülüğün de karşılıksız kalmayacağını buyurur. (Zilzal, 7-8) Artık zerre zerre dikkatli olmalısınızdır.
Kul hakkı, işlenen suçların insanlara isabet eden zararından doğar. Bu suçları af makamına sunabilmemiz için zarar verdiğimiz insanların onayı gerekir. İlişkilerde gösterilecek dikkat bunun için önemlidir.
İslâm’ın yüksek yaşama sanatkârı, adildir ve hiçbir sebeple adalet emrine muhalefet küçüklüğüne düşmez.
Hz. Peygamber,(sav) üzerinde kul hakkı bulunanları müflis olarak nitelendirir ve bunların nasıl iflas ettiklerini şöyle anlatır:
“Ahirette ibadetlerini yerine getirmiş olarak huzura çıkar. Ama kimine sövüp saymış, kiminin malını yemiş, kimine iftira etmiştir. Sevaplarından alınır ve hak sahiplerine dağıtılır. Bu yetmezse hak sahiplerinin günahlarından yüklenir.” İflas gerçekleşmiştir.
İnsanların büyük bir bölümü, birçok söz ve davranışı, üzerinde durmaya değer bulmaz. Bunlar, akıllarına estiği gibi davranır, ağızlarına geleni söylerler. O anda birini incittiklerini, üzdüklerini, bir haksızlık yaptıklarını fark etmezler bile. Bu sebeple de elleri kolları dolu gittiklerini zannettikleri hesap günü çok şaşırtıcı olur. Önem vermedikleri ne kadar kötü söz ve davranış varsa önlerine yığılmış, ortaya birçok davacı çıkmıştır.
Kimi bilginler, hatalarından vazgeçip kendilerini günahlardan arındıran ama üzerlerinde taşıdıkları haklar için hak sahip -leri ile helalleşme imkânı bulamayan kişilere yalnızca Allah’ın(cc) bildiği sevaplar kazanmalarını tavsiye ederler. Dikkati bir an kaybetmek herkes için mümkündür fakat insanı günahı karşısında çaresiz bırakacak olan şey, o günahı önem-sememesidir. Allah,(cc) huzuruna bu bilinçle çıkıldığında, nez-dinde sağlanan itibara göre belki hak sahiplerinden o kulunun affını isteyecektir. Enes İbni Mâlik, böyle bir örneği, Allah Rasulü’nün(sav) gözleri yaşararak anlattığını söyler.
Kul hakkı bilincinden yoksun kalındığı takdirde eşkiyalık sıradan bir olay, sokaklar çöplük, şehirler medeniyet yoksunu insanların toplandığı kalabalıklar, denizler lağım, her ilişki kavga dövüş, her ticaret aldatma haline gelir. Kul hakkı bilinciyle ilişkiler daha huzurlu, çevre sorunları daha az, devlet hazinesi daha dolu olur. İnsan güzelleşmeden hiçbir şey ve hiçbir yer güzelleşemez.
Kul hakkına tecavüzler İslâm sözlüğünde mezalim olarak tanımlanır ki konunun genişliğini ve önemini bu kelime tek başına anlatır.
“İnanıp da ima,nlarma herhangi bir haksızlık bulaştır-mayanlar var ya., işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (Enam, 82)
Huzur İçin Temel Hamle
Bir insanı bir topluma ait kılan, o toplumun sorumluluğuna ortak eden, onu hayata tutunduran en güçlü bağ, insan olduğu için göreceği saygı ve o saygının kurumsallaşmış şekli olan adalettir.
İnsanlara saygı gösterilmesi, bütün işleri sıradan olmaktan ve sıradan yapılmaktan kurtarır. Bir toplumun saygısızlıktan dolayı uğradığı zararı aritmetik hesaplayamaz. Adalet sosyal huzuru, sosyal huzur zarafeti teşvik eder.
Adalet yoksa herkes yatağından hasta kalkar. O gün adil ölçülere ve adil vicdanlara huzurla teslim olma günü değil, habis vicdanlarla ve vicdansız ölçülerle savaş günüdür.
Her türlü çabanın işe yarar bir sonuca dönüşmesi adaletle mümkündür. İnsan, kendisinden en yüksek verimi ancak adalet sayesinde alabilir. Toplum da insanların yetenek ve emeklerinin tamamından ancak adalet sayesinde faydalanabilir. Adalet; zekâların, yeteneklerin, emeklerin israf edilmemesi için en önemli tedbirdir.
Adalet yoksa mutluluklar aldatıcı veya geçicidir. Haksızlığa uğratılan ve bununla yaşamaya zorlanan insan nasıl huzurlu olabilir? Daima ekmeğine el atılan, malı mülkü yağmalanan, geleceği karartılan bir insan hayata nasıl kenetlenebilir? Adaletsizlik hayatı bir esir kampına çevirir ki esarete teslim olmak zorunda kalmış insanların durgunluğunu ve çaresizliğini huzur zannetmek büyük yanılgıdır.
Huzur ve özgüveni adalet temin eder. Aksi takdirde zevkler ve tercihler basitleşecek, basit zevkler büyük olaylara dönüştürülecektir. Bir esir kampında kültür, tek sayfalık el yazması gazete; sanat, patatesten heykel; spor, çukur kazmaktır. Orada bir kedi bile bütün kampın eğlenmesi için yeterlidir. Tahtakurusu yarışları da düzenleyebilirsiniz…