Ermiş, Sörfçü ve Patron -ROBIN SHARMA

Bu kitap hayal ürünü bir çalışmadır. Jack Valentine adlı bir adamın hikâyesidir. Bu adamın hayatta seçtiği yol, birçok bakımdan benim yoluma benziyor. Kendinde insan olarak pek çok eksiklik hisseden bu adam, daha mutlu, daha sağlıklı, daha güzel bir hayat yaşamak için gerekli olan bilgeliği arama yoluna koyulur. Üç dikkate değer öğretmenle bir dizi görüşmeden sonra Jack, kendi gerçeğini yeniden biçimlendirecek ve kendisini kaderine ulaştıracak güçlü bir felsefe keşfeder. Jack’in bu olağanüstü serüvende öğreneceği dersler, sizin de hayatınızda harikulade değişiklikler y arata anızı sağlayacak. Bunu nereden mi biliyorum? Çünkü o dersler, benim hayatımı değiştiren dersler de ondan.
Bu yolculukta benim de pek çok engelle karşılaştığım oldu. Yine de, önüme çıkan her engel, sonunda bir sıçrama tahtası oldu, beni yüreğimin gerçeğine ve olabilecek en güzel hayatıma biraz daha yaklaştırdı.
Ben, birkaç yıl önce bir avukattım. Bu meslekle birlikte gelen çeşitli başarıları ve maddi ödülleri kovalayıp duruyor, kalıcı tatminin bu olduğuna inanıyordum. Daha çok çalışıp daha fazla şey başarırken aslında hiçbir şeyin değişmediğini fark ettim. Maddi varlıklarımı ne kadar artırırsam arttırayım, sabah olduğunda banyo aynasında gördüğüm adam hep aynıydı, daha mutlu değildim, kendimi daha iyi hissetmiyordum.
Hayatımın düşündükçe yüreğimin içindeki boşluğu fark etmeye başladım. Derken o boşluğun sessiz fısıltılarına dikkat eder oldum. O fısıltılar bana, seçtiğim mesleği bırakıp ciddi bir vicdan muhasebesi yapmaya başlamamı söylüyordu. Neden burada, bu gezegende olduğumu, özel misyonumun ne olduğunu düşünmeye koyuldum. Hayatımın neden iyi gitmediğini, yönümü bulabilmek için ne gibi değişiklikler yapmam gerektiğini merak ettim. Dünyaya bakarken mercek olarak kullandığım temel inançları, varsayımları, filtreleri gözden geçirdim, bunlar arasında pek sağlıklı olmayanları temizlemeye karar verdim.
Bu yoğun değişim döneminde kişisel gelişim, kişisel liderlik, felsefe ve maneviyatla ilgili kitaplar okudum. Arka arkaya kişisel gelişim kurslarına gittim. Beslenme rejimimi, düşünce biçimimi, davranışlarımı değiştirdim. Sonunda bende ortaya çıkan kişi, eski benle karşılaştırıldığında daha özgün, daha uyumlu, daha bilge birisiydi.
Birçok bakımdan, bu keşif yolculuğunun daha başında olduğumu size ilk söyleyecek insan benim. Benim için aşılması gereken her dağın doruğu, bir sonrakinin eteği, insan üzerine araştırmalarım sonu gelmeyecek bir süreç. Şimdi, bu kelimeleri yazarken bile, büyük bir kişisel değişim sürecinden daha geçiyorum, en temel değerlerimi yeniden ölçüyorum, dünyaya bakış biçimimi elden geçiriyorum. Kendime de yumuşak davranmaya çalışıyorum. Sabırlı olmak gerektiğini, nehri bastırmaktan yarar gelmeyeceğini kendime tekrarlayıp duruyorum. Her yeni gün daha bir netlik, daha bir kesinlik ve yeni yeni iyilikler getiriyor. Benim için hayatın bu güzel açılımının bütün anlamı burada.
Ermiş, Sörfçü ve Patron’un sizi derinden etkileyeceğini umarım. Bu malzemeye gerçekten “sahip” olmak istiyorsanız, onu öğretmek çok önemli. Kitabı bitirdikten sonraki ilk 24 saat içinde oturup öğrendiğiniz felsefeyi sevdiğiniz biriyle paylaşmanızı öneririm. O zaman anlayışınız netleşir, dersleri kendi hayatınıza aktarıp onunla bütünleştirmeniz kolaylaşır.
Aynı zamanda, bu kitaptaki bilgilerden keyif alacağınızı umuyorum. Takip eden sayfalarda keşfedeceklerinize çocuksu bir merak ve tutku katmak, gerçekte olduğunuzu bildiğim insana dönüşmenizin en iyi yollarından biridir. Bu kitabı sizinle paylaşma fırsatını bana tanıdığınız için teşekkür ederim. Size olanak, sevinç ve huzurla zenginleşmiş bir hayat dilerim. Yeni bir dünyanın kurulmasına yardımcı olmak için üstünüze düşeni yapacağınızı umuyorum.
Robin Sharma

savaşçı olalım ya da olmayalım, zaman zaman hepimizin önüne bir santimetreküplük bir şans düşüverir. Sıradan insanla savaşçının farkı, savaşçının bunu biliyor olması, uyanık kalması, bekliyor olması, o bir santimetreküplük şans ortaya çıktığı anda onu yakalamasıdır.”
Carlos Castaneda

Ömrümde hiç bu kadar çok acı çekmedim. Sağ elim kontrol edemediğim titremelerle sarsılıyor, kolalı beyaz gömleğime kanlar boşalıyordu. Pazartesi sabahıydı ve kafamdaki tek düşünce, bugünün ölmek için iyi bir gün olmadığıydı.
Arabamda hareketsiz yatarken, içinde bulunduğum sahnenin sessizliğini fark ettim. Az önce bana çarpan kamyonun içinde hiçbir kıpırtı yoktu. Çevreye toplanmış izleyicilerin dehşet içinde olduğu belliydi. Tek duyabildiğim, yanımdaki yol boyunca dizilmiş ağaçlarda hışırdayan yaprakların sesiydi.
Kenarda seyredenlerden ikisi koşarak geldi, yardımın yolda olduğunu, hiç kıpırdamamamı söyledi. Biri elimi yakaladı, dua etmeye başladı: “Tanrım, bu adama yardım et. Lütfen koru onu.” Birkaç dakika geçmeden konvoy halinde cankurtaranlar, itfaiye ve polis arabaları sirenlerini bağırtarak kaza yerini kuşattılar. Her şey yavaşlamış gibiydi. Kurtarma görevlileri sistemli bir şekilde işlerine başlarken içime garip bir huzur duygusu yayıldı. Adamlar baskı altında çalışırken pırıl pırıl birer zarafet anıtı gibiydi. Kendimi bir tanık gibi hissettim, neredeyse sahnenin tümünü yüksek bir yerden seyrediyor gibiydim.
Bundan sonra ilk hatırladığım şey gözlerimi bir hastane odasında açışımdı. Ortalık taze limon ve çamaşır suyu kokuyordu. O kokuyu asla unutmayacağım. Vücudum değişik bandajlarla sarılmıştı. Bacaklarımın ikisi de alçıdaydı. Kollarım çürük içindeydi.
Beni genç ve güzel bir hemşire selamladı. “Bay Valentine! Uyandığınıza inanamıyorum! Hemen doktoru çağırayım,” deyip telaşla yatağımın yanındaki dâhili telefonu çevirmeye koyuldu.
Hemşire telefonda işini bitirince, ben boğuk bir sesle, “Bana Jack deyin,” dedim. Durumun ciddi olduğunu bildiğim için sakin olmaya çalışıyordum. “Neredeyim?”
“Lakeview Hastanesi’nde, Jack. Burası yoğun bakım odası. Geçen hafta kötü bir kaza geçirmişsin. Doğrusunu söylemek gerekirse hayatta olduğun için çok şanslısın.”
“Öyle mi?” diye sordum saf saf.
“Hi hi,” derken hemşirenin yüzünde zoraki bir gülümseme vardı. Bir yandan ayak ucumdaki grafiklere, tablolara bakıyordu. “Kamyon sana çarptıktan sonra komaya girmişsin. Seni buraya getiren sağlık görevlileri o kazadan sağ çıktığına inanamamış. Her neyse, şu anda tek kaygılanman gereken şey o berbat yaralarla kırık bacaklarının iyileşmesi. İyi olacaksın ve dediğim gibi, inanılmayacak kadar şanslı bir genç adamsın.”
Şanslı, şu anda kendimle ilişkilendirebileceğim bir kelime değildi, ama kızın ne demek istediğini anlıyordum. Hayatta olduğum için şanslıydım gerçekten de.
“Bu odada neden yalnızım?” Çevreme bakarken bunu adeta kendi kendime sordum. “Birileri olsa fena olmazdı.”
“Daha kendine geleli birkaç dakika oldu, Jack. Rahat bırak kendini, biraz soluk payı tanı. Sakin ol. Doktorun neredeyse gelir, senin için çok kaygılanıyordu.”
O gün saatler akıp geçerken akın halinde doktorlar ve hemşireler beni muayene etti, kontrolden geçirdi ve cesaret verdi. Yavaş yavaş geçirdiğim kazanın ne kadar ciddi bir şey olduğunu idrak etmeye başladım. Kamyonun sürücüsü oracıkta ölmüştü. Doktorum bana, hiç kendime gelemeyeceğime inandığını itiraf etti. Gerçekçi bir ifadeyle, “Hiç böyle bir vaka görmedim,” dedi.
Ben içimden bunların hepsinin bir nedenden ötürü olduğunu biliyor gibiydim. Her şey bir nedenle olurdu, hayatta rastlantı diye bir şey yoktu, bunu daha önce de duymuş olduğunuzdan eminim. Şahsen öğrendim ki, şu bizim soluk kesici evrenimiz yalnız işlerliği açısından çok zeki olmakla kalmayıp aynı zamanda çok da dost canlısı bir yer. Bu dünya bizim harikulade hayatlar yaşamamızı istiyor. Mutlu olmanızı istiyor. Kazanmamızı istiyor.
İçimde ince bir ses (o sesi ilk olarak o hastane odasında duydum, ama daha sonra en zor ve duyarlı zamanlarımda beni avutmayı sürdürdü), çok önemli bir şeyin yaklaştığını haber veriyordu. Şu birkaç gün içinde olacakların yalnız benim hayatımda bir devrim yaratmakla kalmayıp başka pek çok kişinin hayatını da etkileyeceğini söylüyordu. Yapabileceğimin en iyisinin daha yeni ortaya çıkmakta olduğunu bildiriyordu.
Bana öyle geliyor ki çoğumuz, içimizden gelen o incecik, ama çok bilge sesi dinlemiyoruz. Her birimizin kalbinin derinliklerinde bir yer var, en büyük sorunlarımızın cevabını biliyor. Yani aslında her birimiz, kendi gerçeğimizi de, kendimize olağanüstü hayatlar yaratmak için ne yapmamız gerektiğini de biliyoruz. Çoğumuz bu doğal bilgelik kaynağıyla bağlantımızı kaybettik, çünkü günlerimize çok fazla kuru gürültü, çok fazla dağınıklık egemen oldu. Oysa ben, sessizliğe, sükûnete ve yalnızlığa zaman ayırdığımda, gerçeğin sesinin konuşmaya başladığını öğrendim. Ayrıca ben onun rehberliğine ne kadar güvenirsem, hayatım da o kadar zenginleşti.
O gece saat 21.30 sularında bir hastabakıcı, yeni bir hasta taşıyan sedyeyi odama soktu. Yalnızlığım son bulduğu için sevindim, yeni geleni görmek üzere kafamı kaldırdım. Yaşlıca bir adamdı. Herhalde 75 yaşında vardı. Kırlaşmış gür saçları modaya uygun bir şekilde arkaya taranmıştı. Yüzünde, yıllarca güneşte kalmaktan olduğu anlaşılan kahverengi lekeler oluşmuştu. Narin yapısından ve soluk alırken zorlanışından, adamın enikonu hasta olduğunu anladım. Ayrıca ıstırabı vardı, gözlerini kapalı tuttu, hastabakıcı onu yeni yatağına alırken hafifçe inledi.
Yaklaşık on dakika sonra, yeni konuk gözlerini yavaşça açtı. Afallamıştım: Gözleri büyüleyici bir maviydi ve omurgamdan yukarı doğru ürpermeme neden olan bir parlaklık ve netlik yayıyordu. Karşımdaki adamın şu şipşak işler ve hızlı yaşamlar dünyasında ender rastlanan bir bilgeliğin derinliğine sahip olduğunu hemen sezdim. Bir ustanın huzurunda olduğumu hissediyordum.
Gururlu bir sesle yavaşça, “İyi akşamlar,” diye fısıldadı. “Görünüşe göre bir süre burada birlikteyiz.”

“Evet. Bir cuma gecesini geçirmek için en iyi yer olmadığı ortada, değil mi?” diyerek sıcak bir gülümsemeyle karşılık verdim. “Adım Jack,” diye ekledim, selamlamak için elimi havaya kaldırarak. “Jack Valentine. Bir hafta kadar önce oldukça ciddi bir trafik kazası geçirdim. Varılan hükme göre bir süre bu yatağa mahkûmum. Bütün gün yalnızlık çektim, tanıştığımıza memnun oldum, efendim.”
“Ben de tanıştığımıza memnun oldum, Jack. Adım Cal. Yedi aydır bu hastanenin çeşitli bölümlerinde kalıyorum. Testlerim yapıldı, tedaviler gördüm, yapılmadık şey kalmadı. Olayların gidişine bakılırsa, korkarım buradan hiç çıkamayacağım.” Alçak sesle konuşuyordu. Gözleri tavana dönüktü. Bir an durakladı. “Buraya mide ağrısıyla geldim. Yediğim bir şeyden olduğunu sanmıştım. Altı gün sonra beni kemoterapiye soktular.”
“Kanser mi?” diye sordum. Mümkün olduğu kadar duyarlı davranmaya çalışıyordum.
“Evet. Doktorlar, durum anlaşılıncaya kadar hastalığın bütün vücuduma yayıldığını gördüler. Akciğerlerime, bağırsaklarıma, hatta artık kafama bile.” Titrek sağ elini kaldırıp saçlarının arasında gezdirdi. “Her neyse,” diye devam etti düşünceli bir sesle. “Nice insanla karşılaştırınca, ben oldukça harika bir hayat yaşadım. Çok yoksul büyüdüm. Beni annem tek başına büyüttü. Öyle soylu bir kadındı ki!”
“Benimki de,” diye lafa karıştım.
Cal, “Annemi her gün düşünürüm,” diye karşılık verdi. “Duygulu, neşeli ve yeni dövülmüş çelik kadar güçlüydü. Bana gördüğüm herkesten fazla inandı. Beni hep büyük amaçlara, büyük hayaller kurmaya teşvik etti. Bana olan sevgisi gerçekten kayıtsız şartsızdı, aslında gerçek sevgi budur, Jack. Bu benim aklıma Victor Hugo’nun bir sözünü getiriyor: ‘Hayatta en büyük mutluluk sevildiğimize inanmaktır.’ Ve… Tanrım, o olağanüstü kadın tarafından sevildiğime öylesine inanıyordum ki! Hikâyemi seninle paylaşmamdan rahatsız olmuyorsun, değil mi?”
“Hiç olmuyorum,” diye karşılık verdim. “Aslında çok ilgimi çekiyor.”
“İyi. Eh, çocukluğum basit, ama eğlenceli geçti. Yaz mevsimlerini yüzme çukuruna dalışlar yaparak, kışlan da gürüldeyen ateşin karşısında hikâyeler anlatıp harika kitaplar okuyarak geçiriyorduk. Annem bana kitapları sevmeyi öğretti.”
“Ben de çok severim kitapları,” dedim. “Okulu o kadar sevmedim aslında, ama kitaplarım çok değerliydi.”
“Ben de aynen öyleydim. Büyük düşünür Judah İbn Tibbon’un bilgelikle söylediği gibi: ‘Kitaplarını yoldaşın kıl. Sandıkların ve rafların senin keyifli alanların, bahçelerin olsun.'”
“Çok güzel sözler, Cal.”
Cal devam etti: “Okul beni sıkıyordu, ama kitapları çok ilginç buluyordum. Annemin, bir kitapta okuduğun bir fikir hayatını değiştirme gücüne sahiptir, lafını hiç unutmam. İşin püf noktası, bizim uyanışımızı sağlayacak o tek fikrin hangi kitapta olduğunu bilmiyor oluşumuz, derdi. Apaçık belli olan bir sevgiyle bana, görevimin o kitabı aramak, bulunca da yeterli cesareti gösterip o fikri uygulayarak sonuçlarını kendi hayatıma aktarmak olduğunu söylerdi. Jack, kitap okumayı sen de çok sevdiğine göre, okumanın gücüyle ilgili bir alıntıyı daha seninle paylaşmak istiyorum.”
“Buyurun.”
‘”İnsanın okuyabileceğinden daha fazla kitap satın alması, ruhun sonsuzluğa uzanışından başka bir şey değildir; bizi yok olup giden hayvanlardan üstün yapan tek şey bu tutkudur.’ Bu sözü A. Edward Norton söylemiş. Lisedeyken öğrenmiştim bunu,” dedi Cal, yatağında duruşunu değiştirip rahatlamaya çalışırken.
“Her neyse, yaşım biraz büyüyünce eğitimimi sürdürmek üzere askeri akademiye gittim. Annem gitmemi hiç istemedi, ama ben burs kazanmıştım. İçinde büyüdüğüm yoksulluktan kurtuluş biletimdi o benim. Oradan sonra üniversiteye gittim, kampüsteki ilk günümde on sekiz yaşında, altın saçlı, fildişi tenli, tatlı bir kıza âşık oldum. Tarih dersinde görmüştüm onu. Tam anlamıyla ilk görüşte aşktı. Birbirimiz için yaratıldığımızdan emindim. Tanrım, nasıl seviyordum Grace’i, öyle masum, öyle tatlıydı ki! Hayat yolculuğunu birlikte yapmak için bundan daha harika bir insan düşünemiyordum.”
“Annemin adı da Grace’ti,” dedim.
“Güzel isim, değil mi, Jack?”
“Evet, öyle.”
“Grace’le evlendik, çocuğumuz oldu. Bir oğlan. O çocuğu öyle çok sevdim ki. Bizim için çok özel bir dönemdi. Eğleniyorduk, gülüyorduk, seviyorduk, hayatın en güzel yanları. O sıralar kendimi iş dünyasında da denemeye karar verdim. Bir kereste şirketi kurdum. Birçok büyük müteahhite kereste veriyorduk. O günler ekonominin parlak günleriydi. İnşaat patlaması yaşanıyordu. Yıllar boyunca dünya kadar para kazandım, doğrusunu istersen milyonlarca dolar, Grace’le ve oğlumla birlikte sürdüğümüz hayat sanki hikâye kitaplarından alınmaydı. Tam bir hayal, itiraf etmem gerek.” Cal söylediklerine kendisi de inanamıyor- muş gibi başını iki yana sallayıp duruyordu.
“Ama ne kadar çok para kazanırsam, işim beni o kadar çok yiyip bitiriyordu. Giderek daha telaşlı ve aileme karşı daha az özenli oldum. Hayatta ilerlerken hep birtakım toplan havaya atıp tutarak adım attığımızı söylerler. Bazı toplar, örneğin kariyerimizi temsil edenler, lastikten yapılmıştır. Onlardan birini yere düşürürsek, gerisin geriye zıplama yetenekleri vardır. Ama bazı toplar camdan yapılmıştır, aile de öyle. O topu düşürürsen, geri gelmez. Benim yaptığım hata da buydu. Para benim gözümde işleri daha karmaşık hale getiriyor, beni yanlış yola yöneltiyordu. En derin değerlerimi, en gerçek önceliklerimi göremez olmuştum. Aileme daha çok yaklaşacağım yerde, onlardan uzaklaşmaya başladım. Çok daha sonra anladım ki, dünyanın en zengin adamı, en çok şeye sahip olan değil, ihtiyaçları en az olanmış. Bu dersi öğrenmem çok uzun sürdü. Üstelik, ah ulu Tanrım, bedelini de çok ağır ödedim.”
Dikkatle dinliyordum. Hayat tecrübelerini benimle bu kadar açıkça paylaşan bu adamın hikâyesine tümüyle gömülmüş durumdaydım. Ben de babasız büyümüştüm. Cal’in güçlü aile yaşamının önemine ilişkin bakış açısı bende hayranlık uyandırmıştı. Hiç tanımadığım babamla bağlantı kurmanın özlemini çekmiştim. Bu eksiklik nedeniyle hayatımın kocaman bir parçasını kaçırdığımı hissediyordum. Henüz çok genç olmama rağmen, hayatımı paylaşacağım, birlikte aile kuracağım bir kadına henüz rastlamamış olmak da belli bir hüzün veriyordu bana. Bu özlemi daha önce pek fark etmemiştim.
“Her neyse,” diye devam etti Cal. Hevesle anlatıyordu. “Sanayimiz güç dönemlere girmeye başladı. Hep olur. Servetimin her kuruşunu kaybettim. Paramızın ve mallarımızın bir kısmım kaybettim demiyorum, Jack. Ne var ne yoksa hepsini birkaç hafta içinde kaybettik, diyorum. Bu durum Grace’e çok zor geldi. Sıkıntılarımız onu çok kaygılandırıyordu. Ama güçlü insanlardık. Birlikte elimizden geleni yapıp yeniden durumu toparlamaya çalıştık.
“İşimiz hayli küçülmüştü. Grace’le ikimiz çok daha basit bir yaşam biçimini benimsedik. O dönem her ikimiz için de içsel düşüncelerle dolu bir zaman oldu. Başarısızlıklar genellikle buna yöneltir insanları. Bize gerçekte kim olduğumuzu gösterir, silkinmemizi, üstümüzdeki gevşekliği atmamızı sağlar. Böylece, ekonomik açıdan hâlâ kötü durumda olsak da, aramızdaki ilişkinin hâlâ birtakım zorlukları olsa da, insan olarak önemli ölçüde ilerleme kaydettiğimin farkındaydım. Hatta o dönemin sıkıntıları beni kendimi keşfetmeye ve kişisel gelişime yöneltti diyebilirim, o yolda hâlâ devam ediyorum. Hayatımı tümüyle değiştiren de bu oldu.”
“Sonra ne oldu, Cal?” diye sordum büyük bir ilgiyle. Vaktin geç olduğuna, hastanenin ışıklarının sönmüş olduğuna aldırmıyordum.
“Filozof oldum,” dedi açıkça.
“Filozof mu? Ya işin? Grace’le oğlun?”
“Basitçe felsefenin anlamı ‘bilgelik aşkı’dır. Sana söylemeye çalıştığım şey, bilgeliği de hayatın kendisi kadar sever duruma geldiğim, Jack. Bütün günlerimi, hayatın anlamını düşünerek, derin konular üzerine meditasyon yaparak geçiriyordum. Yavaş yavaş, gündelik hayatımda odaklandığım şeyler çok önemsiz görünmeye başladı. Ama ne yazık ki, Grace’le birbirimizden giderek uzaklaştık ve sonunda ayrıldık. Bazı insanlar, ilişkilerin bize birer görev gibi geldiğine inanır. Kimi birkaç hafta, kimi bir ömür boyu sürer, ama hepsi de bize bir ders öğretmek, kişisel gelişimimizi sürdürmek için gelmiştir. Ne yazık ki Grace giderken oğlumuzu da götürdü, bir daha ikisini de görmedim. Bu beni ezdi bitirdi.” Cal’in sesi titremişti. “Birdenbire benliğimin bir parçası öldü. Aile hayatımı mahvedişimden ötürü kendimi bağışlamakta hâlâ güçlük çekiyorum. Tanrım, nasıl özledim o çocuğu.
“Son duyduğumda Grace ülkenin öbür ucuna taşınmıştı, sınırlı kaynaklarıyla oğlumuzu büyütmeye çalışıyordu. Onunla teması sürdürmeye, ona yardımcı olmaya çalıştım, ama kalbinin kırılmış olduğunu biliyordum. Gururlu bir insandı. Benimle herhangi bir ilişkisi olsun istemiyordu. Hayatımın en büyük hatası oldu ailemi kaybetmek. Karımla oğlum bana öyle olağanüstü mutlu anlar yaşattı ki! İş işten” geçene kadar bunu fark edemedim. Ama en büyük hatalarımız, aynı zamanda bize en büyük dersleri öğretenlerdir. Arak daha bilgeyim. Galiba hayatta asıl mesele, bir olayı her şey olup bittikten sonra kavrama yeteneğimizi, içgörüyü açığa çıkaran, geleceği görme yeteneğine dönüştürmek.”
“Güzel ifade ettin, Cal. Söylediklerinden anladığım kadarıyla, yaşam içinde geçmişin bize hizmet etmesine izin vermek çok önemli. Doğru mu?”
“Çok doğru. Aynen öyle. Hata yapmak doğal, insanlar öyle büyür. Hata yapmak üzere yaratılmışız, çünkü hataların içinde gelişme var. Ama aynı hatayı tekrarlamak olmaz. Bir yarayı bilgeliğe dönüştürmek gerek ya da senin dediğin gibi, geçmişin bize hizmet etmesine izin vermeliyiz.
“Her neyse, Grace ve oğlumuz gittikten sonra ben daha da içime döndüm, yıllarca dünyayla aramdaki kapıyı kapattım, kendimi incelemeye ve içsel sorgulamaya derinlemesine gömüldüm. Tüm ihtirasım, insan olarak kim olduğumu keşfetmeye, hayatımın neden bu türlü geliştiğini anlamaya yönelikti. İnsanların çoğunun dışarıda yaşadığı bir dünyada, ben içimde yaşıyordum. İnsanların korkularından kaçtığı bir dünyada, ben onlara doğru koşuyordum. Ve benliğimin en derin bölümlerinde gördüğüm şeyler inanılacak gibi değildi.”
“Kendi içinde neler gördüğünü de paylaşabilir misin?” diye sordum hevesle. Cal’in ağzından çıkan her sözcüğü dikkatle izliyordum.
“Bunu kendi kendine anlamana izin vereceğim, evlat,” diye karşılık vererek zaten alevlenmiş olan merakımı daha da artırdı. “Biliyorsun, her birimiz kendi iç işlerimizi kendimiz yürütmek durumundayız. Bu bizim en yüce sorumluluğumuz. Kendini inceleyip ‘gerçek sen’in kim olduğunu bulmak. Gerçek kimliğini. İnsan olarak baştan sona ne olduğunu anlamak, hayatın temel amacı. Kendini daha iyi tanıyıp dünyaya daha büyük bir ‘sen’ sunmak, nihai yolculuğun ta kendisi. Hayattaki gerçek basan, içsel başarıdır, biliyorsun.”
“Çok iyi allıyorum.”
“Ben, bir insanın keşfedeceği en büyük hazinelerin, yüreğinde saklı olduğunu anladım. En büyük armağanlar, ancak hayatlarında yüzeyin ötesine bakma cesaretini gösterenlere verilir.”
Söylediği sözleri bir an düşündüm. “Ne yazık ki ben hiçbir zaman kişisel gelişmeden yana bir insan olmadım, Cal,” dedim. “Bir reklam şirketinde çalışıyorum, bu yüzden de günlerimi iş dünyasının içinde geçiriyorum. Orada bütün mesele para kazanmak ve iyi gözükmek. İçinde bulunduğum bu dünyadan gurur duyuyor değilim, ama oyunu oynamasını öğrendim. Oldukça da iyi oynuyorum. Güzel bir arabam var, daha doğrusu vardı. Güzel bir apartman dairesinde yaşıyorum, çok hoş arkadaşlarım var. Gerçi yine de çok mutlu değilim. Eksik olan bir şeyler var. Başarının içsel bir şey olduğu konusunda söylediklerini çok iyi anlıyorum. Kendimle ilgili duygularım daha iyi olsa, eminim hayatım konusunda da çok daha iyi şeyler hissederdim. Ben şimdi bu ‘içsel iş’ dediğin şeye nasıl başlayacağım?”
“Kendi ölümünle bağlantı kurarak başlayabilirsin, Jack. Ölümü düşünmek hayatı kuvvetle onaylayan bir şeydir, biliyorsun.”
“Sahi mi?”
“Tabii. Ancak ömrümüzün kısa, saatlerimizin sınırlı olduğu gerçeğiyle derin ve duygusal bir bağlantı kurduğumuz zaman tam anlamıyla yaşamaya başlarız, sahip olduğumuz her şeyi uyanık olduğumuz saniyelere veririz. Yalnızca bir yıllık ömrün kalsa, eminim şimdi yaşadığından çok daha farklı biçimde yaşardın. Hiç pişmanlık duymadan yaşamaya çalışırdın; risklere girerdin; yüreğini sevgilere açmayı göze alırdın; ihtirasla dopdolu, ağız tadıyla yaşar, değerli şeylere sevinçle odaklanırdın.”
“Değerli şeylere odaklanmak ne demek?”
Cal yavaşça doğruldu, yanındaki masada duran kaleme uzandı.
“Şu kalem gibi yaşarsan, iyi bir hayatın olur,” dedi güven dolu bir sesle. “Çoğumuz hayatlarımızı ucu yuvarlakmış gibi yaşıyoruz. Odağımızı keskinleştirip sivriltmek, bir noktaya dönük yaşamak gerek, şu kalem gibi. Kendin için olağanüstü bir hayat tecrübesini böyle tasarımlar, böyle yaşarsın. Büyük yazar Michel Eyquem de Montaigne şöyle ifade etmiş: ‘İnsanoğlunun en büyük ve en harikulade şaheseri, doğru yaşamaktır. Başka şeylerin hepsi önemsiz destekler ve uzantılardır.’ Görüyor musun, Jack, çoğumuz hayatımızı, sanki dünya kadar zamanımız varmış gibi yaşıyoruz. Tutkularımızı inkâr ediyor, onlardan vazgeçiyor, rüyalarımızı erteliyoruz. Ama hayat aslında çok kırılgan bir armağandır ve hemen o anda yaşanmalıdır. Geriye kaç tane yarınımız kaldığını ikimiz de bilemeyiz. Lütfen bu konuda bana güven.”
“Güveneceğim,” dedim içtenlikle. Yeni dostum için bu dersin ne kadar önemli olduğunu sezmiştim.
“Hayatında gerçekten önemli olan şeylere odaklan. Ben artık daha yaşlı ve daha bilge olduğuma göre, bir zamanlar önemli sandığım şeylerin aslında önemsiz olduğunu anlama fırsatı buldum. Benim küçük ve önemsiz saydığım şeylerse, sonunda en büyük ve en önemli olduklarını gösterdiler, aslında en vazgeçilmez olanlar onlardı.”
“Peki ya ölümümle bağlantıyı nasıl kuracağım?”
“Kendine ‘Kapanış Soruları’ sor.” Cevap çok kesindi.
‘”Kapanış Soruları’ mı? Ben o soruları bilmiyorum, Cal. Sen neden söz ediyorsun?” Yatağımda doğrulup oturdum.
Bu benzersiz, biraz da esrarengiz adamın söyledikleri beni esir almıştı.
“Ölüm döşeğinde, son nefeslerini alıp vererek yatarken zihninin ön bölümünde yalnızca üç soru olur. İşte ben onlara, kişinin ‘Kapanış Soruları’ diyorum. Hayatının sonunda en önemli düşünceler bunlar olacağına göre, neden cesaret gösterip onları bugünden en önemli yere oturtmayalım?”
“O sorular nedir peki?” Hayatimi değiştirecek bir şey duymak üzere olduğumu seziyordum.
“Çok basit: ‘bilgelikle yaşadım mı?’ ‘iyi sevdim mi?’ Yeterince hikmet ettim mi?'”
“Bunların her birini açıklar mısın lütfen?” diye sordum hevesle. “Vakit geç oldu, biliyorum, ama bunu bilmek benim için her şeyi değiştirebilir.”
“Jack, uykuya çok ihtiyacım olsa da, şendeki o hevesi görebiliyorum. Seninle bir araya getirilişimizin ardında bir sebep bulunduğundan en ufak bir kuşkum yok. Dünya böyle işliyor zaten. Hayatına giren herkes, tam onun öğreteceği derse en çok ihtiyacın olduğu anda geliyor.”
“Buna inanıyorum.”
“Dünyamız çok bilge bir yer, hayatlarımız da bir dizi doğal yasaya göre gelişiyor. O yasalar da bir o kadar mükemmel. Biz insanlar, hayatlarımızı rasgele olaylar yönetiyor sanıyoruz, birilerinin hayatımıza tesadüfen girip çıktığına inanıyoruz. Oysa bundan yanlış bir şey olamaz. Dünyamızda hiç karmaşa yok, yalnızca düzen var. Hiçbir rastlantı yok, asla. Hayatlarımız iyi ya da kötü şans tarafından değil, en iyi benliklerimize doğru gelişebilmemiz için tasarımlanmış zeki bir süreç tarafından yönetiliyor.”
“Nereden biliyorsun?”
“Biliyorum işte. Sen de bileceksin.” Cal’in sesinde güven
“İlginç,” dedim. Derin düşünceler içindeydim.
“Sen dünyaya armağanlarını sunmak için doğdun. Ama olay öyle kurgulanmış ki, bir birey olarak parıldayabilmek için, gerçek anlamda parıldamaktan söz ediyorum, önce demin sözünü ettiğim içsel çalışmayı yapman gerek. Kendini tanımalısın; sınırlayıcı inançlarına yakından bakmalı, bunları yeniden yaratmalısın. Ayrıca, kim olabileceğine, nelere sahip olabileceğine, insan olarak neler yapabileceğine dair yanlış varsayımlarını analiz etmeli, onları düzeltmelisin. Korkularınla uğraşmalı, onları birer birer aşmalısın. O zaman yüreğini açabilir, başkalarının mutluluğuna kendi mutluluğundan daha fazla önem verebilirsin. Bunu bir basardın mı, garip ama sen kendin de mutlu olacaksın.”
Yeni edindiğim bilgileri özetledim. “Yani her şey çok sistemli bir biçimde kurgulanmış,” dedim. “Dünyada büyük bir tasarım, bir düzen var. Herhalde ilk yapmam gereken, bunu yöneten doğal yasaları anlamaya çalışmak, öyle mi?”
“Evet, oğlum,” diye karşılık verdi Cal. Anlattığı hayat felsefesine böylesine açık oluşuma sevindiği belliydi. “Bu yasalarla uyum içinde yaşadığında, gerçek gücüne erişebileceksin. Bir doğa gücü haline geleceksin, hayatın bir mücadele alanı olmaktan çıkıp bir kolaylık, bir akış alanı olacak. Hayalinde ne olmayı düşlemişsen hepsini olabileceksin. Yüreğinin arzu ettiği her şeyi doğal olarak ve hiç çabasız hayatına çekebileceksin. Hayatın sanki sihirliymiş gibi bir işlerlik kazanacak.”
Söylediklerini bir an sindirdim, sonra konuştum: “Ama tam nereden başlamam gerektiğini düşünüyorum. Şu sıralar benim için gerçek bir mücadele dönemi, bunu itiraf etmem gerek. Artık kim olduğumu bile bilmiyorum, ama hayatımı daha iyiye götürebilmek için istek duyuyorum. Kız arkadaşımla ilişkimi yeni bitirdim. İşime tahammül edemiyorum. Ayın sonunda elimde avucumda pek bir para kalmıyor, oysa maaşım iyi. İçimde hiç geçmeyen derin bir sızı varmış gibi geliyor.”
“O sızıya güven, evlat.”
“Ne?” diye patladım. Doğru duyduğumdan emin değildim.
“O sızıya güven,” diye tekrarladı Cal. “Öğretmenlerimden öğrendiğime göre, ancak çoğumuzun kaçtığı duygu ve özlemlere özen gösterdiğimiz zaman en büyük cevaplara ulaşabiliyoruz. Duygularımız bize çok büyük bir bilgelik kazandırıyor, bilinçaltımızdaki bilgileri getiriyor. Bilinçaltımız, evrenin bilgeliğiyle aramızdaki bağlantıdır. Bilinçli düşüncelerimiz çok sınırlıdır, ama bilinçaltımızdaki düşüncelerimiz sınırsızdır, sonsuzdur.
“Biliyorsun, çoğumuz duygularımızı inkâr ederiz. Toplum öğretmiştir bize bunu yapmayı. Küçük yaştan itibaren kendimizi hissettiğimiz şeylerden koparır, ayırırız. Ağlama, denir bize. Çok yüksek sesle gülme, denir. Üzüntü duymanın, hatta öfkeye kapılmanın yanlış olduğu söylenir. Oysa duygularımız doğru da değildir, yanlış da; yalnızca duygularımızda onlar; insanlık deneyiminin gerekli bir parçasıdır. Onları inkâr etmek, sana ait bazı bölümleri kapatmak, kepengi indirmek demektir. Bunu yapmaya devam edersen, gerçekte kim olduğunla bağlantını kaybedersin. Yalnızca kafanın içinde yaşamaya başlarsın ve duygularını hissetmez olursun.”
Cal bir an sustu, gözlerimin içine baktı. “Bahse girerim, gün boyu tek yaptığın şey düşünmek, düşünmek, düşünmektir Jack,” dedi. “Zihnin durmak bilmeyen bir kelime makinesi ve hiç iç huzurun yok. Mevcut ânı yaşamayı, tamamen hayatta olmanın nasıl bir şey olduğunu hissetmeyi bırakmışsın, geçmişte ya da gelecekte yaşamakla çok fazla meşgulsün. Zihin nadiren şimdiki zamanda yaşar, bunu biliyor muydun? Her an, ya geçmişe kaygılanır ya da geleceği düşünür. Ama onların hiçbiri gerçek değildir. Gerçek olan şeylerin hepsi, karşında olanlardır. O ânı kaçırma, çünkü hayatının olduğu yer orası.”
İçimi çekerek, “Ne kadar doğru,” diye yorumda bulundum. Bu adamın sözleri gerçeği yansıtıyordu, bunu bedenimin içinde hissediyordum. “Hepsi son derece anlamlı gözükmeye başlıyor,” diye mırıldandım.”Keşke benimle paylaştığın bu bilgeliği daha çok kişi duysaydı da gözleri açılsaydı. Dünya çok daha iyi bir yer olurdu.”
“Hazır oldukları zaman onlar da duyarlar. Eski bir söz vardır: ‘Öğrenci hazır oldu mu, öğretmen ortaya çıkar.’ Nehri yukarı akıtamazsın, biliyorsun.”
“Günümüzde galiba çok fazla kinizm var,” diye cevap verdim. “Çocukken sahip olduğumuz büyük hayallere artık inanmıyoruz. İstediğimiz hayatı yaratacak gücümüz olduğuna inanmıyoruz. Yaptıklarımızla gerçek bir fark yaratabileceğimizin farkında değiliz.”
Cal başını sallayarak doğruladı. “Çoğumuzun takılıp kalması da ondan zaten,” dedi. “İçimizde şaşılacak büyüklükte bir güç var; biz onunla olan bağımızı kaybetmişiz. Bunun nedeni biraz da korku. Hayatımızda bizi bekleyen olanaklar mucize düzeyinde. Yaratma potansiyeline sahip olduğumuz şeyler gerçekten mucize gibi! Bunu yapmak için doğanın gücüyle uyum içinde olmamız gerek; inanılmaz şeyler yapabiliriz, gerçekten. Ama bütün o potansiyel, yanında bazı sorumlulukları da getiriyor… ve bu bizi korkutuyor. Bu yüzden, kendimize inanmıyoruz. Gücümüzü inkâr ediyor, yaşamamız gereken olağanüstü hayatların başarısına engel oluyoruz.”
“Sanki kendi kendimizi baltalıyoruz. En çok istediğimiz şeyden kaçıp duruyoruz.”
“Evet, tam öyle yapıyoruz. Kendimiz önemli değilmişiz gibi numara yapıyor, özel biri değilmişiz gibi hareket ediyoruz. Dünyanın gerçek işleyiş biçimine gözlerimizi yumuyor, onu yöneten doğa kanunlarına güvenmiyoruz. Bu kanunların hayatında harekete geçmesi için, senin insan olarak onlara bütünüyle güvenmen gerek. İşe yarayacaklarına inanmazsan, ise yaramaklar. En iyi hayatlarımıza erişmek için hepimiz zihnimizde bazı temel değişiklikleri gerçekleştirmeliyiz. Hatta daha bile önemlisi, her birimiz yüreğimizde de bazı temel değişiklikler yapmalıyız. O da ancak sana sözünü ettiğim doğa kanunlarına güvenerek olabilir.”
“Demek önce bu kanunların işe yarayacağına güvenmem gerek, ancak o zaman sonuç alacağım?”
“Doğru. Şömine gibi bir şey. Isı elde etmek için önce odunları oraya koyman gerek. Odunsuz bir şöminenin karşısında oturmak ısınmanı sağlamaz. İnsanların çoğu güvenmiyor, evrenin parlaklığına ve kendilerinin oradaki güzel rolüne inançları yok. O yüzden de hayatlarında hiçbir sihir yok. Dünyanın nasıl işlediğini anlamadıkları ve aynı zamanda artık lider olmadıkları için.”
Bu söz beni şaşırtmıştı. “O da ne demek?”
“Aydınlanmanın ilk başladığı nokta, herkesin uğrunda mücadele verdiği anaç, içsel liderliktir. Liderlik iş dünyasındaki insanların ofiste yaptığından çok daha öte bir şeydir. Liderlik baştan sona kişisel sorumlulukla, kendini keşfetmekle, dönüşeceğimiz insan olarak dünyada değer yaratmakla ilgili bir şeydir. Pek çok insan, hayatında ters giden şeyler için hep başkalarını suçlamakla vakit harcıyor. Evdeki mutsuzluğumuz için eşimizi, işteki sıkıntılarımız için patronumuzu, otoyolda bizi kızdırdıkları için yabancıları, güçsüz kalmamıza neden oldukları için annemizle babamızı suçluyoruz. Suçlama, suçlama, suçlama, suçlama. Oysa başkalarını suçlamak, kendine bahane uydurmaktan başka bir şey değildir. Şimdiki hayatiniz için başkalarını suçlamak çok hazin bir yaşama biçimidir. Öyle yapmakla kurban rolü oynamış olursun.”
“Sahi mi?”
“Kesinlikle. Çünkü böyle yaşamak derken, kendi hayatını yönlendirme gücün olmadığını ifade ediyorsun. Hayatinin değişmesi için, eşinin, patronunun ya da otoyoldaki yabancıların değişmesi gerektiğini söylüyorsun. Bu son derece ‘iktidarsız’ bir yaşama biçimi. Liderlik bu tür bir hayat felsefesinin neresinde?” Cal’in sesindeki yoğunluk artarken, tonu da yükseliyordu. “Hayatını bir üst seviyeye yükseltmenin tek yolu, lider gibi davranmak, hayatinin gerçek liderliğini ele almaktır. Aynaya bakıp kendine, içindeki en derin yerden, ‘Hayatimin değişmesi için ben kendim değişmeliyim,’ dediğin anda, işte o anda büyürsün; seni en iyi hayatına götürecek kapıdan geçersin.”
“Acaba neden bu böyle?”
“Çünkü, Jack, o anda hayatını kendi eline almış oluyorsun,” dedi Cal heyecanla. Ellerini dikkat çekici bir edayla havaya kaldırmışa. “Sana sunulan yazgının sorumluluğunu üstleneceksin. Hayatına direnmekten vazgeçip olanı kabulleneceksin. Sana anlatıp durduğum o asla değişmeyen doğa kanunlarıyla uyum içinde olacaksın. Hayatin işleyişini zamanın başlangıcından beri yönetmiş olan kanunlarla. Gücünü geri alacaksın.”
Cal sustu, gözlerime derin derin baktı. “İşaret parmağını bana doğru uzat, evlat,” dedi.
“Ne?”
“Dediğimi yap.” Sesi sertti.
Elimi kaldırdım ve doğruca tuhaf oda arkadaşıma doğru uzattım.
“Ne görüyorsun?” diye sordu.
Dürüst bir cevap verdim. “Derim soyuluyor sanki.”
“Hayır, çocuğum. Daha derinlemesine düşün. Hayat yolculuğunda bunu hepimizin daha sık yapması gerek. Tefekkür bilgeliğin anasıdır, bilirsin. Tamam, tek parmağınla beni gösteriyorsun, ama öteki parmakların kimi gösteriyor?”
Cal’in basit ama güçlü gösterisi beni etkilemişti. Demek istediği çok açıktı: Birine doğru yönelttiğimiz bir parmağa karşılık, diğer üç parmak bizi gösteriyordu. Bunu anladığımı ona da söyledim.
“İşte kavradın!” dedi neşeyle. “Hayatında beğenmediğin şeyler için başkalarını suçlamaktan vazgeç. Aynaya bak, hayatinin hesabını vermeyi kabullen. Kişisel değişim ve hayat liderliği böyle başlar.”
Ona gülümsedim. “Tamam. Ne demek istediğini anlıyorum.” Cal’in bilgeliğini ve verdiği dersleri sindirmek için bir an bekledikten sonra, “Senin düşünüş biçimin birçok kişiden çok farklı,” dedim.
“Biliyorum. Bunun nedeni, çoğu kişiden daha fazlasını görebilmem. Başkalarından üstün olduğum için değil, en iyilerden bir şeyler öğrendiğim için.” Alçakgönüllülükle konuşuyordu.
“Ne demek istiyorsun?”
“Aklıma klasik fiziğin babası Isaac Newton’un bir sözü geliyor: ‘Başkalarından daha uzağı görüyorsam, devlerin omuzlarında ayağa kalktığım içindir.’ Anlıyor musun? Ben de hayatımda bazı olağanüstü rehberlere rastlama şansına eriştim. Seninle paylaştığım bu bilgelik, bana ait değil.”
“Değil mi?”
“Hayır, benim sayılmaz. Bunları üç öğretmenden öğrendim. Üç tane olağanüstü insan hayatimi değiştirdi. Her şeyi onlara borçluyum.”
“Onlarla tanışabilir miyim?” diye sordum heyecanla.
“Elbette, hatta sandığından da erken aslında. Daha önce sözünü ettiğim ‘Kapanış Soruları’nın anlamını sana onlar anlatacak. Aradığın cevapları sana asıl onlar verecek. Hayatının gerçek lideri olmanın, dünyanın doğal kanunlarıyla uyumlu yaşamanın ne anlama geldiğini öğrenmek için en iyi kaynak onlar. Usta olan onlar. Ben yalnızca öğrenciyim.”
Tam o sırada Cal öksürmeye başladı. Başlangıçta yumuşaktı, ama hızla şiddetlendi. Yüzü kızardı, alnından aşağı bir ter damlası süzüldü.
“Tanrım, Cal! Hemşireyi çağırayım mı?” Kaygılanmıştım.
“Yok, iyiyim,” dedi. Soluğu hırıldıyordu, yüzü ölü gibi bembeyazdı. “Gerçekten biraz uykuya ihtiyacım olduğunu düşünüyorum,” dedi. “Bak, inan bana, yarın senin için çok büyük bir gün olacak, belki şimdiye kadar yaşadığın günlerin en önemlisi bile olabilir. Senin yeni başlangıcın olabilir,” diye ekledi gerilimli bir sesle. Mavi gözleri soğuk kış gecelerindeki yıldızlar gibi parlıyordu.
“Seni tanımak gerçekten harika oldu, Jack,” diye devam etti Cal. “Dediğim gibi, böyle olman gerekiyordu — bu güzel bağlananın oluşması gerekiyordu. Bu gece birbirimizin hayatına bir sebeple girdik. Dünya böyle işliyor,” diye gülümsedi, sonra dönerek örtüleri omzuna çekti, kendi kendine kıkır kıkır güldü. “Dünya böyle işliyor,” diye tekrarladı. “Hayat gerçekten güzel.”
Oda bir an sessiz kaldı.
Sonra, “Ha, bu arada, evlat,” diye ekledi yavaşça, “seni seviyorum.”Yola Koyulmak
“Geride bıraktığımız kalplerde yaşamak, ölmek değildir. ”
Thomas Campbell

Ertesi sabah uyandığımda pırıl pırıl güneş ışığım yüzümde buldum. Kendimi çok daha iyi hissediyordum. Tam olarak iyileşmem için daha zamana ihtiyacım olduğunu bildiğim halde, yepyeni bir umut duygusu vardı içimde. Ne olursa olsun, her şeyin iyi olacağından emindim.
Gece Cal’le, o benzersiz ilginç adamla konuşmalarımız, içimde yıllardır yaşamadığım bir sevinç duygusunun uyanmasını sağlamıştı. Onun bilgeliği ve hayatlarımızın akışına ilişkin felsefesi gerçekten müthişti. Sabırsızlıkla beni hayatını değiştiren üç öğretmenle tanıştırmasını bekliyordum.
Gerçi uykuya dalarken beni sevdiğini söylemesini garip bulmuştum, ama bunun daha zengin bir hayat yaşamak ve gerçek liderliği göstermek için kullandığı yöntemlerden biri olduğunu varsaydım. Sohbetimizi sürdürmeye, çabucak saygı uyandırabilen bu adamdan daha fazla şey öğrenmeye can atıyordum.
Hevesle, “Günaydın, Cal,” diyerek hastane yatağında kediler gibi gerindim. “Bugün bizim için harika bir gün olacak, dostum.”
Cal öbür duvara dönük yatıyordu. Cevap vermedi.
“Hey, Cal, saat on olmuş, uyanma vakti. Beni oraya kadar getirme şimdi,” diye şakalaştım.
Cal kıpırdamadı. Bir anda midemde bir düğüm oluştu, başım dönmeye başladı, en kötü şeyden korkmaya başladım. “Hemşire!” diye bağırdım. “Lütfen gelin, hemen yardıma ihtiyacım var!”
Üç hemşire birden odaya daldı.
“Cal’e bir şey oldu galiba! Dün gece iyiydi, sonra öksürüğü tuttu. Geçer, dedi ama şimdi iyi değil sanırım.”
Hemşireler ona yardım etmeye çalışırken Cal hâlâ hareketsizdi.
Giderek artan bir kaygıyla, “Umarım iyidir,” dedim.
Hemşirelerden en kıdemli olanı, “Cal ölmüş,” dedi. Sonra daha yumuşak bir sesle ekledi. “Üzgünüm.”
Başka bir hemşire, “Cal çok uzun süreden beri hastaydı, Jack,” diye belirtti. “Kanser tüm vücuduna yayılmış, yapılabilecek bir şey kalmamıştı. Dün gece buraya getirilmeyi kendisi özellikle istedi, nedenini hiçbirimiz bilemedik. Son dileğiydi. Biz de istediğini memnuniyetle yaptık.”
“Seni çok uzun zamandan beri tanıdığını, konuşmak istediğini söyledi,” diye araya girdi kıdemli hemşire. “Cal oldukça esrarengiz bir adamdı, anlarsın ya.”
“Biliyorum,” dedim. Hayatıma bir melek gibi giren, yaşamımın yönünü başka tarafa çeviren, onca zaman özlemini çektiğim yeni başlangıcı bana sunan adamın kaybı yüreğimi gerçek bir hüzünle doldurmuştu.
Saygı dolu bir sesle, “Cal şaşırtıcı bir adamdı,” dedim. “Öldüğüne inanamıyorum, kısacık bir zamanda beni öylesine değiştirdi ki, değerini ancak zaman içinde anlayabileceğim.”
Üç hemşire hep bir ağızdan, “Dünyada işler böyle yürür,” dediler. Kaybettiğim oda arkadaşımın ifadesini kullanıyorlardı. Birbirlerine gülümsediler.
Bir tanesi, “Cal’i çok severdik,” dedi. Öbür ikisi Cal’in yüzünü bir çarşafla örtüp onu özenle odadan çıkarırken, “Bu arada, senin için bir paket bıraktı,” diye konuştu. “Paketi sana bu sabah vermemizi tembihledi. Sanki sabah olmadan öleceğini biliyormuş gibi.” Konuşurken gözlerine yaşlar hücum etti. “Gidip getireyim onu sana.”
Birkaç dakika geçmeden geri döndü, süslü kâğıda sarılmış paketi bana uzattı. Kâğıdın deseni, kumsalda oynayan ve yüzen neşeli çocuklardı. Resimler elle, özenle çizilmiş, sonra boya kalemleriyle boyanmıştı. Harika resimlerdi.
Hemşireye, “Bunu yalnızken açsam bir sakıncası var mı?” diye sordum. “Benim için özel bir an bu. Tek başıma yaşamak istiyorum. Kendimce Cal’e saygımı göstereceğim.”
“Tabii. Mahzuru yok,” diye karşılık verdi hemşire. “Hepimiz Cal’e çok üzüldük, ama senin için yapabileceğimiz bir şey varsa, söyle yeter. Koridorun ilerisinde, hemşire odasında olacağız.”
“Sağ olun.”
Paketi dikkatle açtım. İçindeki hediyeye ulaşabilmek
için kat kat ince kâğıtları sıyırmam gerekti. Bunu başarınca, gördüğüm şey karşısında şaşkınlığa uğradım.
Birbiri üzerine özenle yerleştirilmiş üç uçak bileti. Daha dikkatli bakınca, bunların dünyadaki en dikkate değer üç yer için birinci sınıf biletler olduğunu gördüm: Roma, Hawaii ve New York.
Biletlerin yanı sıra, bu yerlerin her biriyle ilgili birer harita üzerinde işaretli bir rota ve kırmızı mürekkeple yuvarlak içine alınmış bir x işareti gördüm, sanırım bunlar gitmem gereken yerlerdi. Armağanın son bölümü, Cal tarafından elle yazılmış bir nottu:
Sevgili Jack,
Senden bu kadar çabuk ayrıldığım için ününüm, oğlum. Çok iyi bir gençsin, büyük potansiyelin var, kaderinin onurlu, neşeli bir hayat sürmek ve güzel bir şekilde gelişmek olduğunu biliyorum. Senden ayrıldığım için üzgünüm, ama çok da mutluyum ve büyük tatmin duyuyorum, çünkü ben harikulade bir hayat yaşadım, yıldızların altındaki kutlamaların ve güneşin altındaki özel anların tadını hak ettiğimden daha fazla çıkardım.
Hayatın vadilerinden geçip derin hüsünler yaşadım. Yüksek doruklarına tırmandım, hakkım olandan fazla mutluluğa eriştim. Evet, payıma düşenden faikla hatalar da yaptım. Ama oğlum, pratik bir insanım ben, hep öyle oldum. Risk alıp başarısızlığa uğramanın, hiç risk almamaktan çok daha iyi olduğunu öğrendim.
Şu anda hayatında bir dörtyol ağzındasın, biliyorum. Bu sana çok zor bir dönemmiş gibi gözükse de, en büyük sorunlarına cevap ararken, bunun harikulade bir %aman olduğunu da bil. İnsanın en canlı hali bilinmeyende yaşadığı zamandır, çünkü o yerde her şey mümkündür. Dünyaya açılıyorsun, demek dünya da artık sana açılmaya başlayacak.
Tüm öğrenmen gerekenleri sana ben öğretemem. Hayat yolumda giderek bilgeleştim, ama ayağının dibinde oturup söylerini dinlemen gereken, güçlü bilgeliklerini kendi ağıllarından öğrenmen gereken başka öğretmenler de var. özellikle üç tanesi. Tümüyle iyileştiğin ”aman, onları ziyaret etmeni şiddetle tavsiye ederim. Onurlu, verici insanlar. Her biri, olağanüstü bir hayat yaratmanın yolunu keşfetmiş. Senin rehberin olmayı da kabul ettiler.
Sana üç uçak bileti hazırladım, ilk önce Roma’ya git. Haritadaki rotayı izle, ilk öğretmenini bul. Her şey ayarlandı. Oraya vardığında, Kapanış Soruları ’nın ilkini öğreneceksin: “Bilgece yaşadım mı?” Hayatım soylu ve aydınlanmış bir biçimde yaşayabilmek için onu nasıl yönetmen gerektiğini öğreneceksin. Bu ilk öğretmenden, dışarıda büyük bir huzurla yaşayabilmek için hayatının içindeki armağanları keşfetmenin önemini öğreneceksin. Bir insan olarak nasıl derinleşeceğini keşfedeceksin
Sonra Hawaii’ye git. Orada bulacağın rehber müthiş bir karakter. Ama onun basit görünümüne, şakacı tavırlarına aldanma O öğretmen gerçek bir ustadır. Sana Kapanış Soruları’nın İkincisiyle ilgili harikulade bir felsefeyi açıklayacak: İyi sevdim mi?” Ondan hayatın kendisini, onun içinde yer alan her ânı nasıl seveceğini öğreneceksin. Mutluluğunu deneyimlemen, harikulade bir serüven duygusuyla yaşaman ve yüreğini yepyeni bir gerçeğe açman için sana esin kaynağı olacak.
Ondan sonra, kişisel değişimini tamamlamak üzere, New York ‘a gideceksin. Orada gerçekten istisnai bir insanla karşılaşacaksın, o da seni Kapanış Soruları’nın üçüncüsünden geçirecek: ‘Yeterince hizmet ettim mi?” O öğretmenle, bu gezegende nasıl lider olunabileceğini öğreneceksin, yalnız kariyerin açısından değil, hayatın açısından da.
Bu sürecin tümü senin üç ayını alacak ama bak inan bana, sonunda temelden değişmiş olacaksın. Nereden mi biliyorum? Çünkü ben de onların öğrettikleri sayesinde çekirdekten değiştim. Lütfen şu anda zihninde uyanmaya başlayan o içsel eleştiriye teslim olma İnsan olarak gelişme fırsatı ne zaman karşımıza çıksa, o küçük cin hemen dır dır konuşmaya başlar. Bu cin, korkunun sesinden başka bir şey değildir O konuşan, senin kendi gerçeğin değildir. Şen. değilsin. Sana sevgiyle önerdiğim sürece güven, yeter. Üzerinde yürümekte olduğun yolla ilgili tüm kaygılarından kurtul, bir çocuğun merakıyla yola koyul, yolun öbür ucundan yeni bir insan olarak çıkacağını bil ya da daha doğrusu, gerçek kimliğine, olmak üzere yaratıldığın kişiye çok daha yakın biri olacak çıkacağına inan.
Keşke sana bütün bu olaylarda rehberlik edebilseydim, ama bu yolculuğu tek başına yapmalısın. Sana iyilikler diliyorum, oğlum. Dua ediyorum. Başarın için dua ediyorum. Ve sana tüm sevgimi veriyorum.
Baban,
‘ Cal Valentine
Bu nota, özellikle de son kelimelere çok şaşırmıştım. Cal gerçekten hiç tanımadığım babam olabilir miydi? Cevap verilmemiş pek çok soru vardı ve hepsi de zihnimde kıpır kıpırdı. Bunca yıldır nerelerdeydi? Neden benimle temas etmeye çalışmamıştı? Onu sevmeli miydim, yoksa yıllar önce beni ve annemi terk etti diye ona kılmalı mıydım? Kafam karmakarışıktı.
Eski yaralarımın yeniden açılmaya başladığını hissediyordum. Sonra, uçak biletlerinin gerçek olup olmadığını, Cal’in verdiği talimata güvenilip güvenilemeyeceğini düşünerek pakete baktım. Acaba tavsiye ettiği bu yolculuk güvenli miydi?
O sırada içimde bir şeyler kıpırdamaya başladı. Birlikte geçirdiğimiz o kısa süre içinde Cal bana karşı çok iyi davranmışa. Hayatının son anlarında tek istediği şeyin bana yardım etmek, rehberlik etmek, bana bir şeyler öğretmek olduğunu sezdim. Bana olan sevgisini hissediyor, bunun gerçek olduğunu biliyordum. Bu yolculuğa çıkmamı istiyordu, ben de kendimi buna zorunlu hissediyordum. İncinmişliğimle, yaralarımla, zaman içinde uğraşırdım, ama sonunun iyi biteceğini biliyordum.
Hasta yatağımda tek başıma otururken, bilincimde bir tek kelime egemendi: güven. Ben de güvendim. Her şeyi şu anda anlamak zorunda değildim. Hayatım önümde açılıyordu, ben de o yolculuğun keyfini çıkaracaktım. Geçmişte bir şeyleri oldurmak için çok çaba harcamıştım: plan yaparak, düşünerek, kaygılanarak. Dünya bana harikulade bir fırsat sunmuştu, ben de kendimi o fırsatı kapmakta özgür hissediyordum. Kendi kendime, her zaman istediğim o harika hayatı yaratabilmek için ihtiyaç duyduğum cevapları bulmanın yolu olayları kafamın içinde canlandırmak olsaydı, şimdiye kadar bu cevapları çoktan bulmuş olmam gerekirdi, dedim.
İçimden bir ses, “Başka türlü yaşamak da mümkün, Jack,” diyordu. “İş görmek için çok daha güçlü bir yol. Cevapları kafanın içinde bulmakla hiç ilgisi yok, tamamen kalbindeki fısıltıları dinlemekle ilgili. Yapmakla bu kadar meşgul olmayı bırak, olmak için daha çok zaman ayır. Hayatını dünyayı yöneten doğa kanunlarıyla uyumlu hale getirmeye niyetli ol. Cevapların orada yatıyor.”
Bir zamanlar saygın psikolog Abraham Maslow’un bir sözünü okumuş, hiç unutmamıştım. Şimdi başlayacağım yolculuk için o söz çok uygundu. Bunu sizinle paylaşmak istiyorum:
“En yüce olanaklarımızdan korkarız… En mükemmel anlarımızda, en kusursuz koşullarda, çok cesur olduğumuz zamanlarda kısacık bir an görebildiğimiz şey olmak genelde bizi korkutur. O doruk anlarda kendimizde görebildiğimiz olanaklara sevinir, hatta coşarız, ama bir yandan da o olanaklar karşısında zaaf içinde, dehşet içinde, korku içinde titreriz-”
Gözlerimi kapatırken yüzümde güneşin ışığını hissettim, ahenkli kalp atışlarımı dinledim. Benliğimin merkezinde biliyordum ki hayatım -en iyi hayatım- bana doğru yaklaşmaktaydı. Kaderimin bana doğru gelmekte olduğunu hissediyordum.ERMİŞ
Dünyanın İşleyiş Biçimine Açılmak Gerçekten İşe Yarar
“Mertçe yaşayanlar, yaşarken dikkat çekmeseler bile, boşa yaşadıklarım düşünmemeleri gerekir. Onların hayatlarından bir şey yayılmakta, o yayılan şey, arkadaşlarına, komşularına, hatta belki geleceğin çok uzaklardaki çağlarına bir ışık gibi yol göstermektedir ”
Bertrand Russell

“Kim olduğunu hatırla, dedi. Sen bir ustasın. ”
Aniesa Thames

İlkbahardı ve ben Roma’daydım. Yaşamak için çok güzel bir zamandı. Kazadan sonra tümüyle iyileşmiştim. Kendimi hiç bu kadar iyi hissettiğimi hatırlamıyordum. Çalıştığım reklam ajansından üç aylık ücretsiz izin almış, oturduğum daireyi de eski bir üniversite arkadaşıma kiralamıştım; kızcağız iyi talihine inanamamıştı. Kız arkadaşımla ilişkime zaten son vermiştim. Dost olarak ayrıldığımızı söylemekten mutluluk duyuyorum. Yıllardır ilk defa hayatım konusunda iyi duygular taşıyordum… ve maceraya da hazırdım.
Cal’le yaşadığım tecrübe hiç aklımdan çıkmıyordu. O sihirli karşılaşmamızdan bu yana, onu ve bilgeliğini en azından birkaç dakikalığına düşünmediğim bir tek gün bile geçirmemiştim. Bilgisi köklerimin derinlerine kadar işlemişti. Onun ölümünden bu yana geçen her gün, benimle paylaştığı benzersiz bakış açısıyla ilgili yeni içgörüler kazanıyordum. Güvenimi gerçekten hak ettiğini anlamıştım: Roma’ya birinci sınıf uçak bileti gerçekti. Tıpkı söz verdiği gibi bu yolculukla ilgili her şey en iyi biçimde ayarlanmıştı. Cal benim kişisel değişimimi enine boyuna düşünmüş, bu benzersiz yolculuğun her ayrıntısını en iyi şekilde ayarlamaya büyük özen göstermişti. Bana olan sevgisini şu anda bile hissedebiliyordum.
inanamıyorum; burada, Roma’dayım, dünyanın bütün yamanları benim ve içinde birkaç parça giysi olan bir sırt çantasından başka kaygılanacak bir şeyim yok, diye düşündüm kentin tarihi kesimindeki dar parke taşlı yollarda yürürken. Havada gülümsememe ve bu yeni çevrede kendimi rahat hissetmeme neden olan tatlı bir koku vardı. Sanki bu inanılmaz yerde olmam gerektiğini hissediyordum, kişisel keşif yolculuğum buradan başlayacaktı. Sanki kader getirmişti Cal’i hayatıma. Beni şu an bulunduğum yere de kader getirmişti. Tek yapabileceğim, tümüyle mevcut anda kalmak, karşıma çıkacak şeylere açık olmaktı. Bu benim için tam anlamıyla değişik bir yöntemdi. Trafik kazasına kadar olan hayatımı şekillendiren o planlı ve katı yaşam biçiminden tamamen farklıydı.
Yine de, benliğimin bir bölümü, bu yeni tarzın eskisinden çok daha güçlü olacağını biliyordu. Artık hayatım önde gidiyor, beni ardından sürüklüyordu. Getirdiği armağanların keyfini çıkarmaya, sürprizlerin lezzetim tatmaya hazırdım. Daha da açık konuşmak gerekirse, sanki bir çift gizli el ya da görünmez bir güç beni en yüce ve en gerçek hayatıma doğru götürüyordu. Hayatımın o noktasında bütün bunların bana nasıl bir duygu verdiğini anlatabilmek çok zor. Yalnızca son derece rahat ve derin bir huzur içinde olduğumu söyleyebilirim.
Bu kuvvetin, bu görünmez gücün aslında doğanın gücü olduğunu daha sonra anladım. Yıldızları yaratan, günbatımını getiren gücün aynısı. Her canlı varlığın nabzında atıyor, onu fark edecek ve onunla uyum içinde yaşayacak herkesin erişebileceği bir yerde.
Her şey, dünya görüşümüzün önüne çektiğimiz perdeyi açmakla ve hakikati aramakla başlıyor. Kendi içime ne kadar derinlemesine girersem, hakikat bana o kadar net görünüyor. İnsan olarak liderliğin anlamının da bu olduğuna inanıyorum. Olay kişinin hakikati arama çabasından başka bir şey değil, geçmişte yaşadıklarımızın ve gelecekte olacağımız şeyin hakikatini; neden burada olduğumuzun ve bulunduğumuz yere geliş şeklimizin hakikati. Bizi özgür kılan şey, hakikati keşfetmek ve sonra da hayatlarımızı o doğrultuda yaşamaktır.
Tecrübelerimden ve zaman içinde karşıma çıkan kişisel derslerden, hayatımın liderliğinin aynı zamanda sıkı sıkıya tutunduğum mevcut hakikat anlayışımı bırakmama bağlı olduğunu öğrendim. Hayatlarımızın nasıl olacağını şimdiden tahmin etme alışkanlığından hepimiz kurtulmalıyız. Aslında en güçlü benliğimize erişmek için (ya da o süreci başlatmak için), böylesine korkuyla tutunduğumuz kontrolü bütünüyle bırakmamız, harikulade evrenimizin getireceği her türlü olanağa kendimizi açmamız gerekiyor. Bunun için alçakgönüllü olmamız lazım, çünkü öncelikle bizim için neyin en iyi olduğunu ancak biçim bileceğimiz inancını bir kenara bırakmalıyız. Mutlu olmak için hayatımızda ihtiyaç duyduğumuzu düşündüğümüz şeylere hiç de ihtiyacımız atmayabileceğim anlamamız lazım. Bu adımın büyük bir alçakgönüllülük istediğim söylüyorum, çünkü gerçekten kendimizi, içinde yaşadığımız dünyanın o çok daha güçlü aklına teslim etmemizi gerektiriyor. Başlangıçta bu çok korku verici bir şey, kabul ediyorum ama en büyük korkularımızın öteki tarafında en büyük servetimizin saklı olduğunu öğrendim.
Sanırım her şey, planladığımız gibi gelişmese de, hayatlarımızda her şeyin iyi olacağına inanmamıza bağlı. Aynı zamanda, şu anda görebildiğimizin çok ötesinde ve çok daha büyük bir başarıya inanmakla ilgili. Arthur Shopenhauer aşağıdaki sözlerinde aşağı yukarı bunu anlatıyordu: “Her insan kendi görüş alanının sınırlarını, dünyanın sınırları olarak algılar.” Bazıları öyle yapmaz. Onlara katılın.
Bir saat boyunca Cal’in yol tarifim izleyerek ilerledikten sonra, haritada çarpı işaretiyle gösterilmiş pazaryerine yaklaştım. El yazısıyla yazdığı not adeta şifre gibiydi: “Vitray camlı pencereyi bul, hayatı yeni bir mercekten göreceksin.” Yürümeyi sürdürürken haritada işaretli binayı arıyordum ki, birdenbire soluğumu kesen bir şey gördüm.
Tam karşımda inanılmaz güzellikte bir katedral vardı. Kapıları ardına kadar açıktı, basamaklarında gül buketleri göze çarpıyordu. Girişten dışarı barok müzik sesleri geliyor, bu harikulade sesler dalga dalga sokağa kadar ulaşıyordu. Katedralin önündeki sütunlar taş kaplamaydı ve tabii orta yerde de mağrur ve heybetli bir vitray pencere duruyordu, ömrümde gördüğüm renkli cam desenlerin en etkileyicilerinden biriydi!
Orada huşu içinde durdum, müziği dinledim, o ânın ışıltısını tattım. Gözlerime gerçekten yaşlar doluyordu. Kalbimin atışları hızlandı, avuçlarım terlemeye başladı. Hayatlarımızın yalnızca bir dizi “an”dan oluştuğunu anladım; bir ânı kaçırırsanız, hayatınızı kaçırmış oluyorsunuz.
Bereket versin o özel ânın keyfini çıkaracak bilgeliğe sahiptim. Bu da bir bakıma beni kendimden daha büyük bir şeye bağlıyordu. Duygularım yalnız olmadığımı söylüyordu bana. Hayatım boyunca hiçbir zaman yalnız kalmamış olduğumu söylüyordu. Aklıma Margaret Fishback Powers’in ünlü “Ayak İzleri” hikâyesi geldi. O hikâyede bir adam rüyasında kendini Tanrı’yla birlikte bir kumsalda yürürken görüyordu. Gökyüzünde adamın hayatından çeşitli sahneler parlayıp sönüyor, adam kumlara baktığında iki kişilik ayak izi görüyordu. Biri kendisine, diğeri de Tanrı’ya aitti.
Derken adam, hayatının sahnelerini izlerken birdenbire hayranlık uyandırıcı bir şeyi fark ediyordu: Belli zamanlarda kumdaki ayak izleri bir kişiye aitti. Bu tek kişilik izler, yalnızca hayat yolculuğunun en zor ve acılı zamanlarında ortaya çıkıyordu. Adam bu gözlemini Tanrı’ya açtı, yardıma en çok ihtiyaç duyduğu dönemlerde yalnız bırakılmış olmaktan ötürü ne kadar üzüldüğünü söyledi. Tanrı durumu büyük bir sevgiyle izah etti: O acılı dönemlerde Tanrı, adamı kucağına alıp taşımıştı.
Adamın dünyaya bakışını değiştiren bu çok özel rüyayı düşünüyordum ki, katedralin içinden güçlü bir ses duydum: “Jack, başardın! Seni burada görmek harika!”
Bir rahip beni karşılamak üzere koşarak geldi. Geleneksel ibadet giysileri içindeydi, bir elinde tespih, diğerinde kırmızı kurdeleyle bağlanmış bir kitap vardı. Basamaklardan indi, tam karşımda durup sırıttı.
“Bu senin için, Jack,” diyerek kitabı uzattı. “Cal senin geleceğini bana söyledi. Bizimle kalabilmen için hazırlandık. Umarım bu armağandan hoşlanırsın, içgörülerini yazman için bir anı defteri. Günlük tutmak, öz-değişim için çok güçlü bir uygulamadır, ayrıca burada kaldığın süre boyunca not etmek isteyeceğin pek çok gözlemin olacağını da biliyorum.”
“Kalış sürem mi?”
“Evet, genç dostum. Dört hafta boyunca burada benimlesin. Sana hayat koçluğu yapacağım, en yüce ve en iyi benliğine erişmene yardım edeceğim. Sana kader gibi, özgünlük gibi, kişiliğin bütünlüğü ve dürüstlük gibi şeyleri öğreteceğim. Gerçek gücüne nasıl erişebileceğini gösterip seni ruhuna ulaştıracağım. Birlikte harika vakit geçireceğiz! ” Rahibin sesi enerji doluydu.
“Teşekkür ederim, ama doğrusunu isterseniz ben pek dindar bir insan sayılmam,” diye itirafta bulundum samimiyetle.
“Benim sana öğreteceklerimin dinle hiçbir ilgisi yok. Maneviyat sahibi bir insan olmak, aslında hakiki bir insan olmak demek. En soylu kişisel değerlerine göre yaşamak, hayatını yönetirken dürüst olmak, dünyayı daha gelişkin ve daha aydınlık bir gözle görmek demek.”
“Peki. Bunlara kesinlikle varım,” diye cevap verdim, sırt çantamı yere koyup su şişemden bir yudum içtim. “Hayatımda değişiklik yapmaya bundan daha fazla hazır olamazdım.”
“Mükemmel. Cal, senin için her şeyi ayarlamamı istedi, ben de memnuniyetle kabul ettim. Sana hayatın anlamını öğreteceğim. Sana en yüksek yeteneklerini uyandırmanın, en derin bilgeliklere erişebilmenin, geriye bir miras bırakmanın yollarını göstereceğim. Esas olarak, nasıl bilgece yaşanabileceğini, hayatın nasıl akıllıca yaşanabileceğini göstereceğim.”
“Kapanış Soruları’nın ilki,” dedim. Hastanedeki o unutulmaz gecede Cal’in izah ettiği üç önemli soruyu hatırlamıştım.
“Evet. Sonunda zamanı gelip de kendine, ‘Bilgece yaşadım mı?’ diye sorduğun zaman, cevabın, ‘Kesinlikle!’ diye gelmesini sağlayacağım. Bilgece yaşamanı, bu sayede de mutlu ölmeni istiyorum. Roma’ya hoş geldin!” diye haykırdığında, sesi bir opera yıldızının tüm duygu ve hevesini taşıyordu. “Kendimi tanıtmadığım için özür dilerim. Ben Peder Michael Antonio Di Franco. Arkadaşlarım bana Peder Mike derler,” diyerek göz kırptı.
“Tanıştığımıza çok sevindim, Peder Mike. İçten konukseverliğiniz makbule geçti.” Samimiyetle konuşuyor, bu yuvarlak yüzlü, düz siyah saçlı, ufak tefek adamın yanında kendimi son derece rahat hissediyordum. “Cal’i tanıyor muydunuz?”
“Ah, tabii. Baban büyük bir insandı, Jack. Birçok bakımdan, son derece özel bir insandı. Seni bana çok anlattı. Şimdi artık koskoca bir erkek olduğun halde, hep yanında taşıdığı o küçük çocuğun resmine çok benziyorsun. Bugün seni bu yüzden o kadar kolay tanıdım.”
“Cal’in babam olduğuna inanmak hâlâ biraz güç geliyor. Annemle beni neden terk ettiğini biliyor musunuz? Neden hiç benimle temas etmeye çalışmadı? O benim babamsa, herhalde beni bulmaya çalışması normal olmaz mıydı?” Bunları söylerken içimden bir kızgınlığın kabarmakta olduğunu hissediyordum. “Babalar çocuklarını öyle unutuvermez.”
“Annenle babanın ayrılmasına neyin sebep olduğunu bilmiyorum. Bana tek söylediği, işinde zorluklarla karşılaş- aktan sonra annenle İkisinin uzaklaştığıydı. Sanırım baban servetini kaybedince içine kapanmaya başlamış ve dünyasının değişmekte olduğunu hissetmiş. Herhalde bir an gelmiş, insan olarak farklı yönlere sürüklenmekte olduklarını anlamışlar. Cal bana, anneni hâlâ çok sevdiğini söylemişti, ama herhalde ikisi kendi yollarına gitmeye karar vermişler. Bunun sana ne kadar acı verdiğini hayal bile edemem, Jack. Ama bilmen gerekir ki baban sevgi dolu bir insandı, insanları gerçekten çok severdi… sana sevgisi çok büyüktü.”
“Bunu bana anlattığınız için teşekkür ederim,” dedim sessizce. Çocukken babamı düşünerek geçirdiğim uykusuz gecelerin sayısı az değildi. Benim Noel konserlerimi, okul piyeslerini ve futbol maçlarımı kaçırmıştı… Beni çok sevdiğini bilmek biraz huzur bulmama neden olmuştu.
“Baban bana ‘Ermiş’ diye isim takmıştı, çünkü ben hayatimi çok soylu, bilge, hakiki bir biçimde yaşamaya adadım. Baban yıllar önce bana geldi, yalanda senin de keşfedeceğin bilgileri öğrenmek istedi. Cal kelimenin tan anlamıyla bir filozoftu. Öğrenmeye bayılırdı ve kendini derinleşmeye çok adamıştı. Bana kalırsa, bir insanın yapabileceği en iyi şey de budur. O da senin şimdi çıktığın yolculuğu yapmışa, biliyor muydun? Babasına bak, oğlunu al,” diyerek kıkır kıkır güldü. “Her neyse, sonunda gelebildiğin için çok mutluyum.”
“Ben de burada olmaktan heyecan duyuyorum, Peder Mike. Ama dürüst olmak gerekirse, bütün bunlardan pek de emin değilim. Aslında biraz ürktüğümü de kabul ediyorum. Kısacık bir zaman içinde bütün bunları sindirmek kolay değil.”
“Seni anlıyorum, Jack. Ne dediğini duyuyorum. Yepyeni şeyler öğreneceksin, bu yüzden korkularının kabarmaya başlaması, bu korkuların belirsizlik ve asabiyet şeklinde dışa vurulması doğal. Ama güvenmen gerek, ne de olsa olay baştan sona güvenle ilgili değil mi? Cal’i görmeye en çok ihtiyaç duyduğun anda ortaya çıktı, buna güven. Seninle ikimizin özel bir nedenle bir araya geldiğimize güven. Dünyada şu bulunduğun yerden daha iyi bir yerde bulunamayacağına güven. Ve benimle geçireceğin dört haftanın tümüyle yeni bir düşünüş ve varoluş biçimini ortaya koyacağına güven. Dünyayı nasıl gördüğümüzü bir anda değiş- irebiliriz, biliyorsun. Bir saniyede açığa çıkan bir farklılık, yepyeni bir gerçeği uyandırmaya yeterli olabilir.” “Yani babamın sözünü ettiği üç büyük öğretmenden biti sizsiniz, öyle mi?” diye sorduğumda, kolunu omzuma attı, beni taş basamaklardan çıkarıp katedrale götürdü.
“Evet, bu doğru. Baban harika bir insandı. Hayatında hatalar da yaptı, biliyorum, örneğin seni tanımamak, sevgini sana vermemek gibi. Ama ben kusursuz insan diye birine henüz rastlamış değilim. İnsanın içinde bulunduğu koşullar her zaman kusurlu olmakla ilgilidir. Ama ben artık anladım ki, biz o kusurluluğumuz içinde mükemmeliz aslında. Zaaflarımız olmasa, hayatta ilerlerken üzerinde çalışacağımız hiçbir şeyimiz olmazdı. Mistiklerin dediği gibi: “Gideceğin yere varınca, artık yolun bir değeri yoktur.’ Bizim idealden yoksun niteliklerimiz aslında çok değerli hazinelerdir, çünkü bizi şimdi olduğumuzdan daha yüce insanlar haline getirecek kapıları işaret ederler.”
Bu son sözü ilgimi çekti. Peder Mike haklı olabilir miydi? Kendi hayat yolculuğumu düşündüm, çocukluğumda karşılaştığım zorlukları, o yolculuk boyunca nerelerde tökezlediğimi; peş peşe başarısız ilişkilerimi; ne kadar uğraşırsam uğraşayım bana, benim kimliğime uyacak bir işi bir türlü bulamamış oluşumu. Belki de hayatimin bütün bu kusurları gerçekten mükemmeldi; her şey tam gerektiği gibi açılıyordu belki önümde; belki benim bir türlü göremediğim daha büyük bir plan vardı. Belki insan olarak bütün kusurlarım, yalnızca gelişmem için fırsatlardı. Bu düşünceler beni rahatlattı, içime bir anda huzur dolmasına neden oldu.
“Kusurlu oluşumuz hayatımıza anlam katar,” diye devam etti Peder Mike. “Bize temel bir misyon yükler: doğarken sahip olduğumuz ilk ve ideal benliklerimize geri dönmek ve gerçekte olduğumuz insanı geri getirmek. İnsani başarısızlıklarımız olmasa, kendimizle ilgili yapacağımız içsel çalışmalarımız da olmazdı. Oysa bizi kişisel ihtişamımıza tekrar kavuşturacak olan şey bu içsel çalışmalardır. Anlıyor musun, Jack, hayatta istediğinden daha fazlasını elde etmek için, önce daha fazla gerçekte kimsen o olmaksın. Başarılı olmak, daha çok şey yapmakla değil, daha çok şey olmakla ilgilidir.”
“Buna kesinlikle katılıyorum. Zaten ne kadar çok şey yaparsam yapayım, kendimi ne kadar çok meşgul edersem edeyim, yine de yetersiz olduğunu hissetmekten çok usandım.”
Peder Mike bu duygularıma şaşırmış görünmüyordu. “Eski hayatından memnun değilsin, değil mi?”
“Yok, memnun sayılmam,” diye karşılık verdim. “Aslında nefret ediyorum. Artık hiç iyi vakit geçiremiyormuşum, eğlenemiyormuşum gibi geliyor. Her şey öyle ciddileşti, öyle sıradan oldu ki. Tanrım, doğrusunu söylemek gerekirse hayatın bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim.”
“Eh, o halde yeni bir hayata sahip olmak için, önce yeni bir insan gibi düşünmen, hissetmen ve davranman gerek. Aslında biz hayatta istediğimiz yere varıyor değiliz, gerçekte olduğumuz şeyi elde ediyoruz. Hayatında yeni bir ilişki, yeni sevinç düzeyleri, yeni mutluluk deneyimleri gibi yenilikler olması için, yeni şeyler yapmaya başlamalısın.”
“Ne gibi?”
“Örneğin kendi zaaflarını tanımak gibi. Bu çok iyi bir başlama noktası olur; aslında ben de o noktadan başlamıştım. Zaaflarını temizlemek, burada bulunuşumuzun en başta gelen nedenlerinden biri. Hayatlarımızın amacı birçok bakımdan, karanlığımızla yüzleşip ardından da aydınlığımızda yaşayabilmektir. Hepimizin kör noktaları vardır; onları kabullenmeli, yeniden bilincin ışığına çıkarmalıyız;
bu kör noktalar ancak orada iyileşebilir. Ayrıca, yanlış inançlarımızı yeniden çözmeli, tıkalı duygularımız üzerinde çalışmalıyız. Garip ama bizler, ileriye doğru giderken aslında geriye gidiyoruz; geriye, doğumumuz sırasında olduğumuz o güzel, mükemmel varlığa doğru.”
Peder Mike’ın gözleri katedralde dolaştı, sonra gülümsedi. “Ben çok düşüncesiz bir tiptim,” diye itirafta bulundu. “Gençliğimde kendimden başka kimseyi umursamazdım. Başka insanlarla ilişkilerimde, odaklandığım şeyler, elde edem ediklerim di. Derken bir gün, Fransa’da eğitimime devam ederken, bir telefon geldi, erkek kardeşimin bir gece kulübünde çıkan kavgada vurularak öldürüldüğünü öğrendim. O olay beni mahvetti ve her şeyi değiştirdi. O dönemde, bana yol göstermesi, cesaret vermesi için Tanrı’ya dua etmeye başladım. Zaman zaman durum öyle zorlaştı ki, kendi hayatıma son vermeyi bile düşündüm. Ama dua ettikçe, hayatımın bir anlamı olduğunu, dünyada bana ihtiyaç olduğunu görebildim. Sonunda ilahiyat eğitimine başladım, kendimi burada papazlık yaparken buldum. Artık ilişkilerimde, başkalarından ne alabileceğimi düşünmüyorum. Onun yerine, benim onlara ne verebileceğime odaklanıyorum. İşte bu beni çok daha mutlu bir insan yapıyor, dostum.”
Durakladı, bir kere daha, “Roma’ya hoş geldin!” diye bağırdı. Bu tuhaf davranışlarına gülmeden edemedim.
“Jack, sana bir şey söyleyeyim: Kendinle ilgili sahip çıkmadığın ne varsa, o şeyler sana sahip olur,” diye devam etti, katedralin ana bölümüne girerken.
“Böyle bir şeyin farkında değildim.”
“Doğru ama. Örneğin bencil olan karanlık tarafına sahip çıkmazsan, o sana sahip çıkar. Ya da başka bir örnek, hiçbir zaman yeterince iyi olamayacağına inanan tarafına sahip yıkmazsan, o sana sahip olur. Diğer insanlara güvenmeyen karanlık yanına sahip çıkamazsan, o sana sahip çıkar, ardından da çeşitli yollarla seni yönetir, hayatını mahveder. Ben gençken, bencilliğime sahip çıkaktan sonra değişmeye başladım, anlarsın ya.”
“Akla yakın geliyor. Bunları neden hiç öğrenmediğimi merak ediyorum. Herhalde hayatta önemsiz şeylerle meşgul olmaktan, daha büyük resmi kaçırmışım,” dedim düşünceler içinde.
“Bu çok yaygın bir davranıştır. Dünyada pek çok insan hayatlarını uyuyarak, bu bilgeliği görmeyerek geçirir, ama sen artık bir sonraki adıma hazırsın. Daha önce hazır değildin, o yüzden de olmaması gerekiyordu. Oysa şimdi, yüceliğine erişmek ve en iyi hayatin için ayağa kalkmanın zamanı geldi. Daha azma razı gelecek olsan, hayat seni buraya kadar yönlendirmezdi.”
“Katılıyorum.”
“Tamam. Her neyse, çoğu insan sahip çıkılmamış, gölge benliğiyle bağlantı kurmaktan kaçınır ve inkâr eder. Bilge insanlar bu yanlarını, dünyaya gösterdikleri taraflarından bile daha iyi bilirler. Ancak bu temel ilkeyi anladığın zaman hak ettiğin iç huzurunu ve dış sevinci bulacaksın. Çünkü kendini ancak tümüyle bilip kabullendiğin zaman tam anlamıyla sevebilirsin. Kendini sevmeyince huzur olmaz; huzur olmayınca da sevinç olmaz. Çelişkili gibi görünse de, insan olarak ışığını ne kadar çok keşfeder, onun dünyaya doğru pırıl pırıl parlamasına ne kadar çok izin verirsen, kendinden sakladığın öteki yanların da kendilerini o kadar çok ortaya çıkarmaya başlar.”
“Ne kadar doğru,” dedim. “Yakın ilişkilerimde bunun olduğunu çok gördüm. Örneğin âşık olur, içimi hiç yapmadığım kadar açardım. Çok sevgi dolu ve ihtiraslı olurdum. Ama aynı anda bütün çirkin yanlarım da kendilerini göstermeye başlardı. Son ilişkimde de oldu bu. Jane’e duyduğum sevgi, hiç düşünmediğim kadar büyüktü. Onurdayken olağanüstü bir tarafım canlandı: Evinin mutfağında saatlerce dans eder, dolunayın altında şarkı söylerdik. Gecenin geç saatlerinde birbirimize en derin sırlarımızı açardık. Birbirimizin hayallerini hiç beklemediğim kadar desteklerdik. Ama onca aşkla birlikte, nedense en kötü niteliklerim de ortaya döküldü, zaman zaman çok da aşırıya kaçtı. Herhalde onunlayken kendimi çok güvende hissettiğim için. Galiba kendimizi güvende hissettiğimiz zaman, dünyaya iyi gözükmek için hazırladığımız o zırhın ardından gerçek kimliğimiz sırıtıveriyor.”
“Çok iyi ifade ettin, Jack. Bu kadar keskin bir gözlem yeteneğiyle fak ettiğin şeye ben de şunu ekleyeyim: Doğadaki işleyişi incelersen, hayatın nasıl işlediğini de bilirsin. Doğayı yöneten kanunlar, bizim hayatlarımızı yönetenlerle aynı. Örneğin, güneşin en parlak olduğu zamanlarda gölgelerimizin en büyük göründüğüne hiç dikkat ettin mi?”
“Tabii,” diye karşılık verdim.
“Eh, aynı şey biz insanlar için de geçerli.”
“Güzel bir benzetme, Peder Mike,” dedim beğeniyle.
“Kendimizle ilgili içsel çalışmaları yapmadığımız zaman, çok gelişmiş, evrimlerden geçmiş, en iyi halimize ulaşmış olduğumuza inanmak öyle kolay ki! Ama ters bir şey oldu mu, bunu başkasının suçu olarak görürüz. Bunun nedeni hep o sınırlayıcı inançlar, yanlış varsayımlar ve içimizde derin, karanlık bir yerde saklanarak bizi güçsüz bırakan duygusal yük. Onun orada olduğunu bile bilmiyoruz. Hayatlarımızı onun yönettiğini, hayallerimizi onun baltaladığını bilmiyoruz. Kendimizi birçok açıdan kusursuz sanmaya başlıyoruz. Zaaflarımızla yüzleşmek zorunda kalmamak ve bunları sağlamlığa dönüştürecek çalışmaları yapmamak için kendi propagandamıza inanıyoruz. Bizi hayatlarımızda güçsüz kılan o karanlığa girmek içsel bir güç gerektirir.
Yaşayış biçimimize ciddi bir bakış atmak ve düzeltmeler yapıp yeniden yola girmek cesaret ister.”
“Nasıl yani?”
“İnsani zaaflarımıza göz atmak, değişmemiz gerektiğini fark etmemize yol açar ve insanoğlu doğal olarak değişime karşıdır. Aslında beyinlerimizde alışkanlıklarımıza tutunmamıza neden olan bir bağlantı sistemi varBilim beynimizde, amigdala olarak bilinen, alışkanlıklara bayılan ve kişisel değişime direnen çok eski bir bölüm olduğunu kanıtladı. Bu bölümün tek istediği sürekli güvenlik ve kontrol. Bu eğilim en eski atalarımızın işine yaramış, ilkel çağlarda sağ kalmalarını sağlamış, ama günümüz dünyasında işimizi görmüyor.”
“O halde beynimizin o bölümünü nasıl alt edeceğiz?”
“Bilinçli olarak değişiklik yapma niyetini her gün ortaya koymanı öneriyorum. Kendi hayatımdan öğrendiğime göre, niyetlerim hayatımı biçimlendiriyor. Kendini esnetip genişletme yollarını ara. Beynine değişimin iyi bir şey olduğunu öğret, insan olarak meydana çıkış şeklin açısından hiç kimsenin yürümediği bir yolda ilerle.”
Bu noktada Peder Mike beni şaşırtan, ardından da güldüren bir şey yaptı. Büyük salonun boş sıralan arasında koşarak ilerledi ve yandaki küçük odaya daldı. Bir de baktım, Frank Sinatra’nın “My Way” adlı şarkısı avaz avaz çalmaya başlamış, Peder Mike da gözleri kapalı, keyifle dans ediyor. Öylece seyrettim adamı. Neler olup bittiğinden pek de emin değildim.
Şarkı bitince Peder Mike gözlerini açtı. “Dans etmekten öyle korkardım ki,” dedi. “Şimdi bayılıyorum! Yüreğimi açık tutmama yardımcı oluyor. Az önceki şeyi yaparak risk aldım, Jack. İnsanların önünde dans etmekten öyle korkuyordum ki! Şimdi artık içimdeki şeytanları kovalamak için en büyük korkularımla yüzleşmekte kararlıyım.”
“İlginç,” diyebildim ancak.
“Sürekli olarak kendimi, en büyük korkularımla yüzleşecek durumlara sokuyorum. Bu strateji şaşılacak kadar iyi işliyor. Ha, bu arada, figürlerimi nasıl buldun?” Yüzünde koskoca bir gülümsemeyle bakıyordu bana. “MTV’ye çıkmaya hazır mıyım?”
“Pek sayılmaz,” diye güldüm.
“Bütün önerim, kendini sürekli ve sonu gelmeyen bir öz-keşif sürecine adaman. Benim bildiğim kadarıyla, ışığının tamamını talep etmek için tek yol bu. Erich Fromm’un bir zamanlar dediği gibi: ‘İnsanın hayatta esas işi, kendi kendini doğurmak, potansiyel olarak neyse, o olmaktır.’ Bunu başarınca, yaşayabileceğin en güzel gerçeklik düşü önünde açılmaya başlar. Bu kesin.
“Bu arada, baban buradayken senden büyük bir sevgiyle söz etmişti. O yüzden, senin hakkında bir hayli şey biliyorum.’
“Ne gibi?”
“Çocukken yüzmeyi çok sevdiğini biliyorum. Gençliğinde büyük hayallerin varmış, onu biliyorum. Çikolatayı çok sevdiğini de biliyorum.” Cebinden bir şekerleme çıkardı. “Buyur, bir tadına bak,” dedi.
Görkemli katedralin içinde ilerlerken, “Hem acı hem tatlı,” dedim.
“Evet, hayatın kendisi gibi. Çünkü Jack, hayatın iniş ve çıkışları vardır. Çoğumuz bu oyuna kapılır gideriz. İşler yolundayken kendimizi mutlu hissederiz, bozulunca üzülürüz. Yaşama bu tür bir yaklaşım güçsüz bir yaşama biçimidir. Dalgalarla sürüklenen dal parçası gibisin demektir. Akıntıya göre gidersin: Şu anda bir yönde gidiyorsun, bir sonraki anda başka bir yöne. Oyunu oynamanın çok daha bilgece bir yolu, tüm yargılardan kurtulmaktır. Hayat tecrübelerine etiketler yapıştırmaktan vazgeç, onları direnme – den kabul et. Bir sonraki adım, hayatın bir gelişim okulundan başka bir şey olmadığını anlamaktır. Başına gelen her şey güzeldir.”
“Her şey mi? Sevdiğin birinin ölümünü ya da sana büyük mutluluk getirmiş bir ilişkinin bitişini güzel bir şey olarak kabul etmek zor.”
“Bir şeyi doğru ya da yanlış gösteren şey, insanın sınırlı düşünüş biçimidir,” diye karşılık verdi Peder Mike. “Hayatımızdaki bir olay doğal bir doğru ya da yanlış olamaz; bir olaydır yalnızca. Ama bizim  insanca her şeyi kontrol etme eğilimimiz yüzünden, ona bir etiket takarız.”
“İyi ya da kötü olarak,” diye sözünü kestim.
“Evet. Ama aslında dünyanın işleyişinin derinliklerine inersen, iyi olaylar olmadığı gibi, kötü olaylar da yoktur. Başına gelen her şey yalnızca bir büyüme fırsatıdır, iyileşme ihtiyacında olan bir yanını iyileştirmeye yarar. Bilge kişiler bunu görür ve sonra bu fırsatları daha çok kendileri olabilmek için değerlendirirler. İşte bu yüzden de, hayat bir gelişim okuludur, diyorum.”
Bu kavramla ilgili düşündüm. Hâlâ tam olarak emin değildim. Hayatlarımız gerçekten bu amaç için kurgulanmış olabilir miydi?
Peder Mike devam etti: “Her gün dünyaya çıkarken, aslında okula gidiyorsun. Tıpkı geleneksel bir okulda olduğu gibi, farklı konular öğreten derslerden oluşan bir müfredat var. Bir dersi öğrenip sınıfı geçince, sıra bir sonraki derse geliyor.”
“Ya dersi öğrenemezsem?”
“O zaman aynı sınıfa tekrar devam ediyorsun tabii.” Sesi ciddiydi. “Buna geri dönüşüm deniyor. Hayatınla kesişen her tecrübe, yaşamında bir sonraki platforma yükselmek için en çok ihtiyacın olan dersi öğretmeye gelir. Öğrenci hazır olduğunda, öğretmen her zaman ortaya çıkar.”
“Cal bana bundan bahsetti,” dedim yumuşak bir sesle, çok az tanıdığım bir babanın ölümünün ardından biraz hüzünlendiğimi hissederek.
“Bu yüzden ona önce bunu anlattım,” diye cevapladı Peder Mike gülümseyerek. “Her neyse, bu işlemi anlar ve her durumun içindeki ders fırsatını fark edersen, bir sonraki sınıfa geçebilirsin. Eski sınıfı geçtiğinde, eski hayatından da ayrılmış olursun, çünkü ilginç bir şekilde, gerekli dersi bir kez öğrendiğinde, o dersi getiren kişi ya da durum seni bir daha asla ziyaret etmez. Sanki her yeni dersi öğrendiğimizde, yeni bir sınıfa geçtiğimizde, eski derimizi çıkarıp atarız ve hayat yollarımızın sonraki, daha yüksek bölümlerine yöneliriz.”
“Çok zekice bir kurgu, bütün bu işleyiş,” diye mırıldandım.
“Öyle. Ama o tecrübenin temsil ettiği şeyi öğrenmeyi kabul etmez, diyelim ki olup bitenlerden ötürü bir başka insanı suçlayarak öğrenmekle yazgılı olduğun bilgeliği görmekte başarısızlığa uğrarsan, sen sonunda dersi öğrenene kadar olay yaşamında tekrarlanmaya ya da farklı şekillerde karşına çıkmaya devam eder. Üstelik sen dersleri kaçırdıkça, bu dersler bir sonraki olayda daha acık bir şekilde gelir, sonunda o kadar çok acı çekersin ki, öğrenmekten başka çaren kalmaz.”
“Çarpıcı, dünyanın işleyişi benim sandığımdan çok daha olağanüstü,” dedim heyecanla, bana ifşa edilen bu alışılmadık yaşam felsefesi karşısında daha rahat olduğumu hissederek.
“Evet, Jack, doğru söylüyorum. Her şeyi yöneten doğa kanunları beni hep şaşırtmıştır. Her neyse, aslında söylemeye çalıştığım şey şu: Senin bugünkü gerçeğin, öğrenmeye en çok ihtiyaç duyduğun derslerin tam bir yansımasından başka bir şey değildir.”
“Bu çok güçlü bir söz, Peder Mike. Aslına bakılırsa, devrim niteliğinde.”
“Evet. Ayrıca, hayatında kötü giden şeylerden öğrendiğin dersler, iyi giden şeylerden öğrendiklerine göre çok daha fazla olduğu için, iyi gitmeyen her şey bir armağandır. Milton Erickson bir yazısında şöyle demiş: ‘Hayat size acıyı zaten getirir. Sizin sorumluluğunuz neşeyi yaratmaktır.’ Başarıyla kıyaslanınca, başarısızlıkta kendinle ilgili daha çok şey keşfettiğine göre, başarısızlığı değer verdiğin ve dersler aldığın bir dost olarak gör. Onun yardımıyla neşeyi yarat.”
“Başarısızlığı dost edinmek ne demek?”
“Eh, hayatınla ilgili nefret ettiğin şeyler, seni her gün sinir eden her şey ve seni strese sokan her bir olay çok önemli birer öğretmendir. Seni harekete geçiren şeyler, içinde büyüme ve gelişme gerektiren yönlerin hakkında en güzel ipuçlarıdır. Hayatında sevmediğin, sinir olduğun ve sıkıntıya girdiğin şeylerin hepsi şu andaki sınıfında öğrenmen gereken dersleri içeren araçlardan başka bir şey değil. Bu sınıfı geçmelisin ki bir sonrakine başlayabilesin.”
“Ben bunu yaparak hayatımın bir sonraki bölümüne mi geçiyorum?”
“Aynen öyle.”
“Yani hayatımda hoşlanmadığım şeyler aslında benim en iyi dostlarım, en büyük öğretmenlerim, çünkü kaderime, ideal hayatıma ulaşmamda bana yardımcı oluyorlar,” diye özetledim.
“Ve en yüce benliğine. Bütün bunlarla ilgili daha sonra başka şeyler de anlatacağım, ama şimdilik, hayatın olağanüstü bir gelişim okulu olduğunu, başına gelen her şeyin çok kutsal olduğunu bil. Gerçekten de büyük hayranlık uyandıracak bir kurgudur bizim akıllı evrenimizin işleyiş biçimi,” dedi Peder Mike.
Durakladı, gözlerime derin derin baktı. “Soru var mı?”
“Şey, geridönüşüm konusunda birkaç örnek görsem çok iyi olurdu. Sanırım bu, hayatımda ortaya çıktığında, süreci tanımama yardım ederdi.”
“Tabii. Hayatının belli bir noktasında en çok ihtiyaç duyduğun ders kabullenmeyi öğrenmekse, seni deli eden insanların sürekli hayatına girdiğini görebilirsin. Yok, öğreneceğin ders kontrolü elinde tutma hevesini azaltmaksa, gün boyu bir sürü kontrol heveslisi insan görmeye başlarsın. Yıllar önce Buda’nın söylediği bir söz geliyor akla: ‘Dünyada sen hariç herkesin aydınlandığını düşün. Hepsi senin öğretmenlerin, hepsi senin sabrı, mükemmel bilgeliği, mükemmel merhameti öğrenmen için doğru şeyleri yapıyor.'”
“Harika sözler, ama bir rahibin Buda’dan alıntı yapması beni şaşırttı,” dedim.
“Eh, Jack, ne de olsa benim çabam gerçeği aramak. Dünyanın bütün büyük dinleri hep aynı gerçeği anlatır. Buda benim paylaşmaya değer bulduğum bir bilgelik noktasına ulaşmışsa, bunu seninle paylaşmaya kendimi mecbur hissediyorum.”
“Güzel cevap,” dedim şakayla karışık, ellerimi çırpıp mimikler yaparak.
“Gelelim geridönüşüm meselesine,” dedi Peder Mike, bulunduğumuz salonun ön tarafındaki masanın üzerinde duran nefis çiçek demetini düzeltirken. “Olup biteni fark edecek durumda değilsen, hayatına çekip durduğun senaryolarla ilgili kişisel sorumluluğunu inkâr ediyorsan, o zaman bu tür insanlar ya da istersen öğretmenler diyelim, hayatında tekrar tekrar ortaya çıkar. Bu insanlar, sen kendi rolünü, her karşılaşmadaki gelişim fırsatım görene kadar, giderek daha acı verici şekillerde yeniden üretilmeye devam ederler.””Yani ancak hayatımın her noktasında sorumluluğu gerçek anlamda üstlendiğimde büyüyebilirim ve hayatım gelişebilir. Asıl mesaj bu mu?”
“Tamam. Bundan sonra, asıl şaşılacak nokta bu, o tip insanlar ve durumlar hayatında ortaya çıkmaz olur.”
“İnanılmaz. Gerçekten inanılmaz.”
“Eh, aslında bu kadar da siyah-beyaz değil tabii, onu da söylemek zorundayım. Sen dersini öğrendiğinde, birkaç şey olabilir. Zamanla bu tür insanlar eskisi kadar sık ortaya çıkmaz, çünkü sana öğretmen olarak gelmişlerdi ve artık işleri bitti.”
“Peki. Öbür olasılık ne?”
“Bu insanların tavrı birdenbire çok değişebilir. Ömründe gördüğün en iyi, en anlayışlı, en sevgi dolu insanlar gibi görünmeye başlarlar.”
“Nasıl öyle birdenbire değişebilirler ki?”
“Bunun bir açıklaması şu: Bu tür durumlarda çoğumuzun yaptığı gibi o insanları suçlamaktan vazgeçip kendin üzerinde çalışmaya ve içinde temizlenmesi gereken sıkışıklıkları ortadan kaldırmaya başladığında, güçlü bir şekilde o insanlar için, daha önce geçimsiz davranmalarına neden olan durumlarda, en iyi benliklerini ortaya koyabilecekleri bir alan yaratmış olursun. İnsanlar özünde iyidir, biliyorsun. Saldırmak ya da suçlamak yerine koşulsuz sevgi ve anlayış yağdırdığında, daha yüce ve aydınlanmış tepkiler vermek zorunda kalır, eskiden olduğu gibi davranmazlar. Gerçek sevgiyle karşılaşan hiçbir insan, yüreğinden uzak kalmaya dayanamaz. Işık girdiğinde, bütün gölgeler yok olur. Bir başka açıklama da şöyle: Hayatımızda bizim için önemli olan her bir insanla tek tek bir dans yaparız.”
Gülmeye başladım, “Yok, artık dans yok,” dedim.
“Bu farklı. Bu ilişki dansıdır ve bunu hepimiz yaparız. Bu durumu iyice açıklığa kavuşturmak istiyorsan, hayatında önemi olan insanların her biriyle yaptığın dansın akış tablosunu çizebilirsin. Diyelim ki birlikte olduğun kadın, yemekten sonra bulaşıkları yıkamanı söylüyor. İşte, dansı başlatan, tetikleyici olay bu olabilir. Senin buna tepkin, kız arkadaşın tarafından kontrol edildiğini düşünüp sinirlenmek olabilir. Bu sefer de kız arkadaşının düğmelerine basılır, danstaki adımı seni incittiği için kendini suçlu ve güçsüz hissetmek olabilir, bu da kendini öfke kılığında gösterebilir. Bu böyle sürer gider, ikiniz farkında bile olmadığınız birbirini takip eden tepkisel adımlardan oluşan karmaşık bir dans yaparsınız. Herkes birbirinin düğmelerine basar. O düğmeler de zaten daha eski incinmelerin izleridir. Çözümlenme ya da iyileşme fırsatı bulamamış yaralardır. Aslında bu yaraların çoğu çocukluktan kalmadır ve şimdi birlikte olduğun insanla pek ilgisi yoktur.
“Pek çok ilişkide, aynı dans onlarca yıl tekrarlanır. Tarafların ikisi de durumdan habersiz olduğu ve oynanan kalıbın farkına varmak için gerekli içsel çalışmaları üstlenmediği için, bu böyle sürer gider. Şimdi varmak istediğim yere geliyorum: Dansı bıraktığın anda, herhangi bir ilişkinin bütün dinamiğini değiştirebilirsin. Dansın başladığını fark ettiğin anda, her zaman yapağın hareketi yapmayı hemen bırak, kalıbın dışına çık ve bir üst yola gir.”
“Bunu nasıl yapabilirim?”
“Sana verdiğim senaryoda, daha ilk başta kontrol edildiğine sinirlenmek yerine, daha iyi bir alternatifi seçebilirsin. Eski, kendi kendini baltalayıcı davranışını göstermek üzere olduğun her seferde, hemen daha bilgece bir seçim yap. Bunu yapağında, eski davranışın enerjisi değişimden geçecek, olumlu kişisel güce dönüşecektir. Bunu her yapağında, beyninde yeni yeni patikalar yaratırsın, bu yollar hayatında yeni davranışların kendilerini ifade etmesine olanak’ sağlar. İnsan olarak daha güçlü bir hale gelmenin en iyi yolu budur, yalnızca her durumda en yüce, en sevgi dolu yolu seçmek yeter. Bu iş zaman içinde kolaylaşır ve sonuçlan şaşırtıcıdır.
“Yani diyelim ki, konuştuğumuz senaryoda beraber olduğun kadına kızacak yerde, kendi içinin derinliklerine dönüyorsun, onun aslında seni kontrol etmeye çalışmadığını görüyorsun. Annenin sana uyguladığı kontrol edici davranışı, beraberliğine yansıttığını anlıyorsun. Bir başka ifadeyle, hissettiğin kızgınlık şu anda beraber olduğun insanlar değil, annene ait bir sorunu çözememiş olmanla ilgili. Sevgilinin senden bulaşıkları yıkamanı istemesi, seni çocukluğuna geri götüren bir tetiği çekmiş. Bunu anlıyorsun, anlayınca da dansı kesiyorsun. Biriyle dans etmeyi bıraktığın anda, karşındaki ne yapmak zorunda kalır?”
“Eh, tek başına dans edemez herhalde, değil mi?”
“Elbette. Yani sen davranışını değiştirdiğinde, insanlar da davranışlarını değiştirmek zorunda kalır. İşte bu yüzden, kendini değiştirmek, enerjini ziyan edip karşımdakini değiştirmeye çalışmaktan çok daha iyi sonuç verir. Bu nedenle, yaşadığın her durumun içindeki büyüme fırsatını görmek, başkasını suçlamak yerine kişisel sorumluluğu üstlenmek, diğer kişiyi de değişmeye zorlamanın en iyi yoludur.”
“Benimle paylaştıkların ilişkilerimi değiştirecek!” diye çığlık attım.
“Tabii ki sevgilinin bir şeyi gerçekten yanlış yaptığı durumlar da olacak,” diye devam etti Peder Mike. “Unutma ki, böyle durumlarda korkunun panzehiri sevgidir. Zor bir durumda geri adım atar, sert davranan kişinin aslında senden yardım dilemekte olduğunu görürsen, bunu içten içe korktuğu ya da incindiği için yaptığını anlarsan, ona sevgini rahatça verebilirsin. Öfkeyle hareket eden ya da sevgisiz davranan bir insanın, bunun hemen öncesinde bir acı yasadığını hiç unutma. Bu çok önemli bir nokta. Öfke sergileyen insanların bunu yapmalarının nedeni, incinmiş olmalarıdır. Sevgine ihtiyaçları vardır, suçlamana değil. Unutma ki, o insana hepimizin özlediği sevgiyi verdiğinde, onun da en iyi benliği ortaya çıkacaktır, çünkü ona parıldayacağı güvenli bir alan sunmuş olacaksın. Sen değişince, diğer insanlar da otomatik olarak değişir, çünkü büyümelerine olanak vermiş olursun.”
Peder Mike’ın anlattıkları son derece güçlü şeylerdi. Üstelik tümüyle anlam ifade ediyordu. Dünyanın işleyiş biçimiyle ilgili teorisini düşündükçe, geridönüşüm sürecinin hayatım boyunca, ben hiç farkına varmadan nasıl tekrarladığını görmeye başladım. Hep aynı tür tecrübeleri yaşayıp duruyor, aynı tip insanlarla karşılaşıyordum. Örneğin işimde bazı müşterilere sinir olurdum. Büyük alım yapacakmış gibi vaatlerde bulunur, sonra da gerçekleştirmeyip beni hayal kırıklığına uğratır, şirkete dünyanın parasını kaybettirirlerdi. Ayrıca bana kaba davrandığına inandığım insanlara da çok sık rastlıyordum; bazen gün boyu etkileşimde bulunduğum herkesin omzunda bir mikroçip ve olumsuz bir bakış açısı varmış gibi geliyordu. Peder Mike’ın dediği doğruysa, bu olaylar tek tek rastlantı değildi. Bunlar daha çok benim için yazılmış bir senaryonun parçası olabilirdi. Doğduğumdan beri devam ettiğim gelişim okulunun bir parçası. Bu insanların karşıma çıkıp durmasının, bu olayların kendini tekrarlamasının nedeni, benim öğrenmem gereken hayat dersini bir türlü almamış olmamdı.Hayatımı dolduran insanlar konusunda biraz daha derin düşünmeye koyuldum. Her nedense kendime çektiğim kız arkadaşlar hep benim hazır olduğumdan daha derin bir ilişki istiyorlardı. Onlar bu ihtiyaçlarını ifade ettikçe, ben mesafe koyuyor, gerçek yakın ilişkilerin kişisel özgürlüğümü elimden alacağından korkuyordum. Belki bunun hep böyle olmasının da bir nedeni vardı; hayatım boyunca tekrarlanıp duran bu senaryodan öğrenmem gereken bir ders vardı.
Bu ders ne olabilirdi? Belki de yüreğimi açmanın, bir başka insanı içeriye alarak daha iyi, daha sevgi dolu bir insana dönüşmenin zamanı gelmişti. Yoksa farkında olmadan annemle babamın ilişkisinden ödünç aldığım bir senaryoyu mu oynuyordum? Belki de özgürlüğümü kaybetmekten bu kadar korkmaya bir son vermem, hayattaki en gerçek zevklerin ancak sevdiğiniz biriyle paylaşıldığı zaman ortaya çıktığını keşfetmem gerekiyordu.
Daha önce hiç bu tür içsel düşüncelerim olmamıştı. Hiçbir zaman derine inip kendi olumsuz niteliklerime ve davranışlarıma bakacak zaman bırakmamıştım kendime. Dedektiflik işi gibi bir şeydi bu, kendi kayıp bölümlerime farkındalık getiriyordu. Artık bunun, bir insanın yapabileceği en önemli işlerden biri olduğunu görebiliyordum. Kendini doğru dürüst tanımayan bir insan, hiçbir şey bilmiyor demekti. Belki de geçirdiğim trafik kazasının nedeni, beni kendi içime götürmekti.
Hayat düzgün ve durağan olduğunda, yüzeysel yaşamaya eğilim gösterdiğimizi fark ettim. Hayat zorlaştığında ve bir kriz yaşadığımızda, hep bir çeşit içsel tefekkür ve iç gözlem noktasına geliyoruz. Sanırım geçmişin mistikleri ve bilgeleri hayatın en büyük zorluklarının aslında en büyük armağanlar olduğunu söylemekte haklıydılar, çünkü bunlar kendimizi hayatın daha büyük tecrübelerine açmamıza ve derinleşmemize hizmet ediyor. Kırılma noktalan insanı her zaman yeni çıkışlara yöneltir.
Düşündükçe, hayatımda tekrar tekrar ortaya çıkan olayları daha net görmeye başladım. Konulan çoğunlukla duygularımı inciterek ifade eden bir yığın insanı hayatıma çekiyor gibiydim. Belki de bütün bunlar burada öğrenmem gereken bir hayat dersi olduğu için meydana geliyordu. Düşündükçe, belki de benim kendime verdiğim değerin arta ası gerekiyordu ve olayları daha az kişisel almalıydım.
Birdenbire kuşkucu tarafım, hayatın gerçekten bu şekilde yürüyüp yürümediğine ilişkin tereddüt içinde konuşmaya başladı. Belki de, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, Peder Mike hayalci biriydi, anlattığı teoriler çok heyecan verici olsa bile, gerçek dünyadan kopuktu. O sırada şu kelime bilincimde tekrar belirdi: güven. İçimde onun doğru söylediğini biliyordum. Bunu bilmek yeterliydi.
Peder Mike düşüncelerimi yarıda kesti, “Pekâlâ, genç dostum,” dedi. Sırt çantamı alıp beni yuvarlak bir merdivenden yukarı çıkardı. “Bugünlük bu kadar yeter. Sana odanı göstereyim, manzarasını çok beğeneceksin, eminim. Bütün Roma ayağının altında. Geceleri kayan yıldızları görebilirsin. Bir ay boyunca evin burası olacak. Ha, unutmadan, sana anahtarı da vereyim.”
Peder Mike beni konuk odasına soktu. Küçük, sade döşenmiş bir odaydı, ama çok temizdi. Mutluluk çiçeği, tek bir gerbera, gümüş bir vazo içinde komodinin üzerinde duruyordu. Manzara gerçekten inanılmazdı. Peder Mike’a cömert ruhu için teşekkür etmek üzere döndüğümde, gitmiş olduğunu gördüm. Anahtara takılı plakaya baktım. Üstünde bir yazı vardı:
“Dünyadaki şeytanlar, bizim yüreğimizde koşturanlardır. Savaş orada verilmelidir.”
Mahatma Gandhi

Kendi Benliğine Karşı Dürüst Ol
“Karanlıktan korkan bir çocuğu kolaylıkla affedebiliriz.
Hayatın gerçek trajedisi, bir yetişkinin aydınlıktan korkmasıdır. ”
Platon

“Görünen her şeyin gerisinde daha engin bir şey vardır; Her şey, kendinden başka bir şeye açılan bir yol, bir kapı, bir pencereden başka bir şey değildir. ”
Antoine de Saint-Exupery

Çoktan beri yapmadığım kadar uzun bir süre uyudum ve harika bir rüya gördüm; yeniden çocuktum, içim neşeyle, tutkuyla, masumiyetle doluydu. Dağdaki küçük çimenlik bir alanda, yalınayak dans ediyordum. Çevremde karla kaplı doruklar, çiçeklerle dolu vadiler vardı. Dans ederken, diğer çocukların gülüp oynadığını duyuyordum, ânın mucizesine kapılmıştım. Yüreğim mutlu, zihnim sakindi, tümüyle huzur içindeydim.
Yumuşak bir el tarafından uyandırıldım. Peder Mike uyanmam için beni dürtüklüyordu. Gülümsüyordu ve dışarıda başlayan güzel sabaha dair minnettarlığım ifade ederken gözleri parladı.
“Yine harika bir gün var dışarıda, Jack,” dedi. “Bir saniyesini bile kaçırmayalım. Seninle paylaşacağım öyle çok şey var ki. Hazırlandıktan sonra beni aşağıda bul. Çabucak kahvaltı eder, sonra çıkıp öndeki basamaklarda otururuz.”
“Mükemmel,” dedim. “Size dün konuştuğumuzdan bu yana kafama takılan birkaç soruyu sormak istiyorum.”
“Mükemmel,” diye yankı yaptı Peder Mike.
Gerçekten muhteşem bir sabahtı, katedralin basamakları da oturmak için harika bir yerdi. Yanı başımızdaki güllerin kokusu büyüleyiciydi ve sokaktan geçenleri seyretmek eski Roma ile bağlantımı derinleştirdi. Dünyadaki bilgeliğin çok büyük bir bölümü bu kentte yaratılmıştı.
“Dün bana hayatın bir gelişim okulu olduğunu söylediniz, Peder Mike. Her insan ve her tecrübe bize bir ders öğretmek için gelir ve o ders hayat yolculuğunun belli bir noktasında en çok ihtiyaç duyduğumuz derstir, dediniz. Bu doğa eylemini ya fark ederiz ya da görmezden geliriz, böyle bir durumda geçmişin hatalarını tekrarlayıp dururuz, acı büyüyüp değişmekten başka çaremiz kalmayıncaya kadar.”
“Güzel bir özet,” dedi Peder Mike. Bir yandan taze pişmiş ekmeğin üzerine koyduğu Gorgonzola peynirinden ısırdığı lokmayı çiğniyordu. Sonra cesaret verircesine, “Öğrenci de yakında öğretmen olma yolunda,” diye ekledi.
“Benim merak ettiğim, herkes sizin söz ettiğiniz müfredatı mı izlemek zorunda? Yani bu gelişim okulunda hepimiz aynı dersleri, aynı kursları mı alıyoruz?”
“Çok iyi bir soru, Jack. Burada benimle olmanın sana çok iyi geleceği kesin.” Güneşte gevşiyorduk. Pırıl pırıl bir güneşe rağmen mavi gökyüzünde ayın da görülebildiği ender günlerden biriydi.
“Sorunun cevabına gelince, bu gezegende herkese farklı bir müfredat hazırlanmıştır, uyarlanmış eğitim de diyebilirsin. Örneğin, benim hayatımda öğrenmeye ihtiyaç duyduğum dersler, herhalde senin için yazılanlardan çok farklıdır. Benim müfredatım daha az eleştirici, daha çok kabullenici olmakla ilgili- Hayat derslerim de, daha verici olmakla, seçicilikle ilgili düşüncelerden kurtulmakla, kontrol ihtiyacından vazgeçmekle, kendimi hayatın akışına bırakmakla ilgili olabilir.
“Buna karşılık senin müfredatın,” diye devam etti, “sana kafanın içinden çıkıp daha çok kalbinde, anda yaşamayı ve her dakika düşünmek yerine hissetmeyi öğretmek üzere düzenlenmiş olabilir. Senin programın her türlü ben- merkezcilikten ve rekabet düşüncelerinden kurtulmak, kendini çıkar gözetmeden başkalarına destek vermeye adamakla ilgili olabilir. Senin öğrenim yolun insanların zaaflarına odaklanmak yerine, herkesin içindeki iyiyi görmekle ilgili olabilir. Hatta bu yol kendi değerini bilmek ve kimsenin senin kendini aşağı hissetmene neden olmasına izin vermemekle ilgili de olabilir.”
“Amma doğru gözlem” diye düşündüm. Adam sanki benim en gizli sorunlarımı ve en kişisel iç mücadelelerimi biliyordu. İşini çok ustaca yapıyordu. Annemde de benzer bir yetenek vardı aslında, yaşam biçiminin önemli bölümünü sezgileri belirlerdi. Her durumda ne yapılması gerektiğini mutlaka bilir, o bilgiye yürekten güvenirdi. Ben hayattaki bütün kararlarımı mantığa göre verirdim. Annemin daha derin, daha bilge bir yerden hareket ettiğini şimdi anlıyordum.
Peder Mike, ağzında kocaman bir ekmek lokmasıyla konuştu: “Ne olursa olsun, benim dün anlatmaya çalıştığım şey, hayatımıza giren her olay ve insanın bir sebeple ortaya çıktığıydı. Unutma, rastlantı diye bir şey yoktur. Dünya, bizim büyüme ihtiyaçlarımızı saptayan ve bize bu ihtiyaçlara karşılık gelen insanları ve olayları yollayarak büyümeyi destekleyen dev bir radardır. Bununla ilgili bilgeliğin anla-
mı, hayatımızdaki insanların birer ayna oluşudur. Hepsi bizim en parlak ve en karanlık yanlarımızı yansıtır.”
“Ciddi misin?” diye sordum.
“Evet. Belli bir niteliği kendinde görmedikçe, başka bir insanın harika niteliğini de göremezsin.”
“Sanırım bu akla yakın. Ne olduğuna dair hiçbir fikrim yoksa, başka bir insanda gördüğüm iyi bir şeyi tanıyamam.”
“Doğru. Havyarın nasıl bir şey olduğunu ömründe görmemişsen, şık bir partide başkasının tabağında rastladığında ne olduğunu bilemezsin. Aynı şekilde, bir yeteneği ya da iyi bir niteliği kendi içinde görüp tanımadıysan, onu bir başkasında görmen imkânsızdır. Birini gerçek anlamda sevmenin nasıl bir şey olduğunu bilemezsen, biri seni sevgiye boğsa da anlayamazsın. Kişisel bir hünerin, örneğin güçlü bir entelektüel yanın yoksa, onu bir başkasında takdir edemezsin. Bir başkasının büyüklüğünü takdir edebilmek demek, o büyüklüğü kendi içinde görebilmek demektir. Bu ilkenin, başkalarında gördüğün ve tahammül edemediğin olumsuz nitelikler için de geçerli olduğunu söylemek zorundayım.”
“Ne demek istiyorsun?”
“Şey,” dedi Peder Mike, “başka bir insanın öfkeli olduğunu görebilmek için, önce öfke denilen şeyin neye benzediğini bilmek zorundasın. Birisinin öfkeli olduğunu söylerken, kendi içinde de öfke olmalı. Birini bencil buluyorsan, senin içinde de biraz bencillik olmalı. Birine çıkarcı, diyeceksen, sende de çıkarcı bir taraf olmak zorunda. Yoksa bu nitelikleri asla tanıyamazsın. Hayatın tümü bir yansımadan başka bir şey değil. Kocaman bir sinema projektörü gibi, iç dünyamızda olduğumuz şeyi dış dünyamıza yansıtırız. Yansıttığımız şeyi görürüz.”
“Büyüleyici,” diye karşılık verdim. “Bana hemen bir örnek verebilir misin?”
“Elbette. Diyelim ki bir müzik markettesin. En son kayıtları dinlemek için özel yerleri olan bir yerde, en yeni şarkıları dinliyor, duyduğun melodilerden zevk alıyorsun. Birdenbire dükkândaki tezgâhtarlardan biri sana doğru yürüyor, bir seferde bu kadar çok kayıt dinlememen gerektiğini söylüyor. Bu isteğini yüksek sesle ve kaba bir biçimde dile getiriyor. Ona bağırarak karşılık verirsen, bence senin içinde dikkat edilmesi, iyileştirilmesi gereken bir şey var demektir.”
“Ama bana kaba davranan o!” diye patladım. “Ben başlatmadım ki!”
“Jack, yokluktan bir şey yaratamazsın. Senden dışarı çıkacak her şey, içinde var olandır. Ne de olsa, limonu sıkıp domates suyu çıkaramazsın. Bu adamın senin düğmene basarak öfke uyandırmış olması, daha önce senin içinde öfke olduğunu gösteriyor, öyle değil mi?”
“Bunun anlamlı olduğunu kabul etmek zorundayım.”
“Demek ki, bu adam senin öfkeli olan bir yanını tetikle di. Bu gerçeğe sen sahip çıkmazsan, o sana sahip çıkmayı sürdürür. Bu eski öfke, o adam senin hayatına girmeden önce de oradaydı; benim önceki bir durum dediğim şeydi. Bunu görmen, adamı suçlamaktansa sorumluluğu üstlenmen gerekiyor. O adam sadece bir çözücüydü. Fransız düşünür Antoine de Saint-Exupery’nin bir zamanlar yazdığı gibi: ‘Hiçbir olay tek başına, bizim içimizde hiç tanımadığımız bir yabancıyı uyandıramaz. Yaşamak, yavaş yavaş doğmak demektir.’ Yani müzik dükkânında yaşanan olaya aydınlanmış bir açıdan bakmak, bu kaba tezgâhtan harika bir armağan olarak görmektir. Aklı başında yaklaşırsan, bu olayda kocaman bir büyüme ve gelişme fırsatı var.
O adam, kaba davranışıyla seni, bilinçli farkındalığından saklanan bir yanınla tanıştırdı.”
Peder Mike bir soluk aldı ve sonra devam etti: “Cari Jung bir zamanlar, ‘Başkalarında görüp de sinirlendiğimiz her şey bizi, kendimizi daha iyi anlamaya götürür,’ diye yazmıştı. Şimdi artık sen de, önceden var olan öfkeyi içinden atmak, bir sevgi alanına geçmek için gerekli içsel çalışmayı yapacak cesareti ve olgunluğu göster. Hepimizin amaç edinmesi gereken hedef bu, katıksız sevgiden başka bir şey olmamak. Çünkü sevginin bedenlenmiş halinden başka bir şey olmayan bir insan, başkasına baktığında ancak katıksız sevgiyi görür. Biliyorum, bu çabucak başarılacak bir süreç değil; birçok bakımdan, uğrunda mücadele edilmesi gereken bir idealdir. Bazıları için öfkeden ve korkudan uzaklaşıp eksiksiz sevgiye ve kabullenmeye geçmek, ömür boyu sürecek içsel çalışmaları gerektirir. Aslında hayat yolculuğu dediğimiz şey de budur, zayıf noktalarımızı bulmak, onları iyileştirmek, sonunda da en iyi benliklerimize ulaşmak. Amacın kalıcı huzur ve özgürlükse, seçebileceğin tek yol budur. Başka seçenek yoktur.”
Peder Mike birdenbire ayağa kalktı, “Yürü haydi,” dedi. “Bugün eğlenme günü. Hep öğrenip oyuna hiç vakit ayırmamak olmaz. Benim bulgulanma göre, kendini keşfetme ve kişisel büyüme en iyi, bir keyif ve serüven ruhuyla gerçekleştirilebilir. Hayat fazla ciddiye alınamayacak kadar kısa. Bugün seninle turist oluyoruz. Seni Colloseum’a, Roma’nın birkaç başka ünlü anıtına götürmek istiyorum. Öğle yemeğinden sonra pikniğe gideriz. Senin için küçük bir şişe İtalyan şarabı bile aldım.” Bunu söylerken göz kırptı.
Ardından bu mucize rahip güllerin kokusunu içine çeke çeke katedralin basamaklarından aşağı koştu. Peşinden gitmek için sabırsızlanıyordum. Onun öğretilerinin beni yuvama doğru götürdüğünü artık biliyordum.
Günler geçtikçe Peder Mike’ı daha da çok sevdim. Zeki bir adamdı, bana hayat hakkında daha önce hiç duymadığım içgörüler sunuyor, hayatımı en üst düzeyine nasıl çıkaracağıma dair koçluk ediyordu. Daha da önemlisi, iyi yürekli bir insandı. İnsan doğasından anlıyordu. Beni de anladığını hissediyordum. Kişisel değişimin içimizdeki en eski ve en büyük şeytanları ortaya çıkardığını biliyordu. Kendi ışığımıza doğru büyüdükçe, karanlık yanlarımız da ortaya çıkıyor, bir parçamız küçük kalmak için, eski tarz düşüncelere, duygu ve davranışlara sarılmak için savaş veriyordu. Sevgiye en çok yaklaştığımız anda, en derin korkularımız ortaya çıkmaya başlıyordu. Ben, Peder Mike’ın felsefesini benimseyip en iyi hayatıma doğru ilerlerken, o da beni usulca destekliyordu. Bana kendi görkemimi hatırlatıyor, hayatın çeşitli anlarında kaderimizi biçimlendirme gücüne hepimizin sahip olduğunu söylüyordu. Onu tam zamanında bulmuştum.
Bir sabah, katedralin yan kanadındaki verandada kahvaltımızı ederken Peder Mike beni şaşırtan bir şey söyledi. Onunla geçirdiğim ikinci haftanın içindeydik. Benimle paylaştığı fikirler ve araçlar sayesinde kaydettiğim ilerleme nedeniyle çok mutluydum. İçime derin bir huzur yayılmıştı. Kusursuz olmayan niteliklerime bakabilmeye, bunları olduğu gibi kabul edebilmeye başlamıştım. Bunlar iyileşmeye ihtiyacı olan karanlık yanlarımdı. İyileştikleri zaman ışığım oralarda da parlayabilir di. Kendimi ömrümde hissetmediğim kadar mutlu hissediyor, dünyamızın gerçekten büyük bir plana göre işlediğine inanmaya başlıyordum. Bu plan benim en yüce çıkarlarımı koruyan bir plandı. Gelişim okulunun sağlam öğrencilerinden biri olmuş, eski davranışlarımı kozasından çıkan bir kelebek gibi atmaya başlamıştım.
Taptaze bir ayçöreğini ısırırken neşeyle, “Biliyor musunuz, Peder Mike,” dedim, “bu kendini geliştirme işi gerçekten işe yarıyor. Bana hep bu tür şeyler zaman kaybı gibi gelmişti. Oysa içimde bazı şaşırtıcı değişiklikler hissettiğimi itiraf etmeliyim.”
Peder Mike, “Kendini geliştirme sözü bence zırvalık,” dedi, hâlâ uyumakta olan kente bakarken. “İnsanlar arızalıymış da tamir edilmeleri gerekiyormuş gibi bir şey ima ediyor. Hiçbir şey hakikatten bu kadar uzak olamaz. Hiçbir şey! Temelde her birimiz mükemmeliz, yalnızca o mükemmelliğe geri dönebilmek için katmanlar arasında çalışmamız gerekiyor.”
“Bir rahip ve benim yaşam koçum olarak, kendimi geliştirmem, asil bir yaşam sürerek daha bilgece var olmam için, daha nazik, sevgi dolu ve iyi bir insan olayım diye beni teşvik edeceğinizi sanıyordum. Kişisel gelişim fikrinin nesi yanlış olabilir?” diye sordum, şeytanın avukatını oynayarak.
“Yanlış, yanlış olan bu,” diye karşılık verdi daha da büyük bir inançla. Sesi tutkuyla yükseldi. “Hayat yolculuğu kendini iyileştirmekle ilgili bir şey değildir, Jack. Daha çok, burası son derece önemli, kendini hatırlamakla ilgilidir. En iyi hayatını bulmak, yüreğinin arzularını gerçekleştirmek isteyenlerimiz, içsel bir keşif yolculuğu yapmak zorundadır ve bunun dış değişikliklerle ilgisi olamaz. Hayatta gerçek amaç, kendini ortaya koymaktır: En iyi benliğini şimdiki benliğine göstermek ve dünyayı yepyeni gözlerle görmektir.”
“Hiç kimsenin daha iyiye gitmeye ihtiyacı yoksa, dünya neden bu kadar kötü durumda o zaman? Neden bu kadar kötülük var etrafta? Neden savaşlar var, evsiz barksız insanlar var, açlıktan ölen çocuklar var? Neden bu kadar çok nefret, bu kadar az sevgi var?”
“Yavaş ol, Jack. Bütün söylediğim, hiç kimsenin, zaten olduğundan daha fazla iyileşmesinin gerekmediği. Böyle düşünmek insanlarda şimdi olduğundan da fazla suçluluk duygusuna neden olur. Örneğin, sen zaten mükemmelsin, genç dostum.”
“Şahımı?”
“Evet.”
“O halde neden burada senin öğrencimin?”
“Kendini keşfetmek için, yoksa iyileştirmek için değil,” dedi üstüne basarak. “Hepimizin bu gezegene gelişi bu yüzden. Bu, çok zor fark edilen, ama önemli bir farktır. Ben sana değişmeni, daha iyi olmam, başka biri gibi davranmaya başlamam söyleyecek değilim. Böyle bir şeyi sana asla yapmam. Birlikte geçirdiğimiz zaman boyunca odaklandığım tek şey, kendi gerçek benliğini kendine açmana, ilk kez kendini tanımana yardım etmek. Üzerinde yürüdüğün bu yol, uzak bir diyara yapılan bir yolculuk değil. Tam tersine, bir zamanlar bildiğin ama çevrendekiler seni kendilerine mal edip aslından uzaklaşmana neden oldukları için unuttuğun yere geri götürüyor. Bu senin kendi yuvana, doğduğun sırada sahip olduğun o büyüklüğe ve mükemmelliğe yaptığın bir yolculuk. T.S. Eliot bunu çok iyi ifade etmiş: ‘Aramaktan vazgeçmemeliyiz. Bütün araştırmalarımızın sonu, başladığımız yere dönmek ve o yeri ilk kez tanımak olacak.'”
“Anlamlı sözler.”
“Ve doğru sözler,” dedi Peder Mike. “Hayat gerçekten de yuvaya dönüş yolculuğundan başka bir şey değil. Biliyor musun, Jack, birçok bakımdan, insan olarak büyüklük, büyürken kaybettiğin armağanları yeniden bulmaktan başka bir şey değil. En iyi hayatını yaşamak, daha çok vazgeçmiş olduğun bir şeyi yeniden yakalamaya benziyor.”
“İyi bir bakış açısı,” dedim.
“Doğru. Çocukken tüm armağanlarının farkındaydın. Masum ve saftın. Son derece yaratıcı ve delicesine ihtiraslıydın. Hayal gücün sınır tanımıyordu ve rüyalarının ucu bucağı yoktu. İnsanlara güveniyordun, kendine de inanıyordun. Büyükler gibi, her şeyi önceden tümüyle bilmek gibi bir ihtiyacın yoktu. İnsan olarak en gerçek özünü korkusuzca, reddedilmekten korkmayarak ifade ediyor, ışığının serbestçe parlamasına izin veriyordun. Tümüyle o anda yaşıyor, hayatlarımızın bizlere getirdiği her basit armağanın tadım çıkarıyordun. Kar tanelerini, örümcekleri, şarkı söylemeyi, kucaklanmayı, dumanı tüten bir fincan kakaoyu seviyordun. Dünya bereketli, sınırsız olasılıkların bulunduğu bir yer ve senin gerçek başarına hazır bir ortaktı. Sonra bir şeyler oldu.”
“Neler?” diye sordum anlamlı bir şekilde.
“Açık konuşmak gerekirse, sen bir suç işledin. Aslında bir insanın işleyebileceği en büyük suçu işledin.”
Tedirgin oldum. Peder Mike bana yoğun bir ciddiyetle bakıyordu. “Kendine ihanet etmeye başladın,” dedi. “İçinde yaşadığın kabilenin inançlarına katılmak uğruna, kendi benliğini inkâr ettin.”
“Kabile mi?”
“Evet, Jack. Toplum senin kabilen. Sen, dünyanın işleyişi ve senin o dünyadaki rolünün yapısı konusunda başka insanların inançlarını benimsemeye başladın. Kendi güzelim duygularını kapatıp zihninin içinde yaşamaya başladın; günlerini yargılayarak, kılıflar uydurarak, kaygılanarak geçirir oldun; oysa sıçraman, dans etmen, oyunlar oynaman gerekirdi. Bir memnun etme makinesine dönüştün. Düşünüş, davranış biçimlerin sana ait değil, annenle babanın, öğretmenlerinin, arkadaşlarının seçtiği şeylerdi. Böylece sosyalleşme süreci başlamış oldu, seni esir aldı, kendi kişisel görkemin saklanmaya başladı. Ne deniyorsa onu yaptın, verilen talimata göre davrandın, insanların öğrettiği gibi düşünür oldun.”
“Böyle yaparak bir bakıma küçük bir kutunun içinde yaşamaya başladım,” diye ekledim.
“Tam üstüne bastın. Öldüğün zaman küçük bir kutuda kalmak için bol bol vaktin olacak… sağken niye kutuda yaşayasın ki?”
“İyi bir nokta,” dedim. Bilge öğretmenimin yarattığı tabloyu kavramaya başlamıştım. “Anne babaların çocuklarını terbiye etmesinin, dünyada sorumlu olmayı öğretmesinin yanlış olduğunu söylemeyeceksin herhalde. Yoksa disiplini öğreten öğretmenlerle, sınırlar getiren yetişkinlerle bir sorunun mu var?”
“Hem evet, hem de hayır. Anne babaların çocuklarına liderlik ve rehberlik etmesi elbette önemli. Disiplin olmazsa, sağlıklı sınırlar olmazsa, çocuk neye uğradığını şaşırır, kaybolup gider. Aslında hayat bir denge meselesidir, bu da sana öğretebileceğim en önemli ilkelerden biri. Çocuğun elbette iyi davranışlar konusunda eğitilmeye ihtiyacı var. İyi davranışların nasıl şeyler olduğunu bilmesi gerek. Çocuğa sınırların öğretilmesi gerek, buna da kuşku yok. Çocuğun davranışlarına getirilen bazı sınırlar gereklidir, ama ruhuna getirilen sınırlamaların hiçbirine ihtiyaç yoktur.”
“Ne demek istediğini anlıyorum.”
“Bir an için senin çocukluk tecrübeni ödünç alabilir miyim?”
“Elbette, Peder Mike,” dedim, sandalyeme otururken.
“Bahse girerim, üç-dört yaşından sonra kendini ortaya koyuş biçimin önemli ölçüde anneni, babam ya da öğretmenlerini gururlandırmaya yönelikti. Her çocuğun sevilmeye ihtiyacı vardır ve hepsi onaylanmaya bayılır. Böyle olunca, sen de kendine ihanet edip gerçek olmayan biçimlerde davranmaya başladın, sevdiğin insanları mümkün olduğunca mutlu etmeye çalıştın. Onların sevgisini kazanmanın en iyi yolunun onların istediği biçimde davranmak olduğunu gördün, buna inandın. Süpermarkette avazın çıktığı kadar şarkı söylemek, gerçek benliğini dünyaya göstermek yerine, annen utanmasın, sana kızmasın diye şarkını alçak sesle söyledin.”
“Ondan beri de şarkımı hep alçak sesle söylüyorum. Mecazi anlamda tabii,” dedim. Dinlemekte olduğum bilgeliğin değerini çok iyi anlıyordum.
“Tamam. Thoreau ne demiş? ‘Çoğu insan öldüğünde, müziği içinde kalmış olur.'”
“Bir şey daha demişti: ‘Bir adam yanındakilere uymuyorsa, belki de o farklı bir davulcuyu dinliyordun Bırakın duyduğu müziğe yönelsin, ölçüsü ne kadar farklı ve uzakta olursa olsun,”‘ diye ekledim, hayatını okulda incelediğim o büyük Amerikalı filozofun sözlerini hatırlayarak.”Çok güzel,” dedi Peder Mike, gözlerini kapattı. Paylaştığım güçlü sözlerin taşıdığı bilgiyi içine çekiyordu. “Hepimiz, çevremizdeki herkesin gerçek benliğini ortaya koymasına izin vermeliyiz. Senin de öne sürdüğün gibi, insanların kendi tempolarında yürümelerine ve bizimleyken gerçek benliklerini sergileyecek kadar kendilerini güvende hissetmelerine izin vermeliyiz. Koşulsuz sevginin anlamı budur; sen onlarla aynı düşüncede olmasan bile insanları ihtirasları, sevgileri ve hayalleri konusunda yüreklendirmektir. Az önce paylaştığın o güçlü sözler, eski bir Sanskrit dizeyi getirdi aklıma: ‘İlkbahar geçti, yaz bitti, şimdi ilkbahar geldi. Söylemeye karar verdiğim şarkı hâlâ söylenmeyi bekliyor.’ Gerçekten de birçok insan hayatının büyük’ şarkısını söylemeden ölüyor. Yaşamaları gereken harika hayatları yaşamadan göçüp gidiyorlar. Bu yalnız kendimize değil, dünyaya da kötülük.”
Peder Mike bir an capuccino’sunu yudumladı, sonra yeniden konuştu: “En iyi hayatlarımızı, gerçek hayatlarımızı, asıl hayatlarımızı yaşadığımızda, tüm ihtişamımızla parlarız. Biz dünyaya o halimizle göründüğümüzde, dünya da bizim yaptıklarımızdan yararlanır. Şu Simyacı adlı harika kitabın yazan Paulo Coelho’nun dediği gibi: ‘Bizim daha iyi ya da daha kötü oluşumuza göre, dünya da daha iyi ya da daha kötü olacaktır.”‘
“Aman Tanrım! Ne harika bir bakış açısı,” dedim hararetle.
Peder Mike devam etti: “Ne yazık ki pek çok insan bunu hiçbir zaman anlamıyor. Hayatlarının dünya için ne kadar önemli olduğunu göremiyorlar; olmaları gereken kişiyi gerçekleştirmek için cesaret göstermeleri gerektiğini bilmiyorlar. Böyle olunca da, bir zamanlar harika olan hayatın bir sahteliğe dönüşüyor. Çoğumuz, kendimiz için doğru olan hayatı yaşamıyoruz. Yazgımız olan hayatı yaşama cesaretini göstermek yerine, annemizin hayatını, babamızın hayatını, hatta din görevlisinin hayatını yaşıyoruz. Bence bu en büyük günah.”
“Sizi anlıyorum, Peder,” dedim saygıyla.
Peder devam etti: “Astronot, şair ya da devlet adamı olmanın hayallerini kurmak yerine, bahse girerim ki, olgunlaştıkça öğretmeninin tavsiye ettiği bir şeyi yapma düşüncesine teslim oldun. Belli bir durumda samimi davranmak, gerçekten söylemek istediğin şeyi söylemek yerine, sosyal bir maske takmaya başladın ve başkalarının uygun bulduğu şekilde düşündün, hissettin ve davrandın. Kendini inkâr etmeye başladın. ‘Usta Bir Taklitçi’ oldun. Aslında, kendini, ifadeni bastırdın ve sesini kaybettin.”
“Ne kadar doğru,” diye kabullendim.
“Kendini ve kendi gerçeğini ifade etmemekle, gerçek seni dünyaya ifade eden sesi kaybettin. Kendini ifade etmeyen bir insanın kişisel özgürlüğü olamaz. Gerçekte kim olduğunu dünyaya göstermeyen insanlar, görünmez olur, gerçek kişiliklerinin hayaleti haline gelirler.”
“Ben kendime ihanet ettim,” dedim, konuyu anladığımı ifade ederek.
Peder Mike başıyla doğruladı. “Üstelik, doğal görkemini, gerçekte kim olduğunu ne kadar çok unutursan, olmadığın bir şeye o kadar çok yaklaşırsın. Böyle yaptıkça da kendine saygını bir o kadar çok kaybedersin. Özsaygın büyük ölçüde azalır, günler geçtikçe en derin tarafın kapanmaya başlar, gerçek benliğinle bağın kopar. Harika bir hayatın gerçek bir hayat olduğunu unuturuz. Şair David Whyte’in dediği gibi: ‘Ruh, bir başkasının hayatında başarılı olmaktansa, kendi hayatında başarısız olmayı tercih eder.’ Ancak biz bu gerçeği unuturuz. Bu durum insanı öldürür, Jack. Bir parçan ölmeye başlar.”
“O halde neden yapıyoruz? Neden soruna çare bulmuyoruz?” diye sordum.
“Korkumuzdan. İlk önce, farklı olmaktan korkuyoruz. Kabileye uymak, toplumun bir parçası olmak istiyoruz. Dünyamızda, herkesin yaptığını yapmaya, herkesin düşündüğünü düşünmeye çok değer veriliyor. Kendi yolumdan yürür, onların yolundan gitmezsem, arkadaşlarım ne düşünür, diye kaygılanırız. Küçük Johnny doktor değil de şair olmak isterse, komşular ne düşünür? Bu da annemizle babamızın kendilerine sorduğu sorudur. Bu tip düşüncelerle, çocuklarımızın hayatı üzerinde Tanrı rolünü oynamaya kalkarız. Oysa bu, herhangi bir insana yapılabilecek en üzücü şeydir. Onlara güvenmek, en iyi benliklerinin gelişimi için güvenli bir alan yaratmak yerine, çocuklara ne yapmaları, yan komşuyu etkilenebilmek için ne olmaları gerektiğini söyler dururuz.
Aslında anne babalar bunları kendi korkularından ötürü yaparlar. Çocuklarına doktor ya da avukat olmalarını, uygun insanlarla evlenmelerini söylemelerinin nedeni, çocukları toplumsal kalıba göre başarılı olmadığı takdirde kendilerinin başarısız görüneceklerinden korkmalarıdır.
“Oysa başarı tam olarak nedir? Bana sorarsan, başarı hayatım kendi hakikatine ve kendi koşullarına göre yaşamaktan başka bir şey değildir. Toplumun tüm baskılarına rağmen, senin içindeki en iyiye hitap eden değerlere bağlı kalmaktır. Başarı, hayatını senin için -başkası için değil- en önemli şeyi fark etmeye ve bunu gerçekleştirmeye uygun bir şekilde yaşamak demektir. Senden önce dünyayı dolaşan manevi ağırsıkletler böyle yaşadı. Sana tavsiyem bu. Bu konuda bana güven. Sadece bu bilgelik incisini sindirmen bile, ömrünün geri kalan günlerinde olağanüstü bir hayat yaşamana yeter.”
Peder Mike durakladı, bir an gökyüzüne, oradan rehberlik bekliyormuş gibi baka, sonra devam etti: “Kendimize ihanet edip başka birisinin hayat yolunu ödünç almamızın ikinci nedeni, kendi ışığımızdan korkmamızdır,” dedi.
“Bununla ne kastediyorsunuz?”
“Jack, şu gezegendeki her insanın içinde, hayal bile edemeyeceğimiz kadar büyük bir güç uyumakta. Ne kadar güçlü ve görkemli olduğumuzu bir bilsek, her günü kendimize tapınmakla geçirirdik. Hayatımızın sunağına gider, kendimizi sürekli onurlandırırdık. Kendimizi eksiksiz sever, hayatlarımızın kahramanı ve gözde kişisi olurduk. Şimdiki korkularımız olmazdı. Kendimizi şu anda olduğu gibi sınırlamazdık. İşin hazin tarafı, içimizdeki o güç bizi aynı zamanda korkutuyor. Büyük bir yetenek, yanında büyük bir sorumluluk da getirir. Derinlerde bir yerlerde, içimizde var olan bu göz kamaştırıcı potansiyelle baş edip edemeyeceğimizi düşünürüz, doğal gücümüzü yanlış kullanır ya da ziyan edersek hissedeceğimiz suçluluk duygusundan korkarız.”
“Böylece onu inkâr ederiz,” dedim. “Böyle yaparak, sanırım kaderimizi de inkâr etmiş oluruz.”
“Çok iyi, genç adam. Çok iyi,” dedi Peder Mike, konuşmaya kattıklarımdan etkilendiği belli oluyordu. “Psikologların inkâr olarak adlandırdığı safhaya geçeriz. Bu bölüm, hakikatin acısını hissetmeyi engellemek için her insanın başvurduğu bir kaçış yöntemidir. Bir hikâye uydurmak ya da daha güçlü bir dil kullanmak hepimizin yaptığı bir şeydir; bir konuda yalan söyler ve ruhlarımız yalan olduğunu bilse de, bilinçli zihinlerimizi bunun doğru olduğuna inandırırız.”
“İnanılmaz.”
“inkâr, bilinçli zihnin bir altında çalışır. Böyle bir şey yaptığımızın farkına bile varmayız. Evet, senin de dediğin gibi, ışığımızı inkâr ederiz. Bir o kadar üzücü olan taraf, karanlığımızı da inkâr ettiğimiz gerçeğidir. Her birimizde var olan bu gizli bölüm, günlerdir sözünü edip durduğum bu gölge benlik, varlığını tanımak istemediğimiz parçamız, böyle yaparak utanmamıza neden olur. Bu yanımız, başkaları başarılı olduğunda kıskanır; biri ihtiyaç içindeyken istif etmeye çalışır; sevgi göstermemiz gerekirken eleştirici davranır; destek vermemiz gerekirken kontrol etmeye kalkar; ve hepimizin birbirimize bağlı olduğumuzu ve birimiz kazandığında hepimizin kazandığını görmemiz gerekirken, o yan rekabet içindedir. Gezegendeki her insanda, bizim dünyadan sakladığımız bir parçamız vardır. Sonu gelmeyen bir kusursuzluk çabası içinde, o yanımızı karanlık bir kutuya kapatırız. Aslında onun biricik varlığını inkâr ederiz ve böyle yaparak kendi parçamızı inkâr etmiş oluruz.”
“Sizin yanınıza geldiğimden beri bu kavramı sık sık düşündüm,” dedim.
“Harika, Jack. Ama dahası var. Benliğimizin bir parçasını inkâr ettiğimizde, hiçbir zaman tam anlamıyla yaşıyor olmayız. Hayatında liderlik göstermek için, her parçanı kabullenecek iç güce sahip olman gerek. Hoşuna giden parçalarını da, hoşuna gitmeyenleri de. Bunu yaptığın anda, en iyi hayatınla çabucak bağlantı kurmanı sağlayacak bir kişisel takdir duygusu geliştireceksin. Yeniden bütün olacaksın — bütün olmak demek, sağlıklı olmak demektir. Bunu öyle az insan yapıyor ki. Kusurlu yanlarımızı inkâr etmek, dünyaya kendimizi kusursuzmuş gibi sunmak ve bir mükemmellik maskesi takmak çok daha kolay, içimizde bir yerlerde bunun yalan olduğunu bildiğimiz halde, yine de yapıyoruz.”
“Demek sözünü ettiğin bu inkâr kavramı, bir bakıma bizi bir yalana tutsak ediyor.”
“Aynen öyle yapıyor. İnkâr tam da böyle bir şeydir, gerçeği kabullenmenin acısından kurtulmak için kendine yalan söylemektir. En derinde bütünlükten yoksun kalmaktır. Tabii ki kişilik bütünlüğü ve dürüstlüğü üst seviyelerde biri gibi konuşmayı bilirsin. Kendine iyi bir insan olduğunu, yüksek manevi değerlere sahip olduğunu söylersin. Kendine karşı dürüst olmayı becerebilirsen, inkârını görmeye başlayabilirsin. İkide bir nasıl küçük yalanlar söylediğini ya da nasıl ahlaki konularda özensiz davrandığını fark etmeye başlarsın. Kendini son derece dürüst olduğuna ikna edersin, ama öyle misin? Hiç kimse fark etmiyor sanıyorsun, ama her düşünceyi, her hareketi ve duyguyu gören biri var. O kişi de sensin.
“Her birimizin içinde, dürüst, sevgi dolu, soylu bir insanın nasıl olması gerektiğini çok iyi bilen bir ruh vardır. Hepimizin içinde derinde bilen bir yer var. Yanlış bir şey yaptığında, bilinç düzeyinde yaptığın şeye bahane bularak kendini kandırmaya çalışabilirsin. Dünyanın dürüstlükten uzak bir yer ve senin kurban olduğuna ilişkin bir hikâye uydurabilirsin. Karşıdaki kişinin, sana yaptıkları yüzünden bunları hak ettiğine, sert davranmanın ona bir ders öğretmek için olduğuna kendini inandırmaya kalkabilirsin. Ama evrenin polisliğini üstlenmek senin sorumluluğun değildir. Sana düşen, kendi hayatındaki gelişim okulunun derslerini öğrenerek lider konumuna gelmek, böylelikle kendi özgün ve en iyi benliğini bulmaktır.”
“Peki,” dedim. “O zaman bu savaşın bir özgünlük savaşı olduğunu söylemek doğru olur mu? Ya da daha doğrusu, bir dürüstlük savaşı – çünkü gerçek benliğimizle tutarlı olmayan şeyler yapağımızda, kişilik bütünlüğümüz, dürüstlüğümüz bozulmuyor mu?”
“Kesinlikle öyle, Jack. Benim Bütünlük Boşluğu diye adlandırdığım son derece güçlü bir kavram var. En basit tanımıyla, içerde kim olduğunla, dışarıya nasıl göründüğün arasında, yani sosyal benliğin arasında bulunan o alan. İşte o alan ne kadar geniş olursa, hayatında o kadar mutsuzluk hissediyorsun. Ashley Montague’nün yıllar önce dediği gibi: ‘İnsanların yaşadığı en derin kişisel yenilgi, olabileceği kişiyle olduğu kişi arasındaki farktan kaynaklanır.’ Çünkü bak, bugün dünyamızda milyonlarca insanın manevi düzeyde bu kadar rahatsızlığı her an sırtlarında taşımalarının en büyük nedeni, o Bütünlük Boşluğu’dur. Kendilerine ihanet ediyorlar, gerçek benliklerinin dünyaya doğru parlamasına izin vermiyorlar. En derin ve en iyi yanları da bütün bunların farkında.”
“Annem bana derdi ki: ‘Jack, kişi olarak benliğin öyle yüksek sesle konuşuyor ki, onu duyabiliyorum.'”
“Akıllı bir kadın. Haklı da. Hepimiz hayatımızın kendi sesiyle konuşmasına izin vermeliyiz. Kişi olarak benliğinle hayatta nasıl göründüğün, her şeyi ifade etmeye yeter. Ve kendine karşı dürüst olmalısın, yoksa gerçekler peşinden yetişip seni yakalar.
“Öyle güzel kurgulanmış ki,” dedi Peder Mike. Sonra yine neşeyle, kıkır kıkır güldü.
“Neden gülüyorsun?”
“Çünkü dünya öyle zekice işliyor, tasarımı da öyle mükemmel ki, biz insanların her şeyi kendi kontrolümüzde sanmamıza ancak gülebilirim de ondan! Yani — bütün bunların birbirine, orkestra gibi nasıl uyduğuna bak. Bir an düşün.” Delici bakışları benim gözlerimdeydi. “İçinde uyuyan onca potansiyel var. Senin en çok sevdiğin bazı değerlerin var. Belli düşünce biçimlerin, duyguların, hareketlerin, bu gezegende seni benzersiz kılıyor. Birtakım ihtirasların ve tercihlerin var, seni mutlu ediyor. Hayatınla ilgili bazı hayallerin var, bunlar senin en derin yerlerine, DNA’na şifrelenmiş. Bütün bunlar senin gerçek benliğinin yönleri. Ve sen bunları yansıtan bir hayatı yaşamaktan uzaklaşınca, dünyada parlamayınca, sevdiğin şeyleri yapmayıp en önemli değerlerine göre yaşamayınca, duygularını hissetmeyip kendi doğrularını konuşmadıkça, yavaş yavaş kapatıyorsun kendini. Öz-değerlerin inişe geçiyor, ruhun buruşmaya başlıyor. Yaşadığın mutsuzluklar artıyor. Daha az enerjin oluyor, yaratıcılığın azalıyor, ihtirasın da kalmıyor.”
“Yani hissettiğim rahatsızlık da bir armağan,” diyerek büyük bir içgörüyü seslendirdim.
“Çok zekisin,” dedi Peder Mike. Gururla ellerini çırpıyordu. “İşte mesele o! Hissettiğin tüm tatminsizlikler aslında – en iyi hayatının, kaderinin gelip şimdiki hayatının kapısına vurmasından başka bir şey değil. İç çekirdeğinde hissettiğin o sızı, ruhunun sana uyanmanı, yeniden rotana dönmeni söyleyişi – gerçekte olduğun kişiyle yeniden aynı hizaya gelmelisin. Hermann Hesse’nin Demian’da yazdığı şeyi hatırla: ‘Her insanın bir tek gerçek işi vardır – kendine giden yolu bulmak… Ona düşen kendi kaderini keşfetmektir — rasgele bir kaderi değil — ve keşfedince de onu sonuna kadar ve kararlılıkla kendi içinde yaşan aktır. Başka her şey sahte bir varoluştur, kaçınmaya, kitlelerin ideallerine doğru kaçmaya, tutuculuğa ve insanın kendi içselliğinden korkmasına işaret eder.’ İşin hazin tarafı, çoğu kişinin içlerindeki o tedirginliğe, o rahatsızlığa, o boşluğa hiç dikkat etmemesi, evrenin onları uyandırıp en iyi benliklerini keşfetmeye yönelttiğini duymamasıdır. Mutsuzluklarının doğal bir şey olduğuna inanıyorlar.”
“O halde ben dış dünyamı kendi iç dünyamla nasıl uyum içine çekeceğim?”
“Bilinçli olarak ve her gün, o Bütünlük Boşluğu’nu kapatacak adımları atmalısın, Jack. Böyle yapmakla, gerçekte olduğun kişiye yeniden dönüşürsün. Bu olunca da, büyüklük hayatının her boyutuna nüfuz eder.”
“Nereden başlayacağım?”İlk önce derinlere inmeli, kendini tanıma sürecini başlatmalısın. Kendini tanımak, kişisel mükemmelliğin başlangıç noktasıdır. En büyük değerlerini belirle, hayatını aslında nasıl yönetmek istediğini tanımla ve nelerin seni mutlu ettiğini düşün. Kendine karşı dürüst olmak için hayatını hangi standartlar çerçevesinde yaşaman gerektiğini netleştir, sonra gerçekten özgün biçimde düşünsen, hareket etsen, hissetsen, dünyada nasıl bir yerde olacağını bul. Nasıl biri olurdun? Nelere artık tahammül göstermezdin? Hangi faaliyetlere artık katılmazdın, hangi insanları hayatından bilinçli olarak çıkarmayı seçerdin?”
“İlginç sorular,” dedim.
“Keşfettiğin şeyleri, sana ilk gün verdiğim o günlüğe yazmanı tavsiye ederim. Öylelikle, kendinle devam eden bir diyalog oluşturabilirsin. Kendinle sohbetler son derece önemlidir. Gerçekte kim olduğunu o yolla öğrenirsin. Bir sonraki adım, her gün gerçek benliğini dünyaya gösterecek hareketleri yapmaktır — Bütünlük Boşluğu’nu kapatmaktır. Hayatını kendi koşullarınla yaşamaya başla.”
“Boşluğu kapa,” diye yankıladım.
“Evet – özgün ol, gerçek ol, kendin ol. Bunu başardığın anda, özsaygın sıçrayarak büyümeye başlayacak, dikkate değer düzeyde bir özgüven edineceksin. Neler olup bittiğini bile fark etmeyebilirsin, çünkü bütün bunlar çok derin bir bilinçaltı düzeyinde olacak. Ama sosyal benliğin de gerçek benliğini yansıtmaya başlayınca, yaşayış biçiminde büyük değişiklikler görmeye başlayacaksın. İnanılmaz miktarda enerjin olacak, her zamankine göre çok daha yaratıcı olduğunu göreceksin. Derin bir sevinç duygusuna, iç huzuruna sahip olduğunu hissedeceksin. Kendine karşı dürüst olmak seni bambaşka bir düzeye yükseltecek, en iyi benliğini uyandıracak. Metafizik açıdan dış dünyanla iç dünyan uyum içinde olduğu zaman, evren de rüzgârını senin kanatlarının altına üfler, sana yeni yeni hazineler yollar.”
Peder Mike ayağa kalktı. “Yarın sabah yedide beni Büyük Salon’da bul,” dedi. “Sana bir şey göstermem gerek.” Esrarengiz bir hali vardı. “Bugünlük bu kadar yeter. Sana düşünecek çok şey yükledim. Odana çekilip notlarını almanı tavsiye ederim. Benden öğrendiklerini kaydet, sonra kendi keşfettiklerini ekle. Bu uygulamanın sana çok yardımcı olacağını biliyorum.”
Sözünü bitirince fırlayıp gitti, beni bir yığın düşünceyle ve yıllardır tatmadığım bir umut duygusuyla baş başa bıraktı.

Benzer İçerikler

A L C A P O N E GANGSTERLER KRALI -John Kobler

yakutlu

Dünyayı Neden Batı Hükmediyor -IAN MORRIS

gul

USTADIR ARI-YAŞAR KEMAL

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy