Hayatımın aşkları, Jeanie-B, Joey ve Bill’e…
-Jay
Sonia, Peter ve Collette için… Üniversite masraflarını öder ödemez daha az çalışacağıma söz veriyorum.
-Robert
TEŞEKKÜRLER
Robert Kirkman, Brendan Deneen, Andy Cohen, David Albert, Stephen Emery ve Circle of Confusion’daki tüm iyi yürekli insanlara teşekkür ederim.
-Jay
Gemiye yön verdikleri için Jay Bonansinga’ya, Alpert’e, Image Comics’in güzel insanlarına, Charlie Adlard’a ve Circle of Confusion’daki diğer herkese teşekkür ederim. Rosenman’a, Rosenbaum’a, Simonian’a, Lerner’a ve tabii ki Brendan Deneen’a da saygılarımı sunarım.
-Robert
1. BÖLÜM : İçi Kof Adamlar
Ölümde kahramanca bir şey yoktur.
Herkes ölmeyi becerebilir.
– Johnny Rotten
1. Kısım
Brian Blake her şeyin başladığı anda karanlığa sokulmuştu; göğsü korkuyla sıkışıyor, dizleri tutmuyordu… Bir çift eli daha olsaydı, kulaklarını tıkayabilir, parçalanan insan kafalarının gürültüsünü zihninden uzaklaştırabilirdi. Maalesef Brian’ın yalnızca iki eli vardı ve şu an ikisiyle de dolapta yanında oturan küçük kızın minicik kulaklarını kapatmaktaydı.
7 yaşındaki kızcağız adamın kollarında tir tir titriyor, dolabın dışından kesik kesik gelen GÜM, PAT, TAK sesleriyle irkiliyordu. Bir an sessizlik oldu. Bu sessizliği kanlı fayanslar üzerinde dolaşan ayaklardan çıkan vıcık vıcık sesler ile giriş holündeki sinirli fısıldaşmalar bozuyordu yalnızca. Brian tekrar öksürmeye başladı, engel olamıyordu. Günlerdir baş belası soğuk algınlığıyla, eklemlerinden ve sinüslerinden atamadığı bu inatçı hastalıkla savaşıyordu. Her sonbahar Georgia’da nemli ve kasvetli günler başlar başlamaz hastalığı baş gösterirdi. Havadaki nem kemiklerine işler, tüm enerjisini emer ve onu nefessiz bırakırdı. Şimdi her öksürükte sırtına bıçak saplandığını hissediyordu.
Bir sonraki darbede iki büklüm olmuştu; hırıldayarak nefes alabiliyordu. Öksürürken bir yandan da elleriyle küçük Penny’nin kulaklarını iyice kapatmaya çalışıyordu. Hırıltılarının dolabın dışında evin farklı köşelerinden tüm dikkatleri üzerine çektiğini biliyordu, fakat yapabileceği hiçbir şey yoktu. Her öksürüşünde gözbebekleri üzerinde küçük havai fişek çizgileri gibi ışık huzmeleri görüyordu.
Kabaca yüz yirmi santimetre genişliğinde, doksan santimetre yüksekliğindeki dolap zifiri karanlıktı. Dolabın içi leş gibi naftalin, fare dışkısı ve yaşlı sedir ağacı kokuyordu. Asılı duran plastik poşetler, karanlıkta Brian’ın yüzüne hafifçe dokunuyordu. Brian’ın küçük kardeşi Philip, burada öksürmesinin sorun olmadığını söylemişti ona. Aslında Brian öksürmekten geberebilirdi –böylece içindeki tüm mikropları da dışarı atmış olurdu. Yine de bu baş belası hastalığını yeğenine bulaştırmasa iyi olurdu. Zira böyle bir şey yaparsa Philip onun kafasını kırardı.
Öksürük nöbeti geçmişti.
Birkaç dakika sonra dolabın dışındaki sessizliği ağır aksak yürüyen başka bir çift ayak sesi bozdu –cinayet bölgesine giren bir ölü daha. Brian elleriyle, Penny’nin kulaklarını şimdi daha sıkı kapatıyordu. Küçük kız ise ne kadar kendini geri çekse de başka bir Re Minör Kafatası Parçalama konserini dinlerken buluyordu kendini.
Dolabın dışındaki curcunayı anlatması istense, Brian Blake muhtemelen başarısız bir müzik mağazası girişimcisi olduğu eski günlerine geri dönerdi. Size, kafa kırılma seslerinin, insanların kesik kesik soluk alıp verişleri, hareket eden bir cesedin ayaklarını sürüyerek attığı adımlar, balta ıslığı, ete giren çeliğin çıkardığı dank sesi ile büyük finalde nemin şapırtısı ve yapışkan fayanslardaki ölü ağırlıktan oluşan tekrar dizeleri ve koroyla cehennemde çalınan bir vurmalı çalgılar senfonisini anımsattığını söylerdi, Tıpkı Edgard Varese’in tuhaf yinelemeleri veya John Bonham’ım uyuşturan davul solosu gibi.
Dışarıdaki hareketlilik yeniden sona erdiğinde Brian’ın sırtından soğuk terler boşandı. Ortalığı tekrar sessizlik kapladı. Gözleri karanlığa alışmıştı artık. Brian, kapının altından yayılarak sızan kanın ilk ışıltısını gördü. Motor yağına benziyordu. Yeğenini yayılan kan göletinden uzaklaştırmak için onu nazikçe kenara çekti ve botlarla şemsiyelerin olduğu arka duvara sırtını dayadı.
Penny Blake’in küçük kot elbisesinin eteği kana değmişti. Elbisesini hemen toplayıp, eteğine bulaşan kan sanki ona da bir şey bulaştıracakmış gibi telaşla lekeyi ovuşturmaya başladı.
Yeni bir öksürük nöbeti Brian’ı yine iki büklüm etti. Öksürükle savaşıyordu resmen. Cam kırıkları yutuyormuşçasına ağrıyordu boğazı. Küçük kızı kendisine doğru çekerek kucakladı. Ne yapacağını ya da ne söyleyeceğini bilmiyordu. Yalnızca yeğenine yardım etmek istiyordu. Ona rahatlatıcı bir şeyler söylemek istiyordu, fakat söyleyecek teskin edici bir söz bulamıyordu.
Küçük kızın babası ne söyleyeceğini bilirdi. Philip olsa bilirdi. O her zaman ne söyleyeceğini bilirdi. Philip Blake başkalarının keşke ben söyleseydim dedikleri şeyleri söyleyen adamdı. Söylenmesi gerekeni söyler, yapılması gerekeni yapardı. Tıpkı şimdi olduğu gibi Bobby ve Nick’le dolabın dışında yapılması gereken şeyleri yapıyordu. Brian ise burada karanlıkta korkak bir ördek gibi çömelmiş, yeğenine söyleyebileceği bir şeylerin olmasını dilemekle yetiniyordu.
İki kardeşten yaşça büyük olanının Brian Blake olduğu düşünüldüğünde, cüssesinin daha küçük olması tuhaftı. Brian Blake, botunun topuklarıyla hesap edildiğinde yaklaşık yüz yetmiş santimetre boyunda, bir deri bir kemik, korkuluk gibi bir adamdı. Siyah dar paça kotunu ve yırtık Weezer tişörtünü zar zor dolduruyordu. Keçi sakalı, örme bileklikleri ve Ichabod Crane tarzı darmadağınık koyu renk saçlarıyla, naftalin kokulu karanlıkta çömeliyordu. Saçlarının bu hali, Peter Pan çıkmazında sıkışıp kalmış, otuz beş yaşındaki “kimsesiz bohem çocuk” imajını tamamlıyordu.
Brian derin derin soluyarak güzel gözlü Penny’ye baktı. Onun durgun, korkmuş yüzü odanın karanlığında bir hayaleti andırıyordu. Penny her zaman sessiz bir kız olmuştu. Oyuncak Çin bebekleri gibi porselen bir teni vardı; bu ona oldukça ruhani bir hava katıyordu. Fakat annesinin ölümünden sonra daha da içine kapanmıştı. Neredeyse saydammış gibi görünen solgun cildi ve kocaman gözlerini perdeleyen asma filizi siyahlığındaki saçları ile şimdi daha da metanetli görünüyordu.
Son üç gündür neredeyse hiç konuşmamıştı. Tabii ki sıra dışı günler geçirmişlerdi; üstelik travma çocuklarda yetişkinlerdekinden daha farklı işlerdi; fakat Brian, Penny’nin bir tür şoka girmiş olmasından endişeleniyordu.
“Her şey yoluna girecek, ufaklık,” diye fısıldadı Brian. Cümlesini kesik, yavan bir öksürükle noktalayabilmişti.
Penny, ona bakmadan, gözlerini yere dikerek bir şeyler mırıldanırken kirli yanağından bir damla gözyaşı süzüldü.
Brian, “Bu da neydi, Pen?” diyerek onu kucağına aldı ve gözyaşını sildi.
Penny, bir şeyi art arda durmadan tekrar ediyordu. Aslında Brian’la konuşmuyordu. Daha çok bir mantra, dua ya da sihirli bir söz gibi söylüyordu bunu: “Hiçbir şey asla yoluna girmeyecek, hiçbir şey, hiçbir zaman, asla, asla…”
“Şşşşşt!” Brian kızın başını tutarak tişörtünün kıvrımlarına yasladı. Kaburgalarında küçük Penny’nin yüzünün ıslak sıcaklığını hissedebiliyordu. Dolabın dışından gelen balta başının kafa derisini yırtıp sert kafatası kemiğine, oradan beyin dokusunun en kalın kısmı duranın katlarına, sonra da artkafa lobundaki yumuşak gri maddenin içine girmesi sırasında çıkan sesleri duyabildikleri için Penny’nin kulaklarını kapatıyordu.
Beysbol sopasıyla ıslak topa vurulmasına benzer sesler geliyordu dışarıdan, yere çarpan vileda başının çıkardığı sesle boşalmaya başlayan kan sesini, korkunç ıslak bir düşme sesi takip ediyordu. Tuhaf bir şekilde Brian için en dehşet verici kısmı ise pahalı seramik fayansın üzerine düşen gövdenin içi boş ve ıslak gürültüsüydü. Üzerlerinde gösterişli işlemeler ve Aztek motifleri olan fayanslar ev için özel olarak yaptırılmışlardı. Gerçekten çok güzel bir evdi, yani en azından bir zamanlar öyleydi.
Sesler tekrar kesilmişti. Bunu yine korku veren bir sessizlik izledi. Brian, öksürüğünü patlamaya hazır bir maytap gibi tutuyordu içinde. Dışarıdakilerin soluk alıp verişlerindeki anlık değişimleri ve kan içinde sürüklenen yapışkan ayak seslerini ancak böyle daha iyi duyabilirdi. Şimdi ise her yere ölüm sessizliği hâkim olmuştu.
Brian, çocuğun yanına geldiğini hissetti; küçük Penny kendisini bir sonraki balta darbesine hazırlıyordu, ama sessizlik sürüyordu.
Azıcık ötedeki sürgü sesi ile dolap kapağının dönen kolu, Brian’ın tüm tüylerini diken diken etti. Kapak yavaşça açıldı.
“Tamam, her şey yolunda.” Viski kokan, dumanlı bu kalın ses, dolabın boşluğundan belli belirsiz görünen bir adamdan geliyordu. Philip Blake, karanlıkta parıldayan gözleri ve zombilerle savaşmaktan yorgun, kızarmış, parlayan terli yüzüyle onlara doğru yaklaşıyordu. Maharetli ellerinde keskin bir balta vardı.
“Emin misin?” diye sordu Brian.
Philip, kardeşini duymazdan gelerek başını kızına doğru eğdi. “Her şey yolunda tatlım. Babacık iyi.”
Brian öksürerek “Emin misin?” diye sordu yeniden.
Philip kardeşine baktı ve “Çeneni kapar mısın artık, paşam?!” dedi.
Brian hırıldayarak soludu. “Dışarısının temiz olduğundan emin misiniz?” diye sordu.
Philip Blake şefkatle kızına “Tatlım?” diye seslendi. Ağır güneyli aksanı, yorgun gözlerinden şimdi yavaş yavaş kaybolan şiddetin parlak ve vahşi koruyla çelişiyordu. “Bir dakika daha burada kalacaksın, tamam mı? Babacık, dışarı çıkabilirsin diyene kadar dur burada. Anladın mı?”
Solgun küçük kız, başını hafifçe sallayıp onu anladığını belli etti.
“Hadi bakalım paşam,” diyerek Philip ağabeyini dolaptan çıkardı.
“Temizlik için yardımına ihtiyacımız var.”
Brian, tüm gücünü ayaklarına vermeye çalışıyordu ama ancak asılı paltolara tutunarak ilerleyebiliyordu.
Dolaptan çıktı. Holdeki ışık gözünü kamaştırmıştı. Öksürürken gözlerini açmaya çalışıyordu. Gözlerini açabildiğinde etrafa iyice göz gezdirdi. Bir an için iki katlı Amerikan koloni mimarisine göre yapılmış evin süslü bakır avizelerle aydınlatılmış geniş holü, felç olmuş işçiler tarafından yeniden dekore edilmenin eşiğindeymiş gibi göründü. Patlıcan moruna dönmüş çamurlu lekeler, turkuaz plaster duvarları kirletmişti. Tüm pervazlar ve kirişler Rorschach’ın siyah ve koyu kırmızı tonlarıyla bezenmişti. Bir de yerdeki kütleler vardı. Kan gölünün içinde altı gövde uzanıyordu. Bedenleri alacalı ve morumsuydu; kafatasları biçimsizdi. Kanlı katliam yüzünden yaşları ve cinsiyetleri anlaşılmıyordu. En büyükleri, döner merdivenin dibinde yayılan safra havuzunun ortasında uzanıyordu. Muhtemelen Güneyli misafirperverliğiyle bir zamanlar şeftalili turta ikram eden ev sahibi kadın ise o güzelim beyaz fayansların üzerinde karman çorman pisliğin içinde uzanıyordu şimdi. Oyulmuş kafatasından sızan kurtlu gri madde kirişleri pisletmişti.
Brian Blake, midesinin kalktığını hissetti. Boğazı istemsizce genişliyordu.
“Evet, beyler, biz işimizi yaptık,” dedi Philip. Arkadaşları Nick ve Bobby’nin yanı sıra kardeşine de sesleniyordu. Fakat Brian kendi bozuk kalp atışlarını bile güçlükle duyuyordu.
Öteki kalıntılara bakıyordu, son iki gündür Philip öldürdükleri şeylere “çifte kavrulmuş pirzola” demeye başlamıştı; hepsi oturma odasının eşiğindeki karanlık, cilalı süpürgeliklere dağılmıştı. Belki bir zamanlar burada yaşayan genç çocuklar, şimdi güneşte kuruyan fışkırmış arteriyel püskürtüler içinde uzanıyordu. Onlardan birinin devrilmiş çorba tenceresi gibi yüzükoyun uzanan kafası, kırmızı sıvısını delik yangın hortumuyla birlikte yerlere saçıyordu. Bazılarının kafataslarında ise kâşiflerin ele geçirmesi en zor tepelere zafer kazanmışçasına diktikleri bayraklar gibi dibine kadar sokulmuş küçük baltalar saplı duruyordu hâlâ.
Brian yemek borusundan tırmanan dalgayı durdurmak için ellerini hemen ağzına götürdü. Sanki kafa derisini güve yiyordu. Kafasında bir tıklama hissediyordu. Yukarıya baktı. Tepesindeki avizeden kan damlıyordu. Damlalardan biri yukarı bakınca burnuna düşmüştü.
“Nick, şunların bir kısmını çadır bezlerine sarıp, daha önce gördüğümüz yerden–”
Brian dizlerinin üzerine yığıldı, öne doğru eğildi ve büyük bir gümbürtüyle fayansa kustu. Buharlı haki renkli safra seli düşen ölünün ayak izleriyle karışarak dalga dalga yayıldı.
Brian, dört günlük iç bulantısını yere kusarken gözyaşları gözlerini yakıyordu.
* * *
Philip Blake gergin gergin iç geçirdi. Adrenalinin uğultusunu hâlâ içinde hissediyordu. O an kardeşinin yanına gitmek için hiçbir çaba göstermedi. Sadece kanlı baltasını indirip, gözlerini devirerek orada durdu kaldı. Philip’in göz yuvalarının üstünde, bunca yıldır kardeşine devirdiği gözlerden kalma çizgiler olmaması bir mucizeydi. Philip’in başka ne yapması beklenebilirdi ki? Zavallı orospu çocuğu kendi ailesindendi, aile ise aile demekti, hele de bunun gibi tuhaf zamanlarda…
Benzerlikleri ortadaydı, Philip’in bu konuda yapabileceği hiçbir şey yoktu. Uzun, sırık gibi ve güçlü Philip Blake’in tüccar gibi zayıf kasları vardı. Kardeşiyle aynı özellikleri taşıyordu; aynı koyu badem gözler ve Meksika asıllı Amerikan annelerinden gelen aynı kömür karası saçları… Kızlık soyadı Garcia olan anneleri Rose’un özellikleri baskın çıkmış ve yeni nesle aktarılmıştı. Soyadı İskoç asıllı İrlandalılardan miras kalan iri, kaba bir alkolik olan babaları Ed Blake’ın özellikleri ise daha çekimser kalmıştı.
Yine de tüm kaslar, Brian’dan 3 yaş küçük olan Philip’in payına düşmüştü. Fu Manchu tarzı bıyıkları vardı. Soluk kot pantolonu, iş botları ve chambray kumaştan gömleğinin içinde 1.90 var gözüküyordu.Boktan bisikletçi dövmesinin olduğu haşmetli gövdesiyle öğüren kardeşine gitmesine, hatta kendine engel olmasa ağzından sert sözlerin dökülmesine az kalmıştı. Holden hiç de hoşuna gitmeyen bir ses duydu.
Philip’in eski lise arkadaşlarından Bobby Marsh, vücuduna oturan büyük beden kotuyla merdiven korkuluklarına dayanmış baltasının ucunu temizliyordu. Yüksekokuldan terk otuz iki yaşındaki şişman Bobby Marsh obez sayılmazdı, ama kesinlikle aşırı kilolu, hatta Burke County lisesindeki sınıf arkadaşlarının yağ tulumu diyeceği tiptendi. Yağlı kahverengi saçlarını atkuyruğu yaparak arkasında toplamıştı. Şimdi Brian Blake’in kusmasını izlerken gergin, hatta sinirli sinirli gülüyor, kahkahası göbeğini titretiyordu. Bu, donuk ve içi boş bir kıkırdama, Bobby’nin kontrol edemediği bir tür tik gibiydi.
Bu sinirli kıkırdama üç gün önce, ilk yaşayan ölünün Augusta havalimanına yakın bir petrol istasyonundaki servis bölümünden ağır ağır yürüyerek çıkmasıyla başlamıştı. Üzerinde kanlı bir işçi tulumu vardı ve bir yandan ayaklarının altında uzayıp giden tuvalet kâğıdıyla izlerini gizlemeye çalışırken diğer yandan da ayaklarını yere sürterek ilerliyordu. Philip araya girip onu, levyeyle eşek sudan gelinceye kadar dövmeden önce bu şey, Bobby’nin yağlı gerdanından yemek yapmaya çalışmıştı. Kafaya indirilen büyük darbe bu şeyin işini oldukça güzel halletmişti; o günkü keşiften Bobby’nin payına düşense daha gergin kıkırdamalar olmuştu. Bu onun savunma mekanizmasıydı tabii ki. “Allah’ın cezası, kara veba gibi sudan kapılan bir şey, dostum” gibi huzursuz sohbetler geçmişti aralarında. Ama Philip o zaman bu saçma laf salatasını dinlemek istememişti. Şu an da dinlemek istemediğinden emindi.
“Hey!” Philip tıknaz adama sesleniyordu. “Hâlâ bunun komik olduğunu mu düşünüyorsun?”
Bobby’nin gülmesi kesildi.
Odanın diğer ucundan, arka avlunun karanlık düzlüğüne bakan gecenin örttüğü pencerenin yanından dördüncü bir kişi, olanları güçlükle izliyordu. Philip’in şımarık çocukluğundan kalma başka bir arkadaşı olan Nick Parsons, otuzuna merdiven dayamış, toplu biriydi. Saçları, ilkokul çocuğu tipi, ölümsüz bir sporcunun saç modeli gibi kesilmişti. Nick grubun dindarıydı. Bu yüzden de bir zamanlar insan olan şeylere zarar verme fikrine en son o alışmıştı. Şimdiyse bej pantolonu ve spor ayakkabılarında kan lekeleri vardı. Philip’in Bobby’ye yaklaştığını izlerken travmadan gözleri yanıyordu.
“Kusura bakma, dostum” diye mırıldandı Bobby.
Philip, Bobby’yle burun buruna gelerek “Kızım içeride,” dedi. Öfke, panik ve acının uçucu kimyasalları Philip Blake’i hemen tutuşturabiliyordu.
Bobby kana bulanmış yere bakarak “Affedersin, affedersin,” dedi.
“Git ve muşambaları getir Bobby.”
Yaklaşık iki metre ileride Brian Blake, hâlâ elleri ve dizlerinin üstünde midesindeki son şeyleri çıkarıyor ve kuru kuru öğürmeye devam ediyordu.
Philip, ağabeyinin yanına gitti. Ona doğru eğilerek “Çıkar, rahatlarsın,” dedi.
“Ben, ah!…” Brian boğuk boğuk sesler çıkarıyor, burnunu çekiyor ve bir şeyler düşünmeye çalışıyordu.
Philip büyük, kirli ve nasırlı elini şefkatle kardeşinin kamburlaşmış omuzlarına koydu. “Sorun yok, dostum… Çıkar gitsin.”
“Kus-sura bakma.”
“Sorun değil.”
Brian kendini kontrol etmeyi başararak elinin tersiyle ağzını sildi. “Sizce he-hepsini bitirdiniz mi?”
“Herhalde.”
“Emin misiniz?”
“Evet.”
“Aradınız yani… hem de her yeri? Bodrumu ve başka başka yerleri?”
“Evet efendim, aradık. Tüm yatak odalarını… hatta tavan arasını bile. Sonuncusu da senin şu ölüyü uyandıracak kadar sesli, baş belası öksürüğüne geldi. Genç kız, öğle yemeği için Bobby’nin gıdısının gıdısını almaya çalıştı.”
Brian acı acı yutkundu. “Bu insanlar… onlar… burada yaşıyorlardı.”
Philip iç çekerek “Artık yaşamıyorlar,” dedi.
Brian odaya şöyle bir bakındı. Sonra gözleri kardeşine takıldı. Gözyaşları Brian’ın yanaklarını ıslatmıştı. “Ama onlar… aileydi.”
Philip başını öne eğdi ve hiçbir şey söylemedi. Kardeşine, e öyleyse n’olmuş dercesine, omuz silktiğini zannediyordu, fakat tek yaptığı başını eğmekti. Aklından geçen az önce doğradığı zombileşmiş aile değildi. Üç gündür süren o dehşet katliam da değildi gözlerinin önünden geçen. Okul çağında çocuğu olan anneyi, postacıları veya petrol istasyonu görevlilerini de düşünmüyordu. Dün Brian yine aynı durumdayken ahlakla etik arasındaki farkı anlatan bazı entelektüel boş laflarla konuyu saptırmıştı. Ahlaki açıdan kimse hiçbir zaman kimseyi öldürmemeli. Biraz farklı olan etik açıdan bakıldığında ise sadece nefsi müdafaa durumunda insan öldürülebilirdi. Fakat Philip, yaptıkları şeyi öldürmek olarak görmüyordu. Zaten ölmüş bir şeyi yeniden öldüremezdin. Yaptığı şey onu böcek gibi ezmek ve geçip gitmekti. Bunun üstüne de bu kadar düşünmeye gerek yoktu.
Açıkçası Philip şu an bu ayak takımının bir sonraki hamlesini bile düşünmüyordu. Bu büyük ihtimalle tamamen ona bağlıydı. Fiilen bu topluluğun lideriydi. Bununla da başa çıkabilirdi. Philip Blake şimdi yalnızca bir şeye odaklanmıştı. Bu kâbus başlayalı yaklaşık yetmiş iki saat olmuştu ve henüz hiç kimsenin saptayamadığı bir nedenden ötürü insanlar dönüşmeye başlamıştı. Philip Blake’in tek düşünebildiği Penny’yi korumaktı. İki gün önce Waynesboro’dan, kendi memleketinden defolup gitmesinin nedeni de buydu.
İnsanlar ölüp yeniden dirilmeye başladıklarında orta Georgia’nın doğu kıyısındaki küçük çiftçi topluluğunun bulunduğu yer tam bir cehenneme dönmüştü. Fakat Philip’i asıl kaçıran neden Penny’ydi. Onun güvenliğini sağlamak istiyordu. Penny için eski lise arkadaşlarından yardım istemiş, onun için Atlanta yollarına düşmüştü. Haberlere göre orada mülteci kampları kuruluyordu. Bunların hepsi Penny içindi. Philip Blake’e kalan biricik şey Penny’ydi. Onu yoluna devam ettiren tek şey, yaralı ruhunun tek tesellisi oydu.
Bu esrarengiz salgın başlamadan çok önce, uykusuz gecelerde, saat üçte Philip’in kalbindeki boşluk sızlamaya başlardı. Karısını tam olarak bu saatte, Athens’in güneyindeki yağmurda kayganlaşan ana yolda kaybetmişti. Üstünden dört yıl geçmiş olmasına inanmak o kadar zordu ki!.. Sarah, Georgia Üniversitesi’nden bir arkadaşını ziyarete gidiyordu. O gece içmişti. Tam bu sıralarda Wilkes County’deki dönemeçli yolda kontrolünü kaybetmişti.
Cesedi teşhis ettiği an Philip kendisinin bir daha eskisi gibi olamayacağını anlamıştı. Hiç tereddüt etmeden doğru şeyi yaptı. Penny’yi beslemek, büyütmek ve giydirmek için iki işte birden çalıştı. Fakathiçbir zaman eskisi gibi olamadı. Belki de her şey bu yüzden oluyordu. Tanrı’nın küçük bir oyunuydu olup bitenler. Çekirgeler istila ettiğinde ve de nehir kana bulandığında, kim ki kaybedecek şeyi en çok, başı çekecek kişi ve lider o olacaktır.
“Kim olduklarının hiçbir önemi yok,” dedi sonunda Philip kardeşine. “Ya da ne olduklarının.”
“Evet… Sanırım haklısın,” diyen Brian ancak bağdaş kurarak, hırıltılı ve derin nefesler alıp vererek oturabilmişti. Bobby ve Nick’i izliyordu şimdi. Geniş çadır bezini yere serip çöp torbalarını silkerek açmışlar, hâlâ kanayan bu cesetleri çadır bezlerine sarmaya başlamışlardı.
“Önemli olan tek şey şu anda bu evi arındırmış olmamız,” dedi Philip. “Bu gece burada kalıp, sabah biraz petrol bulabilirsek yarın Atlanta’ya gidebiliriz.”
“Yine de hiçbir anlamı yok,” diye mırıldandı Brian. Bir cesetten diğerine bakıp duruyordu.
“Ne demek istiyorsun?”
“Şunlara baksana.”
Philip, “Ne?” diyerek omzunun üstünden çadır bezine sarılmış ev sahibi kadından kalan iğrenç artıklara şöyle bir baktı. “Ne var?”
“Bunlar bir aileydi.”
“Yani?”
Brian, koluna öksürdü, sonra da ağzını sildi. “Demek istediğim… anneyi, babayı ve dört genç çocuğu da aldın… hepsi, bu kadar.”
“Evet, yani ne?”
Brian başını kaldırarak Philip’e baktı. “Yani böyle bir şey nasıl olmuş olabilir? Hepsi birlikte mi dönüşmüştü? Birisi ısırılmıştı, sonra onu eve mi getirmişlerdi?”
Philip, bunun üzerine biraz düşündü. Bu kadar şeyden sonra hâlâ neler olup bittiğini ve bu çılgınlığın nasıl işlediğini anlamaya çalışıyordu. Fakat sonunda düşünmekten bıkarak “Hadi, kaldır o tembel kıçını da bize yardım et,” dedi.
* * *
Evi temizlemeleri yaklaşık bir saat sürmüştü. Penny bu süre zarfında dolapta kaldı. Philip, ona çocuklardan birinin odasından pelüş bir hayvan getirmişti. Ona, bunun çok sürmeyeceğini, dışarı çıkabilmesine çok az kaldığını söyledi. Brian kesik kesik öksürerek kanları paspaslıyor, diğer üç adam da çadır bezine sarılmış iki büyük, dört küçük cesedi kayarak açılan kapılardan sürükleyerek geçirip dışarıdaki geniş sedir döşemenin üstüne istifliyorlardı.
Eylül sonundaki bu gecede üzerlerindeki gökyüzü, karanlık bir okyanus kadar serin ve açıktı. Yıldızlar âlemi parıl parıl parlıyor, bu sakin ve neşeli parıldamalarıyla resmen onlarla dalga geçiyordu. Hazırladıkları balyaları çiy kaplı döşemelere sürüklerken üç adamın nefesinden çıkan buharlar karanlıkta görülüyordu. Baltalarını kemerlerinde taşıyorlardı. Philip kemerinin arkasına bir silah sıkıştırmıştı. Bu, yıllar önce bitpazarından aldığı eski bir Ruger 22’ydi. Ama şimdi hiç kimse silah sesinin gürültüsüyle ölüleri uyandırmak istemiyordu. Rüzgârda karanlık çevreden kulaklarına gelen yürüyen ölülerin o karışık iniltilerinden ve sürünen ayak seslerinden oluşan malum seslerini – duyabiliyorlardı.
Georgia’da sonbaharın bu kadar serin başlaması pek de alışık oldukları bir şey değildi. Bu gece de sıcaklığın beşin altına, hatta belki de sıfırın altına düşmesi bekleniyordu. En azından kesilmeden evvel yerel AM radyosunda öyle anons edilmişti. Bu vakte kadar Philip ve tayfası yolculukları esnasında televizyon, radyo ve interneti Brian’ın Blackberry’sinden takip ediyorlardı.
Bu kaosun ortasında, haber bültenleri insanlara her şeyin yolunda olduğunu – “Her şey güvenilir hükümetinizin kontrolü altında” – ve karşılaştıkları bu küçük sorunun sadece birkaç saat içinde halledileceğini söylüyorlardı. Sivil savunmayla ilgili her zamanki uyarılar, insanlara dışarıya çıkmamalarıyla ilgili verilen nasihatler: seyrek nüfuslu bölgelerden uzak durun, ellerinizi sık sık yıkayın, şişe su için, vesaire vesaire.
Tabii ki kimsenin bir şey bildiği yoktu. Belki de en kötüsü bozulan istasyon sayısının artmasıydı. Çok şükür ki petrol istasyonlarında petrol, manavlarda yiyecek bir şeyler vardı hâlâ. Elektrik şebekeleri, trafik lambaları, karakollar ve medeniyetin tüm alt yapı donanımları da şimdilik yerli yerinde görünüyordu.
Fakat Philip elektrik kesintisinin işleri tasavvur edilemeyecek şekilde ciddiye bindirecek olmasından endişeleniyordu.
“Cesetleri garajın arkasındaki çöp bidonuna koyalım,” dedi Philip hafifçe. Fısıldıyor gibiydi. İki balyayı, üç arabalık garaja bitişik tahta çitlere doğru sürükledi. Bu işi çabucak ve sessizce halletmek istiyordu. Zombileri çekmek istemiyordu. Ateş, gürültü, hele de becerebilirlerse silah sesi hiç olmayacaktı.
İki metrelik sedir çitin arkasında, arka bahçeyi kaplayan geniş garajlara açılan çakıllı dar bir ara yol vardı. Nick yükünü dövme demir kulplu, sağlam sedir levhadan çitin kapısına kadar sürükledi. Balyayı bırakarak kapıyı açtı. Kapının arkasında dimdik bir ceset onu bekliyordu.
“Şuraya bakın!” diye haykırdı Bobby Marsh.
“Kapa çeneni!” diyerek tısladı Philip. Kapıya varmak için yolu yarılamıştı. Kemerindeki baltayı çıkardı.
Nick geri çekildi.
Zombi ona doğru yalpalayarak yürüyordu. Nick’in sol göğüs kısmını milimetrelik bir sapmayla kaçıran zombi, hart hurt bir şeyler yer gibi ağzını oynatıyordu. Boş boş takırdayan sarı dişlerin sesi birbirine çarpan çıngırdakların sesine benziyordu. Ay ışığında Nick, yaklaşanın yırtık pırtık bir kazak, golf pantolonu ve pahalı kramponlar giymiş yaşlı bir erkek olduğunu görebildi. Beyaz, kataraktlı gözlerinde parlayan ay ışığı gerçeği ortaya çıkarmıştı: zombi, bir zamanlar birinin büyükbabasıydı.
Nick, tökezleyip Kentucky’deki gür otların üstüne kıç üstü düşmeden önce bu şeye güzelce bakabilmişti. Ölü golfçü, paslı çelik kemerlerin havada ışıldaması gibi aralıktan hantal hantal yürüyerek geçerek çimenliğe yaklaşıyordu.
Philip’in baltasının başı yaşlı adamın hindistan cevizine benzeyen kafatasını çatlatarak canavarın kafasına güzelce indi. Beyin dokusunun en kalın kısmı dura materin yoğun, lifli zarını deldi ve jelimsi yan loba girdi. Ceviz kırarmış gibi bir ses çıktı. Koyu, hafif tuzlu bir sıvı havaya fışkırdı. Büyükbabanın suratındaki o tuhaf canlılık, projeksiyon sistemi tutukluk yapmış bir çizgi film gibi birden kayboldu.
Zombi, sönerek kabaca düşen boş bir çuval gibi yere kapaklandı.Hâlâ derine batmış olarak duran balta Philip’in yalpalamasına sebep oldu. Philip baltaya aniden asıldı. Baltanın başı sıkışmıştı. “Şu Allah’ın cezası kapıyı sessizce kapat çabuk. Allah kahretsin,” dedi Philip. Hâlâ öfkeli bir fısıltıyla konuşuyordu. Chippewa’dan aldığı çelik burunlu botların sol teki kadavranın delinmiş kafatasına çarptı.
Diğer iki adam eş zamanlı bir şekilde dans ediyorlarmışçasına birden hareketlendiler. Bobby yükünü çabucak yere bıraktı ve kapıya koştu. Nick ayağa kalkarak korku sersemliğiyle geriye çekildi. Bobby dövme demirden yapılmış sürgüyü hemen sürgüledi. İçi boş metalik bir şıngırtı duyuldu. Bu ses o kadar gürültülüydü ki karanlık çimlerde yankılandı.
Philip, sonunda baltayı zombinin kafatasının inatçı kayalıklarından kurtarmayı başarmıştı; balta, yumuşak bir öpücük sesiyle çıkıverdi. Ailenin geri kalanına doğru dönüyordu ki evden tuhaf, beklenmedik bir ses duyuldu. Panik dalga dalga tüm beynine yayıldı.
Kafasını kaldırıp yukarıya baktı. Evin arka cephesini görüyordu. Pencerenin içinden ışıl ışıl bir şey parlıyordu.
Cam kapının ardından Brian’ın sureti göründü. Cama yavaşça vuruyordu. Bu, Philip’i hemen harekete geçirdi. Diğerleri de hızla geri döndü. Aciliyet Brian’ın yüzünden okunuyordu. Ölü golfçüyle yapacakları bir şey kalmamıştı artık. Bir terslik olduğunu görebiliyordu Philip.
Allah’ım lütfen Penny’ye bir şey olmasın.
Philip baltayı bırakıp koşarak birkaç saniyede çimleri geçti.
Bobby Marsh, Philip’in arkasından “Cesetler ne olacak?” diye soruyordu.
“Bırakın onları!” diye bağırdı Philip. Merdivenlerin üstünden atlamıştı bile. Açılır kapanır kapılara doğru koşuyordu.
Brian yarı açık kapının önünde onu bekliyordu. “Sana bir şey göstereceğim, dostum,” dedi.
“Ne? Penny’yle mi ilgili? Ona bir şey mi oldu yoksa?” Philip eve geri koşarken nefessiz kalmıştı. Bobby ve Nick de verandadan geliyorlardı. Onlar da evin sıcaklığını hissetmişlerdi artık.
“Penny iyi,” dedi Brian. Elinde bir fotoğraf çerçevesi vardı.
“Gayet iyi. Dolapta biraz daha kalabileceğini söylüyor.”
“Allah aşkına Brian, bok mu var?!” Philip nefesini tutmuş, ellerini yumruk yapmıştı.
“Sana bir şey göstereceğim. Bu gece burada mı kalmak istiyorsun gerçekten?”
Brian açılır kapanır cam kapıya doğru döndü. “Bak şimdi. Bu aile hep birlikte burada öldü değil mi? Altı kişinin hepsi? Altısı birden?”
Philip yüzünü sildi. “Çıkar artık ağzındaki baklayı moruk!”
“Bir şekilde bunların hepsi toptan dönüştü. Ailenin hepsi değil mi?” Brian öksürdü ve garajın yanında uzanan altı adet soluk balyayı işaret etti.
“Dışarıda, çimlerin üstünde altısı da duruyor. Anne, baba ve dört çocuk.”
“Ee ne var yani?”
Brian elinde bir fotoğraf çerçevesi tutuyordu. Ailenin mutlu zamanlarından… Hepsi acemice gülümsüyordu ve resmi pazar günü kıyafetlerini giymişlerdi.
“Bunu piyanonun üstünde buldum,” dedi Brian.
“Yani?”
Brian fotoğraftaki en küçük çocuğu gösterdi. Bu, 11-12 yaşlarında, küçük lacivert bir takım elbise giymiş sarı kâküllü, sert gülüşlü bir çocuktu.
Brian kardeşine baktı ve usulca “Resimde yedi kişiler,” dedi.Philip’in uzatmalı molaları için seçtiği bu iki katlı koloni mimarisine sahip ev, Wiltshire Estates olarak bilinen etrafı çevrili yerleşim bölgesinin üç şeritli labirentinde kaybolmuş ara sokaklardan birindeydi. Atlanta’nın yaklaşık otuz kilometre doğusundaki 278. otobanın yanında bulunan yirmi dört milyon metre karelik yaşam alanı, sık ve uzun yapraklı çamlar ve yaşlı, büyük meşelerle bezeli özel bir ormandı. Güney sınırındaysa Fuzzy Zoeller’in tasarladığı geniş, inişli çıkışlı otuz altı delikli golf sahası vardı.
Brian Blake’in o akşam terkedilmiş bir nöbet kulübesinde bulduğu ücretsiz broşürdeki pazarlama yazısı o kadar süslü püslüydü ki bu yer, kulağa sanki Martha Stewart’ın erotik fantezisi gibi geliyordu: Wiltshire Estates, sizlere dünya standartlarında ödüllü bir yaşam sunuyor. GOLF Magazin burası için “En iyilerinden de iyi” yorumunda bulundu. Ayrıca üç yıldızlı Five Diamond’un ödüllü meşe yetiştirme alanları ve spası da var. 7-24 güvenlik hizmetiyle 475.000 dolardan başlayan fiyatlarla…
Blake ekibi Atlanta’daki mülteci kampına doğru giderken o gün, gün batımında şaşalı giriş kapısına rastlamışlardı.– Hepsi birden Philip’in paslı Chevy Suburban marka arabasına doluşmuştu. Ön farların ışığında binanın üzerindeki demir süslemeleri ve kuleye metallerle işlenmiş Wiltshire başlıklı kavisli büyük açıklama yazılarını görmüşler, bunları incelemek için durmuşlardı.
Philip, başta buranın bir mola yeri olabileceğini düşünmüştü. Şehre uzanan yolculuklarının son ayağını tamamlamadan dinlenebilecekleri, belki de erzak bulabilecekleri bir yer olduğunu sanmıştı. Belki de kendileri gibi birileri, yaşayan başka ruhlar veya onlara yardım edecek birkaç merhametli insan bulurlardı. Bu yorgun, aç, sinirli ve sersem beş yolcu, Wiltshire’ın dolambaçlı yollarında ilk turlarını atmışlar, etrafı hızla kuşatan karanlıkta bu yerin pek çok kısmının terk edilmiş olduğunu anlamışlardı.
Pencerelerin hiçbirinden ışık gelmiyordu. Yollarda ve kaldırımlarda çok az araç kalmıştı. Bir köşedeki başıboş yangın hortumu çimenlerin üzerine köpük püskürtüyordu. Başka bir köşedeyse telefon direğine girip ön kısmı parçalanmış, terkedilmiş bir BMW duruyordu. Bükülmüş yolcu kapısı ise açık vaziyetteydi. Belli ki insanlar aceleyle terk etmişti burayı.
Terk etme sebepleri, golf kursunun uzak gölgelerinden, kursun arkasındaki çukurlardan ve hatta etraftaki iyi aydınlatılmış sokaklardan gayet iyi anlaşılıyordu. Zombiler, kendi öz hallerinin hayaletimsi kalıntılarıymış gibi amaçsızca ve ayaklarını sürüyerek etrafta dolaşıyorlardı. Arabanın pencereleri kapalıydı. Yine de geniş ve yeni asfaltlanmış yollardan oluşan labirentte dolaşırken Philip, zombilerin uyuşuk uyuşuk açılan ağızlarından çıkan çatlak iniltileri gayet net duyabiliyordu.
Salgın ya da Tanrı’nın işi, her nasıl başladıysa bu bela, Wiltshire Estates’i fena vurmuş olmalıydı. Yaşayan ölülerin çoğu golf kursunun patikalarında ya da banketlerde geziniyordu. Orada, bu süreci hızlandıran bir şey olmuş olmalıydı. Belki golfçüler çoğunlukla yaşlılardı ve yavaş hareket ediyorlardı. Belki de yaşayan ölüler, onların tadını sevmişti. Kim bilir? Fakat ağaçların, çitlerin üstünden, yüzlerce metre öteden görünen bir şey vardı: pek çok yaşayan ölü, belki yüzlercesi, spor kulübü binasında, çimenli golf yollarında, yaya geçitlerinde ve topu engelleyen tümseklerde bir araya toplanmıştı.
Gecenin karanlığında ağır ağır kovana doluşan arılara benziyorlardı.
Bunu seyretmek oldukça rahatsız ediciydi. Fakat bir şekilde burayı terk etmişler, yakın bölge halkına sonsuz çıkmaz sokaklar ve terkedilmiş dolambaçlı ara yollar bırakmışlardı. Philip ve gözünü dört açmış yolcular burada dolanırken o ödüllü hayatın küçücük bir parçasını daha da çok arzulamışlardı. Yalnızca bir yudum, sadece kendilerini yenilemek ve deşarj olmaya yetecek kadar… Geceyi burada geçirebileceklerini ve sabah yeni bir başlangıç yapabileceklerini düşünmüşlerdi.
Green Briar Lane’in dibindeki bu büyük evi seçmişlerdi. Çünkü burası golf kursuna uzaktı; bu sayede arı sürüsünün saldırılarından kaçabilirlerdi. Malikânenin büyük bir bahçesi vardı; pek çok yeri de görüyordu. Ayrıca yüksek ve sağlam çitlerle çevriliydi. Üstelik boş görünüyordu. Fakat arabayı kilitlemeden, anahtarları üstünde bırakıp park etmişlerdi. Kapılardan birine doğru ilerleyerek teker teker pencereden içeriye süzüldüklerinde ev, üstlerine gelmeye başlamıştı. İlk gıcırdama sesleri ikinci kattan gelmişti. Philip bu sesi duyar duymaz Nick’i geri göndermiş, arabanın arkasındaki baltaları getirmesini istemişti.
* * *
“Yine söylüyorum, hepsini öldürdük,” dedi Philip. Mutfakta, kahvaltı köşesinde oturan kardeşini sakinleştirmeye çalışıyordu. Brian hiçbir şey söylemedi. Kâsesindeki vıcık vıcık kahvaltı gevreklerine bakıyordu. Kenarda da Brian’ın çeyreğini kafaya dikerek bitirdiği bir şişe öksürük şurubu duruyordu.
Penny de yanında oturuyordu. Onun önünde de bir kâse Nesquik vardı. Kâsesinin yanındaysa armut büyüklüğünde pelüş bir penguen duruyordu. Penny kaşığını ara sıra oyuncağın ağzına götürüyor, kahvaltısını onunla paylaşıyormuş gibi yapıyordu.
Tüm dolaplara tek tek bakarken, “Bu evin her santimetrekaresini kontrol ettik,” diyordu Philip. Mutfak, erzaklar ve lüks eşyalarla dolu bir hazineydi: kahveler, elektrikli mikserler, kristal kadehler, şaraplar, ev yapımı makarnalar, kaliteli reçel ve marmelatlar, her tür baharat ve tatlandırıcı, pahalı likörler ve envai çeşit yemek pişirme aleti. Viking marka kocaman fırın pırıl pırıldı. Gardırop tipi devasa buzdolabı, pahalı etler, meyveler, ezmeler, süt ürünleri ve küçük, içinde hâlâ taze yemek artıkları olan beyaz Çin restoranı kutularıyla doluydu. “Bir akrabalarına falan gitmiştir,” diye devam ediyordu Philip. Bir yandan da rafta duran o güzelim İskoç malt viskisine bakıyordu. “Dedesi ve büyükannesinin yanına gitmiş olabilir. Belki de bir arkadaşının evinde kalmıştır, her neyse işte!”
Bobby Marsh “Aman Allah’ım, şuna bakın!” diye haykırdı. Kilerin önünde duruyor ve içerideki şekerlemeleri zevkle inceliyordu. “Charlie’nin Çikolata Fabrikası gibi burası… Kekler, şerbetli tatlılar ve pastalar… Hem hepsi de taze.”
Philip, viski şişesini raftan alırken “Burası güvenli Brian,” dedi.
“Güvenli mi?” Brian Blake gözlerinin masaya dikmişti. Öksürerek oturduğu yerde büzüldü.
“Evet, öyle dedim. Doğruyu söylemek gerekirse–”
“Biri daha gitti!” Mutfağın diğer ucundan bir ses geldBu Nick’ti. On dakikadır gergin gergin lavabonun solundaki dolabın altına monte edilmiş küçük bir plazmada televizyon kanallarını geziyor ve yerel istasyonlardan gelecek güncel haberleri bekliyordu. Saat on ikiye çeyrek vardı. Atlanta’dan gelen Fox 5 haberleri de kaybolmuştu. Kablolu yayında, doğa programları ve eski filmlerin tekrarını veren ulusal ağlar dışında, kalan tek şey Atlanta’nın güvenilir kanalı CNN’di. Bunların hepsi ise şu anda günlerdir yayınlanan aynı uyarı ekranı ve aynı maddelerle kriz duyuruları veriyordu. Brian’ın Blackberry’si bile son nefesini veriyor gibiydi. Çünkü bu bölgede sinyal çok düzensizdi. Çalıştığında da saçma sapan e- postalar, Facebook etiketlemeleri ve kapalı mesajlar veren anonim iletilerle dolu olarak geliyordu:
…VE KRALLIK KARANLIĞA GÖMÜLÜYOR…
…GÖKTEN KUŞLAR DÜŞTÜ. İŞTE HER ŞEY BÖYLE BAŞLADI…
…HEPSİNİ YAKIN. HEPSİNİ…
…TANRI’YA KARŞI GELEN KÂFİRLER…
…DOĞARSIN VE ÖLÜRSÜN…
…LORDLAR KAMARASI, ŞEYTANLARIN MESKENİ OLMUŞ…
…BUNDAN BENİ SORUMLU TUTMA. BEN ÖZGÜRLÜKÇÜYÜM…
…YE BENİ…
“Kapat şunu, Nick” dedi Philip kasvetli bir ses tonuyla. Kahvaltı köşesindeki sandalyeye elindeki şişeyle külçe gibi oturdu. Kaşlarını çattı ve kemerinin arkasına elini attı. Tabancası arkasına batıyordu. Ruger’i çıkarıp masaya koydu. Viskinin kapağını şak diye açıp bir yudum aldı.
Brian’la Penny silaha bakıyorlardı.
Philip şişenin kapağını kapadı ve viskiyi mutfağın diğer tarafında duran Nick’e attı. Nick de tüm ülkedeki en iyi ikinci beysbolcu, en azından bir zamanlar öyleydi, özgüveniyle şişeyi yakaladı. “Biraz da içki kanallarını ayarla… Televizyona bakıp durmayı kes artık. Uyusan iyi olur.”
Nick bir yudum aldı. Sonra bir yudum daha. Sonra da şişeyi kapatıp Bobby’ye fırlattı.
Bobby az daha düşürüyordu şişeyi. Kilerde oturmuş koca bir paket kakaolu ve kremalı bisküviyi midesine indiriyordu. Ağzı bisküvilerin kahverengi kırıntılarıyla batmıştı. Viskiden aldığı büyük bir yudumla bisküvileri mideye indirdikten sonra teşekkür edercesine geğirdi.
Philip ve bu iki arkadaşı pek çok kez birlikte içmişlerdi. Bu gece ise her zamankinden daha fazla ihtiyaçları vardı buna. Burke County’deki ilk yıllarında birlikte nane likörü ve karpuzlu şarap içmeye başlamışlardı. Arka bahçelerindeki küçük çadırlarda içiyorlardı. Daha sonraları futbol maçlarından ardından bira kokteyli içmeye başlamışlardı. Kimse likörü Philip gibi götüremezdi. Diğer ikisi de meyve kokteyllerinde sıkı rakip sayılırlardı.
Evliliğinin ilk yıllarında Philip belirli aralıklarla bu iki lise arkadaşıyla dışarı çıkıp âlem yapardı. Bunu daha çok gençliğin, yalnızlığın ve sorumsuzluğun nasıl bir şey olduğunu hatırlamak için yapardı. Fakat Sarah’nın ölümünden sonra bu üç adam birbirinden kopmuştu. Çocukla tek başına ilgilenmenin stresi, gündüzleri şapkacıda çalışmak, geceleri de Penny’yi yataklı bölmeye alıp yük kamyonu sürmek onu mahvetmişti. Giderek daha da az birlikte dışarıya çıkmaya başlamışlardı. Philip geçen ay Nick ve Bobby’yle buluşup zamparalık yapmak için Tally Ho’ya ya da Wagon Wheel Inn’e ya da Waynesboro’daki başka bir yere gidebilmişti. Penny’ye Rose anne bakmıştı.
Son yıllarda Philip, Bobby ve Nick’le sırf takılmak için mi takıldığını merak etmeye başladı. Hâlâ yaşadığını kendisine hatırlatabilmeliydi. Belki de geçen pazar, Waynesboro’da işler boka sardığında Philip de bu yüzden Penny’yi alıp daha güvenli bir yere gitmeye karar vermiş, Nick ve Bobby’yle de bu seyahat için bir araya gelmişti. Onlar kendilerini Philip’in geçmişine ait parçalar gibi hissediyorlardı. Bu da bir şekilde işleri kolaylaştırmıştı.
Fakat Brian’ı yanına almayı hiç düşünmemişti. Brian’la karşılaşmak tamamen bir kazaydı. Yola çıktıkları ilk gün, Waynesboro’nun yaklaşık 65 kilometre batısındayken Philip, annesiyle babasının nasıl olduklarını görmek için Deering’e sapmıştı. Yaşlı çift, Fort Gordon askeri üssünün yakınındaki emeklilerle birlikte yaşıyordu. Philip, ailesinin küçük kasaba evine vardığında, tüm Deering halkının korunmak için askeri üsse taşındığını gördü. Bu iyi haberdi. Fakat Brian evdeydi. Bu da kötü haberdi. Brian terkedilmiş evde, bodrumdaki alçak tesisat kanalına sokulmuş saklanıyordu. Taşrada yürüyen ölülerin sayısının artması, onu çok korkutmuştu. Philip, kardeşinin şu anki durumunu neredeyse tamamen unutmuştu: Brian, Gainesville’deki o çılgın Jamaikalı kızla evliliği yürümeyince evine geri dönmüştü. Kız da pılını pırtısını toplayıp Jamaika’ya geri gitmişti. Bu durum Brian’ın her daim hezimetle biten aptalca iş planlarıyla birleşince, son parlak fikri de Athens’de her köşedeki müzik mağazalarından bir tane daha açmaktı, ki planların çoğunu da anne ve babası finanse ederdi, Philip bir süre abisine göz kulak olmak zorunda kalmıştı. Fakat olan olmuştu.
Bobby son bisküviyi de silip süpürürken odanın karşısından “Hey, Philly,” diye seslendi. “Sence şehirdeki bu mülteci kampları hâlâ ayakta mıdır?”
“Kim bilir?” Philip kızına baktı. “Nasılsın, canım?”
Küçük kız omzunu silkerek “İyi,” dedi. Tıpkı rüzgârdan kırılmış rüzgâr çanları gibi sesi çok zor duyuluyordu. Gözlerini pelüş penguene dikmişti.
“Sanırım.”
“Bu evi sevdin mi?”
Penny tekrar omuz silkti. “Bilmiyorum.”
“Bir süre burada kalsak ne dersin?”
İşte bu herkesin dikkatini çekmişti. Brian başını kaldırıp kardeşine baktı. Şimdi tüm gözler Philip’in üzerindeydi. Sonunda Nick açıkça sordu: “Bir süre de ne demek?”
Philip, Bobby’ye dönüp viskiyi işaret ederek “Versene şu şişeyi,” dedi. Philip şişedeki viskiden büyük bir yudum alarak içini yaka yaka içti. Ağzını sildikten sonra “Şu eve baksanıza bir,” dedi.
Brian’ın kafası karışmıştı. “Sadece bu gecelik dememiş miydin?”
Philip, derin bir nefes aldı ve “Evet, ama şimdi bu fikirden vazgeçiyor gibiyim.”
Bobby araya girdi, “Tamam da…”
“Sadece bizim için en iyisinin burada biraz daha kalmak olduğunu söylüyorum.”
“Ama Philly, peki ya…”
“Olduğumuz yerde kalıp neler olacağına bir bakalım, Bobby.”
Nick pür dikkat dinliyordu. “Philip, yapma dostum. Haberlerde hep söylüyorlar ya büyük şehirler engüvenli…”
“Haberler mi? Saçmalama Nick! Haberler de nüfusun geri kalanıyla birlikte kaybolup gidiyor. Şu eve bir baksana! Devletin vereceği küçük bir sığınakta bu kadar erzak, herkes için yatak, haftalarca yetecek yiyecek, yirmi yıllık bir viski bulabileceğini mi sanıyorsun? Peki ya banyo, sıcak su, çamaşır makinesi?”
Bobby bir müddet düşündü ve sonra “Fakat çok yakınız,” dedi.
Philip iç çekerek “Hmm… evet, yakın göreceli bir kavram,” diye yanıt verdi.
“Maksimum 30 kilometre.”
“Tabii 30 bin kilometre de olabilir bu. Şu şeylerle dolu 278. otobandaki enkazları düşününce…”
“Bu bizi durduramayacak,” dedi Bobby. Birden gözleri parladı. Parmaklarını şıklattı. “Arabanın ön tarafına bir şey yaparız. Neydi o ya? Hay sokayım! Şu Yol Savaşçısı’ndaki gibi bir kepçe!”
“Söylediklerine dikkat et Bobby,” dedi Philip, kafasıyla küçük kızı göstererek.
Nick “Hey dostum, tamam burada kalalım ama sen de biliyorsun ki her şey an meselesi. Yani dışarıdaki şu şeylerin–” diyordu ki çocuğa bakıp sustu. Herkes onun neyi kastettiği biliyordu.
Penny, dinlemiyormuş gibi önündeki vıcık vıcık kahvaltı gevreğiyle uğraşıyordu.
“Burası güvenli bir yer, Nicky” diye karşılık verdi Philip. Şişeyi bırakıp kaslı kollarını göğsünde çaprazladı. Philip, dışarıda golf kursunda dolaşan o yığınları düşünüyordu. Sessiz olmaları, geceleri ışığı gizlemeleri, hiçbir sinyal veya koku yaymamaları ve bunların hiçbirini mahvetmemek için gürültü yapmamaları gerekiyordu. “Gücümüzü ve aklımızı kaybetmediğimiz sürece iyiyiz,” diye ekledi.
“Tek bir silahla mı?” diye sordu Nick. “Zaten onu da dikkatlerini üzerimize çekmeden kullanamayız.”
“Diğer evlere de bakıp, silah ararız. Bu zengin piçler geyik avlamaya meraklıdırlar. Belki Ruger için bir susturucu bile bulabiliriz. Aha, biz de yapabiliriz bunu. Aşağıdaki atölyeye baksanıza!”
“Yok artık Philip. Neyiz biz? Şimdi de silah ustası mı olduk? Kendimizi savunmak için elimizdeki tek şey şu an birkaç…”
“Philip haklı!”
Brian’ın sesi herkesi şaşırttı. Boğuk ve vızıltılı bir şekilde çıkmıştı sesi. Yine de kendinden emindi. Kahvaltı gevreğini itti ve kardeşine baktı. “Haklısın.”
Brian’ın genzinden gelen o kararlı sese en çok şaşıran Philip’ti muhtemelen.
Brian ayağa kalkıp masanın yanına gelerek geniş ve iyi döşenmiş oturma odasına açılan kapının önünde durdu. Odanın lambaları kapalıydı; tüm gölgeler çekilmişti. Brian ön duvarı gösterdi. “Öncelikli problemimiz evin ön tarafı. Yan ve arka tarafları şu yüksek çitler gayet iyi koruyor. Ölülerin bu bariyerleri vesaire geçmesi pek mümkün görünmüyor… Bu bloktaki tüm evlerin arka bahçesi çitlerle çevrili.” Bir an Brian öksürecek gibi oldu, fakat öksürüğünü içinde tuttu. Elini ağzına götürdü. Eli titriyordu. Devam etti: “Diğer bahçelerden ve evlerden bir şeyler alabilirsek belki evin önünü bir duvarla sağlamlaştırabiliriz, belki yandaki evlerin önünü de.”
Bobby’yle Nick birbirlerine baktılar. Hiç kimse bir şey demiyordu. Sonunda Philip hafif gülümseyerek “İşi kolejliye bırakın,” dedi.
Blake kardeşler birbirine gülümsemeyeli epey olmuştu. Ama şimdi Philip, her şeyi mahveden kardeşinin işe yaramaya, bir şeyler yapmaya, adam olmaya çalıştığını görüyordu. Brian da Philip’in onaylamasından güç alıyor gibiydi.
Nick ikna olmamıştı. “Peki, ne kadar süreliğine? Burada kendimi kabak gibi ortada hissediyorum.”
“Ne olacağını bilmiyoruz,” dedi Brian. Sesi ham ve biraz da tuhaftı. “Buna neyin sebep olduğunu ve ne kadar süreceğini bilmiyoruz. Bu şeyin ne olduğunu anlayıp bir panzehir veya öyle bir şey yapabilirler… Uçaklardan kimyasal bir şeyler püskürtebilirler. Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi böyle şeyler yapabilir. Asla bilemeyiz. Bence Philip tamamen haklı. Kıçlarımızı bir süre burada dinlendirebiliriz.”
“İşte böyle,” dedi Philip gülümseyerek. Hâlâ kolları bağlıydı. Kardeşine göz kırptı. Brian da gözlerini kapayan kalın bir tutam saçı geriye itip hafifçe başını sallayarak kardeşinin göz kırpmasına karşılık verdi. Hırıltılı ciğerlerine hafif bir nefes aldı. Zafer kazanmış gibi Philip’in yanındaki masada duran İskoç viskisine doğru ilerledi. Brian, yıllardır hissetmediği bir hazla şişeyi kavrayıp dudaklarına götürdü ve güzel bir avı kutlayan Viking’in fiyakasıyla şişeden büyük bir yudum aldı.
Birden geri çekildi. İki büklüm olmuştu. Öksürerek etrafa resmen yaylım ateşi açmıştı. Ağzındaki likörün yarısını mutfağa püskürttü. Öksürdü, öksürdü, öksürdü. Kızgın hırıltılar çıkarırken diğerleri onu sadece seyretti. Küçük Penny şaşırıp kalmıştı. Kocaman gözleriyle bön bön bakıyor, yanağındaki likör damlalarını siliyordu.
Philip, kardeşinin acınası haline bakıp arkadaşlarına döndü. Odanın öbür ucundaki Bobby Marsh gülmemeye çalışıyordu. Nick de birden gelen kahkahasını bastırmaya çabalıyordu. Philip bir şeyler söylemeye çalıştı ama yapamadı. Gülmeye başladı. Gülme, diğerlerine de bulaşmış, hepsi birlikte kahkaha atmaya başlamıştı.
Az sonra herkes, hatta Brian bile isterik bir şekilde gülüyordu. Bu korkunç kâbus başladığından beri neredeyse ilk kez gülüyorlardı. Gülmek çok iyi gelmiş, içlerindeki karanlık ve kırılgan hissiyattan kurtulmuşlardı sanki.
* * *
O gece nöbetleşe uyumaya çalıştılar. Her biri ikinci katta kendi odalarında kaldı. Evin önceki sahiplerinden kalan üstünde yarısı su dolu bir bardak duran yatağın kenarındaki komodin, asla bitirilemeyecek bir sayfası açık John Grisham romanı, üzerinde ponponlar asılı cibinlikli bir genç kız yatağı, bir müzedeki korkunç tarihi eserlerin havasını taşıyordu.
Philip, gecenin büyük bir kısmını oturma odasının dışında oturup aşağı katı izleyerek geçirdi. Silahını yanındaki sehpaya koymuştu. Penny’yi de sandalyesinin yanındaki köşe kanepeye yatırıp üzerini battaniyeyle örtmüştü. Çocuk uyumaya çalışıyordu, fakat bir türlü uyuyamıyordu. Sabaha karşı üçte Philip yine kendini Sarah’nın kazasını düşünürken buldu. Tam bu sırada göz ucuyla Penny’nin rahatsız bir şekilde bir o yana bir bu yana döndüğünü fark etti.
Philip, Penny’nin üzerine eğildi ve koyu saçlarını düzeltirken fısıldadı: “Uyuyamadın mı?”
Küçük kızın üzerindeki örtüler üstünü çenesine kadar kapatıyordu. Philip’e baktı ve başını salladı. Kızın kül gibi solgun yüzü, Philip’in kanepenin yanına koyduğu ısıtıcının turuncu ışığında melek gibi görünüyordu. Uzaktaki rüzgârlar dışarıdan, ısıtıcının o yumuşak ve monoton sesi yüzünden zar zor duyulan ahenksiz ve aralıksız bir inilti korosu sesi getiriyordu. Tıpkı bir dizi dalganın kıyıya vuruşu gibiydi.
Philip kızın yanağını okşarken yumuşak bir ses tonuyla “Babacık burada bebeğim, merak etme,” dedi. “Hep yanında olacağım.”
Küçük kız başını salladı.
Philip ona sıcacık gülümsedi. Eğilerek sol gözünü öptü. “Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim.” Kız tekrar başını salladı. Küçük penguen boynunda rahatça uzanıyordu. Bu pelüş hayvana bakarak kaşlarını çattı. Penguen’i kulağına götürdü ve ona sır veren bu hayvanı dinliyormuş gibi davrandı. Daha sonra babasına baktı.
“Baba?”
“Evet tatlım?”
“Penguen bir şey öğrenmek istiyor.”
“Neymiş o?”
“Penguen o insanların hasta olup olmadığını öğrenmek istiyor.”
Philip derin bir nefes aldı ve “Penguene söyle… Evet, onlar hasta. Hasta olmaktan da öte. Bu yüzden biz onları ıstıraplarından kurtarıyoruz.”
“Baba?”
“Evet?”
“Penguen bizim de hasta olup olmayacağımızı öğrenmek istiyor.”
Philip, kızın yanağını sıktı. “Hayır, küçük hanım. Penguene söyle biz domuz gibi sağlıklı kalacağız.”
Bu cevap kızı tatmin etmiş görünüyordu. En azından başını çevirip biraz daha boşluğa bakmasına yetmişti.
* * *
O sabah saat dörde doğru, evin başka bir köşesindeki bir diğer uykusuz ruh da kendi cevabı olmayan sorularını soruyordu. Dolaşmış battaniyeler içinde yatan Brian Blake’in o cılız bedeninin üzerinde yalnızca bir tişört ve boxer vardı. Yüksek ateşten ince ince ter döküyordu. Gözlerini alçı tavana dikerek dünyanın sonunun bu olup olmayacağını düşünüyordu. Dünyanın sonunun “Gümbürtüyle değil, iniltiyle,”1 geldiğini söyleyen Rudyard Kipling miydi? Yok yok… Eliot’tu o; T.S. Eliot. Brian, şiiri Georgia Üniversitesi’ndeki yirminci yüzyıl karşılaştırmalı edebiyat dersinde incelediğini hatırladı, “İçi Kof Adamlar” mıydı şiirin adı? Çok faydasını görmüştü bunun.
1 Ç.N.: Şiir çevirisi Suphi Aytimur’a aittir.
Orada uzanmış, arpacı kumrusu gibi düşünüyordu başarısızlıklarını. Her gece yapardı bunu. Fakat bu gece düşüncelerinin arasına bilinç akışına yerleştirilmiş cinayet filmi sahneleri gibi bu katliam da girmişti. Eski günahlar yeni korkularla karışmış, düşüncelerine yön veriyordu: Eski karısı Jocelyn’le bağlarını koparmamak, avukatlık olmamak ve Montego Körfezi’ne dönmeden önce kendisine onca acı şeyi söylememesi için yapabileceği veya söyleyebileceği bir şey var mıydı? Peki ya bu yaratıkları kafataslarına bir kez vurarak öldürebilir miydin yoksa beyin dokusuna zarar vermen mi gerekirdi? Brian’ın Athens’teki müzik marketini açık tutmak için yapabileceği, isteyebileceği veya ödünç alabileceği bir şey var mıydı? Onun o kahrolası muhteşem fikri, cilalı döner platformlar, ikinci el basgitar bölmeleri ve Snoop Dogg mücevherleriyle süslü parlak mikrofonlarla döşenmiş hip-hop sanatçılarına yönelik müzik mağazalarından yalnızca güneyde vardı. Bahtsız kurbanlar ne kadar sürede bu kadar çoğalıyorlardı? Havadan gelen bir salgın hastalık gibi miydi, yoksa Ebola gibi sudan mı bulaşıyordu? Zihninde dönüp duran bu düşünceler, bir zamanlar burada yaşayan ailenin yedinci üyesinin hâlâ evde bir yerde olduğunu düşünmenin getirdiği o rahatsız edici hisle sonunda geriye dönüp en elzem konuya varmışlardı.
Mademki Brian yanındakileri kesinlikle burada kalmaları gerektiğine ikna etmişti, bu konuda da endişelenmesi gerekirdi. Her gıcırtıyı, evdeki en ufak vızıltıyı, çalışan fırının hafif sesini, her şeyi duyuyordu. Nedenini bilmiyordu, fakat o sarı saçlı çocuğun hâlâ burada, evde olduğundan gayet emindi. Bekliyor ve zaman kolluyordu. Peki ama ne için? Belki de çocuk, ailede dönüşmeyen tek kişiydi. Belki de korkmuş ve saklanıyordu.
O gece yatmadan önce Brian’ın ısrarı üzerine tüm evi son bir kez daha köşe bucak aramışlardı. Philip, eline baltayla el fenerini alarak ona eşlik etmiş, birlikte bodrumun her köşesini, her bölmeyi, her tuvaleti ve eşya dolabını tek tek kontrol etmişlerdi. Kaçak yolcuyu bulmak için kilerdeki et dolabının, hatta çamaşır makinesiyle, kurutma makinesinin içine bile bakmışlardı. Nick’le Bobby ise tavan arasına, sandıkların arkasına, kutuların ve gardıropların içine bakmıştı. Philip tüm yatakların altına ve şifonyerlerin arkasına bakmıştı. Bu arayış esnasında birkaç ilginç keşif de yapmışlardı, fakat elleri boş dönmüşlerdi.
Bodrumda köpek maması kâsesi bulmuşlardı. Fakat ortada köpek falan yoktu. Ayrıca atölyede bir dizi elektrikli alet vardı: elektrikli testereler, matkaplar, frezeler, hatta bir de çivi tabancası. Özellikle çivi tabancası, çekiçten daha az ses çıkaracağı için barikat yaparken çok işlerine yarayacaktı.
Brian bu çivi tabancasından başka nasıl yararlanabileceklerini düşünüyordu ki birden yarı giyinik vücudunu donduran ve tüylerini diken diken eden bir ses duydu.
Ses hemen yukarıdan tavanın öteki tarafından geliyordu. Yani tavan arasından geliyordu.3. Kısım
Brian sesi duyar duymaz, bilinçaltında bu sesi evin gıcırtısından, çatı penceresine vuran rüzgârdan ve fırının cızırtılarından ayırt ederek, yatağın ucuna oturdu. Kafasını kaldırıp daha dikkatlice dinledi. Birinin bir şeyi tırmalamasına ya da kumaş yırtılmasına benzer bir ses geliyordu. Başta Brian gidip kardeşine söylemek zorunda hissetti kendini. Bunun hakkından en iyi Philip gelirdi. Yukarıdaki, o çocuk olabilirdi ya da Allah korusun daha kötü bir şey.
Fakat sonra Brian kendine engel oldu. Yine ödleklik mi edecekti? Her zamanki gibi küçük kardeşine mi koşacaktı? Bir zamanlar ikisi de Burke County ilkokulunda öğrenciyken her sabah yaya geçidinde Brian’ın elini tutan kişiye mi gidecekti? Hayır, Allah kahretsin! Bu sefer bunu yapmayacaktı. Bu sefer erkekçe davranacaktı.
Derin bir nefes alarak döndü. Yatağın kenarındaki komodine koyduğu el fenerini alıp feneri yaktı. Küçük ışık huzmesi karşı duvarda gümüş bir ışık havuzu oluşturarak karanlık odada yayıldı. Sadece sen ve ben, Justin diye düşünüyordu Brian ayağa kalkarken. Aklı başındaydı. Duyuları çatırdıyordu.
Gerçek şu ki Brian bu gece kardeşinin planlarına dâhil olup Philip’in gözlerindeki belki Brian artık umutsuz bir ezik değildir bakışını gördüğünde kendini çok iyi hissetmişti. Şimdi Philip’e mutfaktaki anın tesadüfî bir şey olmadığını göstermenin tam zamanıydı. Brian da Philip gibi bu işi halledebilirdi. Yavaşça kapıya doğru yürüdü.
Odadan çıkmadan önce Brian, çocuklardan birinin odasında bulduğu metal beysbol sopasını da aldı.
* * *
Brian, ikinci kat iskelesi üstündeki tavana gömülmüş o gösterişli tavan kapağının altında dururken kâğıt hışırtısına benzer sesler şimdi koridordan daha iyi duyuluyordu. Derin horultularıyla koridoru dolduran Bobby Marsh ve Nick Parsons’ın uyuduğu odalar evin doğu cephesinde ve yukarıdan gelen sesi duyamayacak kadar uzaktaydı. Sesi işiten tek kişi Brian’dı.
Tavan arasına giden kapıdan Brian’ın zıplayıp tutabileceği yükseklikte deri bir kayış sarkıyordu. Bölmenin yaylı kolunu çekerek açtı ve akordeon gibi katlanan merdivenler yere vurarak açıldı. Brian el fenerini karanlık bölmeye tuttu. Işıkta toz zerreciklerinin uçuştuğu görülüyordu. Zifiri, opak bir karanlık vardı. Brian’ın kalbi küt küt atmaya başladı.
Kendi kendine seni adi ödlek diye düşündü. O korkak kıçınla çıksana yukarı.
Kolunun altındaki beysbol sopasıyla merdivenleri tırmandı. Boş elinde de el fenerini tutuyordu. Merdivenin tepesine vardığında durakladı. Üzerinde Manolia Springs Eyalet Parkı’nın resimleri olan kocaman bir sandığa doğru tuttu ışığı.
Leş gibi naftalin ve küf kokusunu aldı Brian. Çatıdaki çatlaklardan tavan arasına güz soğuğu sızıyordu. Serin hava yüzüne vuruyordu. Bir süre sonra o hışırtıyı tekrar duydu.
Ses, tavan arasının karanlığında daha derin bir yerden geliyordu. Kapaktan tavan arasına çıkarken Brian’ın boğazı kupkuru olmuştu. Tavan o kadar alçaktı ki Brian eğilmek zorundaydı. Ödü bokuna karışmıştı. Öksürüğü geldi, fakat öksürmeye cesaret edemedi.
Tırmalama sesleri durdu, sonra yeniden başladı. Ne kadar da canlı ve sinir bozucu seslerdi!
Brian sopayı kaldırdı. Hareket etmeden durdu. Korku mekaniğini yeni baştan öğreniyordu: Gerçekten çok ama çok korktuğunda filmlerdeki gibi titremezsin. Balık yavrusu gibi kımıldamadan durursun.
Sonradan titremeye başlarsın.
El fenerinin ışığıyla yavaşça tavan arasının karanlık köşelerini taramaya başladı. Her yerde zengin döküntüleri vardı: örümcek ağlarıyla kaplı bir egzersiz bisikleti, kürek çekme aleti, birkaç sandık daha, halterler, üç tekerlekli bisikletler, gardırop kutuları, su kayakları ve tozlu ve paslı bir langırt masası. Tırmalama sesleri yeniden kesilmişti.
Işıkta bir tabut göründü.
Brian birden taş kesildi.
Tabut mu?
* * *
Philip, tavan arası merdiveninin açıldığını duyduğunda merdivenlere giden yolu yarılamıştı bile. Çoraplı ayaklarıyla sessizce yürüdü. Bir elinde baltasını, diğerindeyse el fenerini tutuyordu. Tabancası da kotunun arkasında duruyordu. Üzerinde gömleği yoktu. Gökyüzünden süzülen ay ışığında o cılız adaleleri parlıyordu.
Saniyeler içinde koridoru geçip akordeon merdivenleri tırmandı. Tavan arasının karanlığına vardığında o daracık yerde birinin siluetini gördü. Philip feneri kardeşinin üstüne tutamadan durum açığa çıkmıştı.
* * *
“Solaryum makinesi o,” dedi Philip. Sesi Brian’ı yerinden zıplatmıştı. Son birkaç saniyedir Brian Blake, tavan arasının duvarlarından birinin karşısında duran tozlu, kapalı kutudan üç metre ötede korkudan felç olmuş bir vaziyette duruyordu. O şeyin üstü devasa bir istiridye gibi mandallanarak kapatılmıştı. Bir şey dışarı çıkmak için kutunun kapağını tırmalayıp duruyordu. Brian biraz etrafta oyalandı. El fenerinin ışığında kardeşinin sıska ve asık suratını gördü. Philip sağ elindeki baltayla tavan arasının eşiğinde duruyordu. “Çekil oradan Brian!”
“Sence o…”
“Kayıp çocuk mu?” diye fısıldadı Philip. Dikkatlice kutuya ilerliyordu. “Görelim bakalım.”
Tırmalama sesi, konuşmalardan etkilenmiş gibi hızlanarak arttı.
Brian solaryum makinesine doğru dönüp tüm gücünü topladı ve beysbol sopasını kaldırdı.“Dönüştüğünde burada saklanıyordur muhtemelen.”
Philip baltayla yaklaştı. “Çekil yoldan yakışıklı.”
“Onunla ben ilgileneceğim,” dedi Brian acı acı. Mandala doğru yaklaştı. Beysbol sopası hazırdı.
Philip yavaşça kardeşiyle solaryum makinesinin arasına girdi. “Bana hiçbir şey ispatlamak zorunda değilsin moruk. Kenara çekil yeter.”
“Hayır, Allah kahretsin. Ben halledeceğim bu sefer,” diyerek tısladı Brian. Tozlu mandala ulaşmıştı.
Philip kardeşini şöyle bir süzdü. “Tamam. Her neyse. Git, fakat hızlı ol. Ne olursa olsun, fazla düşünmeden hallet.”
“Biliyorum,” dedi Brian. Boş eliyle mandalı tuttu.
Philip, kardeşinin hemen arkasında duruyordu.
Brian, kutunun mandalını açtı.
Tırmalama sesleri kesildi.
Brian kapağı açtığında Philip de baltasını kaldırdı.
* * *
İki ani hareket, karanlıkta bir çift bulanıklık, Philip’in görüş alanını kapamıştı. Hışırdayan bir post ve Brian’ın yay çizen sopası. Hayvanın Philip’in keyfini yerine getirmesi bir ya da iki saniye sürmüştü. El fenerinin parlaklığından kaçan fare fiberglas çukurdan hızlıca çıkıp bir köşedeki aşınmış deliğin içine kaçtı.
Beysbol sopası, şişko, gri kemirgenin yanından bile geçmeden yere indi.
Yatağın düğme panelinin parçaları ve eski oyuncaklar bu etkiyi dağıttı. Brian güçlükle nefes aldı. Deliğe girerek kaybolan fareden irkilip geri çekildi. Tekrar sürünerek yatakların olduğu kata gitti.
Philip rahat bir nefes alıp baltasını indirdi. Yanındaki karaltılardan gelen hafif metalik sesi duyduğunda bir şeyler söylemeye başlamıştı. Brian aşağı baktı. Zor nefes alıyordu.
Sopanın çarptığı küçük sürpriz bir kutu yerde yatıyordu.
Düşmenin etkisiyle madeni müzik kutusu, sirk şarkısının birkaç notasını daha çaldı.
Sonra oyuncak palyaço çıktı yana düşen kutudan.
“Böö,” dedi Philip bıkkınlıkla. Sesi hafif şakacıydı.
* * *
Ertesi sabahki omlet, pastırma, yulaf, jambon, pankek, taze şeftali ve çaydan oluşan büyük kahvaltıdan sonra keyifleri az da olsa yerine geldi. Tüm ev, kahve, tarçın ve cızırdayan füme etlerin kokularının hoş karışımıyla dolmuştu. Nick gruba, Bobby’yi kendinden geçiren o özel sosunu bile yaptı.
Brian, ebeveyn yatak odasının ecza dolabında soğuk algınlığına iyi gelecek ilaçlar buldu. Birkaç kapsülü yuttuktan sonra daha iyi hissetmeye başlamıştı. Kahvaltıdan sonra yakın çevreye bakındılar, Green Briar Lane olarak bilinen tek kare bloğu dolaşmışlar ve güzel haberlerle dönmüşlerdi. İnşa malzemesi ve araç gereçlerden oluşan bir hazine bulmuşlardı resmen: şöminede yanacak odunlar, döşemelerin altında fazladan ahşap kaplamalar, komşu evlerin buzdolaplarındaki yiyecekler, garajlarda bidon bidon benzinler, kışlık mont ve botlar, kutu kutu çiviler, likörler, lehim makineleri, şişelenmiş sular, bir kısa dalga radyo, dizüstü bilgisayar, jeneratör, bir yığın DVD ve bodrumlardan birinde içinde birkaç av tüfeği ve kutu kutu kovan olan bir tüfeklik.
Hiç susturucu yoktu. Yine de misafir umduğunu değil, bulduğunu yerdi.
Yaşayan ölülerden yana da şansları yaver gitti. Koloninin her iki tarafındaki evler de boştu. Bu evlerin sakinleri belli ki bu bela etrafı daha fazla sarmadan defolup gitmişlerdi. Evden uzakta, batı tarafındaki iki evde Philip ve Nick dönüşmüş yaşlı bir çiftle karşılaştılar. Fakat ihtiyarlar, birkaç iyi oturtulmuş balta darbesiyle kolayca, çabucak ve en önemlisi sessizce geberip gittiler.
O gün öğleden sonra Philip ve yanındakiler, kendi evlerinin ve bitişikteki iki komşu evin ön taraflarındaki park yoluna, eni toplam kırk beş, yüksekliğiyse on sekiz metre olan bir barikat örmeye başladılar. Bu kadar büyük bir barikat örme düşüncesi Nick ve Bobby’nin gözünü korkutmuştu. Fakat komşulardan birinin döşemesinin altında buldukları prefabrik bölmeler ve sokaktaki yerlerinden çıkarılmış çit malzemeleriyle birleşince iş inanılmaz hızlı bitmişti.
O gün hava kararırken Philip ve Nick arazi hattının kuzey ucundaki son bölmeleri birleştiriyorlardı.
Philip, çivi tabancasının çatal ucunu köşe bağlantısına doğru bastırırken “Tüm gün bir gözüm onlarda,” dedi. Golf kulübünün yakınlarındaki arı sürüsünden bahsediyordu. Nick kafasını salladı. Aynı zamanda da iki destek kirişini uç uca birleştiriyordu.
Philip düğmeye basınca çivi tabancasından metal bir tel çatırtısı gibi hafif sesler çıkmaya başladı. On beş santimetre galvanizli çivi tahtalara girdi. Gürültüyü azaltmak için izole bantla yapıştırılan küçük bir parça battaniye, çivi tabancısını biraz şaşırtmıştı.
Philip alnındaki teri silip bir sonraki destek kirişine doğru ilerlerken “Tek bir tanesinin bile yakınlarda dolaştığını görmedim,” dedi. Nick tahtaları sabit tutuyor ve çivi tabancasının ucunu bastırıyordu.
Dırıırırıırıııt!
“Bilmiyorum,” dedi Nick şüpheyle. Diğer kısma geçti. Saten montu terden sırtına yapışmıştı. “Gelip gelmeyeceklerini değil, ne zaman geleceklerini düşünüyorum.”
Dırıırırıırıııt!
“Fazla endişeleniyorsun oğlum,” dedi Philip. Tahta kaplamanın diğer kısmına geçti ve tabancanın düğmesine bastı. Uzatma kablosu komşu evin köşesindeki prize doğru uzanıyordu. Philip, tabancanın çalışması için toplamda altı tane sekiz metrelik fişi birleştirmek zorunda kalmıştı. Durdu ve omzunun üstünden baktı.
Brian, Penny’yi koloninin arka bahçesinde, yaklaşık kırk beş metre ötedeki bir salıncakta sallıyordu. Philip, ilk başta kıymetli küçük kızını faydasız kardeşinin ellerine bırakmak istememişti. Bu duruma alışması biraz zaman almıştı ama şimdi Brian elindeki en iyi bakıcıydı.
Oyun aracı tabii ki lükstü. Zengin insanlar, çocuklarını bunun gibi boktan şeylerle şımartmaya bayılırlardı. Buranın, kayıp çocuğun yuvası olmaktan başka nitelikleri de vardı: kaydırak, spor kulübü binası, dört tane salıncak, tırmanma duvarı, çocuk merdiveni ve kum havuzu.
“Burada kalıyoruz,” diye devam etti Philip ve işine geri döndü.
“Aklımızı kaçırmadığımız sürece her şey yolunda olacak.”Diğer kısmı yerleştirirlerken kendi hareketlerinin hışırtısı ve tahta döşemelerin gıcırtısı yüzünden sürünen ayakların habercisi o sesleri duymadılar.
Ayaklar sokaktan geliyordu. Philip başıboş zombinin kokusunu alana kadar onların geldiğini duymamıştı. Zombiler çok yaklaşmıştı.
Bu kokuyu ilk Nick aldı: pastırma yağında kızartılmış insan atığı gibi çürümüş proteinin pis, yağlı ve küflü karışımı. Bunun üzerine Nick hemen durumu hissetti. “Bir dakika,” dedi ahşap kaplamanın bır ucunu tutarken. “Sen de bir koku…”
“Evet, şey gibi kokuyor…”
Çitteki bir aralıktan Philip’in kot gömleğini tutan yağlı bir kol belirdi.
* * *
Saldırgan, bir zamanlar eşofman giyen orta yaşlı bir kadındı. Eşofmanının kolları yırtılmıştı. Kendisi de bir deri bir kemik hayalet gibi bir kadındı. Açık ağzından kararmış dişleri görünüyordu. Tarih öncesinden kalma bir balığın düğme gibi gözlerini taşıyordu sanki. Kancaya benzer elleri, donmuş ölü parmaklarıyla Philip’in gömleğinin ucunu pense gibi yakalamıştı. Philip, altı metre ötede el arabasının yanında duran baltasına döndüğünde yaratık, bozuk org gibi hafif iniltiler çıkarmaya başladı.
Lanet olasıca balta çok uzaktaydı.
Ölü kadın, iri bir kaplumbağanın açlığıyla istemsizce Philip’in boynuna doğru eğiliyordu. Bu sırada Nick, silah bulabilmek için tüm bahçeyi yokluyordu. Fakat her şey çok hızlı gelişiyordu. Philip, homurdayarak arkasına baktı ve o anda çivi tabancasının hâlâ elinde olduğunu fark etti. Açılarak üstüne gelen o koca ağızdan kurtulmak için yana doğru sıçradı. Sonra da içgüdüsel olarak çivi tabancasının ağzını yukarıya kaldırdı.
Hızlı, tek bir hareketle o şeyin alnının üstüne dokundu.
Dırıırırıırıııt!
Zombi kadın kaskatı kesildi.
Philip’in üstündeki buz gibi parmaklar açıldı.
Philip olanlara şaşırdı. Oflaya puflaya serbest kalmıştı. Hâlâ ayakta duran kadavra, kadife kirli Pierre Cardin eşofmanının içinde titreyerek bir süre sarhoş gibi iki yana sallandı. Ama düşmedi. On beş santimetrelik galvanizli çivi, kadının burnunun üzerinde sanki oraya sıkışmış küçük bir bozuk para gibi görünüyordu.
Bu şey dakikalarca ayakta kaldı. Köpek balığı gibi gözleri yukarıya dönmüş, mahvolmuş suratında belli belirsiz ve tuhaf bir ifade belirmişti. Daha sonra park yolundan geriye yalpalayarak yürümeye başladı.
Bir an için bu şey, bir şeyi hatırlıyormuş ya da tiz bir fısıltı duyuyormuş gibi göründü. Sonra da çimlere yığılıp kaldı.
* * *
Akşam yemeğinden sonra Philip “Sanırım çivi onları alt edebilecek kadar zarar verebiliyor,” dedi. İçinde har vurup harman savrulan yemek odasının sürgülü pencereleri önünde volta atıyordu şimdi. Elinde de görsel eğitim aracıymış gibi çivi tabancasını tutuyordu.
Diğerleri uzun, parlak, meşe masanın etrafında oturuyorlardı. Yemekten kalanlar önlerinde boylu boyunca uzanıyordu. O gece yemeği Brian pişirmişti. Mikrodalgada buzunu çözdüğü rostoya, kaliteli şarap ve krema kullanarak sos hazırlamıştı. Penny yandaki odada DVD’den Araştırmacı Dora’yı izliyordu.
“Peki, o şeyin nasıl yıkıldığını gördün mü?” diye sordu Nick. Yiyemediği bir parça eti tabağına tükürdü. “Sen saldırdıktan sonra bir anlığına sarhoş gibi oldu Allah’ın belası.”
Philip, çivi tabancasının düğmesine basarak düşünmeye ve volta atmaya devam ediyordu. “Tamam, ama sonunda yere düştü.”
“Silahtan daha sessiz bu. Sana bunu vereyim.”
“Ayrıca kafataslarını baltayla ayırmaktan çok daha kolay.”
Bobby, rostonun ve sosun ikinci tabağını yemeye başlamıştı. Dolu ağzıyla “Dokuz kilometrelik uzatma kablosu olmaması çok kötü,” dedi.
Philip çivi tabancasının düğmesine birkaç kez daha bastı. “Belki bu köpeciği aküye bağlayabiliriz.”
Nick başını kaldırıp baktı. “Araba aküsü gibi bir şeye mi?”
“Yok, daha kolay taşıyabileceğimiz bir şey. Büyük sokak lambalarının aküsü ya da çim biçme makinelerinin aküsü gibi bir şey.”
Nick omzunu silkti.
Bobby yemek yiyordu.
Philip de bir aşağı bir yukarı gidip gelerek düşünüyordu.
Brian duvara bakarak mırıldandı : “Beyinleriyle ilgili bir şey.”
Philip kardeşine dönüp “Ne dedin?” dedi. “Neydi o Brian?”
Brian ona baktı ve “O şeyler… bu hastalık. Esasında beyinlerinde değil mi? Öyle olmalı,” diyerek durdu. Tabağına baktı. “Hâlâ onların ölü olup olmadıklarını bile bilmediğimizden bahsediyorum,” dedi.
Nick, Brian’a baktı. “Onların işini bitirdikten sonrasını mı kastediyorsun?”
“Hayır. Öncesini diyorum,” dedi Brian. “İçinde bulundukları durumdan bahsediyorum.”
Philip volta atmayı keserek durdu. “Hay sıçıyım ya… Pazartesi günü birini tırın ezdiğini gördüm. On dakika sonraysa bağırsakları sallana sallana sokakta sürükleniyordu. Tüm haberlerde de söylüyorlar zaten. Ölü onlar, moruk. Bir şekilde ölüler işte.”
“Merkezi sinir sisteminden bahsediyorum, dostum. Karışık bir şey. Şimdi etraftaki her bok, yeni tarzda bir bok.”
“Baksana, onlardan birini doktora götürüp muayene ettirmek mi istiyorsun? Tabii ya, neden olmasın, buyur götür bakalım.”
Brian iç çekti. “Sadece şu anda pek bir şey bilmediğimizi söylüyorum. Bu bokun ne halt olduğunu bilmiyoruz işte.”
Philip kardeşine bakış atarak “Bilmemiz gereken her şeyi biliyoruz,” dedi. “Bu baş belası şeylerin her