“Teknenin burnunda ayakta duran bir grup kızla konuşurken, bir ara eskiden izlediğim Türk filmlerinden sahneler canlandı gözümde. O filmlerde de böyle görüntüler vardı. Mutlu çiftlerin yaşamlarına, ‘metres’ denen kötü kadınlar girerdi… Saçları sarıya boyalı, dudakları kırmızı rujlu, kirpikleri takma, kalçaları büyük olurdu bu kadınların. Erkekleri ağlarına düşürürler, sülük gibi kanlarını emerlerdi. Namuslu, temiz, sadık karıları evde çocuklarla uğraşırken, bu kötü kadınlar, onların kocalarıyla danslarda, balolarda, yatlarda gönül eğlendirirlerdi. Fakat teknedeki bu genç, güzel kızların hiçbiri filmlerde izlediğim o kadınlara benzemiyordu.”
Bildiğimizi sandığımız, kimileyin burun kıvırarak kimileyin üzülerek konuştuğumuz o kızların, zengin adamların yanındaki o genç kızların öykülerinin bambaşka bir yüzünü anlatıyor Zarife bize. Ne sandığımız gibi bir kader kurbanı ne de arsız bir sarmaşık… Herkesin adını koymadan, açıkça konuşmadan üstüne anlaştığı bir statü…
Deniz Kavukçuoğlu, toplumsal durumun derinine inerek bakıyor Zarife’ye ve “o” kızlara.
Bir köşe yazısı:
“Zarife”
1993 yılının yağmurlu bir nisan günü, akşamüzeri Barbaros Bulvarı’nın Boğaz Köprüsü çıkışında rastlamıştım ona… Kaldırımda durmuş, köprü ağzındaki araç yoğunluğu nedeniyle önünden yavaşlayarak geçen araçlara el sallıyordu. Onu önce, oradan her geçtiğimde karşılaştığım otostopçu üniversiteli kızlardan birisi sanmıştım. Otomobilimi biraz ileride durdurunca, koşmuş, başını açık olan camdan içeri uzatıp “Beni alır mısınız?” diye sormuştu. Ben, “Buyurun…” deyince binmişti arabaya. Masum bir yüzü vardı… Boynu, artık gerilerde kalmış gençlik düşlerimi süsleyen, hiçbir filmini kaçırmadığım Audrey Hepburn’ün bir kuğununkini andıran boynunu hatırlıyordu. Uçlarında yağmur damlacıkları birikmiş uzun siyah saçları omuzlarına dökülmüştü. Arabayı hareket ettirdikten sonra, “Nerede ineceksiniz?” soruma gülümseyerek, “Siz nerede indirirseniz…” diye karşılık vermişti. “Dilerseniz bir akşam yemeğine de davet edebilirsiniz beni!..” Hiç beklemediğim bu yanıt karşısında çok şaşırmıştım. Konuşmaya başlamıştık… 1950’li yılların sonunda Sivas’tan İstanbul’a göçmüş bir duvarcının kızıydı Zarife. Beykoz sırtlarındaki gecekondu semtlerinden birinde annesi, babası, biri kendinden büyük iki erkek kardeşiyle birlikte yaşıyor, bir süredir de Mecidiyeköy’de bir deri eşya mağazasında tezgâhtarlık yapıyordu. İki yıl önce liseyi bitirmiş, üniversite giriş sınavlarını başarmasına karşın parasal nedenlerden ötürü yükseköğrenimine başlayamamıştı. Ama bundan pek de pişmanlık duymuyordu. “Yaşayıp gidiyoruz işte…” demişti.
“Yaşayıp gitmek…” Kızı dinlerken, günlük konuşmalarımız içinde sıkça geçen, kanıksadığımız, üzerinde durmadığımız bu sözcüklerin onun yaşamında farklı bir anlamı olduğunu anlıyordum. “Olanaklarının elverdiğinin ötesinde bir yaşamı yaşayabilmek için bedenini bedel olarak ileri sürmeye hazırlamıştı kendisini” diye düşünmüştüm. “Yaşayıp gitmek… Kafaya takmamak… Umursamamak…” Bunları söylerken çok rahattı kız. Başkalarının da bunu kolayca anlayacağını, anlayabileceğini düşünüyordu. “Ne var ki bunda?” diye soruyordu. Yaşama, onunkinden farklı yerlerden bakanların kendi doğrularında “orospuluk ” diye adlandırdıkları “yaşam anlayışı”ndan farklı bir şey değildi kızın yaklaşımı. Ama onun orospuluğu adı henüz konulmamış, sanki “başka bir şeymiş” duygusunu uyandırıyordu insanda nedense. Bu masum yüzlü genç kızın yüreğinde esen, kendini kapıp koyuvermek istediği rüzgârlar etkilemişti belki de beni…
Özlediği hayatı yaşamak için seçtiği yola ilişkin öylesine çok gerekçesi vardı ki kendini haklı çıkartacağını sandığı! Herkes gibi o da İstanbul’un “iyi” yerlerinde, Nişantaşı’nda, Bağdat Caddesi’nde alışveriş yapmak, Etiler’de, Kuruçeşme’de, Çubuklu’da eğlenmek, adlarını duyduğu, hep gitmek istediği ama bir türlü gidemediği lüks kulüplerde dans etmek, iyi lokantalarda yemek yemek, dergilerde adlarını okuduğu, merak ettiği barlarda içki içmek istiyordu.
İnsan dünyaya bir kere geliyor, tek bir ömür yaşıyordu. Öyleyse Ege’de, Akdeniz’de mavilikler ortasında bir teknede sabah güneşine uyanmak onun da hakkı değil miydi? Çözümü, kısalı uzunlu ilişkilerde onu arzulayan, ona duymak istediklerini söyleyecek, yaşamak istediği hayatı, parça parça da, bölük pörçük de olsa yaşatmaya hazır erkeklere soyunmakta, sonrasını düşünmemekte, üzerinde hiç durmamakta, unutmakta bulmuştu. Bedenine yabancılaştıkça kendini daha kolay teslim ediyordu. Yaşamak istediklerinin, yaşadıklarının, yaşayabileceklerinin yapaylığının ayrımında da olsa, kendini o yapaylıkları gerçek sanmaya zorlamaktan başka ne gelebilirdi ki elinden? Hem kimseden para pul da almıyordu. Beklemiyordu da. İlişkilerinde bir bedel ödeyen varsa, kendisiydi. Düşlerinin bedelini ödüyordu…
İnsanı düşündüren, insanı çevresini, yaşadıklarını, yaşadığı hayatı sorgulamaya zorlayan bir yanı vardı bu kızın. “Sizi uygun bir yerde bırakayım…” dediğimde çok şaşırmıştı. Arabamı Kızıltoprak sapağının başında durdurmuştum. İnmişti. İnerken hiçbir şey konuşmamıştık. Yedi yıl sonra bir gün, gazetelerin magazin eklerini karıştırırken görmüştüm fotoğrafını. Kısa otomobil yolculuğumuzda sözünü ettiği, merak ettiğini, gidip eğlenmek istediğini söylediği, Etiler’in adı çok duyulan, tuvaletlerinde esrar, hap, kokain pazarlandığı söylenen lüks mekânlarından birinde bir masanın üzerine çıkmış, dans ediyordu. Kendinden geçmişti… O masum yüzü yedi yılda on yedi yıl yaşlanmıştı sanki ama çizgileri hiç değişmemişti. Herhalde artık köprübaşlarında “otostop” çekmiyor, Beykoz sırtlarında oturmuyor, o deri eşya mağazasında tezgâhtarlık yapmıyordu. Ekrandaki görüntü değişince düşünmüştüm… Başka bir yaşam seçiminde kim bilir şimdi nerede olurdu bu genç kadın? Bunu kendisine sormak isterdim doğrusu ama soramayacağım. Yaşadığımız hayatlarda yollarımız hiç kesişmeyecek çünkü…
Bülent Serdar
Zarife bu yazıyı okuduktan bir hafta sonra aramıştı Bülent Serdar’ı. Yazıyı Mersin’de bir otelde okumuştu. Bir akşam geç vakit yemekten döndükten sonra resepsiyondaki görevliden “bakacak bir şeyler” istemiş, sağı solu arayıp da genç kadının istediği türden bir “şey” bulamayan delikanlı, “İsterseniz bunu vereyim…” diyerek kendi gazetesini uzatmıştı ona. Odasında, yatakta gazeteyi karıştırırken karikatürlerin bulunduğu sayfanın sağ üst köşesindeki başlıkta kendi adını görünce meraklanıp okumuştu o yazıyı. İstanbul’a dönünce gazeteye telefon edip Bülent Serdar’la konuşmuş, karşılıklı görüşmek istediğini söylemişti. Haftanın birkaç günü akşamüzerleri uğradığı bir pastaneyi önermişti gazeteci.
“Eğer sizin için de uygunsa, yarın Taksim’de, The Marmara Oteli’nin altındaki kafede buluşabiliriz, saat 16.00’da…” Bülent Serdar buluşma saatinden bir saat önce gelmişti pastaneye… Alana bakan iki kişilik masalardan birine oturmuş, süzme kahveyle bir de konyak söylemişti garsona. Genç kadından gelen telefon onu bir gazeteci olarak heyecanlandırmıştı önce. Fakat kadının arama nedenleri üzerine kafasında varsayımlar ürettikçe heyecanı giderek üzerinden atamadığı bir tedirginliğe dönüşmüştü. Yazı, kadını öfkelendirmiş olmalıydı. Düşündükçe ona hak veriyordu. Yedi yıl geride kalmış yirmi dakikalık bir otomobil yolculuğunda üstünkörü tanıdığı bir insanı böylesine kesin bir dille yargılamakla doğru yapmamıştı… Kadın birazdan gelip karşısına geçecek, ondan hesap soracaktı. Olası sorulara karşı kafasında hazırladığı yanıtların hiçbiri kendisine de inandırıcı gelmiyordu.
“Bana orospu deme hakkını nereden buluyorsunuz siz?” diye soracaktı kadın… Ne diyecekti o zaman? Nasıl yanıtlayacaktı bu soruyu? Belki de asıl yanlışı yedi yıl önce kızın yemek önerisini geri çevirmekle yapmıştı. Kıza, “Olur!” deyip Altunizade sapağından çıkabilirdi otoyoldan… Onun gibi genç, güzel bir kızla Beylerbeyi sırtlarında baş başa bir akşam yemeği hiç de fena olmazdı… Bu tür kaçamaklar için uygun olan lokantalardan birine götürürdü kızı. Bir an önce kadınlaşmak isteyen birçok genç kız gibi o da mutlaka rakı içecekti lokantada. Masaya önce içkiler, sonra da o tekdüze “meze tepsisi” gelecekti. Beyaz-peynir, kavun, patlıcan salatası, acılı ezme, haydari… Garson, “Salatanız nasıl olsun, efendim? Çoban, mevsim, göbek?..” diye soracak, sonra konuşmaya başlayacaklardı. “Manzara ne güzel, değil mi? İyi ki geldik buraya…” Başka ne konuşabilirlerdi ki? Kız özlemlerini, düşlerini anlatacaktı ona. Kaç kez dinlemişti bu hep yaşanmak istenen ama bir türlü yaşanamayan hayatlara dair özlemlerin, düşlerin öykülerini?.. Nedense hep birbirinin aynı, birbirine benzer “başka hayatlar” yaşamak isterdi bu kızlar. “İnce”, “anlayışlı” ve “olgun” bir erkek olarak kızın anlattıklarını, daha önce böyle bir öyküyü hiç duymamışçasına dikkatle dinler görünecek, her göz göze geldiklerinde ona gülümseyecekti.
Bu arada mezeler yenecek, sıra ana yemeğe gelecekti. Öbür kızlar gibi o da etini “iyice pişmiş” isteyecekti mutlaka. Bülent Serdar’ın, garsona, “Benimki lütfen çok az pişsin!” dediğini duyunca, “O eti öyle kanlı kanlı nasıl yiyorsunuz?” diye soracaktı hemen. Bonfilesi her zaman olduğu gibi o lokantada da “çok pişmiş” geleceğinden, Bülent Serdar, “Bu et kösele gibi olmuş!..” diyerek geri gönderecekti tabağını. Bunun üzerine kız, gözlerini gözlerine dikip yumuşak bir sesle, “Siz zor bir erkek olmalısınız!..” diyecekti ona…
Masalarına hizmet eden garsonun, öbür garsonların, komilerin kapıya doğru bir yerlerde dikilip onları gözetlediklerini bile bile kızın elini tutmaya, okşamaya zorunlu hissedecekti kendini o zaman… El ele, konuşmadan bakışacaklardı bir süre… Sonra kahveleri gelecekti… Kalkacaklar, şef garsona, garsonlara, komilere başlarıyla selam vererek, kol kola çıkacaklardı lokantadan. Otoparka doğru yürürken kız ona iyice sokulacaktı. Arabaya binip kapıları kapatınca, farları yakmadan önce öpecekti kızı. Hep böyle olurdu çünkü… Otomobilin farlarını yakıp motoru çalıştırdıktan sonra, yanıtı önceden bilinen o “klasik” soruyu soracaktı.
…