Yönetmen ve senarist Raşit Anaral’ın ilk kitabı olan Beni Yuvada Unuttular, gerçek bir hayat hikâyesidir. Bu ilginç ve akıcı roman, Malatya Çocuk Esirgeme Kurumu’nda başlayarak Gümüşhane Yetiştirme Yurdu ve yatılı okuldan sonra İstanbul’da sürmekte olan bir hayatın hazin öyküsünü anlatıyor. Yaşamın içinden bir roman olan ‘Beni Yuvada Unuttular’ı okurken kendi hayatınızdan çok şey bulacaksınız. Türkiye’de yetiştirme yurtlarında, yetimhanelerde, sokaklarda yaşayan küçük çocukların büyük trajedilerini anlamak için 7’den 70’e herkesin okuması gereken bir kitap.
Çocuk Yuvasında başlayıp dışarıdaki hayatla devam eden bir öykü.
BİRİNCİ BÖLÜM
YUVAYA GİRİŞ
Sene 1955, Malatya…
Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanı’nın olumsuz cevapları babamı çileden çıkarmıştı. Babamın ses tonu değişmiş,Başkan’la kavga eder gibi tartışmaya başlamıştı :
–Sayın Başkan! Eğer, bu çocuğu yuvaya almasan istikbali mahvolacak, büyüdüğünde sana da, bana da küfredecek!
Temmuzun sıcağında herkes bunalmıştı.Başkan,bir haftadır başından savamadığı bu adamdan kurtulmanın yollarını arıyordu,ancak bu mümkün görünmüyordu. Aslında, başkan her yolu deniyordu; lâf uzadıkça sinirler geriliyor, zaman zaman sesler yükselip, sözler birbirine karışıyordu. Başkan da babam da normal davranış biçimlerini kaybetmişlerdi. Babam Gümüşhane’den kalkıp şehir şehir dolaşarak buraya kadar gelmişti. Gelirken de bir çok vilayete uğrayıp, beni yuvaya vermek için mücadele etmişti. Çaresizdi, şanssızdı…Beni bir türlü başından atamamıştı,ancak bu mücadeleden hiç de vazgeçmek gibi bir niyeti yoktu.Maçı almak için son raundunu oynayan bir boksörün gayreti içinde bocalayıp duruyordu.
Bu kısır tartışma uzadıkça uzuyordu. Babam, Başkan’ın karşısında her seferinde yeni bir şekle giriyordu. Bazen bir tüccar esnekliğinde, bazen de devlet memuru gibi katı, resmi bir tavır sergiliyordu.Arada bir,taktik değiştirip, beklenmedik kaba çıkışlar da yapıyordu.
Anlaşılan, bu tartışmayı kavga eder gibi sürdürmekte kararlıydı, başka da seçeneği kalmamıştı. Son kozunu oynamasına rağmen Başkan’ı ikna edememişti. Oysa, babam tuttuğunu koparan biriydi.İşi daha ileri boyutlara taşıma gayretiyle hareket ettiği belliydi,bu nedenle çıkacak bütün rezilliklere razıydı…
Başkan, bütün sert görünümüne rağmen babacan bir adamdı. Zaten öyle olmasaydı bu güçsüz kurumun gönüllü başkanlığını üslenir miydi? Babamın arada bir sert çıkışlarına başkanın gülümsemesi, havayı biraz olsun yumuşatmıştı. Bu bir taktik miydi, yoksa başkanın otoriter yapısı altına saklı olan hoşgörünün açığa çıkması mıydı? Belki de sinirlerini bastırıp, yeniden hücuma geçmek için kullandığı zaman kazanma hareketiydi… Başkan’ın tavırlarındaki değişikliklerin sebeplerini hissediyordum, ancak isabetli yorumlar yapacak kadar büyük değildim.Benim ilgilendiğim en önemli kısım,bu işin sonucuydu.Beni yuvaya almamaları, benim için büyük bir ödül olacaktı…
Başkan’ın arada bir gülümsemesi, babamın daha cesur çıkışlar yapmasına sebep oluyordu. Malatya’nın en zengin adamlarından olan Başkan,resmiyete ihtiyaç duymadan, iş bitiren bir tüccar gibi davranışını sürdürmeye devam ediyordu. Ancak, başkanın da babamdan farklı bir yanı yoktu. İkisinin de esnaflığı davranış ve konuşmalarına yansımıştı. Doğrusu, başkan da gardını düşürmek niyetinde değildi, sabrını zorlayan bu densiz adama sesini daha da yükseltmek zorunda kalmıştı:
–Ne laf anlamaz adamsın! Sana bir haftadır “olmaz!” diyorum, hâla inadından vazgeçmiyorsun.Ben burada kırk çocuğa bakıyorum.Üstelik,devlet yardımı da yok. Malatyalı çocukları bile almakta zorlanıyoruz,ben burada bir sürü problemle boğuşuyorum!…
–Sayın Başkan, bir çocuktan ne çıkar? yedi yaşındaki çocuğun ne yükü olur yuvaya, onca çocuğun arasına karışır gider.
Başkan bu kısır tartışmanın sürüp gideceğini anlamıştı. Babama biraz bilgi verip, işi bitireceğini düşündü. Sakin bir tarzla babama açıklamada bulundu:
–Bak,beyefendi! Senin bana kulak verdiğin yok, yalnız kendini dinliyorsun. Malatya’ da çocuk yurdu yok. O işler de bizim omzumuzda, küçükler bir tarafa, büyük çocuklar da bizim başımızda.Bu yuvada başka şehirden gelen tek bir yabancı çocuk yok.Hepsi Malatyalı,tıkandık artık.Geçenlerde annesi babası hapse giren iki kardeşi bile valinin ricasıyla almak zorunda kaldık. Yuvaya devletten bir destek yok,sağdan soldan gelen yardımlarla bu çocukları muhafaza ediyoruz. Beni dinlersen,buralarda boşuna zaman kaybetme…Elazığ’a git, Sivas’a git …Git!…
Babam çaresizliğine rağmen bu mücadeleden vazgeçmiyordu. Başkanın konuşmalarına sonuna kadar sabredemedi :
–Gittim,her yere gittim.Sayın Başkan,bunun küçüğünü de Rize’de yuvaya verdim,bunu almadılar.Onlar, birini aldı,siz de bunu alın bari…
–Beyefendi, ben sana ne anlatıyorum,sen ne diyorsun? Bu çocuğu tâ Gümüşhane’den alıp buraya getirmen akıl işi değil, daha yakın bir yer bulsaydın… Boşuna bu sıcaklarda buralarda sürünme,dön memleketine! Sen becerikli bir adama benziyorsun,yeniden evlen,çocuklarına da babalık et !
–Sayın Başkan,ben evlenmem,bunların başına yeniden bir analık getirmek istemem. Daha bunların büyükleri de var. Ben devlet değilim,hepsine bakayım…
–Bu kadar çocuğu yaparken devlete mi sordun be adam ?
–Ben, bir de Vali Beye çıkacağım.
–Olmaz, valiye de çıksan olmaz! Hele, babası sağken bu çocuğu yuvaya veremesin!…
Babam, başkanın valiyle ilgili sözlerinin pek de geçerli olmadığını iyi biliyordu.Az önce Başkan’ın ağzından kaçırdığı “Valinin iki çocuğu yuvaya almasıyla” ilgili sözünü hafızasına kaydetmişti bile.Onu beyninin bir tarafında son koz olarak saklamıştı.Şimdilik yeni bir taktik denemeye çalışıyordu:
–Vallâhi sonunda denize atarım bu çocuğu, bunun müsebbibi de siz olursunuz.
–Beyefendi işimizi zorlaştırmayın! Buna ne kanun müsait ne de yuvanın kapasitesi.
–Sayın Başkan, siz isterseniz kanunun da size uyar.
–Yok, yok öyle değil. Bu işlere senin aklın ermez. Her şeyin usulü adabı var.
–Ben bu çocuğu yerleştirmeden buradan bir yere gitmem.
–Allah Allah, beni zorlamayın! Bak, bir haftadır senin yüzünden iş yapamaz hale geldik. Al çocuğunu, güzel güzel dön memleketine! Yeniden evlen, çoluk çocuğunun başında kal!
–Sayın Başkan,lütfen polis çağırın! Beni valiye çıkarsınlar…
Bu maçın sonucunun ne olacağı belli değildi.Beş gündür yapılan müzakerelerden bir sonuç alınamamıştı.İki taraftan biri sonunda pes edecekti,ama hangisi? İşin doğrusu,bu maçta ben başkanın tarafındaydım.Yedi yaşında olmama rağmen zekam yerindeydi,olabilecekleri anlıyordum,babam kazanırsa ben terk edilecektim.Bunu biliyordum,ama ben buna hazır değildim.Hiç bilmediğim bir şehirde tanımadığım insanlar arasında kalacaktım.Başkan,babamın bu inatçı tutumundan vazgeçmeyeceğini anlamıştı.Daha doğrusu,babamın “Valiye çıkma” ihtimalinden dolayı, olacaklardan hoşlanmadığı belliydi:
–Pekala,seninle bir anlaşma yapalım! Sen varlıklı birine benziyorsun,kuruma bir bağışta bulun,geçici olarak bu çocuğu alayım.Ancak, aile durumunu düzeltir düzeltmez çocuğunu geri alacaksın!
Başkan’ın sözleri babamı rahatlatmıştı. “Geçici“ lâfı babam için çok önemli değildi. Babam, geçicilerin kalıcı hale geldiğini bilen, yol yordam görmüş bir adamdı. Başkan’ın “Durumunu düzeltir düzeltmez” sözündeki maksat,babamın evlenip, çocuklarını yanına alması anlamını taşıyordu.Babamın maddi bir problemi yoktu.Başkanın bu iyi niyetli yaklaşımı, babama moral verirken benim moralimi bozmuştu.Şimdi, iki rakiple boğuşmak zorunda kalacaktım.Babamın beni ikna etmesi,Başkan’dan daha zor olacaktı.Başkan için yuvaya bir kişi daha almak çok da önemli sayılmazdı…
İki büyük insan,benim hayatımla ilgili pazarlığı bitirmişlerdi.Ben bu sonucu asla kabul edemezdim.Zaten bana fikrimi soran da yoktu,ancak ben sonuna kadar direnecektim.Ve bu iki büyük adama küçük bir adamın neler yapabileceğini gösterecektim.Gerekirse, grev hakkımı kullanacaktım !…
Başkan ilk kez bana doğru bakma ihtiyacı duydu. Öyle ya pazarlık bitmiş, kurbanın etine buduna bakma zamanı gelmişti. Başkan o zamana kadar beni sıradan bir çocuk gibi görmüş, bana bakma ihtiyacı duymamıştı bile. Belki de babamdan fırsat bulamamıştı.Sıcak hava ve bir hafta süren pazarlıklar başkanı bir hayli yormuştu. Başkan bana karşı yüzündeki sevecenliği ilk kez gösteriyordu :
–İsmi ne, bu yakışıklı delikanlının ?
–Recep, Deli Recep.
–Ya,ne güzel.Deli Recep ha…Bundan sonra delilik yok! Hadi bakalım, biraz serinleyelim, sen şuradan üç soğuk gazoz al bize!
Doğrusu, bütün kızgınlığıma rağmen bu hoşuma gitmişti. Başkanın uzattığı parayı alıp, hemen yakınında bulunan kahvehaneye koştum. Bu sıcakta bir gazoz içmek çok güzel olacaktı…
Aslında,beni gazoz almaya göndermelerindeki maksatlardan biri de benim duymamı istemedikleri konuları konuşacak olmalarıydı.Babamın beni bırakıp, bir daha gelmeyeceğini düşündüğüm için babamdan bir saniye bile uzaklaşmaktan korkuyordum.Bu yüzden bir yandan kıraathaneye giderken sık sık arkama bakarak babamın bu küçük yazıhaneden çıkıp çıkmadığını kontrol ediyordum.
Kıraathanede buz dolabı yoktu.Gazozlar,çevresi samanlarla çevrili karın içinde balık istifi yatırılmıştı.Kahveci üç gazozu da tek tek alıp,elindeki peşkirle şişelerin çevresine yapışan ıslak samanları sildi.Ben bu merasimin bir an önce bitmesinin tedirginliği içindeydim,hemen gazozları kapıp dışarı fırladım.Gazozlarla başkanın bürosuna döndüğümde, gazoz içmelerine gerek kalmadan başkanı ve babamı gevşemiş ve sohbet ederken buldum.Demek ki benimle ilgili “çok gizli” kısım aşılmış,ikinci celse başlamıştı.Gazoz faslından sonra başkan otoriter yapısını yeniden devreye soktu :
–Hadi bakalım, delikanlı doğru yuvaya!
Soğuk gazozun üstüne söylenecek en berbat lâf bu olmuştu. Bu lâf, otoriter bir resmi ağızdan çıkıyordu ve insanı korkutan bir havası vardı.Büyükler,çocukları ya böyle korkutarak yola getirirlerdi ya da sevgi gösterip,kandırma yolunu seçerlerdi.Oysa,ben hiç korkmadım. İlginç bir yapım vardı.Bazen hiç kimsenin beklemediği şekilde cesaret gösterdiğim zamanlar olurdu,gözüm hiçbir otoriteyi görmezdi.Ancak bu durum, duygularım aşırı baskı altında kaldığı zamanlarda ortaya çıkardı.Duygularım yine kabarmış,beni isyana sürüklemişti.Sonumun geldiğini fark etmiştim…
Babam bunca yolu turistik gezi için gelmemişti.Bu kadar mücadeleden sonra küçük bir çocuğun bu anlaşmayı bozması söz konusu olamazdı!…Babam,bana boşuna “Deli Recep” demiyordu. Kardeşlerimin içinde bir tek bana böyle hitap ediyordu.Bu lâkabı babamdan başka söyleyen de yoktu. Babam,benim inatçı bir yapım olduğunu biliyordu… O zamana kadar susmuştum, ama birden bire avazım çıktığı kadar bağırmıştım:
–Hayır, gitmiyorum!
Başkan bu tepkiye alışkındı,sert bir şekilde bağırmıştı :
–Sus, kerata! Bundan sonra yaramazlık yok! Baban seni şimdi yuvaya götürecek.
İş bitmişken yeniden sorun çıkmasını istemeyen babam,hemen yerinden fırladı,elimden tutarak beni dışarı çıkardı…Nasıl olsa bir yolunu bulup,oğlanı kandırabilirdi!…
Hükümet meydanından yazlık sinemanın bulunduğu Mücelli Caddesi’ne girmiştik. Babamla birlikte bir hayli yürüdük.Bir taraftan ağlayıp, bağırıyordum,bir taraftan kurtulmak için tepiniyordum.Ortalığı velveleye veren sesimle gücüm orantılı değildi. Fiziki gücün,kadınlar ve çocuklar için büyük önemi vardı.Ne yazık ki sahip olamadığım bu güce, şu an ihtiyaç duyuyordum. Babamın elinden kurtulup kaçmalıydım.Durum belliydi,bütün gücümü kullanacaktım,bütün edepsizlikleri göze almıştım.Babam bir taraftan susmamı ikaz ederken bir taraftan beni sürükleyerek götürüyordu. Mezbahaya kesilmek üzere götürülen koyundan farksızdım.Ancak, koyun bir kez kesilecekti; bir kez maddi yaşantısını kaybedecek, bir kez defteri kapanacaktı… Benim ise defterim hiç kapanmayacaktı, sürekli kanayan bir yaram olacaktı.Allahım, buna ne kadar dayanacaktım!…
Bir ara, tüm gücümü kullanıp babamın elinden kurtuldum, geri kaçmaya başladım. Babam o zamanlar şişman iri yarı biriydi, arkamdan biraz koşup tıkanıp kalmıştı.Ben ise nereye gideceğimi bilemiyordum.Babamı kaybedersem bu benim için daha tehlikeliydi.Durdum,ancak babamın yanına yanaşmaya da cesaret edemiyordum.Bu çekincem, korkmaktan çok bir gurur meselesiydi. Babam yavaş yavaş bana yaklaştı.Cadde kenarındaki bir arsaya girip, bir taşın üzerine oturdu, yorulmuştu.Ben de yanına gelip başında dikildim.Ağlıyordum,babamın kızacağını sandım. Ama, o aksine, bir kahkaha attı ve beni yanına çağırdı:
–Deli Recep ! Gel otur !
Ben de bir taşa oturup,ağlamaya devam ettim.Aslında, yüksek sesle uzun zaman ağlamak da kolay olmuyor.Enerjim tükendiğin için ağlama tempom da düşmüştü.Babam biraz soluklanmış ve aniden durgunlaşmıştı,başını yere eğdi. Sanki biraz önceki kahkaha atan o değildi. Başındaki fötr şapkayı eline aldı. Şapkayı elinde gezdirirken sakin sakin konuşmaya devam etti:
–Oğlum, ben hanginize bakayım? Bak, küçük kardeşin Hasan’ı da Rize yuvasına verdim, sesi çıkmadı.Yuva kötü bir yer değil ki.Orda her gün güzel yemekler çıkıyor,güzel elbiseler veriyorlar.Size bakan müdürler, hemşireler, öğretmenler var. Güzel ranzalı yüksek yataklarda yatacaksın! Artık, benim yanımda diğer abilerin de kalmayacak,dükkânı da satıyorum,onları da başka şehirler deki yatılı mekteplere verecem.
Aslında, babamın açıklamaya yönelik sözleri hoşuma gitmişti. Büyüklerin, çocuklarla -büyüklerle konuşur gibi- mantıklı konuşması, çocuklar için daha olumlu neticeler veriyordu.
Susmama rağmen babamdan ayrılmam hiç mümkün görünmüyordu. En azından babamın sözleri benim bağırıp çağırmamı önlemişti.Başımı yere eğdim,buna rağmen babama bakmadan isyanımı yeniledim :
–Ben burda kalmam.
–Tamam, oğlum kalma! Gel gidelim, yuvayı gezelim, sonra geri döneriz…
Babam aklı sıra beni kandırmaya çalışıyordu.Ama “Geri döneriz” sözü benim için bir güvence olmuştu.Demek ki babam da ısrarcı olmayacaktı…Oturduğumuz yerden kalktık,babam önce kendi pantolonunun tozlarını sonra da benimkini sildi.
Babamın üstünde “Kilot pantolon” denilen kirli sarı renkte bir pantolon vardı. Günümüzde jokeylerin giydiği pantolonlara benziyordu.Cepleri geniş,ama pantolonun dizden altı bacağa yapışacak kadar dardı. Bacağın alt kısmını saran dizin altındaki kısım altı-yedi düğmeyle ayakkabının üstüne kadar sıkı sıkıya kapatılıyordu.Varlıklı kesimlerinin giydiği bu pantolonlar, o zamanın modası sayılırdı…
Babam köylüydü,ama şehirde yaşıyordu.Köylülerine karşı,şehirli görünme kompleksi taşıyordu.Hiç gereği olmadığı halde,zaman zaman fötr şapka takar, kravat,papyon gibi aksesuarlar kullanırdı.Bu görünüm,onun elit tabakadan önemli biri olduğunu gösterme gayretini ifade ediyordu.
Şapka reformuyla başlayan süreç, İsmet Paşa zamanında da dayatmacı bir şekilde sürüyordu.Millet açlıktan kırılırken,memurlar çok itibar görüyordu.O yıllarda memurların sosyal yaşamları gibi kıyafetleri de halktan farklıydı.O zamanlar memurlar, kaymakamlar,valiler ve siya-setçiler fötr şapka takarlardı.Bazı sivil aydınların da başında taşıdığı bu fötrlere özenen insanlardan biri de babamdı.
Bana gelince,babam ilk kez üzerime yeni bir elbise almıştı.Kısa pantolonlu bahriyeli beyaz elbisemin kirlenmemesi için babam beni sürekli uyarıyordu.Ara da bir, bu güzel elbisenin bana alınmasının babamın kesin olarak benden uzaklaşacağı anlamına geldiğini de düşünüyordum. Babam bu elbiseyi boşuna almazdı!…Kurbanlık koyunlar kesilmeden önce süslenirler ya!… Vicdanını rahatlatmak için bir daha karşılaşma ihtimali olmayacak oğluna son kez bir kıyak çekmişti…