BİRİNCİ BÖLÜM
Ah Osmanlı!
Diriliş cehdini ve İlahi kelimetullah vecdîni kim bilir nerelerde yitirmiş?
Yitirmiş, fakat işin kötüsü elim kaybın farkında değil. Geçici bir durgunluk, mevzii bir gerileme yaşadığını sanıyor ve yapay tedbirlerde çare arıyor.
Sadrazam değiştiriyor sık sık, hatta padişah, olmuyor, elden gidenler bir türlü geri gelmiyor.
Fetih düşüncesi ne zamandır hafızalardan silinmiş, o silinince de mevcudu muhafaza güçleşmiş; küçücük askeri basanlarda teselli aranırken, büyük hezimetlere mazeret uyduruluyor.
1876 yıllan tam bir fetrettir; ferdi ferde, milleti devlete, hasreti İslâmiyete bağlayan bağların incelmesiyle oluşan derin, elim bir fetret…
Devlet, kendi tarihî içinde zaman zaman fetrete düşmüş gerçi, ama mahiyeti siyasi olduğu için çabuk sayılabilecek bir zaman zarfında kurtulmuş.
Bu seferki fetret siyasi değil, ruhi: Ruhlar bunalırken, kafalar bulanımı. Sonunda Müslüman olmak için ihtida heyeti isteyen putperest bir millete, Koca Osmanlı, kifayetli birini bulup gönderemez olmuş. Yakınmaya oturmuş. Padişah;
Kifayetli âlim bulsam kentli milletime gönderirdim.” Elim çöküşün hicranını vicdanında duymayanlar çoğunlukla. Âlim geçinenler bile Dersaadette, köşklerin gürül gürül yanan ocakları karsısında kahve keyfiyle ya sakalın uzunluğunu tartışıyor, ya da kalemi mahsusu yüksek bir mevki kovalamaya koşturuyor
Memleket ruh plânında tupyekün bir hamleye muhtaç…
Hazin ki, milleti merhumeyi ayağa kaktıracak, yeni sevk ve heyecan aşılayacak kifayette, dirayette İsimden mahrumuz.
Alim var ama ya ilmiyle âmil değil, ya kendini teferruata kaptırmış, ya ümitsizliğe düşüp içine dönmüş, ya da bencilleşip bildiklerini kendine saklamış.
Kimi kendine küs, kimi padişaha, kimi de bütün millete.
“Bu millete yaranılmaz” sözü dillerden düşmüyor. Durum ciddi: Ciddiyeti İdrak edilemediği için de giderek vahimleşiyor.
Taze can lâzım, taze kan lâzım; millete varlık sebepleriyle beraber milli mefkuresini hatırlatacak ve dinamiklerini harekete geçirecek bir insan lazım!
Kİ bu İnsan âlim olmalı, ilmiyle âmil olmalı, fazıl olmalı, fedakâr olmalı, cefakâr olmalı, sebatkâr olmalı; yerine güre cesur, yerine göre yumuşak olmalı… öncelikle sevmeli fırsattan, sarmalı; “Mü’minler kardeştir” hükmüne dört elle sarılıp kinden, İntikam duygusundan arınmalı…
Fîsebilillah çalışmalı. Ne yapacaksa Allah rızası için yapmalı. Kendi nefsinin üstünde yücelip insanları birliğe, kardeşliğe, sevgiye, dostluğa çağırmalı.
Ah, 1876’larda böyle insan nerede?
Kimbilir, belki şuurlu insanların özlemlerinde sadece, belki de Bitlis vilayetinin Hizan kazasının Nurs köyü’n-de…
Nurs köyü, kayıp değerlere ağlayan ve hasretini yalnızca bahar yağmuruna döken küçük bir Anadolu köyü.
Evler toprak damlı, tek odalı, sıradan…
Çevre tek-tük ağaç. Ağaçlar dua ile beslenmeyen yürekler kadar bodur. Aşağıdaki derenin suyu ise, ağaçlara inat gür…
Bakar bakarsınız da, ağaçların bodurluğu ile suyun gürül gürüllüğü arasında bir bağ kuramazsınız.
Ama Nurs’u yine de sever, engin bir hasretle bağrınıza basmak istersiniz: Çünkü Anadolu’nun bir parçası olarak müşterek kaderi paylaşır. Onun kadar sade, onun gibi garip, mazlum, masum, bakir ve çile yüklüdür.
Nurs, 1876 baharı…
Vakit, gecenin güne aktığı, tan yerinin mor, pembe renklerle tutuştuğu seher vakti…
Sabah ezanının coşkun ritmi bütün köyü vecdle sarmalarken, derenin yakınındaki mütevazi köy evinde bir bebek dünyaya geliyor
Baba adı: Sofi Mirza…
Anne adı: Nuriye Hanım.
Tabiiyeti: Osmanlı.
Sofi Mirza İle Nuriye Hanım, dünya ve ahiretle biri olması duasıyla, çocuklarına “Said” İsmini veriyorlar.
Bebek masum, bebek memleket meselelerinden habersizdir…
Ne Devletin İçine girmiş vampir kurtlardan haberi varılır, ne Dersaadet’te olanlardan, ne de cephelerden gelen haberlerden; sadece gülüyor ve aklıyor.
Şartlar zor…
Osmanlı uç kıl aya hasan ayaklarını kaybetme şıkkıyla karsı karsıya…
Avrupa sanayi devrimini tamamlamış. Hıristiyanlığı vicdanlara, vicdanları ise dünyevi gailelerin cenderesine kıstırarak herseyi dünyanın emrine vermiş ve bir umanlar takip ettiği, taklit ettiği Osmanlıyı çoktan geçmiştir.
balkanlardaki hâkimiyet halkası çözülüyor, ittihadın yerini İhtilaf, basanların yerini hezimet alıyor; ekonomi zaten yürekler acısıdır.
Cepheler bir biri ardına çökmekte, yüzyıllar boyu Osmanlıya tabi milletler ona düşman kesilmektedir
Said henüz iki yaşını sürerken, Ruslar İstanbul’un varoşlarına dayanıyorlar. Böylece Osmanlı. İstanbul’un fethinden beri, ilk defa başkentini yitirme faciasıyla yüz yüze kalıyor.
Çöküş kader gibidir!
Osmanlı şaşkın: Han ile Doğu arasında bocalamakta, bocaladıkça kimliğinden kopmaktadır.
Kısacası Saitlin doğumunu takip eden yıllar, yeryüzündeki müstakil tek İslâm devletinin yıkıma yürüdüğü yıllardır. Hem maddeten bitmiştir Osmanlı, hem de mânen erimektedir: Erimeyi durdurup yeniden diriliş hamlesine kaldıracak bîr teceddüde, yenileşmeye muhtaçtır. Ama nereden başlayacak?
Kimilerine göre harbiyeden…
Kimilerine göre ise…
‘Zinhar harbiyeden olmaz, yenileşme tıbbiyeden başlatılmalı.”
“Yok efendicağızım, yok mirim, yok nuru aynım; mutlaka senayiden başlatmalı ve illa senayi i nefise mekteplerini köylere götürmeli ki ahali güzel san’atlar sayesinde Evropahlaşsın. Zira tam Evropahlasın adarı terakki etmenin mümkünatı yoktur!”
Tartışmalar, kavgalar sonuçsuz. Herkes bildiğini okuyor, herkes lafla peynir gemisini yürütmek, oturduğu yerden dünyaya niza m at vermek derdinde; devasızlık ve dâvâsızlık kol geziyor.
Said İşte böyle bir devirde dünyaya geliyor ve son derece zor şartlarda büyüyor. Büyüdükçe çevresinde olup bitenleri merak etmeye başlıyor. Herşeyi soruyor. Vücudundan daha hızlı gelişen aklı ve mantığı bazan büyükleri şaşkına çeviriyor.
Bir gece…
Geceler vardır, kabustur, geceler vardır dolu dolu nur. Bazan mehtabın parıltısında yıkanır dünya, bazan koyu karanlıkların gölgesinde ürküntüye düşer Belli ki ay tutulmuştur.
Ay tutulduğunda davulların çalması, tüfeklerin atılması, ezanların okunması eski bir gelenektir Anadolu’da.
O gece de davullar çalınıp tüfekler aldırken, Said, an……