Feraye (Özel Baskı)

feraye_ozel_baski_naside

“… Yüzbaşı kollarını iki yana açıp ayağını yere vurarak, zeybeğe başladı. Daha ilk hareketi ile çok erkeksi ve çok efece bir oyun oynadığı belli oluyordu. Feraye şaşkın, öylece Yüzbaşı’yı seyrediyordu. Yüzbaşı bir adımda onun yanına yaklaştı ve yavaşça “Hadi küçük kız, başla. Herkes bize bakıyor,” dedi. Feraye, utana sıkıla çevresine bir göz attı. Kendilerinden başka oynayan kimse yoktu. Gerçekten de herkes nefesini tutmuş, onlara bakıyordu. Feraye de kollarını kaldırdı. Müziğe ve Yüzbaşı’ya uymaya çalışıyordu. İlk bir iki dakika bocaladı. Sonra, sanki çevresindeki herkes yok oldu. Yüzbaşı’nın gözlerinden, kendisine doğru bir alev akıyor gibiydi. Başka bir tarafa bakamıyordu. Birbirlerine kilitlenmiş ve uyum içinde; Yüzbaşı erkekliği, kahramanlığı ve tutkuyu, Feraye de kadını ve zarafeti anlatan hareketlerle oynuyorlardı… Ne zamandan beri bu haldeydiler, kendileri de, seyredenler de farkında değildi. Müzik devam ediyordu. Belki de ikinci veya üçüncü tekrarıydı…”

İşgal altındaki bir ülke… Ellerinde silahları, ayaklarında çarıkları olmadan; yüreklerindeki vatan aşkı ve hürriyet sevdasıyla cepheye koşan kahraman bir halk… Ve bu savaşın tam ortasında, kan ve göz yaşıyla filizlenen bir aşkın tutku dolu hikâyesi…

ÖNSÖZ
Neden böyle bir hikâye yazmayı düşündüm? Bunu sizinle paylaşmak için, bu yaz yaşadığım yarım günlük bir hikâyeyi anlatmam gerek. Edremit’ in kuzeydoğusuna doğru, üç kilometre kadar yürürseniz; Kaz Dağlarının hır bölümü olan yeşil tepelerin eteğinde, yeşillikler arasında bir köy görürsünüz; adı Çamcı Köyü Köyün nüfusunun büyük bir kısmını, Türkmenler veya Yörükler dediğimiz, kökeni Orta Asya Oguz Türklerine dayanan: Müslüman olmayı kabul ettikten sonra, “Turke âmin.” sonradan; “Türkemen.” daha sonra da “Türkmen” adayla anılan kavimlerin uzantısından oluşur Razılarına göre; onlar Türkmen değil. Yöruklerdır Bazı görüşlere guri’ de. as lında her ıkısı de aynı kavimdir ve birbirlerinden farkları yoktur. Fizik olarak. Orta Asya Türklerinin bütün özelliğini tanımaktadırlar. Yuvarlak çehrelı, koyu tenli, kahverengi gözlü ve orta boylu insanlardır.
Bu köy ve insanlarına olan ilgim, elli kusur yıldır çoğunlukla köyün dışında, son otuz yıldır da Ankara Bahçelievler’de, Deneme Lisesinin karşısında ikamet eden, yazları Edremit, Camcı köyünde yaşayan bir aileyi ziyaretim sırasında başladı. Aile, kardeşim ile aynı apartmanda oturuyor ve otuz yıldan beri onlarla komşuluk yapıyordu. Köye girip de, Elif Hanım’ın evini sorunca, herkes evini tereddüde düşmeden tarif etti. Köyün dar sokaklarına yeni girmiştik ki; Elif Hanım’ın lorunu Bahar ile karşılaştık. Bahar, esinin kolunda, Türkmenlerin millî kıyafetini giymiş, yüzünde mutlu bir ifade ile yürüyordu. Kıyafet çok güzel, çok süslü ve çok değişikti. Genç kadına da çok yakışmıştı. Yeni bebeği oları genç kadın, bebeğinin doğumunu kutlamak için, ninesi yani anneannesi tarafından köy halkına yemek verildiğini, bu giysinin de merasimin bir parçası olduğunu anlattı. Hemen hemen küçük bir köy konağı görümündeki evin önünde boşalan kazanlar duruyordu. Köyün genç kadınları, evin bahçesindeki büyük bir ağacın altında, sona eren yemekten artan zahireyi bölüşüyor, evin düzenini eski haline getirmeye çalışıyorlardı. Bir kat çıkınca, geniş ve uzun bir balkona alındık. Bize de, güzel bir yemek ziyafeti çekildi. İki günde dört koyun, kilolarca pirinç, kilolarca sebze ve tatlı dağıtılmıştı. Ayrıca köy kadınlarına, yüz tane şalvar hediye edilmişti.
Bu evde dikkatimi çeken, bu cömertçe yapılan yemek ziyafetinden ziyade, hepsi yüksek tahsilli olan kızların, damatların, torunların ve köy halkının davranış biçimi idi. Hepsinde şalvar vardı. Köylüler ile aynı kıyafeti giymişlerdi. Anneanne Elif Hanım, bir kaş işareti ile sofra kurduruyordu. Bir farklı bakış ile başka bir işi organize ediyordu. Çocukları ve bütün köy halkını, biz orada olduğumuz sırada, ağzını bile açmadan idare etti. Tabii bizim ile sohbetini de ihmal etmeden.
Anneanne, okuma yazma bilmiyordu. Yetmiş altı yaşındaydı, eşi rahmetli Bâli Ersever, köyün ilk yüksek tahsilli insanıydı ve bir ateşeydi. Elif Hanım, bize onunla evleniş hikâyesini kısaca anlattı: Elif Hanım, bu köyün muhtarının kızıymış. Sonradan eşi olan Bâli Bey’in ailesi Erseverlerle, kapı komşuymuşlar. Bâli Bey, subay olup da köye döndüğünde, ilk iş olarak ona evlenme teklif eder. Kendisine, “Kesinlikle olmaz! Ben, okuma yazma bile bilmiyorum. Sen ise yüksek tahsillisin. Ben, sana ayak uyduramam. Belki de, mahcup edecek duruma düşürürüm” diyen genç kıza, Bâli Bey cevap olarak, “Benim tahsilim ikimize de yeter. Sen ise akıllı ve dürüst bir kızsın. Beni hiçbir şekilde mahcup etmeyeceğinden eminim. Hem seninle evlenmeyi, ben sekiz, sen de daha iki yaşındayken aklıma koymuştum.” der. Nişanlanırlar Bâli Bey ve Elif Hanım’ın hayat tarzı, köylü için devrim niteliğindedir. Nişanlısını koluna takıp kahveye götürür. Orada pişti oynar, sohbetlere katılırlar. Her yerde, her an beraber dolaşırlar. Köylü, muhtarın kızı ile köyün ilk okuyanına asla karşı çıkmaz. “Eğer onlar bir şey yapıyorsa, o iş doğrudur,” diye düşünürler. Sonunda Elif Hanım, Türkmen usulü gelinliğini giyer, Türkmen adetlerine göre evlenir ve Fransa’ya giderler.
“Elif Hanım, ellialtmış yıl evvel, Avrupa’nın ünlü başkentlerini dolaşır. Hiçbir yerde kocasını mahcup etmez ama yaptığı bir hatayı da asla unutmaz. Bu olayı anlatırken bize, “Eşim, bana okuma yazma öğretmeye başlamıştı. O arada, bir espri yaptı. Sinirime dokundu. Kalemi öylece bıraktım. Bu, çok yanlıştı. Kocam da gururuma dokunur korkusu ile bir daha üstelemedi” dedi.
Sonra Ankara’ya yerleşirler. Eşi, on sekiz yıl evlilikten sonra vefat eder. Elif Hanım, iki kızını okutur. Sabriye Hanım eczacı, küçüğü Gülsen Hanım ise psikolog, Sabriye Hanım’ın tek kızı Bahar da kimya mühendisi olur.
Şimdi Elif Hanımın kızları ve torunları da, aynı köyde yüksek tahsilli insanlarla evli. Ve bu modern aile, köylerini ve geleneklerini asla bırakmamışlar. Köy için halâ örnek bir aile. Bence birçoklarımız için de örnek bir aile. Hele köyünü, kendini ve aslını anımsamayanlar için. Şimdiki gençlerin birçoğunun, anne, baba, hele dede ve ninelere nasıl baktığını, onları çağdışı olarak gördüklerini, tecrübenin ne denli önemli bir şey olduğunu asla kabullenmediklerini göz Önüne alırsak; üçüncü kuşaktan, mühendis genç bir kadının, milli giysiler içimle yemek verip kotası ile kol kola köyü dolaşmasının ve anneannesinin gördüğü saygının beni neden böyle etkilediğini anlayacağınızdan
O gün gördüklerim ve duyduklarım çok hoşuma gitmişti. Elif Hanım’a, “Bu köy hakkında ve özellikle de sizin aile ile ilgili bir hikâye yazmak istiyorum” dedim. Bana yine çok mantıklı bir cevap verdi; “Bizim hikâyemiz, pek roman olacak gibi değil. Herkes gibi bir aileyiz ama köyümüzde, enteresan hikâyeler tabii ki var. Ben pek bilemem” dedi.
Köyden çıkarken ellerinde sepetleri, sopalarına dayanarak yürüyen, zayıf, seksen yasının üzerinde gösteren iki nine ile karşılaştık. Hemen arabayı durdurup, ninelere yaklaştım:
“Sizin resminizi çekebilir miyim?” diye sordum.
İkisi birden, “Çek bakalım” dediler. Sonra “Bana anlatacak bir hikâyeniz var mı?” diye sordum.
“Var tabii, bu köyün düşman işgalinde yaşadıktan hakkında. Ama ne derece doğru, ne derece hatırlayabiliriz
Adlarını sordum. “Sadece, ‘Nine’ dersin” dediler.
Onlar için, arlık adların önemi katmamıştı. Gerçekten, ikisi de sadece “Nine” idi. Türkmen nineleri. Camcı köyü, Ersever ailesi ve Türkmen nineleri gerçekti. Ama anlatılanlar üzerine kurguladığım hikâyem için, “gerçek bir hayat hikâyesidir” diyemeyeceğim. Atatürk ve kahraman Türk milletinin destan yazdığı o günlerde, kim bilir bunun gibi kaç hikâye yaşanmıştır? Keşke, yüzyıllara meydan okuyan evlerin, ağaçların da dili olsaydı da; yaşadıkları aşkı, korkuyu, savası, her biri kendi destanını yazan kahraman sahiplerini anlatabilselerdi.
Umarım, tüm romanlarım gibi, bunu da zevkle okursunuz..

Naşide Gökbudak

Nisan ayı, Ege’de zaman zaman bir yaz ayı kadar sıcak  ve güneşlidir. Kırlarda kekik kokusuna ve dağ sümbüllerinin görünümüne doyum olmaz. Bu yıl havaların soğuk gitmesinden olacak, ortada ne kekik kokusu ne de dağ sümbülleri var. Havalar da insanların içi gibi, karanlık ve değişken, özellikle Edremit ve çevresi soğuk, yağmurlu ve bolca gök gürültülü bir Nisan yasıyor.
Camcı Köyünün tanınmış birkaç ailesinden birinin reisi olan, aynı zamanda köyün muhtarlığını yapan Fikret Bey, Edremit’ten Çamcı’ya yürürken yağmur yine bütün şiddeti ile yağmaya başladı. Sanki gökten kovalarla su dökülüyordu. Yol, bir anda nehir görünümüne büründü. Kaz Dağları’nın eteklerindeki Camcı Köyü, Edremite göre daha yüksekte olduğundan; su, köyden Edremit’e doğru akıyordu.
Elli sekiz, elli dokuz yaşlarında olan Fikret Ağa, bacaklarının ağrısına aldırmadan, biraz tümsekte olan bir ağacın altına doğru koştu. Yasından fazla gösteriyordu. Havaların soğuk gitmesinden olacak, ağaçlar da tam olarak yapraklan ma m işti ama yine de tamamen açıkta durmaktan iyiydi. Tekrar bacaklarını ovuşturmaya başladı. Bir taraftan da söyleniyordu:
“Ne kadar ağrırsan ağrı. Bu üç kilometrelik yol için ata binecek değilim. Babam, seksen iki yaşında yürürdü bu yolu. Ben de yürüyeceğim.”
Fikret Ağanın, hesaba katmadığı bazı şeyler vardı. Babası İsmail Ağa çok daha rahat bir hayat yaşamıştı. Bu bölge, 1453 yılından sonra uzun süre huzur bulamamış ve birçok çatışmaya sahne olmuştu. Fatih’in İstanbul’u fet hinden sonra, Doğu Bizans’ın kalıntısı olan Yunanistan’ın kışkırtması ile azınlık durumunda olan Rumlar, Edremit’i yakıp yıkmıştı. Bu olaylardan sonra, Fatih’in fermanı İle Rumlar’in bu bölgede ikamet etmesi yasaklanmıştı. Buna rağmen azı m san m ayacak kadar çok Rum ailesi bu yörede yaşıyordu. Bu fermandan sonra her iki halk da, daha huzurlu bir hayat yaşamaya başlamıştı. Kinlerini unutmuş gibi gözüküyorlardı. Fakat gerçek, ne yazık ki sanılanın lam tersiydi. Rumlar kinlerini unutmamışı yaşadıkları korkular nedeniyle sadece uyutmuşlardı. Bugünlerde, yani Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı bu kritik günlerde, Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi burada da can güvenliği ve huzur kalmamıştı. Rumlar yine içten içe bir şeyler çeviriyordu. Hemen hemen bütün Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğumun bu zayıflığından ve çöküşünden faydalanıp Anadolu’yu ve Ege’yi paylaşma plânları yapıyorlardı. Rum aileler, aşağı yukarı beş yüz yıldır komşuluk yaptıkları, dostane ilişkiler içinde oldukları Türklerden uzaklaşmaya, kendi içlerinde kenetlenmeye ve gizli gizli toplantılar yapmaya başlamışlardı.
Fikret Ağa, ağacın altında, yarı ıslanmış bir vaziyette, arada bir diz kapaklarım ovuşturarak bunları düşünürken, hemen yakınında bir ses duyarak irkildi:
“Baba ıslanmışsın! Bu havada niye buradasın?” diye sordu. Bu uzun boylu, güçlü kuvvetli genç, büyük kızı Zarife’nin kocasıydı.
Fikret Ağa, gururla, “Edremit’e gitmem gerekti,” dedi.
Genç adam, “Siz şu eşeğe binin. Ben yürüyerek gelirim” deyince; Fikret Ağa hiç itiraz etmeden, eşeğin sırtına atladı. Hayvan, genç ve oldukça güçlüydü. Hızla yürümeye başladılar.
“Baba Edremit’e niye gitmiştin? Hava çok kötü.” “Beji çıktığımda hava gayet iyiydi. Birden bastırıyor kalleş.”
Genç adam hafiften güldü, “Havanın da kalleşi olur
“Olur ya, tıpkı Yunanlılar gibi. Daha doğrusu bütün Avrupa devletleri gibi. Bizi, yani köy muhtarlarını ve yakın çevredeki ileri gelen insanları, Edremit Kaymakamı Köprülülü Hamdı Bey çağırmıştı. Oradan geliyorum. Gene neler döndüğünü bir bilebilsen? Şu Kaymakam da, eşsiz bir adam. Kafası çok çalışıyor. Müthiş bir Mustafa Kemal hayranı. Pelitköy’lü Cavit Bey de öyle. Bizim Kaymakam dokuz bin gönüllünün başında. Bunların hepsi de 172. Alay Komutanı Ali Beye’ bağlı”
Fikret Ağa heyecanla olanları birbirine karıştırarak anlatıyordu. Damat, esas meseleyi merak ediyor olacak ki, “Peki, Köprülü sizi niye çağırmış?” diye sorarak, kayınpederinin sözünü kesti.
“Bırakmıyorsun ki oraya geleyim. Bir sene kadar evvel Padişah, muhalif devletlerle saçma bir antlaşma yaptı, işte, ondan sonra, bir italyan torpidosu ile Akçay’a, Yuvanilos adlı birinin başkanlığında Kızılhaç ve Yunan askeri çıkarılmıştı. Daha evvel de Ayvalık’a gelmişlerdi, işte, o günden beri bu bölge, fokur fokur kaynıyor. Kaymakam ve arkadaşları, “onlara, onların taktiği ile cevap vermek gerek,” diyor. Nasılsa padişah kendi derdinde… Debdebeli hayatını sürdürmeye çalışıyor. Anadolu bütün ümidini 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’e bağlamış. Biz de öyle! Ama bir şeyler de yapmamız gerek, değil mi?
Arkasında kimse olmadan dünya düverlerine kafa tutmak, olur mu?”
“Haklısın baba”
Geni; damat, pek anlayamadığı bu konudan sıkılmıştı. Sıkıntısı, vatanını sevmediğinden veya korktuğundan değildi. Harp etmeyi çok anlamsız ve yersiz buluyordu. Ama eğer denildiği gibi vatanına saldırırlarsa o da sonuna kadar savaşırdı. Genç karısını, bu sene ilk meyvesini verecek olan zeytinliğini, yetiştirdiği incir bahçesini ve de babasının mezarını ne Rum askerlerine ne de başkasına çiğ net irdi.
Bugünlerde, Ahmet’in kafasını kurcalayan başka bir mesele vardı. Baldızı Feraye, henüz on altı yaşındaydı. Çok serpilmiş, çok da güzelleşmişti. Köyün gençleri daha şimdiden onun adını sayıklamaya başlamıştı. Bunların içinde, iki ev ötedeki Rum komşularının oğlu, Konstantin de vardı. İşin düşündürücü tarafı, Feraye’nin de gönlü Konstantin’e kaymış gibiydi ya da en azından, Ahmet öyle olduğunu düşünüyordu. Çünkü Feraye, Konstantin’in kız kardeşi Elena ile çok sıkı fıkı arkadaştı. Aralarından su sızmıyordu. Bugüne kadar Konstanlin ve ailesi ile bir sorunları olmamıştı. Ama bugünlerde olabilirdi; hem Feraye yüzünden, hem de cadı kazanı gibi kaynayan bu siyaset yüzünden. Rumların Osmanlı toprakları üzerindeki bu hayalleri bitmedikçe bu kazan kaynamaya devam edecekti.
Fikret Ağa, bu anlattıklarına damadının daha fazla ilgi duymasını ve heyecanlanmasını bekliyordu.
“Hey damat, ne daldın? Senin daha mı önemli bir sorunun var?” diye sordu. Sesinde açıkça bir istihza’ vardı………

Benzer İçerikler

https://www.birazoku.com/son-oyun-ahmet-altan

yakutlu

Ahmet Hulusi Efendi

yakutlu

Kötü Yol | Orhan Kemal

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy