Ay Işığında Yürüyüş

Bir geçmişi yeniden yaşamak …

Aramıza kilometreler girmişti. Ne zamandır habersizdik birbirimizden. Kimimiz okumak demişti, kimimizi de para çekmişti kendi yörüngesine. Gerçekte ise bu uzun mesafeleri aramıza biz sokmuştuk.

Bayramlarda kalan bir birlikteliğin zorunlu oyuncuları bizler; kazanırken kaybettiğimizin hiç farkına varmamış, bir gün olsun elimizin altındaki telefonları kullanmamıştık bir birimizin sesini duymak için. Kendi yörüngelerinde birer elips çizerken hiç çakışmıyordu yörüngeler, hiç konuşmuyorduk yada hiç merak etmiyorduk senede iki kez karşılaştığımız bayram ziyaretleri dışında.

Geçtiğimiz yıl bayramda yaşadığımız zorunlu heyecan, biz kaybetmişleri yine aynı çatı altında toplarken, “kim bilir yine neler konuşulacak, kimlerin gizli sorunları ortaya çıkacak ve kim önce pot kıracak” sorularını da yanında getirmekteydi.

Yemekler yendi, bizim unuttuğumuz ama büyüklerimizin hiç unutmadığı hatıralar çıkartıldı yerlerinden… derken konu birlikteliğimizin en can alıcı noktasına geldi. O gün futbol hakkında da çok konuştuk. Diğer odada yatmakta olan babaannemizi çoktan unutturmuştu taraftarı olduğumuz takımlar. O karmaşa içerisinde açılan kapı bizim ilgimizi çekmese de konuşmamızı bölmüştü ansızın. Oysaki kapıdan girer girmez yere yığılan kadıncağız , birbirini hiç tanıyamamış bu boş kalabalığın en büyüğü ve bizim birbirimizden kaçmamızı engelleyebilmiş tek insandı.

Ortalık birden karışıverdi, babaannemizi zor zahmet taşıdık arabaya. Hastane kapısında bekleşirken ,bu güzel ihtiyar kadınla ilgili hatıralar geçti gözlerimizden, hepimiz onun ellerine doğmuş ve onun kucağında büyümüştük, ilk adımlarımıza ve ilk kelimelerimize o tanık olmuştu. Üzüntümüzü birbirimizin omuzlarına yaslanarak atmaya çalıştık. Bir süre sonra muayeneyi bitiren doktor yanımıza gelerek bizleri soru yağmuruna tuttuğunda, biraz olsun kendine gelebilenler sorulara yanıt veriyor, geriye kalanlar ise bu beklenmedik hastalığın etkisi ile üzüntülerin en derinini yaşıyorlardı.

– Bu kadın kaç yaşında?
– Seksen iki.
– Ona kim bakar? İşleri ile kim ilgilenir?
– Arasıra hepimiz uğrarız yanına ama genellikle kendi işini kendi görür.

Doktor ellindeki tahlillere uzun uzun baktıktan sonra;

– Doğrusu hastamızın durumu pek iyi değil. İyi bakılmamış ve tedavi için de çok geç kalınmış. Yaşlılığın getirdiği bir çok hastalık belirtisi görüyorum. Anladığım kadarıyla zaman zaman hafıza bulanıklığı da yaşıyor.
– Yani biz ne yapabiliriz?
– Dediğim gibi tedavi edilecek bir rahatsızlık değil bu, yapabileceğiniz onu hoş tutmak, yanında bulunmak. Çevresinde tanıdık birilerini görmek onu rahatlatır. Birde doğup büyüdüğü yerleri görmek hafızasını düzeltebilir, bir deneyin derim.

Doktor diz ayrılırken, babaannemizin hastanede kalmasının bir anlamı olmayacağını, ve onu da evine götürmemizi söyledi.
Hastaneden eve, hepimiz babaannemiz moralini düzeltmek için gülen bir yüzle ama içimizden kan ağlayarak döndük.

O gece babaannemizin doğup büyüdüğü yerlere gitme fikrini iyice düşünüp ertesi sabah yola çıkmayı kararlaştırdık. Uykusuz, üzüntülü, zor bir gece idi. Sabah erkenden yola çıktığımızda arka arkaya oluşturduğuz konvoy bizim tanımadığımız, yalnızca Eskişehir’den Ankara’ya giderken geçilmesi gereken bir yer olarak bildiğimiz topraklara ulaştırdığında; her zaman yaşadığımız yabancılık duygusunu ilk defa hissetmiş, kökümüzün yattığı toprakları yadırgamıştık.

Yol boyunca nereye gittiğimizi fark etmeden uyuyan babaannemiz, memleketine vardığımızda aniden uyanmış, kim bilir ne zamandır uzak kaldığı bu topraklara boş gözlerle bakarak dalıp gitmişti. Meydanda sıralanan arabalarımız içinde bulunduğu yabancılığı selamlarken, bizler de babaannemizi arabadan indirip birkaç günlüğüne konaklayacağımız akrabalarımızın evlerine doğru yönelmiştik. Bu ana kadar nerede olduğumuzu fark edemeyen babaannemiz birden bire durdu ve derin bir nefes alarak şöyle dedi;

– Burası Polatlı.

Hayata sımsıkı tutunmak …

Güneş yeryüzünün cennet bahçelerine bakan yüzüne doğalı henüz birkaç saat olmuştu. Sonbaharın bu güzel günlerinde toprak, sarımsı bir hüznün izlerini taşırken , dört mevsimi de üst üste görmenin heyecanını hissetmekteydi gizliden gizliye. Toprağın kalp atışlarını ellerinde tutan toprak sahipleri , bu mevsimde sevgilisinde ayrılmayı istemeden de olsa kabullenmiş, yarinin el emeği göz nuru yetiştirdiği, ona özünü kattığı bir yıllık ürünü, diğer toprak sahipleri ile değiş tokuş etmiş ve sert geçecek bir kış mevsimine kendini hazırlamıştı. Doğa ilk baharda yaşayacağı doğum için şimdilik kendi evladını ölüme bırakmaktaydı.

Mevsimler değişiyor, renkler değişiyor, kasaba bu yeni durum için kendini hazırlıyor; ancak sadece bu gün için bütün bu değişimi bir yana bırakıp bir büyük bayramı kutlayarak, yıllar önce atalarının kurtuluşu için can verdiği bu topraklarda özgür olmanın tadını çıkarıyorlardı. Ahalinin her hareketini, her kıpırdanışını anbean yaşayan sokaklar, kendisini dolduran kalabalık tarafından renklendirilmiş, eğlencenin yapılacağı meydan ise bayraklarla süslenmişti. Kasaba halkı bir günlüğüne bütün kavgaları, çekişmeleri, küslükleri bir yana bırakıp el ele, kol kola dizilmişleri meydana.

Her sene artan bir coşku ile kutlanıyordu bu yöresel bayram, her sene yeni katılanlar daha iyi anlatıyordu özgür olmayı. Yıllar önce o korkunç istilayı yaşamışlardan kalanlar, o destanı anlata anlata, kulaktan kulağa yayılan kahramanlık bu güne zirvede giriyor, toplanan kalabalık Türk milletinin korku bilmez kahramanlığı ile gurur duyarak el çırpıyorlardı.
Öğleye doğru kasabanın kadınları da ellerinde kutlama için hazırladıkları yemeklerle birlikte kasaba meydanına toplandıklarında, artık şenliklerin başlaması için hiçbir engel kalmamış ve çığlıklar içerisinde kasabanın en yapılı adamı kırmızı bir atın üzerinde, ellerinde Türk bayrağı ile görünmüştü. Kalabalık içerisinden bir duvar gibi yükselen uğultunun arasında kasaba kadınlarının fısıldanmaları görünüyor, bu arada Zeynullah Efendi, ellerinin arasındaki bayrağın kendisine verdiği gurur içerisinde atının üzerinde ilerlerken fısıldanmaları duymazdan geliyordu.

Meydandan geçen kalabalığın çıkarttığı toz bulutu arasında Zeynullah Efendi karısını, çocuklarını ve baldızını zar zor seçebilmişti. İçinde bulunduğu gurur tablosu, geniş omuzlarını daha da dikleştirmiş gibiydi. Aylar öncesinden alıp hazırladığı elbiselerini Adeviye Hanım kolalamış, ütülemiş, başucuna asmıştı. Şimdi bütün ihtişamı ile meydandan geçen bu uzun boylu sert mizaçlı adam, geceleri başucunda asılı duran elbiselerine bakıp bakıp rüyalarını görmüştü.

Zeynullah Efendi her bir yanı insanlarla çevrilmiş meydandan geçerken, bu kısacık yol bitmesin diye dualar ediyor, kendisini takip eden gurubun hareketlerini aksatmak pahasına atını yavaşça sürüyordu. Aileni yeni bireylerinden Rukiye ise eniştesinin bu yavaş hareketlerinin biran önce son bulmasını dileyerek, ön saflarda yer tuttuğu kalabalık içerisinden adım adım sıyrılarak kendisini geriye doğru itmekteydi. Ellerinde birkaç gün önce yeğeni tarafından getirilmiş olan mektubu sıkarak, ardına bile bakmadan kaçar gibi uzaklaşıyor, ancak ablasının durumu fark etmesinden de fena halde korkuyordu.

Nihayet Rukiye bu kalabalık içerinden sıyrılıp kasaba dışındaki bostanlığa giden yola vurdu. Kortej devam ederken, meydandan uzaklaştıkça hararetini kaybeden uğultu, bir noktadan sonra bir bıçak gibi kesilerek yerini rüzgarın yapraklarla yaptığı son dansa bırakıyordu.

Rukiye de kendisini bu dansın kollarına bırakmış arkasında ailesini bırakarak meydandan uzaklaşırken, avcunda sımsıkı tuttuğu kağıt parçasının kasıklarında meydana getirdiği sıcaklığın etkisi ile kendinden geçmiş bir vaziyette yürüyordu. Ara sıra avuçlarının ıslaklığı ile nemlenmiş mektubu açıp okuyor, satır aralarına gizlenmiş sevgi sözcükleri ile başı dönüyor ama ayakları gitmek istese de kendi bir türlü gitmek istemiyordu. Gözlerinde büyüyen yol, bir film gibi akıp geçerken, kasıklarındaki sıcaklık artıyor ve bir noktadan sonra kırılmaya yüz tutmuş tazeliğinin içerisinde yitip gidiyordu. Kendi özünde yaşadığı çatışma, ablasından öğrendiklerinin yanında, Rukiye çoktan aşk şarabının tadına bakmış ve bu doyumsuz tadın kalbinde yaşattığı sarsıntı ile tüm değer yargıları ölmüş ve bir süre sonra bütün vücudu ile ayaklarının gittiği yere doğru yönelmişti.

Rukiye, tren yolunun sanki sonsuza uzanan uçlarına bakarak içindeki heyecanı bastırmaya çalıştığı sırada kendisini bostanlığın başında buluverdi. İçindeki aşkı son kez tazelemek için mektubu bir kez daha, ama bu sefer içindeki tüm ayrıntılara dikkat ederek okudu.

Rukiye;
Seni uzaktan uzağa, her gün artan bir aşkla seviyorum. Her bir yanım bu aşkın izleri ile dolu, gördüğüm her yere senin adını yazıyor, bu aşkın sayesinde senin için büyüyorum. Yarım yamalak şu cümlelerim ne olur seni kızdırmasın, ben bu aşka aşık oldum, sen istemesen de benim için hep böyle olacak.
Seni şenliklerin olduğu gün bostanlıkta bekleyeceğim. Ne olur gel, şu geçen zamana meydan okuyalım ve kendimiz için bir şey yapalım.
Seni daima ve her zaman sevecek olan Kenan

Her şey tamamdı. Rukiye Kenan’a aşık olmaya hazırdı artık, sadece bunları birde Kenan’dan duymak istiyordu. Bostanlığın sarımsılığı içerisinde Rukiye bütün güzelliği ile belirdiğinde, Kenan henüz Rukiye’nin geldiğini fark etmemişti. Sürekli yere bakan yüzünü bir türlü kaldırmak bilmiyor, ama kendisine doğru uzanmakta olan gölgenin yaklaştığını fark etmiş olacak ki başı biraz daha gömülüyordu toprağa. Biraz sonra bostanlığın ortasında büyük buluşma gerçekleştiğinde, konuya ilk girenin kim olduğu, nasıl olduğu kadar ne zaman olduğu da önem kazanıyordu.
Muhatabına göre daha cesur görünen Rukiye, daha fazla tahammülü olmadığı için, insanın içini açan sesi ile konuşmaya başladı;

– Merhaba Kenan, bu mektubu bana Yüksel getirdi, sen göndermişsin, doğrumu?

Kenanın başı neredeyse kaybolmuş gibiydi, içinde kopan fırtınalara rağmen, kısılmakta olan sesinden belli belirsiz kelimeler döküldü.

– Evet ben gönderdim.
– Peki ya burada yazanlar doğrumu?
– Evet doğru.
– Ee yani, ne demek istiyorsun?
– Rukiye yanlış anlamanı istemem, ben sadece şunu diyecektim; seni çok beğeniyorum, eğer gönlün boşsa, orada bir süre konaklamak isterim, eğer tabi sen de istersen.

Rukiye gülümsedi,

– Bir süremi?
– Yani sen ne kadar istersen.

Rukiye, birkaç gündür yaşadığı aşk oyununun diğer kahramanını da bulmuştu. Yüzünde beliren tebessüm yanaklarındaki gamzeyi belirginleştirmiş, bembeyaz elbisesinin içerisinde şimdi daha da güzel görünmekteydi. Bostanlığın ortasındaki yaprakları yer yer dökülmüş çınar ağacına doğru yürürken, birden dönerek Kenan’a seslendi;

– Hey, ne duruyorsun orada, gelsene.

Kenan Rukiye’nin içinde büyüttüğü sevda ağacından habersiz beklerken, biden Rukiye’nin tavrına çok şaşırmıştı,

– Ne oldu şimdi? Ben bir şey anlamadım.
– Olan şu; bir süreliğine gönlümde konaklamana müsaade ediyorum.

Kenan için her şey biranda olmuştu; umutsuzca geldiği ve o an için “aşk meydanı”olarak tanımladığı bu yerde, Rukiye’nin cevabını beklerken büyük umutsuzluklara kapılmış, ama Rukiye’nin dudaklarından dökülen birkaç sözcük, kaybetmeye mahkum kaderinin bir anda yeni alemlere yelken açmasını sağlamıştı.
Rukiye ise hayatını ilk baharında ilk kez bir erkeğe “evet” diyordu. Aslında bunu kimseye söylemese de bir erkeğin, karşısında böylesine iki büklüm olmasından zevk alıyor, her aşkın içerisindeki bu tanımlanamayan güç gösterisinin hem galibi hem de tutkunu oluyordu. Sıra bu duygusal birlikteliğin tadını çıkarmaya gelince, onu da zamanın açılmamış tertemiz sayfalarına bırakıyordu.

O güzel gün herhangi bir yerde başlayan duygu yoğunluğu muhataplarını kendi iç dünyalarının derinliklerine doğru sürüklerken, bir taraftan da sevgililerin her yeni başlan ilişkide birbirlerine verdikleri sözlerin ve bu hoş alış-verişin sonunda omuzlarına binen yükün farkına varmadan ayırmıştı, bir dahaki buluşmaya kadar.

Rukiye, yüzündeki tatlı tebessümü bozmadan dönüp gitti bostanlıktan ve zaman zaman arkasına bakıp el sallamayı da ihmal etmedi. Bostanlığın kenarındaki tren yoluna vardığında sık ağaçlar iki sevgilinin arasına gece girerken, Rukiye bundan sonraki yol boyunca kendisine eşlik edecek olan hayaller zincirinin derinliklerine daldı ve bitmekte olan günün pembeleştirdiği yol boyunca evine, sonradan nasıl olduğunu anlayamayıp çok şaşıracağı bir şekilde hızla vardı.

Evin büyük ve ağır kapısını yavaşça açarak içeriye süzüldüğünde, içeride kimsenin olmadığını görüp ancak o zaman meydanda ki şenlikleri hatırladı ve küçük bir panik yaşasa da biraz geç kaldığını fark edip kaldığı yerden hayaller alemine balıklama daldı. Gün yavaş yavaş yerini geceye dönerken meydandan dağılan kalabalığın sesleri kulağına ulaştığında, Rukiye çoktan evin önündeki sundurmaya uzanmış ve rüyalara dalmıştı.

Gün boyu süren şenlikler sırasında bütün ahali bir günlüğüne de olsa özgürlüğün tadını doyasıya çıkarmışlardı. Kadınların bütün maharetlerini sergiledikleri yemekler kapışılarak yenmiş, meydanda yapılan yarışmalarda herkes çok gülmüş çok eğlenmişti. Bütün bu güzellikler son bulduğunda yorgun insanlar, yüzlerindeki gülümsemeyi bir geceliğine yanlarına alarak ve günün güzelliklerinden bir birlerine bahsederek uzaklaşıyorlardı meydandan.

Adeviye Hanım o gün hem gururu hem sevinci bir arada yaşamıştı. Gün boyunca, çocukluğunu, gençliğini, hüznünü, sevincini yaşadığı sokaklarda bir çocuk gibi eğlenmiş, kocasının meydan geçerken ki heybetine hayran kalmış ve ona bir kez daha aşık olmuştu. Akşam olup ta eve dönme vakti geldiğinde çocuklarını etrafına toplamış ve evin yolunu tutmuştu.
Rukiye’nin yokluğunu o ana kadar hissetmen Adeviye Hanım eve girdikten sonra, aynı Rukiye gibi küçük bir panik yaşasa da sedirin üzerinde yatan kardeşini gördüğünde derin bir “oh” çekti. Yaşadığı panik bir anda sinire dönüşen Adeviye Hanım kardeşine doğru yaklaşırken, onu kaç saattir görmediğini tasavvur etmeye çalışıyordu. Rukiyeyi derin rüyasından sarsarak uyandıran Adeviye Hanım, soruları peş peşe sıralarken Rukiye ancak kendine gelebildi;

– Bütün gün seni aradım be kızım neredeydin? İnşallah enişten yokluğunu fark etmemiştir, yoksa ikimizin de hali harap
– Bir şey yok abla sadece biraz başım döndü, hemen eve geldim.
– Ahbe Rukiyem bana neden haber vermedin? Ben seninle ilgilenirdim, şimdi nasılsın? Biraz iyi görünüyorsun!
– Telaş etmene lüzum yok abla, uyumak iyi gelmiş, şimdi çok daha iyiyim. Hem sana haber vermedim çünkü eniştemi izliyordun, keyfini kaçırmak istemedim.
– Enişteni gördün demek. Ne heybetli duruyordu değil mi? Onunla ne kadar gurur duysak azdır, Allah bize yokluğunu göstermesin.
– Haklısın abla. O bizim için bir dayanak, o olmasa bizi kim ayakta tutar. Allah uzun ömürler versin her ikinize de.

Abla kardeş, bahçedeki sedirin üstünde aynı adam hakkında bir birlerine iyi dilekte bulunurken, Rukiye’nin yüzü ablasına ilk kez yalan söylediğinden, aynı küçüklüğünden beri olduğu gibi kıpkırmızı kesildi. Adeviye Hanım bunu fark edip hayra yorarken, Rukiye ise utancından yüzünü saklamak zorunda kaldı;

– Bak şimdi biraz daha iyi görünüyorsun, yüzüne de kan geldi. İstersen biraz daha yat yada gel sofrayı hazırlamama yardım et, enişten birazdan gelir
– Geliyorum geliyorum. Bu kadar yatmak bile yetti bana. Hem biraz hareket edeyim uyuşup kalmış her tarafım.

İki maharetli kadın, daha önceden hazırladıkları yemekleri, bahçedeki sundurmaya kurdukları sofraya yerleştirirken, bitmekte olan günün son ışıkları altında Zeynullah Efendi eve girdi. Ailesi onun sofra başında bekletilmekten hoşlanmadığını bildiğinden Zeynullah Efendi kapıda görünür görünmez yerleşiverdiler sofradaki yerlerine. Yemeklerden yükselen güzel koku, uzun bahçenin ucuna kadar ulaşmış ve Zeynullah Efendiyi kendisine doğru çekmişti.

Akşam yemekleri bu ailede her zaman neşe içerisinde geçer ve yemek sofrasından taşan muhabbet gece yarısı Zeynullah Efendi ile Adeviye Hanım yatmadan önceki hayallerine kadar uzanırdı. Bu hayaller uykuları böler, rüyalarda tekrarlanır ve sonra sabahları aynı umutsuzluk içerisinde kaybolup giderdi.
Rukiye bostanlıktan ayrıldıktan sonra her günkü gibi bu ezberi tekrarladı yine, bu sefer bazı yerlerde takılsa da biliyordu ki aşk kendisine küçük şakalar yapıyordu ve buna alışmalı, bunu kabullenmeliydi. Aşk şakacı, sevimli, doğa üstü bir olaydı, bunu zamanla öğrenecekti.

Kenan ise eve gitme konusunda Rukiye kadar acele etmedi. Bir müddet daha bostanlıkta kalarak yaşadığı mucizeyi bütün hücreleri ile hissetmeye çalıştı.
Kasaba yükselen toz bulutu yavaş yavaş ait olduğu yere çökerken, Kenan da meydandan uzaklaşan kalabalığın aksine, yorgun insanlara kendisini fark ettirmeden, kasaba erkeklerinin tek buluşma noktası olan kahvehanenin kapısında belirdi. Evlerine dağılmış kalabalıktan arta kalan birkaç yaşlı adam ve kahveciden başka kimsenin bulunmadığı, duvarları isten kararmış bu yerde bir süre kalarak tüm gün yaşananları dinledi daha sonrada yükselen ezan sesinin boşalttığı kahvehanenin hüzün çökmüş duvarlarına uzun uzun baktıktan sonra terk etti kendisine sıkıntı veren bu yeri.

Hergün konağa gidip geldiği dar sokağa ilk defa, sevinç, umut ve nefretle baktıktan sonra kendisini yola vurdu. İçinde büyüyen yalnızlığın kainatın en güzel duygusu ile dolduğunu henüz anlayamasa da, kalbinde zıplayıp duran yaramaz tavşanın varlığını bütün benliği ile hissetmekteydi.

Konağın kapısında bir mağarayı andıran karanlık kasaba sokaklarını kıskandırırcasına, ateş böcekleri gibi yanıp sönen pencerelerden yüzüne vuran ışığın altında kendisini toparlamaya çalışıp, doğduğundan beri nefretle girip çıktığı bu kapıdan, bir kez daha ama bu sefer aşkın kalbinde yarattığı coşku ile girdi.

Konak halkı her zaman olduğu gibi Kenan eve girene kadar onun yokluğunu hissetmemiş, belki bu sahte oyunda konak içinde kabullenemedikleri Kenan’ı yokluğundan istifade unutmuşlardı. Yemek odasının duvarlarında yankılanan kahkahalar Kenan’ın gelişi ile birden yok oluverdi. Kenan her gün yaşadığı bu sahnenin tekrarlanmasından hiç rahatsız olmadan masadaki terini aldı ve kimseye bakmadan, tek bir kelime bile konuşmadan, sanki acelesi varmış gibi yemeği yedi ve hemen terk etti masayı.

Kenan doğduğu günden beri bu evde bir fazlalık olduğunu bilse de, bir gün olsun sormamıştı bunun sebebini. Annesi Vildan Hanım ve babası Ahmet Ağanın geçmişte yaşadığı kötü günlerin bir anısı olarak doğmuş ve bu kimliği bir türlü değiştirememişti.

Ahmet Ağa yıllar önce kasabanın sefil bir delikanlısı iken, o zamanlar kasabada öğretmenlik yapmakta olan genç ve güzel Ayşe Öğretmene aşık olmuş, onun için yanıp tutuşmuş ama bu aşkı babasına bir türlü anlatamamıştı. Aradan geçen zaman iki gencin aşklarını büyütmüş, ancak birkaç yıl sonra Ayşe Öğretmenin tayin’i çıktığında babasından gizlice büyüttüğü aşkını anlatmak zorunda kalmıştı. Fakat babası, tek çocuğu olan Ahmet’i göndermek istememişti. O sıralar zaten kasabada kulaktan kulağa yayılan dedikodulara göre Ayşe Öğretmenle kasabanın bekar doktoru arasında gizli bir aşk yaşandığı konuşuluyor, ancak tüm gençliğine ve güzelliğine rağmen Ayşe Öğretmen Ahmet için yanıp tutuşuyordu.
Ayşe Öğretmenin gitme vakti geldiğinde, Ahmet de peşine takılmak istemiş ancak babasının sert tepkisi ile karşılaşmış ve Ayşe Öğretmenin ardından “seni bir gün mutlaka bulacağım” diyerek el sallamıştı.

Birkaç ay sonra Ahmet bütün yol harcırahını toplamış Ayşe Öğretmenden haber beklerken gelen mektup Ahmet’i çok heyecanlandırmış, ancak mektupta yazanlara göre Ayşe Öğretmeni bir daha göremeyeceğini anlayınca, babasının esaretinde yitip giden aşkının arkasından kendisine söz vererek, bu sefalete bir son vermeyi ve kendi ayakları üzerinde durup tüm dünyaya meydan okumaya karar vermişti. O günden sonra Ahmet’in boş vakit geçirdiğini ve hatta uyuduğunu bile gören olmamıştı. Kasabada yapılabilecek bütün işleri yapmış, ticaretle ilgili önemli şeyler öğreniş ve bütün birikimini babasına karşı kullanmıştı. Ancak kadere bakın ki birkaç yıl içerisinde yine babasının istediği bir kız ile, hiç istememesine karşın evlenmişti. Babasının zoru ile yürüttüğü evliliğinin diğer kahramanı Vildan’a da sanki babasının ona karşı kullandığı bir silah gibi bakmış ve bir gün olsun iyi gün göstermemişti. Kendisini hep Ahmet’ten uzak hisseden Vildan, zaman içerisinde yaşadığı yalnızlığı kendisini Allah yoluna adamakla atabileceğine karar vermiş ve Ahmet’in hiç uğrayamayacağı bu dünyada molla bir kadın olup çıkıvermişti.

Ahmet her gün evinden uzakta, genişletmekte olduğu hazinesinin başında büyüyen hırsı ile insan kimliğinden çıkıp hayvani bir yaratığa dönüşmüştü. Gel zaman git zaman bu hırs onu yormuş ve ancak o zaman evinin kraliçesi, Vildan’ı fark etmiş ve bu yorgun günlerin ardından onu sığınacak bir liman gibi görüp kolları arasına almıştı zoraki karısını. Zamanla paranın getirdiği rahatlık, çevresindekilerin de kimliklerini değiştirmiş, bir zamanlar sevgilisinden ayrılmasına sebep olan babası Ahmet’in en büyük destekçisi olmuş, karısı ile onu da affetmişti. O güne kadar kasabanın sefillerinden olan aile büyüyen hazineleri ile değişmiş ve Ahmet kasabanın büyük bir kısmının sahibi ve ağası olmuştu. Yine de hiçbir zaman kendine ile açıklayamadığı bir sebepten dolayı, o kötü günlerin bir meyvesi olan oğlu Kenan’ı o karanlık sayfada bırakmak istemiş ve bunu da kısmen başarmıştı. Şimdi koca bir adam olan Kenan geçmişte yaşanmış olaylardan habersiz bir sığıntı gibi yaşadığı bu konakta, tarihin tekerrür edeceği kendi hayat yolunu çizeceği günü bekliyordu.

Kenan’ın dünya zevklerinden uzak sürdürdüğü hayatının bu beklenmedik sürprizine karşı içinde beslediği ilahlık derecesindeki sevgi ve minnet, o gün başlamış olmasına rağmen, pamuk iplikleri ile bağlandığı hayatının her nefes alışında kuvvetlendiğini hissediyordu.

Yemek sonrasında Vildan Hanım seccadenin Ahmet Ağa da hesapları başına geçtiğinde Kenan da kendisini zar zor atmıştı bahçeye. Cebinden çıkarttığı sigara paketinden bir tane alıp yaktı, ciğerlerini patlatırcasına inen dumanın yarattığı baş dönmesi yeryüzü ile ilişkisi olmayan vücudunu bulutların üzerindeki bir yere taşımıştı. Daha sonra bu duyguyu ancak bir kez daha yaşayacak ve bunun aşk olduğunu anlayabilecekti.

Yeni gün ile gelen, yeni aşk …

Gece yağan yağmur; kasabanın dar ve taşlık yollarında bir güzellemenin baş rolünü oynarken, toprak kokusunun insanın içinde yeni bayramlara yelken açtıran büyüleyici tadı, uyanmaya hazırlanan ahaliyi yeni maceralara sürüklemek için hazırlanmış, Tanrısal bir güç gibi duruyordu.

Her gün yenilenen hayatlar; bir şenlik yerinin doğallığında artarda patlayan havai fişekler gibi yanıp sönerek gökyüzünün aydınlanmaya yüz tutmuş karanlığında kaybolurken, minareden yükselen ilahi ses her sabah ki güzelliğinde kasabanın sokaklarında dolaşmaya başladığında, az önce ki sessizlik bir daha geri gelmeyecekmiş gibi bozuldu.
Zeynullah Efendi o sabah da, her sabah olduğu gibi günün başladığı haberini yatağında aldı. Yattığı yerden doğrularak ezan seslerinin bitmesini bekledikten sonra, yatağın içerisinde beline kadar sıyrılmış olan entarisini çıkarıp, Adeviye Hanımın hazırlayıp baş ucuna koyduğu elbiselerini giyindi. Elbiselerini ne sıklıkla değiştirirse değiştirsin, üzerinden hiç eksik etmediği renkleri solmuş, eski kasketini saçlarını düzelterek taktıktan sonra, güneşin son demlerini yaşatacağı bu güzel sonbahar sabahının serin ve yaprak kokan kollarına bırakıverdi kendini. İşte yeni bir gün daha başlamaktaydı.

Adeviye Hanım kocasından saatler önce uyanıp taş fırının sıvası dökülmüş, isten kararmış ocağını yakmış, Türk mutfağının değişilmez parçası olan ev ekmeğini her zamanki el mahareti ile bir çırpıda hazırlayıp pişirmişti. Rukiye de son günlerde yaşadığı aşk sarhoşluğunun vücudunda yarattığı uyuşuklukla rüyalar arasında minik yelkenlisi ile gezerken, ablasının ekmek teknesi ile çıkardığı ritmik sesin etkisi ile uyanmış, son anda da olsa ablasının imdadına yetişip eniştesi uyanıncaya kadar birlikte kahvaltıyı hazırlamışlardı.
Zeynullah Efendi yatak odasının bahçeye açılan kapısı önünde, uyanmamak için direnen gözlerini yarım açarak, uyumaktan gevşemiş kaslarını uzun gerilmelerle güne hazırlarken, Rukiye de koşar adım, ellerini önüne bağladığı önlüğe silip koca bahçenin ortasındaki kuyunun başına gelerek, aynı ablasından öğrendiği gibi eniştesinin ellerine su dökmek için hazır vaziyete geçmişti. Zeynullah Efendi kuyunun buz gibi suyunu yüzüne çarptığında bir kabustan uyanmış gibi gözleri açılıverdi. Soğuk su kararmaya yüz tutmuş esmerliğini birkaç dakikalığına beyazlatsa da, koca bir yaz güneşin bütün koyuluğunu üzerine çekmiş teni tekrar eski rengine geri döndü.

Sabahın bu saatlerinde ruhuna düşen kıpırtı, gün boyu ne acıları, ne yıkılışları karşılar, akşam yine hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yaşanmamış gibi geri dönmesini sağlardı. Bir devi andıran koca vücudunun içerisindeki çocukluğu, hiç kimse bilmese de ruhunun derinlerinde hayat bulur ve her daim ona eşlik ederdi. Bazı zamanlar kasaba çingenelerinin oynattığı ayılarla güreşir, tek başına yüz kiloluk şeker çuvallarını omuzlarında taşır ama akşam olup eve döndüğünde bütün neşesi saklandığı yerden kıpırdanmaya başlar ve evin kocaman avlusundan kahkahalarla geceyi seyrederdi.

Kendi ayaklarının üzerinde durmaya başladığı gençlik yıllarında, bir köyde ağanın yanında ırgatlık yapmış, orada ilk evliliği ve bu evliliğin meyveleri ile yaşamış, ama ilerleyen yıllarda hasta olan karısının zamansız ölümü ve çocuklarının da karısının ailesi tarafından alı konulmasından sonra bir çok kişi tarafından “delirecek” diye beklenirken, kendisi gibi genç yaşta dul kalmış olan Adeviye Hanım ile tanışıp evleniş ve Adeviye Hanım ile birlikte bu aynı çatıyı paylaştıkları beş çocuğa sahip olmuşlardı. Bu aşk ve aşkın minik kanıtları Zeynullah Efendiye öyle bir mutluluk katmıştı ki sahip olabileceği hiçbir şey onu bu denli hayata bağlayamazdı.

Sabah kahvaltısı, yaz günlerine özgü bir biçimde yine bahçedeki sundurmanın altında yapıldı; dumanı üzerinde tüten taze ekmek, bahçede yetiştirilmiş domates ve salatalık, zerdali ve çilek reçeli sanki kıtlıktan çıkılmışçasına bir çırpıda tükendi, kalabalık bir aile olmanın en güzel yanı da işte buydu.
Kahvaltı bittikten sonra, Zeynullah Efendi sarma sigarasından bir tane yaktığında, Hüseyin, Erdoğan ve Ercan atları arabaya bağlamak için hazırlıklara başlamış ve yine her sabah olduğu gibi bahçenin büyük ve ağır kapısı aralandıktan sonra, içeriye Hikmet girmişti. Zeynullah Efendi her sabah ki alışkanlığı ile oturduğu yerden;

– Gel Hikmet, gel. Ben de sabah kahvesini içmek için seni bekliyordum, diye seslendi.

Hikmet’in aile işle hiçbir ilişkisi olmamasına rağmen, sanki Zeynullah Efendinin kardeşiymiş gibi saygı görür ve sahip çıkılırdı. Zaten Zeynullah Efendi kasabaya geldikten birkaç yıl sonra o da kasabaya göç etmiş ve tanıdığı tek kişi olan Zeynullah Efendinin yanında almıştı soluğu. Zeynullah Efendi de hemşehrisine yakın ilgi göstermiş, bu yakın alaka kasabalılar tarafından kardeş olabilecekleri şeklinde yorumlanmış ve kimsesiz Hikmet bu aileye karışıvermişti. Zeynullah Efendi gün boyu arabacılık yaparken Hikmet de yanında dolaşır, ağabeyine yardım eder, ekmeğini bölüşür ve bunca yokluğun içinde bir aileye sahip olduğu için dua ederdi.

Hikmet son zamanlarda bu kapıdan girerken bir başka amacı da Rukiye olmuştu. Ona yakın olmak, aynı havayı bile teneffüs etmek hoşuna gidiyor, göz ucu ile Rukiye’yi izliyor ve yaptığı her şeyi beğenip ona tutuluyordu. Ancak Hikmet de kasabanın diğer erkekleri gibi Rukiye ye aşkını dillendirememişti. Şimdilik Kenan tarafından sahiplenilmiş Rukiye de, Hikmet’in belli belirsiz duygularından bir sıcaklık alamamış ve hiç başlamamış bu ilişki rafa kaldırılmıştı.

Zeynullah Efendi ve Hikmet sabah kahvelerini içtikten sonra Adeviye Hanım mutfaktan seslenerek kocasını içeriye çağırdı. Çocuklar da birden ortalıktan kayboluvermişlerdi, şimdi sadece sofra başında oturan Hikmet ve sofrayı toplayan Rukiye kalmışlardı. Rukiye elindeki tabakları mutfağa götürmek için yöneldiğinde Hikmet de elini usulca gömleğinin altında gizlediği mektuba götürdü, mektubun sıcaklığını avuçlarında hissettikten sonra ani bir hareketle yerinden çıkarıp sofranın üzerine bıraktı, az sonra geri dönen Rukiye sofranın üzerinde duran mektubu görünce, sanki yerden bir şey alacakmış gibi eğilip Hikmet’e iyice yaklaştıktan sonra “nedir bu Hikmet” diye sordu, fısıldayarak. Hikmet nar gibi kızarmıştı, “al ve oku” diyebildi sadece. Rukiye mektubu hızlıca alıp koynuna sokuşturduğu sırada mutfakta Adeviye Hanım ile birlikte dışarıda olanları izleyen Zeynullah Efendi kapıda belirerek, “hazırsan çıkalım Hikmet” diye seslendi. Ardından büyük ve ağır kapı bir kez daha açılarak evin ekmek teknesini uğurladı.

Zeynullah Efendi bu konu ile ilgili konuşmak istemese de göz ucu ile izlediği Hikmet’e bıyık altından gülüyordu. Her şey Adeviye Hanımla tasarladıkları gibi gitmişti.
Arabanın evden ayrılmasından sonra girişilen temizlik seferberliği öğle sonrasına kadar hızını azalta azalta devam etti. Üç erkek kardeş;bir gün temizlemeseler atların içeriye giremeyecekleri ağırı temizlediler, Adeviye Hanım ve Rukiye evi alt üst etti, Yüksel ise ailenin en küçüğü Aysel ile ilgilenerek annesinin rahatça iş yapmasını sağladı.
Öğlen sonrası herkesin bir köşeye yığıldığı sırada, Rukiye koynuna sakladığı ve içinde ne yazdığını kesin olarak bildiği mektubu dikkatlice okudu.

Rukiye;
İlk gördüğümden beri, yalnız seni düşünüyor ve seni kendi yanımda hayal ediyorum. İçimde sana karşı tarifi mümkün olmayan hisler var. Ne olursun sen de aşkıma bir karşılık ver.

Not: Cevabın ne olursa olsun seni sonsuza kadar seveceğim, o yüzden cevap vermek için acele etme.
Hikmet

Rukiye mektupta ne yazdığını okumadan önce de bilmesine rağmen çok şaşırmıştı. Nasıl olmuştu da Hikmet bunları düşünebilmişti, hem sonra bir gün önce Kenan’a deli gibi aşık olmuşken Hikmet’in bu beklenmedik aşkı da nereden çıkmıştı. Rukiye’nin kafası allak bullak olmuştu. Her zaman aileden biri olarak düşündüğü Hikmet hakkındaki kararını bir türlü veremiyordu. Oysaki Hikmet’e de kızamıyordu, çünkü böyle bir ilişki için aralarında bir kan bağı yoktu ve Hikmet’in bunu istemesi de hakkıydı. Anlaşılan Rukiye’nin Hikmet hakkındaki kararını vermesi çok zaman alacaktı.

Benzer İçerikler

Mağara Arkadaşları – Ayfer Tunç Online Kitap Oku

yakutlu

Cehennem Benim (Mevlana Dergahından Bir Filozof Sartre)

yakutlu

Genç Kızlar – Vincent Ewing Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy