Vehimi, Koca Kurt! Her köşe başından çıkıp dünyanın her yerinde düşmana aman vermeyen gözü kara yiğit! “İnsanın doğası nedir Vehimi? İktidar hırsına kapılıp riyakarların fitnesine kanan insana hırs neler yaptırır?” Değil mi ki kılıcın iki tarafı da keskindir, değil mi ki Sultan Süleyman en çok sana güvenmiştir… Anlat Vehimi, sorgucuların keskin gözlerinin içine bakarak anlat. Sen mi vurdun Sultan Süleyman’ı sırtından? Sağ kolu olduğun Hünkârına sen mi kıydın?
“Süleyman Han’ın yanına, vefatından yalnızca yarım saat kadar önce girme fırsatı buldum. Derin, gürültülü soluklar alıp veriyordu Süleyman Han… Fısıldadım usulca, ‘Sultanım… Ben geldim Sultanım…’ Sessizlik… Ruhun umuda bakan aydınlık yüzü ile aklın gerçeğe bakan karanlık tarafı arasında bir gölge vardır. Beni o gölgeye iten de Süleyman Han’ın göz kapaklarında gördüğüm o bir anlık kıpırtıydı. Üzerine eğildim, ‘Hünkarım beni işitiyor musunuz?’ Biraz daha eğildim, yüzümü yüzüne yaklaştırdım, ellerimi yastığının iki yanına dayadım… Sonra…”
Muhteşem bir devir kapanıyor! Görkemli bir rüya son buluyor! Kanuni ve Sultan kitaplarıyla okurları heyecanlı bir serüvene sürükleyen ödüllü romancı Okay Tiryakioğlu, üçlemenin son kitabı Süleyman Han’la geliyor. Nefesinizi tutun; gerçek ile kurgu arasında ki bu kararsız yürüyüşte ihtiyacınız olacak.
***
ÖNSÖZ
Kıymetli okurlar, bu kitaba sahip olanlarınızdan pek çoğunun, “Kanuni” serisini yıllardır takip eniğini biliyorum. Bu yüzden sözüm, öncelikle yeni gelenler için. Şu anda küçük de olsa bir tereddüt yaşıyorlar. Akıllarında, serinin önceki iki kitabını okumadan da bu metinden keyif alıp alamayacakları var. Hiç şüpheye yer bırakmadan bilinmeli ki, bu sorunun cevabı “Evet,” yani diğer iki kitabı okumadan, serinin bu son cildinden yeterince memnun olmanız mümkün. Ancak küçük birkaç ayrıntının aklınızda olması gerekir.
Kanuni Sultan Süleyman Han’ın hayatını aktarabilmek ve okurun gözünde, içinde bulunduğu dönemi ve şartlarını tüm detaylarıyla canlandırabilmek için çeşitli edebi tekniklerden faydalanıldı. Bunlardan kimi, acizane benim yıllardır hayalini kurduğum, eşine sık rastlanmamış metotlardı.
Bu noktada baş yardımcım, sizler onu her ne kadar çok sevseniz de, benim bir türlü ısmamadığım ve geçen yıllar içerisinde birbirimizden uzak durmaya azami gayret ettiğimiz, Vehimi Orhun Çelebi isimli, dönemin istihbarat teşkilatı Çelik Hilal in kurucusu, namlı casustu.
Süleyman Han’ın, kadife eldiven içindeki demir yumruğu hükmünde olan bu tuhaf adam, Çelik Hilal’i, merhum Yavuz Sultan Selim Han’ın sağlığında tesis etmiş, Protestanlığın ilk yıllarında Martin Luther’e verdiği desteğin ve Garp Ocakları’nda (Osmanlı hâkimiyeti altında olan Cezayir, Trablusgarp ve Tunus eyaletleri için kullanılan isim), Latinlere karşı giriştiği mücadelenin ardından, asıl şöhretine Kanuni Sultan Süleyman zamanında ulaşmıştı.
Onunla, Belgrad’ın fethinden, Rodos ve Mohaç’a, Estergon kuşatmasından, Tebriz ve Kazvin’in karanlık arka sokaklarına kadar, Habsburg ve Safevi hanedanlarıyla yaşanan bitmek tükenmek bilmez, açık ve gizli pek çok savaşta birlikte olduk.
Her şart altında devletine ve milletine sadık olan bu fedai, İslam medeniyetinin yıllar içinde Batı tarafından insafsızca sahiplenilmiş, Müslümanların dahi unuttuğu bazı harp tekniklerine vâkıftı. Aşılmaz denen surları aşabiliyor, lağımlardan bir yılan gibi kıvrılarak süzülebiliyor, demir parmaklıkları ve kalın duvarları eritmeyi becerebiliyordu. Düşmanın ruhu duymadan geceleri başuçlarında bitmesinden sebep, Avrupa kralları rahat uykuya hasret kalmışlardı.
Vehimi Orhun Çelebi, aynı zamanda Süleyman Han’ın da iyi bir gözlemcisiydi. Zira ancak onun gibi soğukkanlı ve insafsız biri bu kadar isabetli yargılarda bulunabilir, kalemime çekincesizce hükmetmeye kalkabilirdi. Söylediklerinin, çoğu zaman beni dahi rahatsız eniğini itiraf etmeliyim. Çünkü Sultam tesirleri altına alabilmek için gizli bir savaşı sürdüren hizipleri ustaca yönlendirirken öylesine çetin kanaadere varıyordu ki, sizler kadar ben de ona kimi zaman hayran oluyor, ama bundan daha çok korkuyordum.
Lâkin artık birbirimizden kurtulacağımız için, o da ben de rahatız. Şunu hatırlatmak gerekir; Vehimi’nin kullandığı yöntemlerden bazıları, mesela patlayıcı yapımı ve kayalık arazide duvarlardan sızabilmekle ilgili kimi metotlarda ölçüler kasten değiştirildi. Genç yaşlı herkese keyif vermesi amaçlanmış bir romanın, kimseye zarar vermesini elbette ki hiçbirimiz istemeyiz.
Serinin gerçek fonunu ise Süleyman Han’ın yekpare zamana olanca ağırlığıyla dolan varlığı oluşturuyor. Sabahın erguvani kızıllığı, onun uykusuz gözlerindeki kanın yansımasıdır mesela. Fırtınalı rüzgârlar soluğu, tehditkir bulutlar düşünceleri, karanlık geceler ise sırtındaki murassa kaftanıdır. Efendim?.. İşittiğiniz şu hırıltı mı?.. Ah, Vehimi Orhun Çelebi artık öyküye başlamamız için homurdanıyor hepsi bu. Şu soğuk kış akşamında, yağmur oluklarında uğuldayan rüzgâr kadar ürpertici varlığı, hemen yanı başımda dikiliyor. Aksi ihtiyar, sus artık!.. Seni daha fazla kızdırmayacağım, merak etme…
I. DEFTER
Âlemin Temeli Devletli Hünkâr Sultan Selim-i Sani Han’ın emriyle, Vehimi Ordun Çelebi’nin, Divan-1 Hümâyun’da verdiği 14 Cemaziyelevvel 975 tarihli ifadesinden alıntıdır. Defter, Rumeli Kazaskerliği üst yazısıyla, başnaip Mustafa Fehmi Efendi tarafından Şevval’in yedinci gecesi Hünkâr’a sunulmuştur.
I
Şeri ve örfi hukukun bana tanıdığı hakların farkındayım Efendim. Bunun gibi pek çok başka gizli oturumda tanık sıfatıyla Divan-ı Hümâyun’da bulundum. Devletin ileri gelenleri, başta siz Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa ve Şeyhülislam Ebussuud Efendi Hazretleri olmak üzere, bu hakikate şahitsiniz.
Bu celsenin nihai bir mahkeme hükmü taşımadığının farkındayım. Ancak daha sözümün başında belirtmeliyim ki Sultan Süleyman Han’ın, 20-21 Safer 974 gecesi vefatı, tabii sebeplerle gerçekleşmiştir. Suikast söylentileri bütünüyle boşunadır. Hayır hayır, kendi başıma hüküm veriyor değilim. Bunu size, onun en yakın muhafızı ve Çelik Hilal teşkilatının kurucusu olarak tüm bilgi ve tecrübemle, gönül rahatlığı içinde söylüyorum.
Yıllar boyu merhum Hünkârımın kıymetli evlatlarına atılan iftiralar yüzünden, ben de bu milletin bir ferdi olarak ziyadesiyle rahatsızım. Ne yazık ki bir zamanlar merhum Veliaht Şehzade Mustafa Han üzerinde oynanan bu çirkin oyunların bir başka çeşidi, Padişah-ı Âlempenah II. Selim Han hakkında, daha iktidarının bu ilk aylarında kurgulanmaya çalışılıyor. Devlet-i Âliyye’nin yüce tarihinde görülmemiş yalanlar ve karalamalar asrındayız ulular.
Evet Efendim, uzun ömrüm boyunca benim de çeşitli iftiralara uğramışlığım vardır. Lâkin bunlar hiçbir zaman, düşmanlarımın umduğu kadar huzursuz etmemiştir beni. Çünkü sağlam kalan tek gözümle defalarca şahit oldum ki masum adam, yağlı kendir bir şekilde boynuna geçmişse eğer, son nefesini kolaylıkla verir; tek, hayatı için yalvarmasın. Evet, suçlu ya da masum, hayatı için dize gelip de kolay ölen kimseye rastlamadım ben.
Şuna tüm kalbimle inanıyor ve en gür sesimle haykırıyorum efendiler; günahsız adamın kanı topraktan hafif olur. Bir müddet gizlenebilse de mutlaka usul usul yerin üstüne yürür. Gerçi günahsız değilim ben, yalnız masumiyetim bu meselede kesindir.
Halihazırda, haşmetli II. Selim Han’ın dahi yüksek şahsına bulaştırılmaya çalışılan bu suikast’ çamuru, şahsıma ve dolayısıyla Çelik Hilal’e yüklenmek istenen sorumluluktan çok daha fazla canımı sıkıyor. Ne var ki haklısınız, zihinlerde evhama yer bırakmamak gerekir. Ama şunu da benim gibi görmüş geçirmiş, ömrünü devletine ve milletine hizmete adamış bir pirifaniden vasiyet olarak kabul etmenizi rica ederim; köksüz şüpheleri fazla kurcalarsanız, sebepsiz yere köklü bir fitneyi uyandırabilirsiniz.
Evet Efendim, bahsetmemi istediğiniz dönemin hem öncesi, hem de sonrasıyla ilgili olarak hafızam halen binlerce ayrıntıyla pırıl pırıl. Tam ortasına gün vurmuş, durgun bir su gibi, onlarca yıllık derinliği apaçık görebiliyorum. Geçen zaman, o hazin günlerle ilgili hiçbir ayrıntıyı solduramadı. Keşke bunu başarabilseydi ama olmadı, yapamadı işte. Unutuşun o sığ kuyusu başında durup da, dibindeki kokuşmuş, zehirli suya gözümü diktiğim kimi geceler hâlâ kâbuslarla sonlanıyor. Titriyor, anlam veremiyor, ama sabah uyandığımda, kendime hayret ederek olan biteni son derece tabii bulduğumu acıyla fark ediyorum.
Veliaht Şehzade Mustafa Han’ı evladım gibi severdim. Hiç sahip olamadığım bir oğuldu o benim için. Heyet-i Âliyyenizin malumlarıdır ki onu yalnız biz askerler değil, ahali ve sizin gibi ulemadan, vüzeradan yüksek seçkinler de pek severdi. Kuyusunu kimlerin kazdığı ve dahi kışkırtıcıları, cümlenin malumudur.
Hayır Efendim, hiçbir şey ima etmiyor, kimseye bühtanda bulunmuyorum. Densizlik etmek niyetinde de değilim; lakın beni hepiniz tanıyorsunuz. Her zaman açık olmayı, merdane hareket etmeyi sevdim. Sözü dolandırmaktan hoşlanmam ve benim gibi artık seksenli yaşlara eriştiyseniz, olaylar ve insanlar karşısında çok daha pervasız hareket edebiliyorsunuz.
Özür dilerim, anlayamadım… Kulaklarım eskisi gibi değil, bağışlayın. Pargalı İbrahim Paşa’nın infazı esnasında kaybettiğim, zaman zaman cam bir bilye, umumiyetle de bantla örttüğüm sol gözüm gibi, kulaklarımdan da yalnız biri işitiyor. Osmanlı tarihinin, bence en acı gününde kaybettim kulağımı ulular.
Asla Efendim, siz, Rumeli Kazaskeri Kemal Paşa Hazretleri, beni, her gün aynada gördüğünüz şu nurlu çehreniz ve ak sakallarınız kadar iyi tanırsınız, ömrümce kimseye kin gütmüşlüğüm yoktur!.. Bilhassa velinimetim merhum Süleyman Han Hazretleri için büyük bir minnet ve derûnuma işlemiş katıksız bir sevgiden gayrı hiçbir duygu barınmamıştır yüreğimde. Kırgınlık mı dediniz? Herkes zaman zaman bir şeylere kırılır Allah aşkına. Lâkin Hünkârıma gücenmek, benim gibi kara çadırda doğmuş bir Türkmen çocuğunun işi değildir. Onun devr-i saadetine erişmiş ve hizmetinde bulunmuş olmaktan ancak ve ancak gurur duyuyorum.
Bana iyi kulak veriniz Efendiler! Mutlak inancım odur ki on üçüncü ve son seferine çıkarken yiğit Süleyman Han, ilerlemiş yaşı ve hasta bedeninin bu sıkleti daha fazla taşıyamayacağının mutlak bilincindeydi. Onun, Avrupalı krallar gibi kişisel hırsları sebebiyle Divanı savaşa zorladığı tek bir gün dahi olmamıştır. Ömrünü İ’la-yı Kelimetullah peşinde geçirdiğine ise hepimiz şahidiz. O yüzden, son nefesini rahat yatağında değil, atının sırtında, harp meydanlarında vermek istemesini anlamak şimdi hiç de zor olmamalı. Size bunu bir misalle izah edeyim.
Tahttaki uzun yılları boyunca, onunla birlikte pek çok defa, kimisinde tebdil-i kıyafetle, Mihmandar-ı Nebi Hazreti Ebu Eyyub el-Ensari Hazretlerini ziyaret etme fırsatı bulduk. Süleyman Han, kahraman sahabinin, seksenli yaşlarda bir pirifani olmasına rağmen, İstanbul kuşatmasına nasıl büyük bir hevesle katıldığından huşuyla bahseder, surlara en yakın noktaya defnedilmeyi vasiyet etmesindeki cesareti, kimi zaman titreyen bir sesle, tekrar ve tekrar anlatırdı.
Ruhu, çalkantılı boğaz sularının üzerindeki küçücük teknesinde akıntıya kapılmış bir balıkçı gibi iç nizamını yitirirdi böyle anlarda. Sair zamanlarda fazla lakırdıdan hazzetmeyen bir insan olmasına karşın, yalnız diliyle ve dudaklarıyla değil, ruhuyla da biteviye konuşurdu sanki benimle. Eksik bir nokta kalmasını istemiyormuşçasına gözlerini gözlerime dikerdi sonra. “Vatanından binlerce mil uzaktaydı,” diye fısıldardı. “Hiç bilmediği bir diyarda tek başına defnedilecekti. Tevekkülünde eriştiği noktaya bak ki Vehimi, korku onun yanından yöresinden dahi geçememiş… Zira tevekkül edene Allah yeter!..”
Ardından ağır ağır, Yasin, Tebareke, Fetih ve Secde sûrelerini kıraat ederdi. Bazen elindeki MushaPı kapatır, saatler boyu sandukanın cilalı sathındaki yansımasından gözlerini ayırmadan, tek kelime dahi etmeden öylece dururdu. Yüzünde demirden bir ifade belirirdi böyle zamanlarda. Gözleri kırpışır, solgun benzine kan yürür, belli belirsiz tebessüm ederdi. Lâkin gözbcbeklerinde mavimsi bir pırıltılı, az da olsa ürkütücü bir ışığın ipildediğini görürdüm. Nefes almaya dahi korkardım o zaman. Bir ürperme geçerdi bedenimden.
Akşemseddin Hazretleri’nin fethin öncesinde tanık olduğu o yeşil nura mı dikiyordu ulu Hünkâr gözlerini? Neden titriyordu? Alnı neden öyle boncuk boncuk terliyordu? Rahmet meleklerinin civarımıza sokulan varlığı mıydı ona böylesine tesir eden? Bizzat Hazret’in ruhuyla mı müşerref oluyordu yoksa? Belki de bu ziyaretlerimizin, halk arasında canlandırdığı söylenti doğruydu. Süleyman Han’ı, bir önceki gece gördüğü rüyasında kabrine çağıran, mübarek sahabinin ta kendisiydi.
Hayır Efendim, bu onun esrarengiz bazı hallerindendi ve ben, üzerindeki o gizem perdesini aralamak için tek soru dahi sormazdım. Mahrem bir durumdu, bu aciz de bir yakını olarak tanık olmuştu hepsi bu. Eğer yersiz suallerle rahatsızlık verecek olursam, kalben benden uzaklaşabileceğini hissediyordum. Bunu göze alamazdım.
II
Neyi sormak istediğinizin farkındayım Efendim! Tüm bu suallerle, Şehzade Mustafa Han’ın katlinin ardından Süleyman Han’a bir garez duyup duymadığıma tam olarak kanaat getirmek istiyorsunuz ve inanın, bu yerinde çabalarınızı takdirle karşılıyorum. Evet, Mustafa Han’a olan muhabbetim cümlenin malumudur; ancak sizlere, Efendimin tüm çocuklarına ayrı ayrı pek büyük bir sevgi duyduğumu ve her birini canımdan aziz tuttuğumu da hatırlatmak isterim.
Hem rahmetli Şehzade Mustafa Han’ı ‘veliaht’ olarak tasavvur etmemde neden bir sakınca olsun? Siz, Serdarımız Lala Mustafa Paşa; gözlerinizde beliren kırgınlığı görebiliyorum. Pek yakında, Yemen’e, Zeydi imamlarından Topal Mutahhar’ın çıkardığı isyanın üzerine büyük bir orduyla hareket edeceksiniz. Kılıcınız keskin, gazanız mübarek olsun; lâkin burada konuşulanları ömrünüzce hatırlamanızı dilerim Allah’tan. Hem, siz diğer ulular; işte yüreklerinizin karanlıklarındakini seslendiren benim gibi bir ahmak var karşınızda… Bundan memnun olmalısınız!
Evet, iyi bilinsin ki ben, Mustafa Han’ı tahtın tek varisi olarak görüyordum ve bunu hiçbir zaman gizlemedim. Bu hususta, koca Osmanlı mülkünde zat-ı acizimle hemfikir olmayan kimseye rastlayamazsınız. Bu konuşmanın tutanaklarını er geç Selim Han’a sunacağınızı biliyorum. Gazabını, belki de bu şekilde üzerime çekebileceğinize ve artık şu zayıf bedenimden kurtulacağınıza inananlar vardır içinizde. Evet, soruşturmanın sonuna doğru bunun olacağını da biliyorum ama umurumda mı sanıyorsunuz? Hünkârım beni iyi tanıdığını sanıyor, tıpkı sizler gibi. Onun âlî hükmüne şu ip gibi incelmiş boynum derhal fedadır, ama öyle ağır sırlarım var ki benim… Öyle ağır ki…
Merhum Mustafa Han hakkındaki düşüncelerim, Selim Han’ın değerini zinhar alçaltmaz; yalnızca üstlendiği görevin zorluğuna bir delil olarak tutulabilir. Ben, onun dahi muhteşem ceddi gibi elinde kılıcı, İslam’ın ve Devlet-i Âliyye’nin yüksek menfaatleri uğruna sınır boylarında ömrünü tüketeceğine tüm kalbimle inanıyorum. Zira Âl-i Osman, sarayının hareminde günlerini ziyan eden bir padişah utancını henüz tatmadı hamdolsun. Allah esirgesin, öyle bir gün gelirse eğer, ufuklar kararmış demektir efendiler. Selim Han ise daha şimdiden Hindistan Müslümanlarının, Portekizlilere karşı yardım taleplerini karşılayabilmek için canını dişine takmıştır. Ömrüm vefa ederse eğer, onu ordusunun başında, sınır boylarında göreceğime inanıyorum.
Lâkin bugün, şu zayıf bedenimi şuracıkta cellatlara teslim etseniz dahi, Mustafa Han hakkındaki fikirlerimden geri adım atacak değilim. Evet, Türk’ün geleneğinde hanlık veraset kanununun mevcut olmadığını bilmiyor olmam mümkün mü sizce? Beylik ve sultanlık, şehzadelerden birine, ancak ve ancak Allah tarafından bağışlanır. Bundan dolayı Allah’ın rahmetine mazhar olan o saadetli zatın meşruiyeti sorgulanamaz; lâkin şehzadelerin akıbetleri üzerinde, mertliğin önüne geçecek ucuz ve gaddarca oyunlar oynamak, Allah’ın hükmüne karşı gelmek değil midir?
Mustafa Han’ın, eriştiği o acı sonda, şahsi hataları vardı elbette. Lâkin idamına sebep olan mevcut deliller, üzerlerinde derin şüpheler barındırır ki eğer dinleme lütfunda bulunursanız, ilerleyen zamanda hepsine sıra gelecektir. Bu hususta şimdilik, Şehzade Bayezid Han’a uzun yıllar gösterilen anlayışın, ondan esirgendiğini söylemekle kifayet edeceğim. Bilmenizi isterim ki…
Taaşşuk- u Talat ve Fitnat(Yeni sekmede açılır)
Orman Kitabı – Rudyard Kipling – Online Kitap Oku(Yeni sekmede açılır)
Ağrı Dağı Efsanesi Roman Özeti (Yaşar Kemal)(Yeni sekmede açılır)
Cengiz Aytmatov – Cengiz Han’a Küsen Bulut (Roman Özeti)(Yeni sekmede açılır)