Kadim Bilgi, Hikmet, Giz…
Adı her devirde değişti ama ona yüklenen anlam asla değişmedi!
MÖ 212 tarihinde Roma’da başlayıp MS 2012 yılında Ankara’da devam eden ve kutuplarda noktalanan inanılmaz bir serüven.
Bu romanla birlikte tarihi bir gizin peşinde Sicilya, İran, Ankara, Antakya, Kudüs, Mısır, İstanbul, Londra, Grönland güzergâhında bulmacadan bulmacaya, maceradan maceraya koşacaksınız!
Aristo, Arşimet, İskenderiye kütüphanesi müdiresi Hypatia, Hermes, Nasîrüddin el-Tûsi, Piskopos Cyril, Hasan Sabbah, Haşhaşiler, Tapınak Şövalyeleri, Papa ve daha pek çok şahsiyeti ve topluluğu yakından tanıyacaksınız!
Medeniyetler İttifakı, Büyük Ortadoğu gibi projelerin sakladığı sırları keşfedeceksiniz!
Bildiğinizi sandığınız kurumların arkasında yatan gerçekleri öğrenince hayretler içinde kalacaksınız!
Oyun içinde oyunun, entrikanın döndüğü, kimin dost kimin düşman olduğunun belli olmadığı, tam bitti derken şaşırtan gelişmelerle Kardeşlik ile Birlik’in inanılmaz mücadelesi…
Aradığınızdan çok daha fazlasını bulmak için Türk edebiyatındaki pek çok açıdan ilk sayılabilecek bu tarihi/bilimkurgu romanının tadını çıkarın!
***
İstanbul, Dolmabahçe Sarayı
2 Eylül 1938
Mustafa Kemal Atatürk’e vereceği müjdeli haberin heyecanıyla orta yaşlardaki iri vücutlu adam geniş ahşap tırabzanları avuçlarcasına tutarak mermer basamakları ikişer ikişer çıktı. Gösterişli Muayede Salonu’na aldırmaksızın hızlı adımlarla geçerek Hususi Daire’deki baştan dördüncü odanın hafif aralıklı kapısının önüne kadar yürüdü. Cüsseli gövdesine dar gelen ceketinin önünü iliklemeyi zor da olsa başarmasının ardından nefesini tutup bir zamanlar padişahların kışlık yatak odası olarak kullandıkları odanın kapısını usulca iteledi, içeri girer girmez yüzüne vuran ekşi ilaç kokusu burnunun kemiğini sızlatmıştı.
Boğaz manzaralı pencerelerde asılı ipek tüllerin arasından sızan parlak gün ışığının yıkadığı bu yüksek tavanlı oda birkaç zaruri eşya ile oldukça sade döşenmişti. Ortada bulunan bronz işlemeli ceviz karyolada neredeyse çenesine kadar çekilmiş hafif maviye çalan yorganın altındaki yorgun savaşçı huzursuz bir uykudaydı. Yatağın hemen başındaki beyaz önlüklü yaşlıca doktor burun kemerine düşmüş kalın çerçeveli gözlüklerinin üstünden “Ne işin var burada?” dercesine bir bakış attı odaya öylece giriveren, Ata’nın Özel Kalemi Hasan Rıza Soyak’a. Pencere pervazından denizi izlemeyi bırakan Başyaver Salih Bozok da arkasını dönmüş kaygılı gözlerle yeni konuğun telaşlı yüzüne bakıyordu.
Hasan Rıza alnında biriken teri elinin tersiyle sildikten sonra sanki bebeğini uyandırmaktan çekinen bir anne fısıltısıyla, “Paşama mühim bir havadis getirdim.” dedi. Yeni Türkiye’ye bu dördüncü gelişi olan Dr. Noel Fissenger kaşlarını çatarak kesin bir dille, “Hayır beyefendi, katiyen olmaz! Şuan kendileri istirahattalar.” diyerek kestirip attı. Son bir haftadır her gün olduğu gibi bugün de hususi hastasıyla karnında biriken suyun alınması konusunda yaşadığı tartışma daha bir aksi yapmıştı Fransız doktoru.
“Anlıyorum lâkin bu havadisi illa vermem lazım. Hatay mevzusu…” Hasan yardım dilercesine Başyavere döndü, “Sen de biliyorsun Salih, ne zamandır bunu bekliyordu.”
Başyaver çaresizce boynunu eğip, “Elden ne gelir Hasan Efendi, doktor günde yirmi saat uyumalı diyor.” diye yanıtladı. “Ne konuşursun sen orda öyle fısır fısır, çocuk?”
Birden odadaki tüm başlar keten işlemeli beyaz örtü serili yataktaki hastanın kireç beyazı, zayıf yüzüne çevrildi. Çektiği acılar bedeninden çok şey alıp götürse de aralanmış gözlerindeki mavilik hala ışıl ışıldı yaşlı askerin. Hasan Rıza, doktora aldırış etmeden bir hamlede yatağın başucuna varıp yere çökmüştü bile. Sevinçle tuttuğu zayıf eli öpüp başına götürürken, “Müjdem var size Paşam!” dedi heyecanla. “İskenderun seçimlerini kazandık!”
“Şükürler olsun!”
Sözcükler Atatürk’ün ince dudaklarından sanki son nefesini verircesine huzurla dökülmüştü. Ölü rengi yüzüne kan gelmişti. Son birkaç yıldır şiddetlenen hastalığına rağmen mücadeleyi asla bırakmadığı Antakya’yı vatan toprağına katmak son savaşıydı bu büyük komutanın. Karşılaştığı iç ve dış tüm engellere karşı cesurca hamleler yaparak her zaman ki gibi davasından bir adım dahi geri atmamıştı.
Halsiz başını adamlarına çevirip, “Tayfur’a söyleyin Cumhurreisliğine aday olsun.” diye buyurmasıyla Başyaverinin “Emredersiniz Paşam!” demesi bir oldu.
Yerinden usulca kımıldanıp Hasan Rıza’ya doğru eğildi, “Unutmayasın, tüm cihan tek bir vücut, uluslar da onun organları olarak düşünülmeli!” Özel Kalemin meraklı bakışlarını cevapsız bırakarak başını tekrar yastığa koydu. “Şimdi uyumak istiyorum çocuğum.” Ardından gözlerini tavana dikip, “Ankara’ya gitmeliyim. Yapılacak mühim işler var…” diye söylendi kendi kendine.
Hasan Rıza Soyak odadan çıkmadan önce nemli gözlerle son bir bakış attı, bizzat kendisinin Hatay ismini verdiği Antakya’yı geri almanın verdiği huzurla uykuya dalmış büyük lidere. Tarihin kavşak noktası bu gizemli şehrin ileride dünya tarihini değiştireceğinden habersiz odanın kapısını usulca çekti…
BÖLÜM 1
“Yedi Sema, Dünya alemindedir. Semaların bekası ile baki kalır ve sureti onların fenası ile fani olur…”
İbn’ül Arabi – El-Fütuhat el Mekkiye
Sicilya
İsa’dan Önce 212
Uzaklardan çığlık ve feryat sesleri yankılanıyordu.
Sonunda geldiler, diye düşündü yaşlı adam. Sarı parşömenler arasındaki arayışına daha bir hız vermişti.
Rutubetli, ağır bir havayla kaplı odayı her zamanki gibi sadece birkaç mum ışığı aydınlatıyordu. Yaşlı adam dalgın gözlerle etrafına bakındı. Çatlaklarla bezeli kerpiç dört duvarla çevrelenmiş bu penceresiz, küçük oda çalışmalarına yıllarca hizmet etmiş, hüzünlerine, sevinçlerine, kızgınlıklarına şahit olmuştu. Duvarlardaki asılı ahşap raflarda tozla kaplı kitaplar gelişi güzel istiflenmiş, yer yer tahta kurdu gözeneklerinin olduğu sedef kakmalı masanın üzerine ve ahşap döşemeye yüzlerce parşömen saçılmıştı. Yaşlı bilgin sanki samanlıktan iğne ararcasına bu dağ yığını arasında sadece birkaç belgeyi bulmaya çalışıyordu.
Ansızın taş merdivenlerden gelen ayak sesiyle irkildi, Cornellius olmalı, diye rahatlattı kendini kendini. Kapının hızla açılmasıyla odanın sarımsı kerpiç duvarları titredi. Eşikte 1,80 boylarında, Akdeniz’in en büyük adası olan Sicilya dağlarının o kendine özgü esmerliğindeki bir delikanlı duruyordu.
Soluk soluğa, “Efendi Archimedes, Romalılar foruma girmişler! Buraya gelmeleri an meselesi, hemen çıkmalıyız! Ben arabanızı hazır…”
“Cornellius, oğlum nefeslen az. Sana söylemem gerekenler var.” diyerek sözünü kesti Arşimet.
Genç adam bastırmaya çalıştığı heyecanıyla, “Fakat Efendi Archimedes, siz de biliyorsunuz ki gelecekleri ilk hane burası olacaktır! Yaptıklarınızdan sonra size Hades’ten bile daha merhametsiz davranacaklarına hiç şüphe yok.”
Haklısın oğlum, davranacaklardır. Ama yaptıklarımdan değil sakladıklarımdan ötürü…
Aylardır Romalıların kuşatması altındaydı Sicilya’daki doğu limanlarının en ihtişamlısına sahip Siraküza kenti. Eğer bu büyük bilginin yardımları olmasaydı daha ilk günden şehre girmişti Romalı askerleri. Engin zekasıyla Arşimet, yaptırdığı uzak odaklı dev aynalarla düşman gemilerinin yelkenlerini daha henüz surlara yanaşırlarken alevlendirmişti. Güç bela karaya ayak basabilen Romalılara bu defa da mancınık ve makaralar yardımıyla epey zayiat verdirmişti. Yalnızca yaşlı bir matematikçi yüzünden kenti aylardır alamayan Romalı Komutan Marcellius küplere binmiş, sinir krizleri geçirmişti. Üstelik lejyonerleri arasında yayılan Arşimet’in Olympos Tanrıları tarafından kutsandığı dedikodusuyla bozulmuş moraller de bu bozguna tuz biber ekmişti. Fakat cansiperane onca savunmaya rağmen kentin kapıları, tükenen erzak ve su yüzünden zor da olsa sonunda açılmıştı.
Kendisi için geleceklerini biliyordu ama ilk gelenin Romalı bir lejyon olmayacağından emindi Arşimet.
“Ne zamandır yanımdasın Comellius?’’ diye sordu.
“On üç yaz ve on iki kıştır hizmetinizdeyim Efendi Arehimedes! Tanrılar izin verirse eğer en az bir on üç kavurucu yaz ve on iki dondurucu kış daha size hizmet etmekten onur duyarım.” Şu an ki durumlarında böyle bir soruya anlam veremese de tereddütsüz yanıtlamıştı delikanlı.
“Lütfen Efendi Archimedes, vakit kaybediyoruz! Değerli eşyalarınızı arabaya yüklettim. Arabacı yolda bizi bekliyor.”
Arşimet sanki acelesi yokmuşçasına ağır adımlarla masasına geçti. Ahşap masanın üstünde öylece duran üzerinde basit bir dünya haritasını andıran kabartmaların olduğu ahşap kürenin üst yarım küresini önce sağa sonra sola çevirdi. Hafif bir tıklama sesiyle kapak vazifesi gören üst parçayı yerinden çıkartmıştı. Kürenin içindeki birkaç parşömeni aldı. Diğer belgeleri aramaktan vaz geçmişti. Genç hizmetkarının sabırsızca beklemesine aldırmaksızın parşömenleri rulo yapmaya koyuldu.
.
Cornellius’u hanesine getirdikleri günü daha dün gibi hatırlıyordu. Bahtsız genç adam henüz beş yaşındayken büyük salgında annesini kaybetmiş, babası ise Yunanlılarla savaşa gitmeden önce oğluna bakacak kimsesi olmadığından ünlü bilgine getirmişti belki öğrenciliğe kabul edip himaye eder umuduyla. Aslında ilkinde adamın bu dileğine olumsuz yanıt vermişti Arşimet. Çünkü uzun süre kaldığı İskenderiye’den geldiğinden bu yana Akademi’ye uğramadığı gibi artık ders vermeyi de bırakmıştı. Üstelik kimi zaman yöneticiliğini yaptığı foruma da katılmıyor, kent sorunlarıyla ilgilenmiyordu. Hanesin kapılarını dış dünyaya kapatmış tüm zamanını bu ufak, nemli odada geçiriyordu. Çok geçmeden halk arasında Mısır’dan, dışarıya çıkamayacak kadar korkunç bir hastalık kapıp geldiği söylentisi yayılmıştı. Siraküzalılar artık yürürken dahi evinin yakınından geçmemeye çalışmıştı. Fakat bir süre sonra Arşimet’in sağlıklı bir şekilde hala yaşıyor olduğunu görmeleri bu dedikoduları sona erdirdiği gibi hanesine olan bıktırıcı ziyaretleri tekrar başlatmıştı. Bu yüzden her ne kadar reddetse de babasının ısrarlarını kıramamış, çocuğu bir kez görmeyi kabul etmişti.
İlk, Cornellius’un bakışları etkilemişti bu yanına kimseyi almamaya kesin kararlı aksi, yaşlı bilim adamını. Tıpkı şimdi olduğu gibi çocukken de o kısık, zeytin yeşili gözlerinden alev fışkırıyordu sanki. Sessiz fıtratına karşın içinde nasıl bir fırtınanın koptuğu rahatlıkla fark edilebiliyordu bu gözlerden. İşte Cornellius’un bu ateşli sükûnet hali ilgisini çekmişti Arşimet’in. Öğrenciliğe kabul ettikten kısa süre sonra da çocuğun matematiğe ilgisinin olmadığı ama el işlerinde inanılmaz yetenekli olduğu ortaya çıkmıştı. O ince uzun parmaklarıyla istenip de yapamayacağı iş yok gibiydi. İskenderiye’deki rahiplerden edindiği bilgiler ışığında böyle bir el becerisine de epey ihtiyacı vardı doğrusu. Böylelikle Cornellius on üç yıl boyunca adeta eli olmuştu Arşimet’in. Üstelik çocuk sayesinde yalnızlık kabuğunu kırıp tekrar halka karışmıştı. Bu yüzden onu öğrencisinden daha çok bir oğlu gibi görüyordu.
.
Parşömenlerle işi bittikten sonra kürenin ahşap kapağını kapatarak tekrar bir bütün dünya haline getirdi. Yaşlı ve yorgun eliyle sanki zarar görmesinden korkarcasına nazik bir şekilde okşadı kara ve denizleri gösteren ahşap kabartmaları.
“Hatırlıyor musun oğlum, senden bunu yapmanı istediğimde merak edip ne olduğunu sormuştun bana?”
Cornellius çarçabuk cevapladı, “Elbette Efendi Archimedes! Siz de bana, eğer bulutsuz bir havada yıldızlardan bakıyor olsaydık yaşadığımız yeryüzünü böyle görebileceğimizi söylemiştiniz.” Aldığı bu cevabı o zaman olduğu gibi bugün de hala aklı almıyordu genç adamın. Dünya yuvarlak ha? Hatta saçmaladığını bile düşünmüştü yaşlı öğretmeninin. Hemen ardından da öyle düşündüğü için utanmıştı kendisinden.
“Sonra o güzel gözlerini kocaman açıp tekrar sormuştun, bu yeryüzü ise neden içi boş, taş ve toprakla doldurmamız gerekmiyor mu?” diye devam etti Arşimet. Bir yandan da parşömen ruloya ipek iple sert bir bağcık atıyordu. “Ben de sana hayır bilgelikle kutsanmış oğlum, hayır. Boş olması gerekiyor diye yanıt vermiştim.”
“Evet Efendi Archimedes, söylediklerinizin her bir kelimesini hatırlıyorum ve sonsuza dek hatırlayacağım.” Artık endişelenmeye başlamıştı genç adam, “Şimdi lütfen bir an önce çıkmalıyız! Anılardan, uzun yolculuğumuzda da bahsedebiliriz.”
“Cornellius! Cornellius! Apollo adına beni biraz dinlemeni diliyorum senden!”
Arşimet başını genç adama çevirmişti artık. “Seksen üç yaşındayım oğlum ve Tanrılar biliyor ki yaşam iksirimi son yudumuna kadar içtim. Ben burada doğdum ve…” Sırtından ağır bir yükü indirirmişçesine derin bir soluk verip devam etti, “…burada öleceğim. Hissediyorum bunu oğlum.”
Cornellius hızla yaşlı adamın yanına geldi, “Öyle konuşmayın lütfen Efendi Archimedes! İnsanlarınızın size Ölüler Diyarındaki ruhlardan daha çok ihtiyacı var. En çok da… benim. Hemen hızla güneye iner Atina’ya geçeriz. Orada birçok dostunuz var. Eminim ki sizi korumaktan onur duyacaklardır!” dedi yalvarırcasına.
Arşimet genç adamın nemlenmiş yeşil gözlerine baktı, “Beni koruyacaklarından eminim oğlum…” Bir an duraksadı, “Hatta ben olmasam dahi sadık Cornellius’umu da korumaktan onur duyacaklardır.”
Kuşkuyla yaşlı adamın gözlerine baktı Cornellius. Öğretmeninin ne demeye çalıştığını anlamıştı. Kırışmış göz