Feraye

İşgal altında bir ülkede ve savaşın tam ortasında filizlenen bir aşkın hikâyesi…

“… Yüzbaşı kollarını iki yana açıp ayağını yere vurarak, zeybeğe başladı. Daha ilk hareketi ile çok erkeksi ve çok efeci bir oyun oynadığı belli oluyordu. Feraye şaşkın, öylece Yüzbaşı’yı seyrediyordu. Yüzbaşı bir adımda onun yanına yaklaştı ve yavaşça “Hadi küçük kız, başla. Herkes bize bakıyor,” dedi. Feraye, utana sıkıla çevresine bir göz attı. Kendilerinden başka oynayan kimse yoktu. Gerçekten de herkes nefesini tutmuş, onlara bakıyordu. Feraye de kollarını kaldırdı. Müziğe ve Yüzbaşı’ya uymaya çalışıyordu. İlk bir iki dakika bocaladı. Sonra, sanki çevresindeki herkes yok oldu. Yüzbaşı’nın gözlerinden, kendisine doğru bir alev akıyor gibiydi. Başka bir tarafa bakamıyordu. Birbirlerine kilitlenmiş ve uyum içinde;

Yüzbaşı erkekliği, kahramanlığı ve tutkuyu, Feraye de kadını ve zarafeti anlatan hareketlerle oynuyorlardı… Ne zamandan beri bu haldeydiler, kendileri de seyredenler de farkında değildi. Müzik devam ediyordu. Belki de ikinci veya üçüncü tekrarıydı…”

İşgal altındaki bir ülke… Ellerinde silahları, ayaklarında çarıkları olmadan; yüreklerindeki vatan aşkı ve hürriyet sevdasıyla cepheye koşan kahraman bir halk… Ve bu savaşın tam ortasında, kan ve göz yaşıyla filizlenen bir aşkın tutku dolu hikayesi…

“Feraye”; Naşide Gökbudak’ın eşsiz anlatımı ve yaşanmış hikayelerden yola çıkılarak hazırlanmış kurgusuyla unutulmayacak bir roman…

***

Birinci Bölüm

Nisan ayı,  Ege’de zaman zaman, bir yaz ayı kadar sıcak ve güneşlidir. Kırlarda, kekik kokusuna ve dağ sümbüllerinin görünümüne doyum olmaz. Bu yıl, havaların soğuk gitmesinden olacak, ortada ne kekik kokusu ne de dağ sümbülleri var. Havalar da, insanların içi gibi, karanlık ve değişken. Özellikle; Edremit ve çevresi, soğuk,  yağmurlu ve bolca gök gürültülü bir nisan yaşıyor.

Çamcı köyünün tanınmış birkaç ailesinden birinin reisi olan, aynı zamanda köyün muhtarlığını yapan Fikret Bey, Edremit’ten Çamcı’ya yürürken; yağmur yine bütün şiddeti ile yağmaya başladı. Sanki gökten, kovalarla su dökülüyordu. Yol, bir anda, nehir görünümüne büründü. Kaz dağlarının eteklerindeki Çamcı köyü, Edremit’e göre daha yüksekte olduğundan; su, köyden Edremit’e doğru akıyordu.

Elli sekiz, elli dokuz yaşlarında olan Fikret Ağa, bacaklarının ağrısına aldırmadan, biraz tümsekte olan bir ağacın altına doğru koştu. Yaşından fazla gösteriyordu. Havaların soğuk gitmesinden olacak, ağaçlar da tam olarak yapraklanmamıştı ama yine de tamamen açıkta durmaktan iyiydi. Tekrar bacaklarını ovuşturmaya başladı. Bir taraftan da söyleniyordu:

“Ne kadar ağrırsan, ağrı. Bu üç kilometrelik yeri, ata binecek değilim. Babam, seksen iki yaşında yürürdü bu yolu. Ben de yürüyeceğim.”

Fikret Ağa’nın, hesaba katmadığı bazı şeyler vardı. Babası İsmail Ağa, çok daha rahat bir hayat yaşamıştı. Bu bölge, 1453 yılından sonra uzun süre huzur bulamamış ve birçok çatışmaya sahne olmuştu. Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra, Doğu Bizans’ın kalıntısı olan Yunanistan’ın kışkırtması ile azınlık durumunda olan Rumlar, Edremit’i yakıp yıkmıştı. Bu olaylardan sonra, Fatih’in fermanı ile Rumlar’ın bu bölgede ikamet etmesi yasaklanmıştı. Buna rağmen, azımsanmayacak kadar çok Rum ailesi bu yörede yaşıyordu. Bu fermandan sonra, her iki halk da,  daha huzurlu bir hayat yaşamaya başlamıştı. Kinlerini unutmuş gibi gözüküyorlardı. Fakat gerçek, ne yazık ki; sanılanın tam tersiydi. Rumlar, kinlerini unutmamış; yaşadıkları korkular nedeniyle sadece uyutmuşlardı. Bugünlerde, yani Birinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı bu kritik günlerde, Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi, burada da, can güvenliği ve huzur kalmamıştı. Rumlar, yine içten içe bir şeyler çeviriyordu.  Hemen hemen bütün Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu zayıflığından ve çöküşünden faydalanıp; Anadolu’yu ve Ege’yi paylaşma plânları yapıyorlardı. Rum aileler, aşağı yukarı beş yüz yıldır komşuluk yaptıkları, dostane ilişkiler içinde oldukları Türkler’den uzaklaşmaya, kendi içlerinde kenetlenmeye ve gizli gizli toplantılar yapmaya başlamışlardı.

Fikret Ağa, ağacın altında, yarı ıslanmış bir vaziyette, arada bir diz kapaklarını ovuşturarak; bunları düşünürken, hemen yakınında bir ses duyarak irkildi:

“Baba ıslanmışsın! Bu havada niye buradasın?” diye sordu. Bu uzun boylu, güçlü kuvvetli genç, büyük kızı Zarife’nin kocasıydı.

Fikret Ağa, gururla, “Edremit’e gitmem gerekti,” dedi.

Genç adam, “Siz, şu eşeğe binin. Ben, yürüyerek gelirim” deyince; Fikret Ağa hiç itiraz etmeden, eşeğin sırtına atladı. Hayvan, genç ve oldukça güçlüydü. Hızla yürümeye başladılar.

“Baba Edremit’e niye gitmiştin? Hava çok kötü.”

“Ben çıktığımda, hava gayet iyiydi. Birden bastırıyor, kalleş.”

Genç adam hafiften güldü, “Havanın da kalleşi olur mu baba?”

“Olur ya, tıpkı Yunanlılar gibi. Daha doğrusu, bütün Avrupa devletleri gibi. Bizi, yani köy muhtarlarını ve yakın çevredeki ileri gelen insanları, Edremit Kaymakamı Köprülülü Hamdi Bey çağırmıştı. Oradan geliyorum. Gene neler döndüğünü, bir bilebilsen? Şu Kaymakam da, eşsiz bir adam. Kafası çok çalışıyor. Müthiş bir, Mustafa Kemal hayranı. Pelitköy’lü Cavit Bey de öyle. Bizim Kaymakam, dokuz bin gönüllünün başında. Bunların hepsi de, 172. Alay Komutanı Ali Bey’e bağlı.”

Fikret Ağa heyecanla olanları birbirine karıştırarak anlatıyordu.  Damat, esas meseleyi merak ediyor olacak ki, “Peki, Köprülülü sizi niye çağırmış?” diye sorarak, kayınpederinin sözünü kesti.

“Bırakmıyorsun ki; oraya geleyim. Bir sene kadar evvel, Padişah, muhalif devletlerle saçma bir antlaşma yaptı. İşte, ondan sonra, bir İtalyan torpidosu ile Akçay’a, Yuvanitos adlı birinin başkanlığında, Kızılhaç ve Yunan askeri çıkarılmıştı. Daha evvel de, Ayvalık’a gelmişlerdi. İşte, o günden beri bu bölge, fokur fokur kaynıyor. Kaymakam ve arkadaşları: “Onlara, onların taktiği ile cevap vermek gerek,” diyor. Nasılsa padişah, kendi derdinde… Debdebeli hayatını sürdürmeye çalışıyor. Anadolu bütün ümidini, 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’e bağlamış. Biz de öyle! Ama bir şeyler de yapmamız gerek, değil mi?  Arkasında kimse olmadan, dünya düverlerine kafa tutmak, olur mu?”

“Haklısın baba.”

Genç damat, pek anlayamadığı bu konudan sıkılmıştı. Sıkıntısı, vatanını sevmediğinden veya korktuğundan değildi. Harp etmeyi, çok anlamsız ve yersiz buluyordu. Ama eğer denildiği gibi, vatanına saldırırlarsa; o da sonuna kadar savaşırdı. Genç karısını, bu sene ilk meyvesini verecek olan zeytinliğini, yetiştirdiği incir bahçesini ve de babasının mezarını, ne Rum askerlerine ne de başkasına çiğnetirdi.

Bugünlerde, Ahmet’in kafasını kurcalayan başka bir mesele vardı. Baldızı Feraye, henüz on altı yaşındaydı. Çok serpilmiş, çok da güzelleşmişti. Köyün gençleri, daha şimdiden onun adını sayıklamaya başlamıştı. Bunların içinde, iki ev ötedeki Rum komşularının oğlu, Konstantin de vardı. İşin düşündürücü tarafı, Feraye’nin de gönlü; Konstantin’e kaymış gibiydi ya da en azından, Ahmet öyle olduğunu düşünüyordu. Çünkü Feraye, Konstantin’in kız kardeşi Elena ile çok sıkı fıkı arkadaştı. Aralarından su sızmıyordu. Bugüne kadar, Konstantin ve ailesi ile bir sorunları olmamıştı. Ama bugünlerde olabilirdi; hem Feraye yüzünden, hem de cadı kazanı gibi kaynayan bu siyaset yüzünden. Rumlar’ın Osmanlı toprakları üzerindeki bu hayalleri bitmedikçe; bu kazan kaynamaya devam edecekti.

Fikret Ağa, bu anlattıklarına damadının daha fazla ilgi duymasını ve heyecanlanmasını bekliyordu.

“Hey damat, ne daldın? Senin, daha mı önemli bir sorunun var?” diye sordu. Sesinde açıkça bir istihza vardı.

Ahmet, birden kayınpederinin farkında olmuş gibi: “Hayır baba! Vatanımızdan daha önemli, ne olabilir?” diye sordu.

Fikret Ağa aldığı cevaptan memnun, “Hah şöyle!” dedi.

Ev tek katlıydı ve büyük bir bahçenin içindeydi. Geniş, bakımlı, tipik bir köy eviydi. Bahçedeki şeftali ağacı, o kadar güzel çiçek açmıştı ki; kapıdan içeri girenler; ilk önce, ağacın eşsiz güzelliğine bakıyorlardı. Bahçe kapısının cızırdayan sesini duyar duymaz, Esma Hanım ile büyük kızı Zarife hemen bahçeye çıktılar. Sırılsıklam olmuş eşlerine doğru koşarken, Esma Hanım bir taraftan da söyleniyordu:

“Ne itin azmış, bu havada sokaklardasın! Hâlâ kendini, yirmilik delikanlı görürsün. Şu haline bak. Öksürüğün yenilerse; ne yapacağız?

“Kadın, koskoca Kaymakam çağırmış, gitmeyelim mi? Hem bu köyün kaderi, bana teslim edilmiş. Kendi rahatımı düşünseydim, muhtar olmazdım,” dedi.  Kadın her zaman aynı cevabı duyduğu için üstelemedi.  Fikret Ağa’nın cevabı da, pek itiraz edilir gibi değildi zaten.

Ahmet ile Zarife de odalarına girmişlerdi. Zarife koşarak, kocasına iç çamaşırı ve üzerine giyecek bir şeyler getirdi. Ahmet bir taraftan soyunuyor, bir taraftan da Zarife’ye sataşıyordu: “Hadi gız! Hazır soyunmuşken; gel, ilk bebemizi yapalım.”

Zarife, babasına benzemişti. Buğday benizli, orta boylu, kahverengi gözlü, balıketinde, sevimli genç bir kadındı. Vücudu diri ve güzeldi. Ahmet’in zorla çıkardığı kırmızı güllü bluzunun altından, dik göğüsleri meydana çıkmıştı.

Ahmet, sol eli ile karısını sıkı sıkıya tutmuş; sağ eliyle de, oda kapısının yalama kilidi ile uğraşıyordu. Nihayet kapıyı kilitleyip, büyük bir sabırsızlıkla, Zarife’yi sedirin üzerine doğru çekti.

Esma Hanım, açık renk gözlü, zayıf, açık kumral saçları olan bir Yugoslav göçmeniydi. Aslen Türk olmasına rağmen, bu köyün çoğunluğunu teşkil eden Türkmen’lere benzemeyen değişik fiziği ile hemen dikkati çekmekteydi. Hele hele genç kızken, köyün en güzel kızı olarak ün yapmıştı. O, peşinde gezen onca gencin arasından, köyün zenginlerinden olan, Mahmut Ağa’nın genç ve yakışıklı oğlu Fikret Bey’i seçmişti. Uzaktan uzağa da olsa, iki genç arasında bir yakınlaşma ve sıcaklık vardı. Babası Hüsmen Ağa, pek itiraz edememişti. İtiraz etmesi için de bir sebep yoktu, zaten. otuz yıllık evli olan, Fikret Ağa ile Esma Hanım geçinip gidiyorlardı. Maddi açıdan da, gayet rahat bir hayatları olmuştu. Birbirlerinden yana, hiç şikâyetleri olmamıştı. Mutlu ve rahattılar. Büyük oğlu Osman’ın ölümüne kadar…

O hikâye, hâlâ karı kocanın içini kavurmaktaydı. Osman, Ayvalık’ta Cunda Adası’nda yaşayan bir Rum ailenin kızına tutulmuş, Fikret Bey ise; o kızı almamakta direnmişti. Osman, babasına karşı çıkamamıştı ama her gün, bir parça eriyerek; bir seneden biraz fazla bir zaman sonra ölmüştü. Balıkesir’e bir hekime götürdüklerinde: “Artık çok geç olduğunu, ince hastalığın akciğerlerini mahvettiğini, yapacak bir şey olmadığını” öğrenmişlerdi. Bu olaydan iki ay sonra da, o yakışıklı, boylu poslu ve itaatkâr genci, toprağa vermişlerdi. Acılarının, kalplerini paramparça ettiği bu anda, birbirlerinden habersiz; hem Esma Hanım hem de Fikret Ağa, çocuklarının isteklerine bir daha bu denli karşı çıkmamaya, kendi kendilerine söz vermişlerdi. Gel gör ki, şimdi kızlarını bir Rum oğluna vermek; oğullarına bir Rum kızı almaktan çok daha zordu. Fikret Ağa, henüz böyle bir endişe içinde değildi… Ne yazık ki; ondan gayrı, evin bütün fertleri; Feraye ile Konstantin arasında bir gönül bağı olduğu kanaatindeydiler.

Ahmet, mutlu bir yüzle sedirde gerindi. Zarife’yi tekrar kendine çekiyordu ki; Zarife  gülerek, “Eh, artık yeter. Babam ve annem dışarıda, ayıp olacak.” dedi.

“Yook kız, benim öyle bir niyetim yoktu. Galiba, sen düşünüyorsun? Çılgın karıcığım, ben seninle şu baldızın durumunu konuşacaktım. Ama bebek için çabalamak, her şeyden daha cazip.”

Zarife birden ciddileşerek: “Ben hemen bir su döküneyim de, bu konuyu, Feraye ile açık açık konuşayım. Böyle, vardır yoktur ile kendimizi yiyip, oturmayalım” dedi.

“Sana doğruyu söyleyeceğini mi, zannediyorsun?”

“Hee, söyler.”

Ahmet biraz düşündü:“Bak sana ne diyeceğim? İshak Ağa’nın oğlu, Murat var ya? O da Feraye’ye niyetli. Onu soruştur bakayım. Murat, hem yakışıklı, hem okumuş sayılır, hem de köyün zenginlerinden. Eğer onu ciddi bir şekilde reddederse, muhakkak Konstantin’de gözü vardır.”

Bu fikri, Zarife de çok beğenmişti.

“Olur, bu kızın da şansı çok açık. Köydeki bütün gençler, onun peşinde. Yetmiyormuş gibi,  Kavlaklar köyünün fırıncıları vardır ya, hani çok zengin Mahmut Efendiler? Onun, ortanca oğlu için de haber göndermişler. Benden ne farkı var, bilmem? Ben de onun yaşında, o kadar güzeldim.”

Ahmet bıyık altından güldü: “Kadınım, sen hâlâ çok güzelsin. Ben de, seni çok istedim. Ne var yani?”

Feraye fıkırdayarak: “Canım, bir sen miydin? Benim de peşimde çok genç vardı ama Feraye’ninki, belki bir iki daha fazla.”

Bunları söylerken, oda kapısının sol tarafında bulunan, büyükçe, dolap kapısı gibi yeri açtı. İçinde, küçük bir soba ve üzerinde içi su dolu büyük bakır bir tencere olan yere, bir basamakla indi. Su kaynamıyordu ama oldukça sıcaktı. Eğer, yerdeki kovadan soğuk su ilave ederse, hem Ahmet, hem de kendisi yıkanabilirdi.

Yağmur durmuş, parlak bir güneş çıkmıştı. Feraye, odasından, elinde bir torba ile bahçeye çıktı. Pembe güllü şalvarının üzerine giydiği, dökümlü bluza ve üzerindeki kalın el örgüsü yün yeleğe rağmen, belinin inceliği ve yuvarlak hatları ile hemen göze çarpıyordu. Bal renginden biraz koyu olan iri gözlerinin çevresinde, onlardan çok daha koyu; uzun kirpikleri vardı. Elmacık kemikleri hafif çıkıktı. Saçları çok gür ve kirpiklerinin rengindeydi. Burnu çok muntazamdı. En güzel tarafı da, cildi ve pembe dolgun dudaklarıydı. Ablasıyla kıyaslanamayacak kadar güzeldi. Belki de, köyündeki ve yakın çevredeki tüm köylerin en güzel kızıydı. Birçokları daha şimdiden ona “yedi köyün güzeli” adını boşuna takmamışlardı. Feraye, bu güzelliğinin farkındaydı. Yürüyüşü edalı, bakışı ve gülüşü çok güzeldi. Yüzündeki sevimli gülüşüyle, Esma Hanım ile Fikret Ağa’nın yanına yaklaştı.

“Ben Elena’ya kadar gideceğim. Yeni bir dantel öğrenmiş, bana da öğretecek.” dedi.

Onlardan henüz bir cevap alamamıştı ki; ablası, evin bahçeye çıkan kapısında göründü.

“Bu ne? Elena da, Elena diye tutturdun. Ben sana, istediğin örneği hemen öğretirim. Seninle konuşmam gerek, odama gel!”

Feraye, bu çıkışa çok şaşırmıştı. “Ama Elena bekliyor, çabuk dönerim. Sonra konuşuruz,” dedi.

“Hayır, şimdi konuşalım.”

Fikret Ağa atıldı. “Zarife, bu acelen ne? Gitsin, söyleyip; dönsün. Ne oluyor? Günler, saatler torbaya mı girdi?”

Zarife yüzünü astı ve “Tamam, çabuk dön!” diyerek, mutfağa girdi. Bu konudan babasına bahsetmesi, şimdilik gereksizdi. İşin aslını, önce kendisi öğrenmeliydi. Hem akşam yemeğini de yapması gerekiyordu. Annesi, yemek işini de tamamen olmasa bile;  Zarife’ye bırakmış gibiydi. Kuru bamya ile bir pilav yapsa, yeterdi. Zaten, dün akşamdan bir tencere mercimek çorbası, öylece kalmıştı. Bugün, hava biraz daha serince olduğu için, çorba rahatlıkla içilebilirdi.

Feraye, yarım saat sonra, mutlu bir yüz ifadesi ile eve dönmüştü. Ablası yüzüne dikkatle baktıktan sonra: “Dantel örneği çıkarmak, beni hiçbir zaman böyle mutlu etmemişti. Bu kızın, bir haltlar karıştırdığı kesin” diye karar verdi. Pilavın altını iyice kıstı ve Feraye’nin yüzünde bir şeyler arıyormuş gibi baktı.

“Gel bakalım, seninle biraz konuşalım,” dedi. Zarife önde, Feraye arkada, Zarife’nin odasına geçtiler. Feraye, bu konuşmayı pek ciddiye almıyor gibiydi. Gülerek, “Eee, abla, seni dinliyorum,” derken, bir yandan da torbadan çıkardığı dantel motifini ablasına gösteriyordu.

Zarife: “Bırak bu motifleri! Seninle, daha ciddi motifler konuşacağız.”

Feraye sedirin ucuna ilişti: “Peki, ciddi motifler nelermiş? Konuşalım.” dedi.

Zarife birdenbire konuya girdi ve: “Senin Konstantin’le aranda ne var?” dedi.

Feraye gülmeye başladı: “Ciddi motifler, bu muydu?” Feraye güldükçe, Zarife ciddileşiyor ve sinirleniyordu: “Kes şu zevzekliği de, cevap ver.”

“Abla, sen ne söylemek istiyorsun? Bu densiz soru, nereden çıktı?”

“Elena ile çok sıkı fıkı olmandan. O bizde, sen de oradasın.”

“İnsaf yani, erkek kardeşi olan kimse ile arkadaşlık etmeyecek miyim?”

“Neden bir dindaşımız veya ırkdaşımız değil de, bir Rum kızı?”

“Ben, insanların diniyle, ırkıyla uğraşmıyorum. Bana arkadaşlığı gerek. Kim benim için iyi ve güvenilir bir arkadaş ise; onunla samimi olurum. Konstantin’e gelince; yakışıklı, akıllı, terbiyeli ve kibar bir genç. Onunla da, sadece arkadaşız. Ama hepsi o kadar.”

“Anlaşıldı, fakat şunu da unutma; bu yaşta bir kız ve bir erkek arkadaş olamazlar. O faslı geç. Senin şu anda, çok iyi bir kısmetin var. Bizden haber bekliyorlar. Kimse ile bir bağın olmadığına göre söyleyelim, gelsinler.”

Feraye birden irkildi. Murat’tan daha yeni ayrılmıştı. Kendisine böyle bir şey söylememişti. Yani, Murat olamazdı. Telaşla: “Hayır, ben şimdilik evlenmeyeceğim. Daha erken.” dedi.

“Bizim buralarda, on altı yaş, hiç de erken değildir.”

“Ama ben, kimseyi istemiyorum.”

“Köyün en zengin, en yakışıklı genci olsa da mı?”

“Beni ilgilendirmez.”

“O halde, Konstantin ile aranda bir şey var. Yoksa; Murat gibi bir çocuk, asla reddedilmez.”

“Ne Murat mı? Hangi Murat?” Feraye’nin dili birbirine dolaşmıştı. Zarife, “Ne saçmalıyorsun be? Bu köyde, kaç Murat var? İshak Ağa’nın oğlu, Murat.”

Feraye yerinden fırladı. Kucağındaki tığ ve dantel yumağı yere düşüp, sedirin altına kadar yuvarlanmıştı. Yumağı çekerken, güya öğrendiği motif yarıya kadar sökülmüştü. Sonra, başını kaldırdı. Yüzü iyice pembeleşmiş, sağ yanağındaki gamze çukurlaşmıştı. Gözleri pırıl pırıldı.

“Ehh, o olabilir,” dedi. Acele ile dantel torbasını alıp, odadan çıktı. Kırmızı kırlenti, odasına girer girmez, koşarak arka pencerenin içine koydu. İçinden söyleniyordu: “Ben, o Murat’a gösteririm. Daha bugün bana tahsil yapmak istediğini, eğer onu beklersem, benimle evlenebileceğini söyleyip; beni ne kadar üzmüştü,” diye geçirdi içinden. Onun bu sözlerinden sonra Feraye okuma, yazma ile aslında hiç ilgilenmeyen Murat’ın, evlilik işini uzatmak için böyle konuştuğunu düşünmüştü.

“Neyse, bu akşamüstü ben ona yapacağımı bilirim!” diyerek, üzerindeki kıyafetini çıkarıp, iş yapmak için giyindiği, koyu renk şalvarı üzerine geçirdi. Bir de türkü tutturdu: “Gelinliği giyeceğim, Bekle sana geleceğim, Tüm aşkımı vereceğim. Muradıma ereceğim. Mezara dek seveceğim.”  Böyle bir türkü gerçekten var mıydı? Feraye kendi mi uydurmuştu, bilinmez ama çok içtenlikle söylüyordu. Sesi, hem güzel; hem de etkileyiciydi.

Esma Hanım, kızının neşeli haline baktı. Onun bu mutluluğuna, pek bir anlam verememişti. “Tahminime göre, Zarife’den azar işitecekti. Neden bu kadar neşelensin ki?” diye söylendi.

“Gız, Allah neşeni arttırsın. Sabahtan beri unuttuk. Şu tavuklara yem ver.”

Feraye gülerek: “Olur, anacığım,” dedi. Elinde toprak bir kap, içinde akşamdan kalan acılı bulgur pilavı ile kümese girince, tavukların kanat çırpmaları ve ötüşmeleriyle büyük bir gürültü koptu.

Elena ve Konstantin, iyi anlaşan iki kardeştiler. Bir yıldan beri Konstantin, Elena’ya “Feraye’yi bana ayarla!” diyerek baskı yapıyordu. Elena onu: “Bugün, yarın söyleyeceğim” deyip oyalıyordu; çünkü Feraye’nin, İshak Ağa’nın oğlu Murat’a tutkun olduğunu biliyordu. Hatta onların buluşması, haberleşmesi için yardımcı bile oluyordu. Bir yerde, buna mecburdu. O da, Murat’ın ağabeyi Ferhat’a tutkundu. İki arkadaş, yani Elena ve Feraye, birbirlerine gidiyorlarmış gibi evden kaçıp kaçıp, eski mezarlığın arkasındaki ormanda onlarla buluşuyorlardı. Çiftler kuytulara çekilip, o günün durumuna göre; bazen yarım saat, bazen birkaç dakika konuşuyor, geleceğe ait plânlar kuruyor, arada sırada da koklaşıyorlardı. Aslında geleceğe ait plânlar, genelde Feraye ve Murat tarafından, koklaşmalar ise; Ferhat ile Elena tarafından yapılıyordu. Elena, bu konuda daha rahat ve korkusuzdu. Feraye daha çekingen davranıyordu. Zira, dini eğitimi, gelenek ve görenekleri, bir kızın, nikâhtan evvel bir erkekle yakınlaşmasını günah ve ayıp sayıyordu. Bu duygusal yakınlaşmalar bile, Feraye’yi zaman zaman rahatsız ediyordu ama Murat’a duyduğu aşk, her şeyin önüne geçiyordu.

Konstantin, bugün aşırı kızgındı. Odasında giyinip, süslenmeye çalışan Elena’ya kavga edercesine: “Bir yıldır beni, bugün, yarın deyip; oyalıyorsun. Siz bu kadar beraberken, ne konuşup, neler yapıyorsunuz? Neden ona olan hayranlığımdan, hiç söz etmedin?” diye sordu.

Elena kızdı: “Çünkü vereceği cevap belli… Önce, seni biraz gözüne sokmaya uğraştım. Birden söyleseydim, bana da uzak duracaktı. Bizim eve de gelmeyecekti.”

Konstantin, bu cevabı bir yere kadar makul bulmuştu ama bu kızgınlığını hiç azaltmadı. Çünkü bundan sonra yaşanacak günlerin, Feraye ile bir araya gelmelerini imkânsız kılacağını biliyordu. Konstantin: “Şimdi daha zor olacak. Türklerle aramız, her gün biraz daha açılıyor. Bir savaş patladı, patlayacak. O zaman, Feraye benimle ilgilenir mi?” diyerek, adeta bağırıyordu.

Elena iyice kızdı: “Bre Konstantin, sen şaşırdın mı?Önceden bilse; ilgileneceğini mi sanırdın? Seninki olmayacak bir hayal. Biz Rumuz, onlar Türk ve o, bu köyün sayılı ailelerinden birinin kızı. Güzel mi, güzel. Sana verirler miydi?”

“Vermeyeceklerini bilirim ama Feraye’nin gözü bende olsa; alır Yunanistan’a kaçardım.”

“Biz? Ya biz, ne olacaktık? Kökümüze kibrit suyu dökmezler miydi? Bir kız için, hepimiz yerimizi yurdumuzu bırakıp; kaçamazdık herhalde değil mi?”

Konstantin’in Feraye’ye duyduğu aşk, gözlerini kör etmişti. Ona sahip olmak için yapamayacağı şey yoktu. Tek istediği, Feraye’nin rızası ile olmasıydı. Yoksa; ne yapıp, yapıp o kıza sahip olacaktı. İçinden, “Öff be öfff. Bu Türkler’in namus kavramı da, çekilir gibi değil,” diye söylendi.

Elena, göğüslerini hafifçe açıkta bırakan, açık leylak rengi elbisesini giyinmiş, başına leylak rengi bir kurdele takmıştı. Omuzlarına, ‘mama’sının ördüğü mor şalı almış, güya göğüslerini kapatmıştı. Nasılsa; daha ilk harekette şal omuzlarından kayacak, baştan çıkaran o dik göğüsleri Ferhat’ın gözlerine takılacaktı. Dudaklarını, dili ile ıslatarak sürdüğü kırmızı boya kalemi ile renklendirmiş, Feraye’yi bekliyordu. İkindi namazına bir saat kala, Feraye kendilerine uğrayacak, beraberce çıkıp, mezarlığın arkasındaki zeytinlikte buluşacaklardı. Kalbi çarpıyor, vücudunu ateş basıyordu. Elena’yı endişelendiren bir konu vardı. Murat ile Feraye,  sık sık geleceklerinden, evlilikten konuştukları halde, Ferhat gelecekten hiç söz etmiyordu. Hâlbuki Türk köylüsünün geleneklerine göre, büyük olduğu için önce Ferhat’ın evlenmesi gerekirdi. Ferhat’ı çok iyi etkilemesi gerekiyordu ama nasıl? Müsait bir ortam olsa, koynuna girip; kadın nasıl olurmuş, ona gösterecekti. Ondan sonra, Elena’yı asla önüne geçemeyeceği bir arzu ile isteyecek, onsuz yataklara giremeyecekti. Ama zeytinliklerin altında, yirmi otuz metre uzaklıkta, Feraye’nin ve Murat’ın olduğunu bile bile bunu nasıl yapabilirdi ki?

Elena, Konstantin’in sesi ile kendine geldi. Konstantin, Feraye’ye kibar gözükmek için bahçeden seslenmemiş; ikinci kata kadar çıkmıştı. Konstantin: “Elena, Feraye geldi.” dedi.

Elena hiç cevap vermeden, hızla merdivenlere doğru yürüdü. Merdivenleri üçer beşer atladı. Konstantin bahçede, Feraye’nin karşısına geçmiş; konuşuyordu:

“Otursana, Feraye Hanım.”

“Sağ ol, Konstantin abi. Biz, Nergis’e gidecektik.”

“Olsun, aceleniz ne? Biraz oturun. Mama’nın çok güzel karadut suyu var. Size ikram edeyim. Hem şu, abi lafını da kaldırın artik.”

Feraye birden irkildi. Bu çocuğun, sahiden kendisinde gözü mü vardı acaba? Acele ile: “Ama sen benim abim sayılırsın. Elena’nın abisi, benim de abimdir” dedi.

Elena, yanlarına kadar gelmişti… Anlaşılan, Konstantin Elena’dan ümidi kesince; aşkını anlatmak için, doğrudan teşebbüse geçmişti. Elena telaşla, “Konstantin, onlar isim ile hitap etmenin, bir saygısızlık olduğunu düşünüyorlar. Tabii ki zamanla, benim gibi ‘Konstantin’ diyecektir. Hadi Feraye, biz gidelim; gecikiyoruz,” dedi.

Konstantin, arkalarından bir müddet baktı. Bahçeye biber fideleri dikmek için elinde tuttuğu kazmayı, bir tarafa fırlattı. Kapıya doğru koştu. Kendi kendine: “Bunlar, ters yöne gidiyor. Nergisler’in evi, orada değil ki! Bir haltlar çeviriyorlar.” dedi ve arkalarından yürümeye başladı. Kızlara fazla yaklaşmamaya çalışıyor. Adımlarını duyamayacakları uzaklıkta takip ediyordu: “Vay namussuzlar! Bunlar, köyün dışındaki mezarlığa doğru gidiyorlar” diye söylendi.

Elena ile Feraye, buluşma yerine yaklaştıkça; adımlarını daha hızlı atıyorlardı. Bir an evvel sevgililerinin kokusunu almak, onlara yakın olmak için dayanılmaz bir arzu içindeydiler. Feraye: “Bugün, hem çok heyecanlıyım; hem de korkuyorum. İçimde, tuhaf bir his var.” dedi.

Elena umursamaz bir tavırla, “Korkun, her zamanki korkudur, sen bu konuda oldukça ödleksin. Peki, sevincin neden?”

Feraye gülerek: “Murat beni istetecekmiş, anama haber salmışlar, geleceğiz diye.”

Elena, bir müddet cevap vermedi. Başından aşağıya kaynar su dökülmüş gibiydi. İçinden: “Bugün ne yapacaksam; yapmalıyım. Ferhat, benim ne kadar vazgeçilmez olduğumu görmeli!” diye söylendi. Sonra birden,  ‘Feraye’ye bir şeyler söylemesi gerektiğini, düşündü.

“Çok sevindim, Feraye. Hemen evlenmezsiniz değil mi?”

Feraye kırıtarak: “Benim için, hiçbir mahsuru yok ama buna, aileler karar verecek, tabii…” dedi.

Murat ile Ferhat, yabani dut ağacının altında oturmuş, konuşuyorlardı. Murat abisine,

“Sen evlenmeden, benim düğünümü yapmazlar. Abi, bu kızla, ciddi bir şey düşünemezsin. Bırak bu kızı da, evleneceğin birini bul. Bul ki, bana sıra gelsin!” dedi.

“Oğlum, nasıl ciddi olayım? Rum olduğunu da bırak; hakkında bir sürü dedikodular var. Benden önce, kaç kişi ile fingirdemiş. Hem duyduğuma göre, bakire bile değilmiş.”

Murat şaşkın: “Yok canım, iftiradır.”

“Ben denemedim, bilmiyorum. Ama çok rahat, en ufak bir hareketime bakıyor gibi. Hemen yere uzanacak.”

İki kardeş, hararetli konuşmalarından olacak; kızların ayak seslerini duymamışlardı. Murat, Feraye’nin sesi ile ayağa kalktı. Elena ile Ferhat uzaklaşırken, o da Feraye’ye doğru yürüdü. Feraye sitemkâr bir tarzda: “Aşk olsun Murat! Niye söylemedin?” dedi.

“Neyi birtanem?”

“Bilmiyormuş gibi yapma! Ananlar, bize haber göndermişler. Beni istemeye geleceklermiş.”

Murat gülerek, Feraye’nin elini tuttu: “Onu söylemeye gerek var mıydı? Nasılsa olacaktı.” dedi. Birkaç adım yürüdükten sonra, büyük bir çınar ağacının altına oturdular. Murat, Feraye’nin ellerini ellerinin içine almış, büyük bahçeli evlerinin bir köşesine yapacakları; tek katlı, kırmızı çatılı, bahçesinde sarmaşıklar açacak olan küçük evlerini, bahçede koşacak dört çocuğunu anlatıyordu. Üçü oğlan, biri kız olacaktı. Feraye buna itiraz etti: “Nedenmiş o? Üçü kız, biri oğlan olsun.” dedi. Bir müddet sonra, ciddi ciddi tartışmaya, sonra da kahkahalarla gülmeye başladılar.

Feraye: “Biz deliyiz. Şimdiden neyin münakaşasını yapıyoruz.”

Murat atıldı: “Tamam, anlaşalım. İki kız, iki oğlan.” dedikten sonra, yerden bir dağ sümbülü kopartıp, Feraye’ye uzattı. “Biliyor musun, bu dağ sümbüllerini sana benzetiyorum? Bundan sonra, sana ‘dağ sümbülü’ diyeceğim.”

“Neden?”

“Görünüşü de, kokusu da çok güzel. Ayrıca sadece dağlarda yetişiyor. Seni, bir şehir ortamında yaşarken düşünemiyorum. Bu köyün, bu dağların sümbülüsün. Hani bu mevsimde, bir de kekik kokusu ortalığı sarar ya, işte ben, o anda seni kokluyor gibi hissediyorum.”

Feraye utanmıştı: ”Aman Murat, beni utandırma!” diye söylendi. Feraye konuşmayı kesip, dinlemeye başlamıştı. Uzaktan tuhaf sesler geliyordu. Murat’a “suss” işareti yapıp, kulak kabarttı. Duyduğu seslere, bir anlam veremiyordu. Birisi nefes alamıyor veya inildiyor gibiydi. Ayağa kalkıp, sese doğru yürümeye başladı. Onun arkasından birkaç adım atan Murat, birden ne olabileceğini tahmin etmişti.

“Feraye gitme, gel!” diye bağırdı. Ama Feraye telaş içindeydi. Daha hızlı adımlarla, sese doğru koşmaya başladı; yoksa arkadaşı mı hastalanmıştı? İki yüz metre kadar gitmişti ki; gördüğü manzara karşısında, neredeyse küçük dilini yutacak gibi oldu ve utancından ellerini yüzüne kapattı.

“Elena, sen çıldırdın mı?” diye bağırdı. Elena, hiçbir şeyi duyacak gibi değildi. Çiftleşme zamanında, bir erkek bulmuş dişi panter gibiydi. İkisi de, sanki başka bir dünyada; bir heyecan kasırgası içinde yaşıyorlardı. Kendilerini kaybetmiş gibiydiler. Feraye çığlık atarak, kaçmaya başladı. Tam o sırada, Konstantin elinde kalınca bir sopa ile yetişip; Ferhat’ın beline bütün gücü ile indirdi. Bir sonraki vuruşta sopanın ucu, Ferhat’ın kafasına gelmişti ve anında, boynundan aşağıya kan sızmaya başladı.

Elena: “Sana ne? Bu, benim kendi hayatım!” diye bağırıyordu. Murat şaşkın bir vaziyette, Feraye’nin mi arkasından koşmalıyım, yoksa ağabeyimi mi kurtarmalıyım?” diye karar vermeye çalışıyordu. Abisine doğru koşup, yerden aldığı bir taşı; Konstantin’in kafasına indirdi. Konstantin ne olduğunu anlamak için, arkasına baktığı anda da, Ferhat hemen ayağa kalkmış ve Konstantin’in elindeki sopayı almıştı. O sinirle, Konstantin’in yakasına sarıldı.

“Deyyus, şimdiye kadar aklın neredeydi? Bu bacın için, ne ilk ne de son. Şimdi mi aklın başına geldi? Sen, boynuzları çoktan büyütmüşsün!” diye bağırdı. Konstantin, iki kardeş ile başa çıkamayacağını anlayınca; Elena’yı saçlarından tutup, çekiştirmeye başladı.

Feraye, köye doğru nefes nefese koşuyordu. Bir taraftan da ağlıyordu. Feraye’yi gören birkaç kişi şaşkınlıkla, daha çok arkasından kovalayan biri mi var diyerek bakıyorlardı. Feraye bahçe kapısından içeriye girdiğinde, nefes almak için bir saniye durdu. Neyse ki; bahçede kimse yoktu. Doğru odasına girip, kapıyı kilitledi. Başını, iki elinin arasına aldı.

“Allah’ım, o ne iğrenç bir görüntüydü. Tıpkı, kudurmuş hayvanlar gibi. Elena, genç kız değil mi? Bu ne utanmazlık böyle?” diyerek, aklına gelen hakaret içeren her türlü sözü arka arkaya sayıyordu: “Ben artık, Murat’ın da yüzüne bakamam. Hatta hiçbir erkeğin yüzüne bakamam.” dedi. Sonra yatağın üzerine uzandı. Gözlerini tavana dikip, başka şeyler düşünmeye çalıştı. Ama nafile! Gözüne de, beynine de o görüntü öylesine kazınmıştı ki; silemiyordu. Galiba, uzun süre de silemeyecekti.

Elena yarı çıplak vaziyette, otların üzerinde sürüklenirken; vücuduna dikenler ve taşlar batmıştı. Müthiş bir acı içindeydi. Ferhat, “Bırak ulan, kızı! Köyün içine, utanmadan böyle mi götüreceksin? Boynuzlu olduğunu zaten biliyorlar. İspatlamana gerek yok!” diye bağırdı.

Konstantin birden ayılmış gibi: “Sahi be, ben ne yapıyorum? Yarın, köyün erkekleri, kapımızda kuyruk olacaklar.” diye düşündü. Elena’nın saçlarını bırakıp, kızın kalça kemiğine bir tekme indirdi. Bütün gücü ile bağırmaya başladı:

“Azgın aşüfte, başka birini bulamadın mı? Bir Türk ile ve bir ağacın altında emi? Ben, sana bunun hesabını sorarım.” Sonra, Murat ile abisine döndü: “Size de soracağım tabii. İkinize de, ömür boyu unutamayacağınız yaralar açmazsam; ben de, İsa’nın kulu değilim!” diye bağırdı.

Murat abisinin kolunu tuttu: “Boynundan kan sızıyor. Bırak, bunlarla uğraşmayı. Sen söyledin işte! Sen, ilk de değilsin; son da olmayacaksın. Köpek abisi de, bu işi yaptığına değil de; bir Türk ile yaptığına ve bir ağacın altında yaptığına çok kızdı. Ne biçim namus anlayışı ise? Zavallı Feraye de, neye uğradığını şaşırdı. Acaba, ne haldedir? Anama söyleyeyim de, hemen Feraye’yi istemeye gitsinler. Bu durum, köy meydanlarında konuşulmadan önce. Hiçbir günahı yokken, onun adı da bu olayın içinde olacak. Vallahi, Fikret Ağa’nın yüreğine iner.” dedi.

Bu olaydan bir hafta sonra, Feraye ile Murat’ın söz kesme merasimi yapıldı. Ertesi gün, Murat’ın ailesi, bütün köy halkına yemek verdi. Bu köyde kutlamalar, bu şekilde yapılırdı. Feraye, çok tuhaf bir ruh hali içinde idi. O olaydan sonra, bir iki kez karşılaştığı Murat’ın yüzüne bakamamış, hemen uzaklaşmıştı. Söz kesildiği gece de, sanki yavuklusuna verilen bir kız değil de, zorla evlendirilmek istenen bir kız kadar neşesizdi. Çevresindekiler, buna bir anlam veremiyorlardı. Anlam veremedikleri başka bir olay daha vardı. Feraye artık Elenalar’a gitmediği gibi, Elena da Ferayeler’e adım atmıyordu. Hatta söz merasimine ve verilen yemeğe çağrılmamıştı. Gerçi genel olarak, Rum aileler ve Türk aileler arasında gittikçe gerilen bir ilişki ve her zamankinden daha fazla göze çarpan bir kopukluk vardı ama böyle bir arkadaşlığın birdenbire kesilmesi, neler yaşandığını bilmeyen birçok kişi için çok garipti.

Fikret Bey’in Kaymakam ile toplantıları daha da sıklaşmıştı. Siyaseti yakından takip edenler, büyük bir endişe içinde idiler. Mayıs ayının on dokuzunda, Mustafa Kemal adındaki kahraman Osmanlı subayı, nasıl olduysa Sultan Vahdettin’i ikna etmiş, askerî bir teftiş bahanesi ile Anadolu’ya geçmişti. Arkasından, bu gidişi engellemeye çalışan Osmanlı sarayı başarılı olamamıştı. Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı ile tüm Anadolu’da, yeni bir ruh canlanmaya başlamıştı. Mustafa Kemal yaptığı Sivas, Erzurum Kongreleri ile Milli Mücadele’yi resmen başlattığını ilan etmiş ve tüm Anadolu’yu arkasına almıştı.

Edremit Kaymakamı Vatansever Hamdi Köprülülü ve arkadaşları da, Kuva-i Milliye’ye katılarak, Edremit ve yöresinde teşkilatlanmaya başlamışlardı. Atatürk’ün izinde olmaları gerektiğini, başka türlü varlıklarını koruyamayacaklarını anlatıp, tereddüt içinde olanları da ikna etmişlerdi. Bundan sonra Anadolu ve özellikle Ege bölgesi, bir cadı kazanı gibi kaynamaya başlamıştı. Her an, kanlı muharebeler başlayabilirdi.

Henüz, Feraye’nin düğün tarihi kararlaştırılmamıştı. Fikret Ağa, bu konuyu açmak bile istemiyordu. Söyleyenlere, “Keçi can derdinde, kasap yağ derdinde. Birader, vatan elden gidiyor, bir kahramanın arkasına takılmış, çarıksız, topsuz, tüfeksiz bir avuç kahraman, vatanı kurtarmak için çabalıyor. Siz, düğün dernek derdindesiniz. Ne oluyor? Onlar daha çok gençler, önce bir nefes alalım” diye azarlıyordu.

Murat’ın ailesi, düğünün yapılması işine daha sıcak bakıyordu. İshak Ağa, en az haftada bir, Fikret Ağa’yı yakalar yakalamaz, bu konuyu açıyordu ama aldığı cevap hep aynıydı. Böylece, bir yıl geçti. Elena, Feraye ile konuşmaya birkaç defa teşebbüs etmiş ama hep reddedilmişti. Konstantin ise; Feraye’yi yalnız yakalamaya uğraşıyor ve bir türlü başaramıyordu. Feraye, sanki kendini bekleyen tehlikeyi hissetmişti ve asla dışarıya yalnız çıkmıyor, çok sevdiği köy çeşmesine bile uğramıyordu.

Murat ise; bu durumda ne yapması gerektiğine, bir türlü karar veremiyordu. Feraye’nin bu hali gelip geçici bir şey miydi? Yoksa kendisinden nefret mi etmişti? Hemen arkasından: “Ama neden?” diye düşünüyordu. Hem hasret, hem endişe, Murat’ı çok tedirgin ve sinirli yapmıştı. Nihayet bir gün dayanamadı ve anasının karşısına geçti:

“Ana, git önce Feraye ile konuş! Eğer beni sevmiyorsa; söylesin, hemen yüzükleri atalım. Yoksa bir an evvel nikâhımız olsun. Şimdiye dek oyalamasalardı, kucağımızda bebemiz olacaktı.” dedi.

Anası kızgın bir sesle: “Haklı olmaya haklısın ama konuşman biraz saygısızca. Yaşlı anana, bebeden bahsetmek de neyin nesi oluyor?” dedi.

Murat kalkıp, anasının boynuna sarıldı: “Kusura bakma be ana, seninle de rahat konuşamazsam, derdimi kime anlatırım? Babam ve Fikret emmi ‘vatan da, vatan’ diye tutturmuşlar. Ne yani, biz evlenirsek, vatanımız için çarpışmayacak mıyız? Yoksa, vatanımızı daha mı az seveceğiz?” dedi.

Bu konuşma üzerine, Feraye ile Murat’ın düğün tarihi kararlaştırıldı. 30 Haziran 1920. Köyün genç kadınları ve kızları, gelinlik ve çeyiz için her gün kız evinde toplanıyor,  geline çeşitli kıyafetler hazırlıyorlardı. Gelinlik, saf beyaz ipek üzerine, pembe inciler ve çeşitli renkteki taşlarla işleniyordu. Başında, yine inciler ve taşlarla işli, bir Türkmen başlığı olacaktı. Başlığın ön tarafından ise; bir sıra reşat altını sarkacaktı. Bu, bugüne kadar köyde yapılan en muhteşem gelinlikti. Köylü kızlar biraz kıskansa bile, bazıları, ‘Feraye’nin civardaki tüm köylerin içinde en güzel kız olduğunu’ itiraf edecek kadar dürüsttüler. Feraye çok zayıflamıştı. Zayıflık, onu çirkinleştirmemiş tersine, hem güzel; hem de zarif görünmesini sağlamıştı.

Bir haftadır, köyde yemek veriliyordu. Köy meydanına, belki yirmi kazan kurulmuş, durmadan altları yanıyor, içleri dolup dolup boşalıyordu. Yirmiye yakın koyun kesilmişti. Edremit’ten gelen birçok aileyle birlikte, Burhaniye, Yaşyer, Fazlıca, Kalabak köylerinden de davetliler vardı. Köydeki her evden, kaşık, tabak ve bardak toplanmıştı. Son gece de, eski Edremit Kaymakamı Hamdi Köprülülü Bey’in de geleceği söyleniyordu. Köprülülü, artık Edremit Kaymakamı değildi. Bir müddet evvel, Sultan Vahdettin tarafından azledilmişti. Suçu, vatanını kurtarmaya çalışmasıydı. Şimdi, Biga’da, vatanperver Türk Komutanı Miralay Kazım Bey’in emrinde, destanlar yazıyordu. Fikret Bey ile gizli gizli haberleşiyordu. Civar köylerden yapılan yardımlar, Hamdi Köprülülü ve arkadaşlarına, Fikret Bey ve bir avuç vatansever tarafından iletiliyordu. Hamdi Bey, geçenlerde Akbaş’da Fransızlara ait cephaneyi basmış; tüm mühimmatı Anadolu’daki Mustafa Kemal’in askerlerine göndermişti. Edremit’ten son olarak gönderdikleri yiyecek yardımını götüren kişilere: “Fikret Bey’e selamımı iletin! Allah’ın izniyle, Vahdettin’in zulmünden kaçabilirsem; düğünde olacağım,” demişti.  Biraz da bu yüzden olacak, düğün yemeğinin en güzeli, en ağırı bu geceye saklanmıştı. Davullar çalıyor, çengiler oynuyordu. Köyün genç kadınları, Feraye’ye gelinliğini giydirmiş; başına başlığını takmıştı. Feraye’nin uzun kirpiklerinin gölgesi, yanaklarına kadar düşüyordu. Komşu Hayriye Kadın, ellerini açıp, bir dua okudu ve Feraye’ye doğru üfledi: “Bir rüya, bir hayal kadar güzelsin, ömrün de senin kadar güzel geçer inşallah.” dedi. İçlerinden birisi bağırdı: “Damat da, bir o kadar yakışıklı.”

Kayınvalide Ayşe Hanım, nikâhın gece yarısından sonra kıyılmasını, gelin ve damatta birçok insanın gözü olduğunu, sonra oğlunu bağlarlarsa; zürriyetten kesilebileceklerini söyledi. Ayşe Hanım oldukça cahil ve bağnaz bir kadındı. Bu sebeple, nikâhtan evvel düğün yapılmaya karar verilmişti. Nikâh, düğün bittikten sonra, yani yarı geceden sonra yapılacaktı. Nikâhın zamanı fazla kimseye duyurulmamıştı.

Sabire Kız, Feraye’ye doğru eğildi: “Biliyor musun? Elenalar köyden taşındılar. Konstantin’in üzerinde, Rum askeri kıyafeti vardı. Uzun zamandır, ortalardan kaybolup; tekrar çıkıyordu. Dün, bütün aile, at arabasına binmiş giderken; Konstantin arabacının yanında ayağa kalkıp, yüksek sesle bağırdı: “Köy halkına söyleyin, davetli değilim ama yılın düğününe ben de geleceğim.” dedi. Murat’ın ablası Zennur: “Hırlasın, Rum köpeği! Bizim Ferhat’a kızgın ya, güya bizi korkutacak. Geleceği varsa; göreceği de var.” dedi.

Feraye, bu konuşmadan hiç hoşlanmamıştı. Acaba, Konstantin ne demek istemişti. Sırf Ferhat’tan intikam mı alacaktı? Yoksa başka sebepler de mi vardı? Sebebin bir kısmı da, son zamanlarda ima etmeye çalıştığı kendisine olan ilgisi olabilir miydi?

Gelinin misafirlerin yanına çıkma zamanı gelmişti. Fikret Bey ise oturduğu yerden kapıyı gözetliyor, Hamdi Köprülülü’yü bekliyordu. Bugüne kadar söz verip de; yapmadığı hiçbir iş olmayan Kaymakam, acaba neden hâlâ gelememişti? Bir aksilik mi vardı?

Bu köy, çağının hep ilerisinde olan bir köydü. Erkek ve kadın arasındaki fark, yok denecek kadar azdı. Bahçede bütün köy kadınları, aileden erkekler ve aile kadar yakın gördükleri kişiler, bir arada oturuyorlardı. Murat, bir zeybek kıyafeti giymişti. Üç arkadaşı da, aynı kıyafetler içindeydi. Murat, gelin çıkarken, zeybek havası oynayarak onu karşılayacağını, hep bunu hayal ettiğini söylemiş ve dediğini de yapmıştı. Çünkü zeybek oyunları, kahramanlık, mertlik, cömertlik, yengi ve baş kaldırıyla işlenmiş motifleri içerirdi. Murat, bu konuda pek bilgili değildi ama zeybekler onu etkiliyordu. Bu anın, ruhuna da uygun düşüyordu…Yıllardır kavuşmayı hayal ettiği köyler güzeline, dağ sümbülüne, böyle bir müzik yakışırdı. Saz ekibi, önce gezinmeye başladı. Sonra, bugünlerde çok ünlü olan “Çubuğun asma yârim, Anadan yosma yârim, Bilsem yine huyundan, Selamın kesme yârim, Aman dayanamam,”  türküsünü çalmaya başlamışlardı.

Feraye, muhteşem gelinliğinin içinde, yanında görümcesi ve aynı zamanda sağdıcı olan Zennur Hanım ile yavaş yavaş, bahçenin ortasındaki dört zeybeğin arasına doğru yürüyordu. Zeybekler, gelini ortalarına aldılar. Türkü devam ediyordu: “Elde fincana kurban, Kolda mercana kurban. Âlem mala maliktir. Ben de bir cana kurban, Aman dayanamam.”

Diğer üç efe çekilmiş; oyunu, gelin ve damada bırakmışlardı. Adetten olmasa da, karşılıklı zeybek oynayacaklardı. Feraye, Murat’ın yüzüne hâlâ rahatça bakamıyordu. Murat sekerek, Feraye’ye bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyordu. O da, seven ama naz yapan bir kadını oynuyor gibiydi. Aslında, Feraye böyle bir hisse sahip değildi. Fazla heyecanlı ve fazla istekli de değildi. Yine de, Murat’ına kavuşmaktan mutluluk duyacaktı. Köşelerde gizli gizli buluşmaktan kurtulacaktı. Murat, Feraye’ye iyice yaklaştı;

“Dünyanın en güzel gelini olduğunu biliyor musun?” dedi ve tekrar uzaklaştı. İkinci gelişinde: “Ben de, dünyanın en mutlu damadıyım.” dedi. Feraye çok hafiften gülümsedi.

Tam o sırada, Pelit köylü Mehmet Cavit Bey ve Ali Bey, bahçe kapısından içeriye girdiler. Yüzleri son derce asıktı. Fikret Ağa ayağa kalkıp, kapıya kadar hızla yürüdü. Bu yörenin, Kuva-i Milliye kurucularından olan bu iki kahraman zat, aynı zamanda Hamdi Köprülülü’nün de yakın arkadaşıydılar. Vatanı kurtarmak uğruna, yapamayacakları fedakârlık yoktu. Fikret Bey, “Buyurun beyler, şeref bahşettiniz.” dedi.

Mehmet Cavit Bey, “Fikret Ağa, bence düğünü kesin. Edremit’te çok kötü olaylar oluyor. Buraya kadar sıçrayabilir. Tabii, konu sadece bu da değil. Başka bir durum daha var. Maalesef,  Hamdi Köprülülü Bey, Sultan Vahdettin’in sivil paşası Anzavur Ahmet ve adamları tarafından, Yenice’nin İnnova köyü yakınlarında, elleri bağlı olarak, bir arabanın arkasına bağlanmış vaziyette götürülürken, şehit edilmiş. Çanakkale ve bütün Ege, yas içinde.”

Benzer İçerikler

Gurbeti Ben Yaşadım

yakutlu

Dört Ayak Üstünde | Ekin Tümer

yakutlu

Tutku Dersleri – Madeline Hunter Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy