KİTABI AŞK-İSKENDER PALA

Mukaddime-i Aşk

Aşktır ki, Gerisi Vesairedir… 3

Aşk-ı İnsani

Sevgi Neydi?!.. 9 Göz Görünce Bir Kez Geriye Ne Kalır? 12

Aşka Methiye 15

Aşk Yolunun Sonu Melekliğe Çıkar 18 Aşk, Sarmaşık Demektir 23

Aşk Yetenek İster 29

Sevgilinin Adını Dile Düşürmek 33

Gamze mi? NeuzübillehL 36

Aşk-t Hayalî önce Ruhları Yontmah 43

Şakayık 46 Bülbül ile Âşık 49

ONSOZ

Sevilenin Mutluluğu Sevenin Gayretiyledir 52

Feleğin Gözünü Kamaştırmak 56

Aşk Bir Düşüncedir… 59

Aşkı İlahî

Mutlak Güzellik 65

Gönül Çalab’ın Tahtı 68

Daha Dün Gibiydi… 71

Gül Deyince Kalem Elden Düşüyor 74

Gözleri Yıkamalı, Başka Şekilde Görmeli 77

Aşk… Ezelde Bir Merhaba idi; Hâlâ ki Odur… 79

Kanadını Aşk Mumuna Yandıran Pervane 82

Hiktye-i Aşk

Pervanenin Kanatlarında 115 Sûz-i Dil-Ârâ 139

Aşk… Gök kubbenin altındaki en gizemli kelimelerden biri… Bilinemeyen… Belki bilindikçe daha da bilinecek renkleri, desenleri ortaya çıkan… Tanımlanamayan… Belki binlerce kez tanımı yapılmış olmasına rağmen tanımlanamayan… Aşk… Belki de bin bir başlı bir ırmak, her birinin yolculuğu ayrı, ama hepsinin ulaşmak istediği deniz bir…

Siz de farkındasmızdır, son zamanlarda aşktan çok söz edilir oldu. Dünyanın her yerinde aşk üzerine konuşmalar yapıldı ve konuşulanlar öyle ulu orta, basit ve hatta bayağı idi ki âdeta kavramın içi boşaldı, kelime ucuzladı, kısmen cinselliğe indirgendi ve magazin konuları arasına girdi. Oysa aşkın gerçekliğini yitirmesi, nihayet yine insanın ve hayatın erozyona uğraması demekti ve yazık ki insanoğlu başından beri en muhtaç olduğu, en ziyade tutunması gereken duyguyu da hoyratça zedelemekten kaçınmadı. Artık aşk kelimesini “yapmak” eylemiyle birlikte kullanabiliyor, “Yeni bir aşk arıyorum” yahut “Ben her bahar âşık olurum” gibi şarkı sözlerini mırıldanarak “Yaz aşkı”, “Arkadaşımın aşkıyla”

gibi bayağı ve ahlâksız cümlecikler kurabiliyoruz.

Kitâb-ı Aşk, bütün bu kavram kargaşası içinde aşkın katmanlarını, türlerini ve asaletini irdelemek, belki her düzeyden inşanın gönlünde hissettiği, dimağında algıladığı ama asla net biçimde tanımlayamadığı duygularına açıklık getirmek için düzenlendi. Kitâb-ı Aşk\n içindeki yazılar değişik zamanlarda ve farklı zeminlerde kaleme alınmış olmakla birlikte belli bir düzen ve bütünlük içinde bir araya getirilmiştir. Bazıları farklı kitaplarımız^ da yayınlanan bu deneme ve öyküleri okurken bütün varlığımızı ve hatta varoluşu kuşatan aşkın yüzeysel, derin ve daha derin katmanlarında küçük yolculuklar yapacaksınız. Bu yolculuklar sırasında, duygularınızın gerçekte sizi nereye doğru götürdüğü, ayağınızı bağlayan tensel arzulardan sıyrılıp platonik veya mecazî aşka doğru kanatlandığınızda kendinizi yeniden keşfetmeye başlayacağınız noktayı da bulacaksınız. Orası, belki de sizin kendinizden vazgeçeceğiniz noktadır. Çünkü canına sevgili isteyen ile sevgili için can isteyen arasında hayat yolculuğunun ta kendisi gizlidir.

İskender Pala, 2005

MUKADDİMEİ AŞK

Gül gül dedi bülbül güle gül gülmedi gitti Bülbül güle gül bülbüle yâr olmadı gitti AŞKTIR Kİ, GERİSİ VESAİREDİR…

Sevgili!..

Aşkın şiirini yazmak isterdim sana; sana aşkı şiir ile yazmak isterdim… Aşkı seninle tanımlamak ister, aşkı sende tanımak isterdim. Ay ikiye bölündüğünde yanında olmak isterdim.

Sevgili!..

Şimdi senden uzakta, aşk şudur diyebilsem eğer, son defe kendimi ve ilk defe okuyucumu kandırmış olacağım. Bildim dediğim bir aldanıştır çünki o, duydum dediğim bir yanıştır.*’Şim-di aym, şın ve leaf lan çıkardılar elifbelerden de sensizliğin mektebinde bir sabra mıhladılar bizi eliflerle Ke’lerden. Sensizlikte hasretin hüzzamlarını öğrendik kucak kucak ve aşkın nihavent saltanatını arar olduk köşe bucak. Bildiğimizi sandıkça yandık da yolunda, yolunda yandığımızı sandıkça bildik sonunda.aAş-kın gerçeği değildi bildiğimiz, ama aşkın ateşiydi yandığımız. Artık şüphedeyiz, canlan yâre ulaştıran bir sel miydi aşk, şekeri güzele sunup ağuyu kalbe bulaştıran bir el miydi!.. Sana varacak yolların çilesi miydi; tutkular ötesi tutkunun zirvesi, hasretle yanışların sesi miydi!..

Galiba varlığın çekim alanına giren en ulvî acıydı aşk; ve maddeyi manaya veren en cömert sancıydı. Ruhların çeşitli varlıklar arasında bölüştürülen süsüydü belki; belki ötelere yazgılı

yitirişlerin türküsüydü.*Kalp kalbe konan kelebek kanatlarında renk; kudümlerde düşünüp neylerde ağlayan ahenkti aşk. Şarkın bütün şiir macerasıydı, belki Yesribli sevgililer için tutulan bir Anadolu yasıydı. Yağmur yağmur belâya başını tutmaklar ve ateş

ateş denizlere kendini atmaklardı. Mansûr’u dara takan da, Halil’i oda yakan da oydu ve oydu Eyyub’u derde bırakan da. Tuz kadar mübarek, ekmekçe aziz idi; toprakleyin bereket, su gibi temiz idi.

Aşk iğnesiyle dikilince bir dikiş, kıyamete kadar sökülmez imiş. Aşk ile insan elbet güneşe benzer; ve aşksız gönül misal-i taşa benzer. Hayatı aşka bölünce hayat çoğalır; bütün hayatları toplasan geriye aşk kalır. Gelip kemiğe dayanınca dünya, hayata atılan kement olur; göz kapaklarından vurulunca kasırgalar, an-nelerce deprem, babalarca bent olur.

Aşksız bahar dallarını kuru bir ayaz boğar, aşksız rahmini yargılayan bebekler nagehan doğar. Mahrem düşüncelerle perdelenen odalarda ya ezel ya ebed olur; aşk kayıp giderse dünyadan ebed kıyamet olur; sevgisizlik gelir, dünya cehennem olur.

Aşk gelince burukluğun şiirinde hüzün dokur heceler; ve azarlanmış kalpleri ısırır tam yarısında geceler. Saban onunla sürerse toprağı koşarak, ancak o vakit yeşerir taze bir başak. Atların nallarından yıldırımlar masallara dökülür ve yollana-mayan mektuplarda nice kalpler sökülür. Kayan yıldızlar gibi büzülür elem dehlizlerine diller ve melal süzülür gibi melek kanatlarında döker yapraklarını güller. Kaderin dehşetini yakan şamdanlar özge pervanelere tesellikâr düşer, şefkatli bir ekmek kırıntısıdır kurutulmuş buselere yâr düşer.

“Sevgili!..

Kapına geldik; aşkı öğret bize; ve aşkını ver yüreklerimize,/

Bir nihânîce gamzene gamzede âşıkların adına… Hani uykuya dalınca kenti ve yalnız başına kalınca kendi… Hani yalnız gecelerde konuşmadan kalınca dilleri ve hâl üzre gönüller anlar olunca bütün dilleri… Vicdan sesinden bîzar kürek mahkûmla-rınca, hani âşıkların hasreti özlemle karınca… Hani gurbetin ucunda gönlüme gömen de seni, hani seni gurbet gurbet gönlüme gömende… Güneş ve ay nurunu aşkından alırken; güneşin ışığı aya vurur gibi âşığı aydınlatırken… Gel ey Sevgili bir huz-mecik bahşeyle asi ve âciz üftadene ve umut ver peykin olmaya teşne kem zerrene. Aşkları unutan bendene aşkını unutturma!.. Her şey sen olsun şu dünyada ve olmasın sen olmayan dünya da./

(Kırk Güzeller Çeşmesi, s. 100-102)

AŞKI İNSANÎ

Arz-ı hâl etmeğe cânâ seni tenhâ bulamam Seni tenhâ buhcak kendimi asla bulamam Selikî (16. yy)

Sevgilim! Halimi arz etmek (aşkımı açıklamak) için seni yalnız bulamıyorum; seni yalnız bulunca da kendimi asla bulamıyorum.

SEVGİ NEYDİ?!..

Sevgilerinin üstünden bakarlar ve kışlar geçenlere!

Hatırlayanımız var mı, sevgi neydi?

İlk sevgi sözcüğünü, ilk kıpırdanışını yüreğinin hatırlayanımız var mı? ilk hüznümüzün adını sevgi koyabiliyor muyuz şimdi geriye dönüp baktığımızda? Derunî coğrafyamızı kaplayan zifiri bulutların ve üzerimize örtülen maddeci felsefenin ağırlığına ne zaman başkaldırmıştı sevgilerimiz, hatırlayanınız var mı? Ne zaman sevgilerimiz paralarımızdan önce tartılırdi; ya ne zaman pazar eyledik sevgilerimizi, biliyor musunuz? En son ne zaman bir sevgiyi söyleşmiştik bir sevgiliyle?!.. Her gün bir parçamızı daha tüketen teknoloji çağında sevgiye en son ne zaman yürekten bir merhaba demiştik, hatırlayanınız var mı?

Hatırlıyor musunuz, sevgi neydi?

# Üzüm henüz yaratılmamışken insanları sarhoş eden o muydu acep?!.. O muydu canından ve cihandan geçiren sahipkıranları?. Binyıllar ve binlerce yıllar boyunca pervaneyi ateşe düşüren, bülbülü şeydalandıran o muydu? Neydi sevgi?!..

Sevgi bir bakış, bir gülüş müydü bazen; bir akış, bir koşuş muydu?. Sevgi gönül kumaşında bir nakış mıydı?!..

Hatırlayan var mı sevgi neydi? Leylâ’ların, Şirin’lerin, Aslı’la-rın nazı mıydı o; yoksa Mecnun’ların,

Ferhat’ların, Kerem’lerin niyazı mı? Hangisinde belirmişti ilk kıvılcımı sevginin? Neydi sev-gi?L

Açıkken göz bebeğimize yerleşen de, göz yumduğumuzda gönlümüze sızan da sevgi değil miydi bir vakitler? Bir dudağın kıpır-danışından yanağımıza akseden pembelikler, utanmalar sevgi değil miydi yoksa? En son ne zaman kızarmıştı yanağımız, hatırlayanınız var mı? Uykumuzu en son ne zaman terk etmiştik sevgiyi düşünmek adına? En son sevgi şiirini hangi gecede okumuştuk?

Sahi, neydi sevgi? Bir çuhayı ipek görebilmek miydi; toprağı amber niyetine koklamak mı?

Sureti sîrete, arazı cevhere, bedeni ruha köle eylemek miydi sevgi? Sevgi bir iyilik miydi, şefkatli bir cümlecik mi? Neydi sevgi, dış mıydı, yoksa iç mi; zahir miydi, yahut bâtın mi; kalıp mıydı, ya ki can mı? Var olmak mı, varlıktan geçmek mi? Dünyaya gülmeye mi gelmiştik, ağlamaya mi; ölüyor muyuz, yoksa doğuyor mu? Sevgi neydi?!..

Unuttuk, acep neydi sevgi? Bir yetimin başını okşarken dimağımıza yerleşen tat mıydı o?

Bir bebeğin süt kokulu teninde-ki su çiçeği miydi? Sabah evden çıkarken özlemeye başladığımız bir ses miydi? Hatırlayanınız var mı, sevgi neydi?

Sevgi bir sigara dumanında, bir tren düdüğünde, bir dalganın en son hışırtısında ve bir turnanın kanadında mı kalmıştı? Sevgi Medine’de, Semerkant’ta, sevgi Bağdat’ta, Endülüs’te, ta caddelerde, sokaklarda, evlerde, kapıların tokmaklarında çınlar durur muydu eskiden? Ya neden şimdi Ayasofya’da pitoresk, Di-vanyolu’nda kaldırım taşı, Ankara’da ittifak, Yeşil Kubbe’de Mevlânâ, Erciyes’te kar, Fırat’ta bir içim su olup girmiyor dünyamıza?! Neden nefesimiz daralıyor hummalı inatlarımız, kallavi benliklerimiz yüzünden? Neden gönül yuvalarımıza kuzgunlar

pikeleniyor da nesillerimiz sersefil ve derbeder?!.. Sevginin koynunda büyüttüğümüz nazeninlere nazı enîn ile mi unutturdular, semenderlerimiz ateşte niçin yanmaktalar?

Soralım ta içimize; neydi sevgi?

Sevgi neydi sahi? Bir mektubun ilk satırı mıydı, bir telefondaki ilk ses mi? İnsanı mutlu eden o ilk satır mıydı defalarca okunan, yoksa ilk satır arayışları mı tekrar be tekrarlanan?

Telefondaki bir ses insanın bir ömrünü doldursa mı sevgiydi gerçekten, yoksa yeni sesler duymaya hiç yetmeyecek ömürlerin arayışları

mı?

*Sevgi bir acıydı herhalde, bir kederdi, kâh hüzünle, kâh mutlulukla hatırlanan. Belki de sabırdı sevgi, affetmekti, gelecek günler adına. Sevgi sınanmaktı adl-i ilâhî’de ve sınavı geçmekti erce-sine. Sevgi bir tevbeydi, nasûh kisvesinde; bir dirilişti nefsi öldürerek. Sevgi bir iyi ad bırakmaktı fena yurdunda. Ömür geçer de ad kalır…/

* * *

Sevgi: İki hece.
Sevgi, sevmek kelimesinden türetilen bütün öteki kelimelerin en güzeli.

Derin uykulara dalmadan önce ilk soru: Sevgilerinizi en son ne zaman hatırlamıştınız ve sevgiyi hak edenleri en son ne zaman?!..

Bir soru daha: Sevgileriniz yalan mıydı yoksa?!.. Ve son soru: Çorak vadilere yönelmişse sevgilerimiz, çevremizi kandırmıyorsa sulara, içimizden akan Nil olsa ne?!..

GOZ GÖRÜNCE BİR KEZ GERİYE NE KALIR?

* Bütün aşk hikâyelerinin en unutulmaz ve heyecan verici sahnesi, sevenin sevgiliye ilk baktığı andır şüphesiz. Daha doğrusu, onun yüzünü ilk gördüğü vakit. Aşıktaki içsel değişimin başladığı an, gözün sevgiliye ilk takıldığı saniye dilimidir ve âşığın bütün biyografisi, bu “ilk bakışın öncesi ve sonrası”ndan ibarettir. Bir ilk bakış, kaderin kazaya dönüştüğü en kutlu demi yüklenmiştir. Kalpte ateşin yükselmesi, aklın ve sabrın ateşe düşmesi o ilk bakış ile başlar. Kılıcın kınından sıyrılması yahut okun yaydan firlamasıdır bu. Sevgilinin yüzü kınında bir kılıç yahut sadakta bir yay gibidir; bakış onu kınından ve sadağından çıkarır. Kınından çıkan her kılıç yahut yaydan fırlayan her ok gibi artık o da öldürmeye yönelir. Âşığın ruhî ve bedenî (Bâtınî ve zahirî; içsel ve dışsal) hayatında bir ihtilâlin, yeni bir dönemin başlangıcıdır bu.

Aşk, âşığın gönül toprağında filizlenecek bir sarmaşıktır. İlk bakış, bu sarmaşık tohumunun âşık gönlüne ekilmesinden ibarettir. Artık o tohumun nasıl yetkinleşeceği, gitgide nasıl gür dallar vereceği ve âşığın bedenini nasıl kaplayıp onu kurutacağı; âşık ile maşukun kaderlerine ve karşılaşacakları hadiselere bağlıdır..

g Şark’a ait bütün aşk mesnevîlerinde şairler bu ilk bakış ve ilk 12

görme ânı üzerinde çok durmuşlar ve konuyu enine boyuna incelemişlerdir. İlk bakış, ancak yüz aynasına çarparsa aşka dönüşür. Çünkü sevgilinin başka hiçbir uzvu, hiçbir güzelliği onun yüzü kadar aşka kapı aralayamamaktadır. Nitekim bu mesnevilerde âşık maşukunu ya bir resimde seyreder, ya rüyasında görür ya da birinden methini işitip sevmeye başlar. Ancak, sevginin aşka dönüştüğü an, sevenin sevgili yüzünü göz ile gördüğü andır. Çünkü bu noktada bilgi ve bilinç devreye girer. Meselâ Veys ü Ramin hikâyesinde Ramin, Veys’in yüzünü ilk gördüğü anda at üzerindedir ve kalbine bir ok saplanmış savaşçılar gibi atından yere düşer. Hüsrev, Şirin’i gölde yıkanmış, saçını tararken gördüğünde, onun yüzü saçları arasında gizli ve Hüsrev’e sırtı dönüktür. Şirin’in, kendisini seyreden şehzadeden haberi de yoktur. Fakat ansızın önemli bir şey olur ve Şirin saçlarını yana atar. İşte Hüsrev için dolunayın geceden çıkması yahut okun yaydan fırlaması bu anda gerçekleşir. Kays da ttıektebe varıp çocuklar arasına oturduğunda Leylâ sınıftadır ama ne zaman ki yüzünü görür, kılıç kınından sıyrılmış olur.

Sevgilinin yüzü mü; aşk yangınını alevlendiren ilk kıvılcımdır.

Âşığın kalbi mi, ilk bakıştan sonra suda titreyen bir mehtap. •Göz… Savaşı başlatan haberci.

Bakış… Elde olmayan kader; ilâhî kaza.

Ve aşk… Kalp ile göz arasında kutlu bir hadise./ tÇoook sonraları kalp göze diyecektir ki,

“Beni bu onulmaz derde iten sensin. Safayı sen sürdün, acıyı ben çektim. Nimet senin, zahmet benim oldu. Sen sevinirken, kaygılanan ben oldum. Bakışlarını arttırdıkça sen, dertlerimi çoğalttın benim. Zafere eren sen, hezimete uğrayan ben. Sen emirlerine itaat edilen hükümdar oldun, ben senin peşinde koşan tebaan. Sen emîr, 13

ben esir. Melik iken memlûk (kul) ettin beni.” Sonra devam eder:

— Ey göz! Sen ikisin, ben birim. İki kişinin bir ferde saldırıp onu öldürmesi zulüm değil de nedir?!.. Şimdi ağla o hâlde; ettiğin zulmün cezasını çek bakalım!..

Göz buna karşılık ayet-i kerime ile cevap verir: “Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur” (Hacc, 46).

Ebu Hureyre der ki: “Kalp bir kral ise, organlar emrine amade askerler gibidir. Kral iyi davranış içinde olursa, askerler de ona uyar. O fenalık yaparsa, emrindeki askerler de fena davranır.” Göz der: “O hâlde ey kalp, kendini de beni de helâka sürükleyen sensin. Seni perişan eden yegâne şey, Allah’ın sevgisinden, zikrinden ve emrettiklerinden uzak kalmandır. Sen başkasının sevgisini O’nun sevgisine tercih ediyorsun ve aşkın yükünü bana yüklüyorsun. Şimdi ağlayan benim, yanan sen. Ne sen beni kurutabilirsin, ne ben seni söndürebilirim. Ben su serptikçe senin alevin artacak, sendeki ateş arttıkça ben daha çok yaş akıtacağım. Yoksa ‘Hayırlı olanı şu değersiz şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?’

(Bakara, 61).”

Yedi Askı’nın şairlerinden biri şöyle soruyor: “Şaşkın vaziyetteyim; nefsimi mi azarlayayım, arzulu gözümü mü, yoksa kalbimi mi?”

AŞKA METHİYE

“Doğumsuz, ölümsüz, artmaz, eksilmez bir güzellik” diyor Eflâtun aşk için. “Artmaz”

kısmında külliyen yanılıyor üstat.”Bir çoğalmadan ibarettir çünkü aşk, bir coşmadan, kabarmadan, büyümeden ibarettir. Devamlı artmayan bir duygunun aşk olması ne mümkün?

Ahsenü’l-Kasas buyurulmuş Yusuf suresinde; aşkı anlattığı için bu sure. Mevlânâ, “Zeliha o hâle gelmişti ki,” diyor, “çö-rekotundan öd ağacına kadar her şeyin adı Yusuf tu onun için. Yusuf un adını başka adlara gizlemişti, mahremlerine bu sırrı söylemişti. Mum ateşte yumuşadı, dese; sevgili bize alıştı, yüz verdi, demiş olurdu. Bakın ay doğdu, dese; söğüt dalı yeşerdi, dese (…); başım ağrıyor, dese; başımın ağrısı geçti, iyiyim, dese, hep ayrı manaları vardı bu sözlerin. Birini övse onu överdi, birinden şikâyet etse onun ayrılığını söylemiş olurdu. Yüz binlerce şeyin adını ansa, maksadı da Yusuf tu onun, dileği de..”

Ne din ne de yasalar yasaklamıştır aşkı; yürekler Allah’a aittir çünkü. Canların birbirinde kaynayıp erimesidir, canların can özünde yitirilmesi ve aranmamasıdır aşk. Parçalara böldükçe demiri, mıknatısı güçle bütün parçaların yine birbirlerini aramalarıdır. Arama gücünü yitiren, zayıflatan, küçülten parçalar bırakır

ancak birbirini kovalamayı. Taşın içinde saklı olan ateştir aşk, bir kıvılcım çakınca kuşatır bütün evreni. Atom çekirdeği etrafında saniyede iki bin kilometrelik hızla dönen elektronların kârıdır buf’Kudretin ve ilâhî sanatın özündeki cevherden beşerî estetiğe akıp gelen ilhamdır o. Bir şehre Uşşak, bir köye Aşıklar adını vermektir. Aşk ki, şiirde “Su kasidesi,” mimarîde Selimiye, musikide Ferahfezâ’dır. Aşk, haddehanelerden dökülen ateş, nağmeye gebe sözdür. Aşk, meşktir.

Bir şeyin aşk olabilmesi için tutkulu olması, patolojik olması, anormal olması gerekir zannımca. Aşk bir bedenî hastalık olsaydı yalnızca, hastahanelerde tedavi ederlerdi onu; oysa bimar-hanelerde timara çekilir aşk son ucunda.

İştahla yemek yerken hatırlayıp sevileni, yemek boğazda düğümleniyorsa; derin uykularda görülen rüyadan sonra bir daha uyku girmiyorsa gözlere; şen bir mecliste adı anıldığında onun, inziva engin bir boyut kazanıyorsa; hamasî bir söylevin tam ortasındaki bir kelime, bir cümle ne dediğini bilmezleştiriyorsa insanı; işte odur aşk. O ki, göz kapakları kapandığında karanlıkları son bulmuyorsa, ne cür’et aşktan söz edile!?..

Aşk şiirdir, “şiir gibi”ye çıkar yolu. Mahlas seçerken “Aşkî (aşkla ilgili, âşık)” sıfatını tercih edenler bilir aşkı. Hak âşığı diye eline bağlamayı alıp yürek yaralarını çığıranlar bilir.

t Sevgi üzerine kullanılabilecek bütün mecazları üstüne alınmadır aşk. Aşk acıdır, hasrettir. Hicran ve hayrettir, firkat ve gurbettir. Gözyaşı ve ahtır; tazarru ve münacattır.

Aşk ölümdür, can vermedir, kurban olmadır.

^Yalnızca bir türlü aşk vardır ama görüntüleri binlerce türlüdür,” der bir bilge. Üç çeşidini söyleyelim biz:

Aşk beşerîdir; şakayla başlar, sorumluluk getirir. Gözden girer, gönülde yaşar. Surete meyledenler ziyandadır.

Aşk platoniktir; sohbetle başlar, zahmet getirir. Zihinden girer, gönülde yaşar. Sîretini süslemeyenler yol şaşırır.

Aşk ilâhîdir; imanla başlar, vahdete götürür. Gönülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar, başını verir./

Gönül ki, Allah’ın evidir, aşkın her çeşidine itibar eder. Bütün milimetrekarelerinde aynı sevgili olmayan bir gönül aşkı bilir mi acep?!.. Bir kuaı yakınlaşmayı, ilgiyi, arzuyu aşk sanarak yaşanılan ömür adına vaveyla ve vâ esefâ!… Bir Cemal’e kul, bir Ahmet’e köle, bir Leylâ’ya deli ve bir ışığa pervane olmayanın aşkı mı vardır, ya aklı mı vardır ki!..

Âlem bir aşk için yaratılmış ve “Aşk imiş her ne var âlemde!..”

AŞK YOLUNUN SONU MELEKLİĞE ÇIKAR

#Eski âşıkların sözcüleri konumunda olan ve kendileri de birer âşık olmak bakımından övünen şairler derler ki:

“Keşke yaşamış bütün âşıkların karşılaştıkları zorluklan tek başıma ben göğüsleseydim…

Böylece bütün aşkların lezzetini (azabını) ben tatsaydım da, önce de sonra da onu benden gayrisi yaşamasaydı.”

Bu anlayış, divan şiirinde her şeyin en ideal, en mükemmel biçimde kurgulanmasından kaynaklanan bir bakış açısını yansıtır. Çünkü divan şairine göre kara en kara, beyaz en beyazdır. Sevgili, güzellerin en güzeli; rakip, kötülerin en kötüsüdür. Boy servi, yanak gül, diş inci vb. her şey kendi cinsinden en mükemmel olanla ölçülür. Bu ölçülerin ortası asla kabul edilemez, noksanlık, eksiklik sayılır. Bu durumda bir âşığın aşkı da elbette hem acı hem de lezzet bakımından en mükemmel olanı içerir. Azap kelimesi her iki anlamı da karşıladığı için âşık daimî bir aşk azabı içindedir. O aşk ki, sevgiliden iyilik gördüğünde artmayacak kadar doygun, kötülük gördüğünde de eksilmeyecek kadar sağlamdır. Âşık, belki bir gün sevilmek umuduyla hiç durmadan severek azabını çeker. Hatta çok zaman sevilme ihtimalini düşünmeden sever. Bu tavır onu melekiyet konumuna yük-selten bir seyir takip eder. Çünkü sevilmek umuduyla sevmek beşeriyet, ama sevmeyi bir görev bilerek sevmek melekiyet demektir. Eğer bu azabın bitmesi için sevgili ona karşılık verecek olsa, vuslatın zevkine dayanamayarak can verir. Fuzûlî’nin, Vermeden canın sana bulmaz hayât-ı câvidân Zinde-i câvîd ana derler ki kurbândır sana Ey sevgili!) Senin uğrunda canını vermeyen ebedî hayatı bulamaz. Sonsuza dek diri olarak anılan kişi, ancak sana kurban olan âşıknr.

dizelerinde varmak istediği nokta işte burasıdır./

Ayrılık mı, Vuslat mı?

^Vuslat denilen şey, sonunda ayrılık ihtimali olduğu için, gerçek âşığın pek de istediği bir şey sayılamaz. Çünkü bir âşık, vuslatı isteyeceğine ayrılığın devamlı artan acısını isteyerek aşk mesleğinde bir gömlek daha yükselmek, sevgilinin yolunda kendini olgunlaştırmak ister. Aşkta vuslat istemek acemilik, kendini bilmezlik ve hamlık göstergesidir. Çünkü vuslata giden yolun uzunluğu veya kısalığıdır ki aşkın ömrünü belirler. Sevdiğimiz insandan bizi sevmesini beklemek yahut yalnız bizi sevenleri sevmek, nihayet kuru bir alışveriş, hatta belki kaba bir değiş tokuştur. Burada önemli olan, aşkın içini ne ile doldurmak gerektiğinin belirlenmesi, böylece aşkı kabalıktan kurtarıp zarafete, sırça saraylardan bir numune olan gönle konulacak inceliğe bü-ründürmektir. Bu da aşkı bir üst boyutta, belki beşeriyet boyutunun fevkinde yaşamakla mümkündür.

Ünlü dil, edebiyat ve şiir bilgini Asmaî (ö.831) Basra çarşısında rasdadtğı köylü bir kadına sorar:

Benzer İçerikler

martı Jonathan Livingston

gul

Gurur ve Önyargı -Jane Austen

yakutlu

Gen Bencildir -Richard Dawkins

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy