KADIN TUZAKTIR- A. VAHAP KAYA


İlham yiter ve solar gül;
kalp su alan bir sandaldır işte.. ne kadar görkemli de olsa
bir yanardağ olur ten; hüzne ve aşka mütercim..
beni yollara düşmekten alıkoyacak nedir;
bana bir yanardağa dönüşen arzuyu tercüme edecek kim?
Kenan Çağan
“Defineyi yeryüzünde değil, gönlünde ara!” Vedalaştığımızda son nasihatı bu oldu. O gün, yedi yılın ardından doğduğum şehre geri dönmeye karar verdiğim gündü. Arzularıma karşı koymanın, gücünü zayıflatmış olmanın inancıyla, o gün yeni bir yaşamın başlangıcı olacaktı.

Kalbimdeki yaranın tamamen iyileşmesi için zamana ihtiyacım olduğu söylense de, geri dönme kararımdan vazgeçmedim. Yedi yıllık kaçışın son dört yılını, yüzüme açılan kapının basamağına adımımı attığım günden bu yana geçen sürede öğrendiklerimi yeterli gördüm. Bu sayede sıkıntılarıma yol açan kadını, dil ve düşünce dünyamdan çıkarabileceğimin yargısıyla ruhumu şifayla buluşturan insandan ayrıldım.

Uzun ve huzurlu bir hayatın, sanıldığı gibi sırlarla örülü olmadığını söyleyen büyükbabamla kadim dostlukları vardı. O dostluğun hürmetine yanında kaldığım süre içinde, açığa vurulan gerçeklerle yüzleşme imkânını O’nun kılavuzluğu sayesinde edindim. Yaşananların görünmeyen yüzünü algılayan bir tarafı vardı. Kalbimin maruz kaldığı darbelerden arınması için inancımı tazelemenin ilk adımım olacağını söyledi. Sınamalarına kırılganlık göstermeden, yönlendirmelerine uyma çabası içine girdim. Mevcut kuşatılmışlığı parçalamanın önemi üzerinde dururken, yeniden bütünleşmeyle, bir nevi temizlenme yoluna girmemin önünü açtı.

Onu tanıdığım ana kadar, eylem ve hislerimin ne tür sonuçları olabileceğini bilmiyor, yanılgı ve yetersizliklerimi ölçüye vuramıyordum. Sözcüklerindeki tecrübe ve bilgelik sayesinde ümitsizliği bir yana bırakıp, ihtirasların yarattığı yıkıntıyı görebildim. Yaşanmış olanı kabullendim ve yeni bir sığınak için çabalamanın gerektiğinin bilincine ulaştım.

Davranış ve zihin değişimine muhtaç biri olduğumu anlamam için görevini fazlasıyla yerine getirmişti. “Her günün hâli ayrı, her günün fikri farklı olmalı” öğretisiyle yaşamanın yolunu benimsetmişti.

İsteklerimi terk etmek ve bir daha el uzatmamak kararlılığıyla hatalarımı itiraf edebildim. Kötü huylarımı iyi olana çevirme düşüncesini hep canlı tuttum. Tüm bu tutum ve davranışlarım sıradan bir dönüşün değil, kalbimin özünden gelen bir dönüşün habercisi olacaktı. Aymazlık içindeki zamandan uzaklaşma sayesinde kendimi daha iyi gözlemleyebilecek, inceleyebilecek ve kararımı gerçek anlamda pratik hayatıma uyarlayabilecektim.

Kalbin tuzaklarından, aldatılmışlıklarından ve kalabalıklardan uzak yaşama isteğiydi benimkisi. Yedi yıllık sürede anladım ki kurtuluş, yol göstericinin çabasından çok, irade ve hissi alanların sınırlarını belirleyebilmekten geçiyordu. Acılardan uzaklaşma istek ve arzusu denilen şey, kaçmakla kurtuluşa ermek anlamına gelmiyordu. Bilgeliğin yararı, bilgeliğin huzurunda baş eğmek değil, gerçeğe yönelip nedenlerle yüzleşmekti.

“İnsanın değeri neyle ölçülür bilir misin? Aradığı şeyle. İnsan neyi ararsa ona layıktır,” diyordu. Sesini bir yol gösterici olarak yanı başımda hissederken, nasihat yüklü birçok sözü gibi bu sözünü de asla unutmayacaktım.

Yola koyulduğum gün, bilgeliğin kapısına doğru saygıyla dönüp bakarken, aşkın yollara düşüren tutkusunun geride kaldığını onaylayan biri olup olamayacağımın hesabını yapmaktan da geri durmadım. Biliyordum ki; düşünce alanıma hükmettiği gibi, yaşamın her anında varlığından işaret görmekten kurtulamadığım kadından kaçış çabalarım sürekli boşa çıkmıştı. Varlığım, varlığı karşısında bir gölge olmaktan öteye geçememişti.

Bir kadın, bir erkeğin hayatına tanrısal varlık hükmüyle girebilecek kadar güçlü olabilir miydi? Mermere kazınacak kadar asi bir aşka sahip olma sersemliğinin ardından, bu sorunun cevabını bulma güçlüğü kayboluyordu.

Birçok aşk hikâyesinde olduğu gibi ilk dönemlerde sıradan, alışılagelmiş eylem ve hislerim vardı. Söylendiği gibi, şakayla başlamış ciddiyetle son bulmuştu adeta. Zamanla, “bir hayatın huzuru için ikinci bir hayatın var edildiği” sözünün doğruluğunu kanıtlayan serüvenin içine düşmüş, katlanılmaz dediğim günler baş gösterince de çareyi kaçmakta bulmuştum.

Hüzün ve yakarışların barınağı haline gelen bir insandım artık. Etki alanı güçlendikçe, ideallerim, gelecek zaman düşlerim yok olmaya başlamıştı. Zihnim, korkaklıklar ve çılgınlıklar arasında dolaşırken, hayatın sonlanmasını isteyen düşmanlarına tüm kapıları açmış, onları kendi hükümdarıymış gibi törenlerle ve gönül rızasıyla karşılamıştı. Bu karşılamanın intihar eylemiyle sonuçlanmak dışında seçeneği yoktu. Nihayetinde, karla kaplı bir dağ başında intiharı gerçekleştirmeye giriştiysem de korkularıma yenik düşmüş, eylemi sonuçlandıramamıştım.

Gözlerime inen örtünün kalıcı olma ihtimali her geçen gün artıyordu. Kesif bir zulüm ile karşı karşıyaydım. Karanlığın kalıcı hükmü yüzünden hayalleri kavrayabilme yetisi kaybolmuştu. Sebepler belliydi, ancak savaşın düğümünü çözmek neredeyse imkânsızlaşmıştı. Tüm o çıkmazları bitirme edasıyla eve geri dönme cesaretini bulmam sayesinde kendimi neredeyse kahraman ilan edecektim.

Kahramanlığımın, açılmaya başlayan bilincimden kaynaklandığına şüphem yoktu. Arzuları kontrol altında bulundurmak ve saldırılarını uzaklaştırmak için hazırdım. Amacıma ulaşmayı temin edecek şeyin ne olduğunu biliyordum ve onu bulacağıma inanıyordum.

Doğduğum şehre gün ortasında vardım. Mevsim sonbahardı. Bilinenin dışında bir şehir algılaması içindeydim. Bu şehre gelişlerini sürgünlük olarak görenlerin aksine, benim için yeni bir yaşamın mekânı olmasını umut ettim. Geçmişinde birçok hükümdarın egemenlik kurduğu şehir, gölgesinde bitiveren modernliğe karşı kökleri üzerinde var olma savaşına devam ediyordu. Bir yanda dağın zirvesine doğru yüzyılları geride bırakan taş evlerin kurulduğu alan, öte yanda dağın eteğine tutunmaya çalışıp, ovaya yayılan çok katlı beton binalar. Taşın cezbeden estetiğini örtme çabasındaki bu binaların dağın bakışları altındaki ezikliğini düşününce; geçmişin gelecek karşısındaki duruşunu asil bir direnişe benzetmekten kendimi alamadım. Mevcut haliyle şehir, her şeye rağmen dirençli ve bir o kadar da gizemliydi. Böyle bir şehirde soluklananların, sağlığına kavuşacağına dair inanç doğdu içimde. Bu öyle bir şehirdi ki; tapınakları, acı yüklü ruhlara özgürlüğün yolunu açmıştı.

İnançların sabırla nakşedildiği taş evlerin, tapınakların dışında, dağın zirvesinde bir gözcü gibi duran kaleyi seyrettim aşağıdan. Sere serpe uzanmış ovanın yanı başında göğe yükselmiş her kale gibi, övülmeyi hak ediyordu.

Bir kaç yüz metre ötesindeki dağda kurulu bir diğer kale ise, tüm ihtişamıyla ayakta duran kaleye ve eteklerinde kurulu şehre, terk edilmiş, parçalanmış surlarıyla hüzünle bakıyordu. İki kale arasında uzanan toprak yolun bağ oluşturma görevi çoktan bitmiş ve kale yalnızlığıyla baş başa kalmıştı. Arkasında uzanan dağların koruyuculuk görevi de sona ermiş gibiydi. Şehirden ulaşan seslere aldırmadan, eski ve yeni yapıların ortasında varlığını sürdüren mezarlığın sessizliğine kapılmıştı adeta. Dağın orta yerindeki ön cephe surlarından geriye pek bir şey kalmamış, yaralı bir beden halini almıştı. Eskimiş, bitkin bir aşk gibiydi.

Başında dolaşan mavi bulutların gölgesinde zamana meydan okuyan kale ise korunaklıydı. Ulaşılması, geçmişte olduğu gibi bugün de beceri ve güç gerektirmekteydi. Şehre girmek ve ardından kaleye çıkmak için önce yalnızlığını sürdüren kalenin bakışlarını diktiği mezarlığa varılırdı. Farklı yollar olsa da, asıl geçilmesi gereken yol, şehri adeta ikiye bölerek, geçmiş ve gelecek arasına sıkışmış mezarlıktan geçen yoldu.

Kale ile eş zamana sahip mezarlığın, kaleyi ele geçirmek isteyenlerin geride bıraktıkları ölüleri de barındırdığından söz edilirdi. Karşılıklı iki kalenin arasından geçmek izne bağlanmış, izin alınmadan geçmeye çalışanlar bozguna uğramışlardı. Bu geçiş noktasına sahip olmak savaşçı hükümdarların rüyasını süslemiş ancak kolay kolay zapt edilemeyen bu kaleyi ele geçirmenin bedeli hep ağır olmuştu.

“Hükümranlığım, surların değil düşmanımın zayıflığını keşfettiğim gün başladı.” Kaleyi işgal eden ilk hükümdar, adımını attığı kalenin giriş kapısına bu sözü kazıtmıştı. Bunun hikâyesini ve hükümdarın kaleye nasıl girdiğini anlatacağım ama önce kalenin etrafında kümelenmiş şehre girişimi anlatmalıyım.

Şehrin eski yerleşim yerinde, çocukluğum ve gençliğimin ilk yıllarının geçtiği eve yürümeden önce mezarlığın önünde durdum. Şehir için eski ve yeni ayrımı yapılırken, mezarlık böyle bir ayrıma tabi tutulmuyordu. Yüzyıllardır yaşamı sona eren binlerce insana yurtluk eden bu alanda ölü gömme törenleri devam ediyordu. Bir yandan doğadaki değişimden payına düşeni almış, öte yandan ovaya doğru yeni mermer taşlarıyla mezarları çoğalmıştı.

Atalarımın mezarları önündeki duruşumu, sessizlik ve saygı içinde değiştirerek mezarlığın içine doğru yürüdüm. Çoğalan mezarlarda kimlerin yattığına dair bilgi sahibi değildim. Etrafı, içimde uyanan bilgisizlikle seyrettim. Beraber büyüdüğüm arkadaşlarım ya da akrabalarımdan birilerinin yeni mezar taşları altında olabileceğini düşünmek ürküttü beni. Ölümün acı doğuran, acı büyüten yanıyla göz göze geldim. Ne kaç yıl yaşandığını, ne sevgi ve nefreti, ne de hiçbir şeyin hep aynı kalması için duyulan arzuyu dikkate almayan ölüm gerçeğini o an bir kez daha kavradım. O, her zaman yanı başımızda, dilediği an dilediğini alıp götürmüştü ve götürmeye devam edecekti.

Hayatı son bulanların dünyada iken gurur ve sevinçleri nasıldı, nereye ulaşmıştı? Ölümden aymazlıkları ne derecedeydi? Azıklarını elde etmeden, ölüm ansızın onları alıp götürmüştü. Şimdi mezarda güzel ve parlak yüzleri nasıl olmuştur? Uzuvları birbirinden nasıl ayrılmıştır? Kurtlar onların etini, derisini, gözünü, dilini ne yapmışlardı? Varisleri onların malını mülkünü bölüşüp güzel güzel harcıyorlardır. Karılar ve kocalar, başka erkek ve kadınlarla eğlenip onları unutmuşlardır. Bir gün benim de ellerimin, ayaklarımın, gözlerimin birbirinden ayrılacağını, kurtların, haşerelerin yiyeceği olacağını düşünüp mezardaki şeklimi hayal ettim.

Dönüşümden habersiz toprakla örtülü bedenler kimlere ait olabilirdi? Mermere yazılan isimleri okuyup bu merakımı giderebilmem pek mümkün değildi. “Huzur içinde yatın ey süsten, servetten azade bedenler,” diye mırıldanırken, her doğumun bir amaç ve nedeninin olması gibi, her ölümün de bir nedeni olmalı düşüncesiyle, yukarıda duran şehrin sokaklarına doğru bir kaç adım attım elimde tuttuğum çantamla. Sonra başımı yukarı çevirip, şairlerin ruhundan sessizlikle akan kelimeler gibi, usta parmakların inanç yüklediği taş evlere baktım.

Kadın ve şehir arasındaki benzerliğin bakışıydı bakışlarım. Kadın ve şehir; birbirlerine ne çok benzerlerdi. İkisinden de ne kadar kaçılırsa kaçılsın bir şekilde kaçanı kendisine çeken, yok olmayan sırları vardır. Ayrılmak çare olmaz. Kopup gitmek, terk etmek, geride bırakmak, onlarda yaşanan sevinçleri, hüzünleri unutma sonsuzluğuna asla sürüklemez. Gün gelir hafızanın derinliklerinden önümüze serilir. Acılar da sevinçler de zamanla içli bir anıya dönüşür.

Şehre baktıkça hiçbir hükümdarın severek inşa ettiği bir şehri yok edemeyeceğini, harabeye çevirmeyeceğini, karartmayacağını, yıkmayacağını; aksine hayatı ilerledikçe her gün biraz daha duygusallaşarak güzelleştirip yeniden şekillendireceğini düşündüm. Sevgisinin, nefretinin gerisine düştüğü anlarda bile; yakmak, yıkmak arzusu sadece kendisinin olması isteğindendir. Başkasına yar olmasın, başkası onda nefes almasın diyedir. Kadına duyulan sevginin adı da bu muydu?

Tanrı sevgisinin de böyle olduğunu düşünüyordum. Sanatını nakşederek inşa ettiğini neden yok etsin?

Zihin, cezalandırılmanın ve ödüllendirilmenin kaynağını keşfetmede sıklıkla yanılgıya düşer. Sınırlı algılayışımızdan özgür kalabildiğimiz ölçüde soruların hakikate ulaşan cevaplarını bulabiliriz. Tanrı, sanatına hayranlık besleyen insana en güzel sanatın kendisi olduğunu bildirirken; hükümdarlar, inşa

ettikleri şehirlere ruh katmaya devam ederken, ayrılmaz bağın ne olduğunu gösteriyorlardı. Sanatı ve şehri oluşturan gücün hikâyesi yayıldıkça ne sadece sanat ne de şehirle sınırlı kalacaktı.

Zaman ve mekânla sınırlandırılamayan bir hikâyeye sahip olunabileceği gibi, sıradan bir hikâyeye sahip olmak da mümkündür. Sanırım ben hikâyemi kendi zamanımın dışında görmek gibi bir yanılgıya da düşmüştüm. Aşk bayrağı elden ele dolaşırken, kimin eline ne zaman geçeceğinin bilinmezliğine kapıldığım bir dönemde, o bayrağı avuçlarımda görmem tüm yaşamımı değiştirmişti. Aşkların büyüklüğünün çektirdiği acıyla doğru orantılı olduğunu kanıtlarcasına alışılagelmiş davranış kalıplarının dışında bir yol edinmiştim.

Pişmanlığa sürüklenmeden, çaresizliği yok etme çabası içinde geri dönüyordum. Hayatını sürdürebilenlerde onları hayata bağlayan bir yan bulmak mümkünken, beni bağlayan yanı ilginçtir bir türlü ifade edemiyordum. Sürdürülebilir amaçlara, dostluğa kaynaklık eden gücün ne olduğu sorusuna cevap bulabilmiş değildim. İnkâr edilemeyen tek gerçek; her duygu ve eylemin, var olduğu an ile sınırlandırılmasıydı

Dönüşümü gözyaşlarıyla karşılayan annem ve seksen yılı geride bırakan büyükbabamla kucaklaştım. Bir kaç gün evin dışına çıkmadım. Şehirde neler olup bittiğinin merakını taşımıyordum. Önüme konulan yemeği yemek ve evin taş avlusunda oturmaktan öte pek bir eylemde bulunmadım.

Yaşadıklarım sonrasında birilerine karşı sorumluluk duymuyordum. Eylemlerimin sonucuna katlanma, yükümlü olma söylemime olan bağlılıkla, bir başkasının yaşadıklarıma dair gerçekçi hisler taşıyabileceğine olan inancı yok sayıyordum.

Çırılçıplak, basit bir ifadeyle hiçbir şeyi olmayan biriydim. Yaşadıklarımı hesaba katmasam neredeyse ağlayan bir bebek gibi görecektim kendimi. Ama bunun bir yanılgı, bir zan olma gerçeği karşısında masum sayılmazdım. Öğrendiklerimi hesaba katmalıydım. Tanıdığım her insandan, gördüğüm her nesneden, dolaştığım her şehirden bir şeyler öğrendim. O halde bir bebek ile aramdaki tek benzerlik ağlayışımız oluyordu. Davranışımın, geçmişime dönme istek ve arzusu taşıdığını söyleyen saçmalıklarla da açıklanmasını istemezdim doğrusu. Ruhun saplandığı hastalıklardan kurtulmasının gerçekçi yolu bu değildi. Pişmanlıklar denizinde boğulmadan yeni bir hayata başlamaktı eylemimin adı. Yaşadıklarımı unutacak, etrafımda değişime uğrayan her bir varlık her bir nesne ile yaşamayı öğrenecektim.

Tecrübelerimle ulaştığım sonuçların iyi mi, kötü mü olduğunu umursamayacaktım. Yedi yıl önce yola çıktığımda tanıdığım birilerinin bulunmadığı bir yeri hayal ederdim. Caddelerinde, sokaklarında yürürken tanıdık birileriyle karşılaşacağıma dair en ufak bir düşüncenin olmayacağı bir yerdi bu. Birilerinin aniden önüme dikilip, çekilmez ruh halimi konuşacağımıza dair bir his oluşmasın isterdim.

Çekilen acılar sonrasında arzuyla kendimi kimsenin nüfuz edemeyeceği bir dünyaya sunuyordum. Hiç kimseyle bölüşülmeyen bir dünyaydı. Yaşadıklarımdan kaçma isteğinin altındaki nedendi bu. Mutlu olmak için arayıp, aramanın mutlu olmak anlamına gelmediğinin farkına varmadan.

İçinde yer aldığım zaman diliminin sunduğu çok sayıda seçeneğe gözlerimi kapamıştım. Bir duygunun doyumu için bir tek yol olduğuna dair inanç geliştirmek doğru seçim olmayabiliyormuş. Yedi yılın ardından geri dönmenin zaafım olup olmadığını sorgulamadan rahat nefes alıp verebiliyordum. Fırtına dinmiş gibiydi.

Günlerimin büyük bölümünü yere serili minderde uzanarak geçirdim. Kısa aralıklarla avluya çıktım. Coşkunluk ve hünerle sanata dönüşen taşa, farklı inançlarıyla şiirlere konu olan şehrin diğer evleri gibi yaşamımın başladığı evin özenle kesilmiş taşlarla örülü duvarlarına dokundum. Dik yokuşlu daracık sokaklarında oynayan çocuk sesleri yıllar önce oynadığım oyunların canlanmasına yol açtı.

Zaman zaman kime, neden, nasıl gidebileceğimi kendime soruyor olsam da bu soruları yeterince önemsemedim. Şehirde kimlerin yaşadığını öğrenme ihtiyacı duymuyordum. Hangi sesin merhametli olacağını ve hangi sözcüğün çalacağım kapıları açacağını dikkate almıyordum.

Tekdüze geçen haftanın ardından her zamanki alışkanlığımla sabah erken uyandım. Annemin kahvaltı davetine karşılık verip, büyükbabamın kurulduğu sofrada yerimi aldım. Kahvaltı sonrası, savsakladığım günlerin ardından birkaç sayfa kitap okuma isteğiyle, büyükbabamın titizlikle biriktirdiği kitaplarının bulunduğu odaya geçtim. Rafların birinde nelerin yazılı olduğunu hatırlayamadığım defterler duruyordu. Ders notları, günlükler, okunmuş kitaplardan yapılan alıntılar, karalamalar, kara kalemle çizilmiş resimler… unutulmaya yüz yutan çok şeyin varlığını o an daha iyi kavradım. Hafızamın geri çağırabileceği sözcüklerimden, kahramanlarımdan kurtulmanın yolunu sayfaları aralamadan ateşe vermekte buldum. Gözden geçirme merakımı dizginleyip raftan indirerek gelişigüzel istifledim ve boş bulduğum karton bir kutuya yerleştirdim hepsini.

Orta rafta duran bir kaç açılmayan zarfı önlü arkalı yokladım. Farklı tarihlerde adıma gönderilmiş mektuplardı. Aradan geçen zaman yüzünden olacak bilgilendirilmem önemsenmemişti. Resmi kurumlardan geldiği zarfından anlaşılan ikisi dışında, göndericinin kim olduğuna dair işaretin olmadığı bir başka zarf vardı. Henüz açmadığım zarfın önünü arkasını bir kez daha yokladım. Nereden gönderildiğini ancak üzerindeki damga sayesinde anlayabildim. Kaçmayı hüner bildiğim şehirden başka bir yer değildi. Zarfları da açmadan kutuya attım. Kucakladığım kutuyla avluya çıktım. Uygun bir köşe bulup kutuyu yere bıraktım. Kutudan elime geçen bir kaç teksir kâğıdını elimde tutuğum çakmakla yakarken iç çektiğimi hatırlıyorum. Nedeni, geçmişi hatırlamak mı yoksa ondan kurtulmak mıydı? Sanırım her ikisinin de etkisi vardı. Her iki durumda da kabul edelim ya da etmeyelim içinde bir keder barındırır. Bu haldeki insanın akciğer toplardamarlar kapakçığının daraldığını söylerler. O zaman akciğerlerde kalan pek az kan birden bire büyük toplardamar yolu ile kalbin sol tarafına atılır. Oradan diyaframın ve göğsün bütün kaslarını hareket ettirir. Hava birden bire ağız yolu ile ciğerlere itilir ve kanın bıraktığı yeri doldurur.

Kuytu yerde yanmaya başlayan kâğıtlar sönmeden elime geçen ince bir defteri alevlerin üzerine tuttum. Havalanan sayfalar hızla tutuşmaya başladı. Ateşin dansı sürerken kutunun içinde sıra bekleyen diğer kâğıt ve defterlerin arasına dikine sıkışmış mektupları çıkardım. Bir kez daha yokladım.

Mektuplar söz konusu olunca, yitirilmiş zamanların olmadığına inanlardandım. Sözcüklerin kabul edilebilirlik süresi konusunda sınırlama koymak çoğu kez anlamlı değildir. Telaş ve aceleciliği barındırmayan mektuplarda yazılanları, hislerin dışavurumu ya da izahı olarak görmek gerek. Mektup, aynı zamanda haberdar olmanın aracıdır. Haberdar olmak boğuştuğumuz soruların cevap bulması demektir.

Diz büktüğüm ateşin önünde uyanan bu düşüncelerle mektupları yakma kararımdan vazgeçip bir kenara koydum. Geri kalanları birer birer ateşe attım. Elimde boş bir kutu ve ikisi resmi üç zarfla içeri geçtim. Resmi zarflar, mektuplar hakkındaki düşüncelerimi çürütmüş, ilk iş olarak yakılmayı hak etmişlerdi.

Solgun mavi damgalı zarfı usulca açtım. Dörde katlanmış iki sayfa kâğıdı okumadan yokladığımda, arka sayfada gözüme ilişen ismin ruhumda bıraktığı etkiyle nefesimin düzensizleştiğini o an fark ettim. Bu kez kesinlikle bir iç çekme değildi. Aynı anda binlerce sözcüğün beynimde patladığı anı yaşıyordum. İtiraf etmek gerekirse; elimde tuttuğum mektubun anlamını bunca zaman sonra nasıl ifade edeceğimi bilemedim. Gerçek olan şu ki; hikâyemin merkezindeki insan bir kez daha yerini alıyordu. Kâğıdın sağ üst köşesindeki tarihten hesaplayabildiğim kadarıyla, mektubun tam olarak bir yıl, dört ay öncesine ait

olduğuydu. Soğukkanlı ve kendimi kaybetmemenin gerekliliğine inanarak okumaya başladım.

Sevgili Yusuf;

Uzun zamandır göremediğim dostlarımın ziyareti ile anlık huzur içindeyim. Olabilecek en son yere gideceğimi kabul etmekten başka bir seçeneğim kalmadığına olan inancım her geçen gün artıyor. İnsan için bu durum ne çabuk, ne kolay bir vazgeçiştir anlıyorum.

Geçmişi düşündükçe; gidişinle canımın yanmadığını biliyorsun. Çünkü canı yananın sen olduğunu biliyorum. Ama içim sıkılmadı demiyorum. Yan yana duran iki varlıkken, seni bir başına bırakmamdan duygu yoksunu olduğum sonucunu da çıkarmamalısın.

Varlığımızı öykünmeden, sakınmadan birbirimize sunduk. Gizli bir beğenme ve beğenilme kaygısı taşısak bile kendimiz olduk en fazla. Bir araya geldiğimizde dökülüyorduk. Beynimizin kuytularında kalmış ne varsa kendiliğinden dile geliyordu. Bu kendiliğinden dile gelmelerin, dökülüp saçılmaların daha çok bana özgü olduğunu da biliyorum. Sen hep dikkatliydin. Neyi söyleyip neyi söylememen gerektiğini çok kısa anlar içinde değerlendirir, karar verir öyle söylerdin. Benim öyle sakınmasız kendimi serivermelerimin ayrımında olmadan kendini hesaplamadığın kadar ortada buluyor, bundan ürküyor, geri çekiliyordun. Çözülme korkun bana duyduğun çekime yenik düşüyor, kendini yine anlatırken buluyordun.

İşte itiraf ediyorum sana; neredeyse tanıdığım günden başlayarak bitirmem gerektiğini düşündüğüm tek ilişkiydi aramızdaki. Sürmesini, hatta başlamasını bile anlayamadığım bir ilişki olmuştu benim için. Olan oldu ve dünyanın iki uzak kutbuna dönüştüğümüze inandım.

Düşlerini kontrol etmeye çalışan bir adamla birlikte olduğumu hiç unutmadım. Kendini bir eski çağ hikâyesinin içinde kaybolmuş gibi duyumsadığını söylemiştin bir keresinde. İlk kez bir zamana ait görmüştün kendini. Nasıl da sevinmiştim, başarmıştım sonunda. Seni bir hikâyenin kahramanı haline getirmiştim.

Bir düşün Yusuf. Kime nasip olmuş bu devirde eski zaman sevdası. Öyle heyecan vericiydi ki; yaşadıkların günlük yaşamın karmaşasına karışıp gitsin, bayağılaşsın istemiyordun. Böylelikle hiç hayata karışamadık biz. Hep bir düşün içine yerleştik. Yaşamın sana kaldı. Düşlerinle bütünleşmiş olduğumu anlamam için çok zaman geçmesi gerekiyormuş. Bu yüzden istediğim zaman var olan masal kahramanımı özlemeyeceğim dersem yalan söylemiş olurum.

Hayattan kopuk, sadece duygularıyla yaşayan, taşkın ama bu yüzden içine işleyen kadının senin için tehlikeli olduğunu biliyordun. Bunun karşısında sana zarar verecek hiçbir şey yapamayacağımdan da emindin. Tehlike bu değildi. Kendini benden alamayabilirdin. O güne değin bin bir emekle var ettiğin dengelerini alt üst edebilirdim. Gerçeğin içine o kadar dâhil edilmiştim ki, benim için hayattaki akışın değiştirilmemesi için bir neden göremiyordun. Senin kaybedecek çok şeyin var demiştim; ikiletmedin, anlamını sormadın, haklısın dedin kısacık.

Yüzümdeki acımasız gülümsemenin rengi değişti Yusuf. Yokluk hissi başka ne yaratabilir? Terk eden de terk edilen de kendi dışında nedenler arar. Ama bilmelisin ki hiç bir eylem nedensiz değildir. Sadece kimi için kolay, kimi için imkânsız olan vardır. Kabulüm o ki; ben kolay yapanlar sınıfındandım. Bunu başaran, insanın yaşama bakış açısıdır diyen sendin ve sana hak vermiştim. Bir ilişkiyi bitirmenin zorluk derecesinin cinsiyetle ilgili olma şansı yoktur, olamaz. Bugünü yaşama arzusu ile duygusal değerler alanını birleştirmek mümkün değildir. Bu yüzden ben zahmetsiz, acısız ve hüzün barındırmayan bir alanda kaldım. Sanırım hisleri çok da dikkate almayan ve senin tabirinle “soğuk mantığım” la örtüşen bir yaşam tarzı benimsemiş olmam bugün ayrı yerlerde olmamızın temel nedenidir.

Gerçek olan şu ki, “çamurun özünden” birinin sırtından var edilen ikinci bir varlık için gösterilecek her işaret beni haklı gösterecektir. “bir”den “iki”nin olması için aslında yine “bir” olması gerekmiyor muydu? O halde yaşadıklarımızdan bir kusurlu aranmamalıdır. Aksi halde zaman hiçbir şeyin ilacı olmayacaktır. Ben giderken senin gelmeyişinin de bir açıklaması olmalıydı. Umarım son dileğim gerçekleşir.

Aradan geçen bunca yılın ardından bir kez daha görüşebileceğimizin umutları tükenirken, çok sevdiğini bildiğim sözcüklerimle kendimi hatırlatmaktan uzak duramadım. Zamandaki değişime olan inancını bilmeme rağmen, yüreğindeki hisleri yitirip yitirmediğinin sorgusunu asla yapmadım. Terk edilmişlik duygusuyla, acıları sevmeyi mümkün gördüğün günün ardından gittiğimi hesaba kattığımda, bu mektuba nasıl bir tepki vereceğine dair düşüncelerimde umarım yanılmam.

Her şeyi bir kenara bırakıp kendimden söz ederek vicdani bir rahatlığa kavuşma yoluna sapmanın önemi yok. Yüreğinde ister sevgi ister kin olsun, hesaplaşmalarıma dâhil etmeyeceğim. Yaşamının son anlarına yaklaşan biri olarak kendimce haklı gerekçeler öne sürmeyeceğim. Anlayacağın ömrümün son yıllarında bedenimi yavaş yavaş ölüme götüren amansız hastalığın gittikçe ilerleyen anları içinde yazıyorum bu mektubu.

Korkunç sessizlik hükmünde emir verircesine, evrenin tüm seslerini susturan mektubun, içimde patlayan sesini duyurmak istedim, yapamadım. Suskunluğumla arka sayfayı çevirdim.

Sevgili Yusuf;

Hayatın anlamını sevgilinin kollarında arayan varlığın karşısında bugünkü düşüncemi merak ediyorsan; ikimiz için de çok geç olduğunu itiraf etmeliyim. Haftanın yedi günü kalçama batırılan bir iğne ve avuçlarıma konan üç ayrı hapı boğazımdan geçirmek dışında sürekliliği olan eylemim yok. Kim bilir belki de haftanın sekizinci günü olsa onu özgürlüğüme feda edip dışarı çıkardım. O çok sevdiğim yağmurlu havalarda iliklerime dek ıslanırcasına yol yürürdüm. Ama iyi biliyorum ki bu artık mümkün değil. Yani anlayacağın geleneksel hesaplamayla, sıfırı sıfırla eşitleyebiliriz. Hayat, sevinçleri ve hüzünleriyle, doğu ve batısıyla başlar ve biter.

Batıl inançların olmasın derdin. Hayatta karşılaştıklarımız seçimlerimizin sonucundan başka bir şey değildir. Mektubu yazdığım evde son kez batıl inançlarımla yüzleştim. Sesini duyabilme arzusuyla gücüne inandığım altı kapı numaralı eve taşındığımda, içimde uzun zamandır uyanmayan umudu yeşerttim. O rakamın benim için anlamını unutmadığını ümit ediyorum. Hastalığın başlangıcıyla geriye doğru saymaya başladığım günlerin bitebileceği umudunu yeşerttim. Sanırım son inancım bu olacaktır.

Sevgilerimle…

Beril

Mektubun gerçek amacı konusunda doğru dürüst bir cevap bulamadım. Bir kadının vicdanını rahatlatma güdüsüyle açıklanması mümkün değildi. Doğru olduğuna inandığı bir eylemin ardından af dilemenin anlamsız olacağını söyleyen bir insan olduğunu da biliyordum. Zaten af içeren en ufak bir ipucu yoktu. Son kez görmemi istemiş olsa bir adres yazması gerekiyordu, o da yoktu. Altı numaralı bir evden hareketle bir insanı bulup görebilmenin ihtimali mümkün değildi.

Uzun süre kendi kendine yetmeyen bir varlık olmanın acısını taşımıştım. Geride bıraktığım zamanın ardından elimde tuttuğum mektubu okuduktan sonra neredeyse bir kez daha bu hisse kapılıyordum. Yedi yıl boyunca aşk acısı içinde kıvrandıktan sonra geri dönmüşken, iki sayfalık cümlelerin ardından onu tekrar görme arzusunun uyanmasına engel olamayacağımın korkusuna kapıldım.

Birçok defalar ona mektup yazmaya niyetlenmiştim ama kalem elimden düşmüş, buğulanan gözlerim, sözcüklerin kâğıda düşmesine engel olmuştu. Dindirmeye muhtaç acıları kanatmanın korkusuyla bir süre sonra bu düşüncemden vazgeçmiştim.

Elimde tuttuğum mektupla oturduğum yerden doğruldum. Sıkıntı, özlem, öfke, yokluk hisleri içinde kalın duvar taşlarıyla örülü odanın içinde avazımın çıktığı kadar bağırdım.

Çığlık, yıllarca biriken sessizliğe meydan okumaydı. Yıllar öncesinde olsa diz çöker, ağlardım. Beynimde yer eden anılara, tutkulu zamanlara kusarak çığlık atıyordum.

İçimde biriken sıkıntıyla yıllar süren sessizliğin ardından tüm dünyanın duyabileceği bir haykırışta bulunma isteğimin önüne geçememiştim. Nerede bulunduğumun önemi yoktu. Kimlerin duyacağının, ayıplayacağının, alay edeceğinin, çocukları ürküteceğimin umursamazlığı vardı bende.

İçimin yanmasını ah çekerek bekleyecek değildim. Defalarca yaptığım gibi saçlarımı parmaklarımın arasına alarak gözyaşı da dökmeyecektim. Biriken acılar, hayal kırıklığı, terk edilmişlik sonrası eylemlerimin toplamıydı bu nara. Kulenin son tuğlasını elimde tuttuğumun farkındaydım. Ateşte kurutulmuş tuğla ile kule ya tüm görkemiyle tamamlanacak ya da yıkılacaktı. Son tuğlanın iyileşme hesaplarımı alt üst etmesi halinde, tüm çabalarım bitecek ve hayatın gerçek kulesi yıkılmış olacaktı.

Haykırdım. Bedenim ve ruhumun birlikteliği içinde. Her bir organımın katkılarıyla bağırdım evin içinde. Ses nereye ulaştı bilmiyorum. Bildiğim tek şey vardı; gökyüzüne yükselen kuleye son tuğlayı yerleştirmeliydim.

Bir kaç cümlenin ardından depreşen duygular, canlanan anılar karşısında çaresizlik içine girdiğimin farkına varmam uzun sürmedi. Geri dönüşümün sükûnete adım olacağı umudunu yitireceğimin tedirginliğine kapıldım.

Önümde duran cümleleri defalarca okudum. Gizliden gizliye bir davetin ipuçlarını bulup bulmayacağımın çabası içindeydim.

İnsanın, yıllar sonra varlığını hatırlatma isteğinin kaynağında çok sayıda sebebe ulaşmak mümkündü ama çok sebep, aynı zamanda çok seçenek demekti. Çok seçenek karşısında tercih edebileceğim yol; akıl ve duyguları bir kenara bırakan sezgi ışığında karara varmaktı. İz olmadan bulmaya çalışmanın akılcı yanı olmasa da, sürükleneceğim yerde ipuçlarına ulaşılabileceğimin iyimserliğine engel olamadım.

Yedi yılın öncesinde yazılanları düşündüm. Yazdıklarında küçük bir oyun oynardı, severek yaptığı bir oyundu. Satır aralarına serpiştirdiği sözcükler ya da sözcüklerin ilk ve son harfleriyle her ayın ilk pazarında buluşacağımız yerin adresini yazardı. Bu oyunu öyle seviyordu ki, bir iki buluşmadan sonra sıradanlaşmasına rağmen yine de vazgeçmiyordu. İtiraf etmeliyim, vermek istediği bilgiyi öylesine ustalıkla yerleştiriyordu ki her defasında yazılanlara saatler harcamak zorunda kalıyordum. Aramızdaki o sevimli oyun her zaman keyif veriyordu. Nerede ve hangi saatte yüz yüze geleceğimizin bulmacasını çözmenin karşılık bulduğu günleri unutamazdım.

Aynı oyunun bir kez daha oynanmış olabileceği ihtimaliyle mektubu bir kez daha dikkatle okudum. Zarfın üzerinde mürekkebi solmuş, zorlukla okunan şehir adı ve son cümlelerinde göze çarpan altı numaralı ev dışında hiçbir ipucu bulamadım, ancak ısrarla saklı bir şeylerin olabileceğinden kendimi alamadım.

İçten içe bulmacanın parçalarını bulacağımın hesabını yaparken, mektubun çağrısını inkâr etmemeliydim. Gecikmiş olabilirdim. Mektubun yazıldığı tarih ile okumaya başladığım anı düşündükçe, zamanın gülen yüzüyle karşılaşmamın çok güç olacağı sonucu çıkıyordu. Anlayabildiğim, yakalandığı hastalıkla ölüme yakın durduğuydu. Hastalığın süresi hakkında en ufak bir bilgi yoktu. Ölüm anı kestirilemezdi.

İlikleri koparan bir dokunuştur o an. Yaşamın tüm çatışmalarına son veren anın adıdır ölüm. Canlı için yolun sonuna geliş anıdır. Geri dönmenin, ertelemenin imkânsız olduğu andır. O anla yüz yüze gelenin halini, bitkinliğini, çaresizliğini yalnız kendisi anlayabilir. Bedenden ayrılan ruhun gördüklerini anlatamadığı andır. Eşyadan, nesneler dünyasından ayrılıştır. Bedenin ulaşılabileceği yere kadar gelinir. Bilgi tükenir. Eylem alanı son bulur. Perde iner, göz göremez olur. Akıl kavrayamaz, hiçbir organ hareket edemez o sahaya. Ayrılma, vedalaşma anıdır o an. Duygular titrek, sarsıcı, üzücü, kendinden geçiricidir. Meydan okunmayan andır o an. İnsanın karşı koyamadığı, ses çıkaramadığı, itiraz edemediği andır. Kurtuluşu olmayan tek gerçekliktir. Şehirden, kadından kaçmak gibi, ölümden kaçmanın yolu ve çaresi yoktur. Aklın, iradenin müdahale edemeyeceği tek andır ölüm anı. Korkunun, cesaretin, kaçış ve karşı koyuşun anlamını kaybettiği andır.

Bir yanda ölüm düşüncesini canlandıran mezarlar, öte yanda tutkulu bir aşk hikâyesinin ardından gelen mektubun cümleleri arasında tek ilişki kurulabilirdi; ölüm de, aşk da bir anda gelirdi, sormadan, sorgulamadan. Tıpkı ölüm gibi insanı nerede, ne zaman yakalayacağını bilmediğimizdir aşk ve uzun yıllar önce yakalandığım andan bu yana geçen sürede yaşadığım acının boyutlarını bildiğimden, mektup sahibinin ölüm acısını uzun süre çekmemesini dilemekten öte yapabileceğim hiçbir şey yoktu.

Kuşkusuz, yaşattığı tüm acılara rağmen, kurtuluşunu arzuluyordum. Aşk acısı ne kadar büyük olursa olsun, âşık sevgilinin acı çekmesini dileyemez. Bu fikirden vazgeçmiş değildim. Ne ölümün, ne de bir başka gerçekliğin onun hayatına acı ekmesini dileyemezdim. Bu halen onu sevdiğimden miydi? Aşk bitti demek yanılgı mıydı?

Yıllar sonra bu soruya evet cevabını vermeyi istiyordum. Geri dönüş kararım ve soğukkanlılığım, şehrin havasına yavaş yavaş karışmaya dair arzum, en azından acıları hafifletmeye dair inancımdandı. Sanırdım ki; aşk acısı önce beni ölüme götürecek. Ama aşkın sağlığıma olan hükmünden önce, henüz bilemediğim nedenden bedenine hükmeden hastalık, onu ölüme yakınlaştırmıştı. Yanılıyor olmayı umdum

Mektubu yazdığı günlerin ardından bedeni rahatlığa kavuşmuş olsun yakarışında bulundum. Ruhumdan önce, bedeninin şifa bulmasını arzuladım.

Beni çıkmaza sürükleyen bir mantık kuralıyla karşı karşıyaydım. Kural, üçüncü halin imkânsızlığıydı. Ya o mektubu yakıp yok edecektim ya da uyanan serüvene bir kez daha kapılıp onu görebilirim umuduyla yola çıkacaktım. Kimden ve nereden soracağımın zorluğunu hesaplamadan bu mantık kuralını işlettim.

Sorgulama içindeydim. Mektubun yol açtığı kararsızlık, kendime olan saygının bitimi miydi? Yoksa aşka karşı duruşumdan vaz mı geçiyordum? Aşk acısını tattıran sevgiliye karşı ne yapabilirdim, ne yapmalıydım? Terk eden birinin anılara, duygulara sadakati söz konusu olabilir miydi? Son kez görme dürtüsü uyandıran his, sadece bir vedalaşma ise zaten vedalaşmıştık. Yaşadıklarımdan habersiz, ama hislerimin neler yapabileceğinden emin, acılarımla yüzleşmeye mi çağırıyordu?

Bütün bu soruları cevaplayabilmenin biricik yolu onu görmekten geçiyordu.

Görme isteği ile karanlığa dönüşen perdenin gerisindeki hile ve bilinmeyenlerden uzaklaşma, onlardan korunma, onları yaşatan güce olan sevgiyi uzaklaştırma çağrım arasında bir çatışma yaşanıp yaşanmayacağı da önemliydi. Fısıldayan sese sadakatim gereği, çağrımı dilimle, kalbimle ve eylemlerimle yapacaktım. Hepsinin doğruluğa ihtiyacı vardı. Bu benim itiraf sürecim boyunca yaşadıklarımdan artık usandığımı, hiçbir yalana başvurmadan, dosdoğru söylememin beraberinde getirdiği bir zorunluluktu. Kalbimden geçenlerin doğru düşünceler olduğunu, eylemlerimden şaşmamam gerektiğini söyleyerek hüküm süren şiddet ve acıyı dindirecektim.

Aşırı sevgiyi öldürecek güç, güvendiğim doğruluk olacak ve mücadelemin sadakatle devamını sağlayacaktı. Fayda sağlayacak yalanlı günlerin, içi boş anlık iyileşmelerin yerini kesin ve değişmez doğrular alacaktı. İçimi acıtabilirlerdi ancak onların direnci zayıflayacak, itiraflarımın doğruluğu kalıcı ve geri gelinmez iyileşmeler sağlayacaktı.

Eskimiş bir mektubun anlamını karmaşık düşünceler içinde, seksen yaşını geride bırakan büyükbabama anlattığımda, önce yüzündeki ifadeyi çözmeye çalıştıysam da her zamanki gibi başarısız oldum. Beyazlar içindeydi ve sakince söyleyeceklerini bekliyordum.

Karşıtlığın hangi kutbunda yer alacağını çözmem hep güç olmuştu. Gözlerine öfkenin mi, merhametin mi yerleşeceğini kavramıyordum. Ruhundan bedenine yansıyan bu tavır, karşıt hisleri erittiğinin kanıtıyla onu sığınılabilecek insan kılıyordu. Doğru ve yanlışı, güzel ve çirkini hangi zamanda ve nasıl önüme koyacağını kestiremiyordum. Aklın ve hislerin harmanlandığı işaretlerle hep yol göstermişti bana.

Nazarımda o, yaşam ve ölüm arasındaki varlığıyla heyecanların, çabaların, öfkenin, sevginin herhangi bir ucunda yer almanın dışındaydı. Şaşkınlık, hayret etme, ihtirasa düşme, yokluklar karşısında diz çökme, hayatın içinde sağa sola savrulma, kızgınlık, öfke kutbuna sarılıp eyleme geçme, bunların hiçbirini gözlemleme şansım olmamıştı. Kısacası onu mantık ve akıl kuralları ile tanımlamam söz konusu değildi.

Bembeyaz sakalların kapatmadığı pembemsi dudaklarının arasından sakin bir ses tonuyla; “Yusuf” dedi. Bir elinin sevecenlikle başımda gezindiğinin farkına vardım. O eller, yıllar önce ”Yusuf’u dışarıda değil, kendi içinde ara” diyen sesin elleriydi.

Yaşamım boyunca bu yaşlıdan daha güzel olanı göremediğimi söylemem yalan olmazdı. Onun paklığı, sadece bedeninde değil, ruhundaydı aynı zamanda. Yeryüzünün en güzel beyazlığı olduğunu söylemekte sakınca görmediğim sakallarıyla, büyülü albenisinden kendimi alamazdım. Ak ışıltısını tanrısal bir kutsallıktan gelen anlamla açıklıyordum. Yıllar öncesinde olduğu gibi bugün de gözlerinde ne bir dalgınlık ne bir durağanlık vardı. Karşısında duran her kim olursa olsun özenli, ince, eksiksiz, derin ve tatlılıkla bakışları önünde dinleyici olmanın dışında bir eylemde bulunamazdı. Gizli olanı, görünmeyeni gördüğüne inancım, o yaşlandıkça daha da artmıştı.

Arı, sade insancıl varlığıyla yol göstericiliğine ihtiyaç duyduğumda bir an olsun kızgınlık barındırmadığını biliyordum ve her çıkmazda onun sesine kulak verdiğimde doğru olanı bulacağımdan kuşkum yoktu. Tıpkı kadim dostu gibi, O da bu dünyada olup, dünyadan olmayanlardandı.

Gençlik ihtiraslarıyla aşkın kollarında nefes alıp verdiğim günlerde, çıkmazın anahtarı, zamanın ve hatta mekânın sırrında olduğunu söylerken yollara düşmüştüm. Bugün cebimde taşıdığım mektubun varlığı olmasa çok daha dingin bir ruh haliyle kendisine olan minnettarlığımı ifade edecektim. Yazık ki her zaman olduğu gibi beynimde yer eden sorularımla yanı başındaydım.

Evin avlusunda yere serili minderde yanı başında oturdum. Gezdiğim yerlerden, yaşadıklarımdan, duygularımdan arta kalanları bir kez daha dillendirdim. Bir insanla içten konuşmanın rahatlığına kavuşuyordum. Birikenlerin ağırlığı, anlattıkça ve o dinledikçe eksiliyor, ruhumu hafifletiyordu. İyi bir dinleyici karşısında olmak yetmiyordu, aynı zamanda dinleyicinin bilgeliği ile anlatılanların anlamlı bir yol bulması gerekiyordu. Aramızdaki iletişim ve anlama yetisi hiçbir sırrın kalmasına izin vermeyecek boyuttaydı. Anlatılanları dinleyip dağınıklığa yol açmamak için zaman zaman sorduğu sorular ile kendimi hiç kimsenin olamayacağı bir hikâye anlatıcısı gibi görmeme yol açıyordu. Kelimelerimin sonuna yaklaştığımı hissederken, gösterdiğim sabrı takdir edercesine tek söz söylemeden yüzüme baktı. Kutsal bir konukseverlik ve evlat sevgisinin harmanladığı sesini duyarken;

“Biraz yürümeye ne dersin,” dedi. Şehrin yüzyıllardır ayakta duran kalesine doğru ağır adımlarla yürümeye başladık.

Beni şehri yukarıdan gören, çıkılması güç kaleye sürükleme isteği karşısında şaşırdım. İlerlemiş yaşıyla çıkabileceğine ihtimal vermiyordum. Sağ elinde tuttuğu asasına dayanarak dar sokaklardan ağır adımlarla yukarı çıktık. Şehrin taş evleri gibi gizeminden pek bir şey kaybetmeyen kalenin kapısından içeri girdik.

Önümüzde uzanan ovanın görkemli düzlüğü ve birbirine sığınmış evlerin, katlı binaların karşısında hayranlığımı gizleyemedim. Yıllardır çıkmadığım bu kaleden yüzlerce metre aşağıda, yeşilliğini sarıya bırakmış ovada yılan misali uzanan yollara gözlerimi kırpmadan baktım.

Kalenin bulunduğu dağın zirvesi aynı zamanda karşı kaleyi de yukarıdan gören bir yerdi. Yalnızlığı simgeleyen dağları da, bereketin adı ovayı da olduğumuz noktadan görebiliyorduk. Bu dağdan, dilden dile dolaşan hikâyesiyle sevgilinin bulunduğu karşı dağa gidilirdi. Şimdiyse etrafta dolaşan genç sevgililer yalnızca sevenin bulunduğu dağda buluşmaya geliyorlardı. Tanrının sevdikleriyle buluştuğu mekânlardı dağlar. O halde birbirini seven iki insanın dağda buluşması karşısında susmak erdemli bir davranış olmalıydı. Biliyordum ki, tanrı ve temsilcisi arasında da bir aşk vardı ve o aşk; zamanın sükûnetine ihtiyaç duyan bir duyguydu.

Bulunduğumuz yerin geçmişinde yaşanmış hemen hemen tüm hikâyeleri büyükbabamdan dinlemiştim ve dinlemeye devam ediyordum.

“İşte tam buradan Yusuf, hükümdar her sabah kalkar ve bu noktadan, doğanın bağışladığı güvenli yere ördüğü duvarların ardından yeryüzünün en güçlü hükümdarı olduğunu haykırır. Aşağıdan gelip de buraya çıkmak isteyen nice ordu hep aynı hezimete uğramış ve korkuyla geri dönmek zorunda kalmıştır. Ama hükümdar bu, durur mu? Doğanın koruyuculuğunu unutur ve tüm galibiyetlerin arkasındaki kudretin ördüğü yüksek duvarlar olduğu düşüncesine kapılır. Onu bu düşünceye sevk eden, bir gece önce gördüğü rüyadan başka şey değildir.

Surların gölgesinde uzanan düzlüğe dikilen gözleriyle, bir ordu değil, avını bekleyen bir çakal görür. Korku ifadesiyle gözleri bir süre sonra doğanın süregelen yasasına şahitlik edecektir. Sessizdir ve hayranlık duygusuna ulaşmak üzeredir. Çirkin kulakları ve korkunç dişleriyle çakalın, şairin dizelerine giren ceylana yaklaştığını görmektedir. Şehrin hükümdarı çakalın zafer saatini sabırsızlıkla bekler.

Ve doğanın çirkin yasası, hükümdarın çirkin suratıyla birleşir.”

Büyükbabam bakışlarını diktiği ovadan bana doğru yöneltirken;

“Hükümdar ve çakal; ikisi de çirkin,” dedi.

Sessiz kaldım. Hikâyenin bittiğini düşünürken sözlerine devam etti.

“Göğü delen bu kalede bekleyen hükümdarın çirkin yüzündeki çirkin sırıtma anı başlamıştır. Karnını doyuran çakal, kanlı ağzıyla yasayı gerçekleştirmenin gururu içinde geri dönerek kaybolmuştur. Hükümdar, çakalın gözlerinden ruhuna inen hırsla; “Zafer elde etmenin yolu, duygularımıza yenilgiyi tattırmaktan geçer,” diye bağırır ve uyanır.”

“Hükümdar, sayıkladığı sözün ardından ne yapmış olabilir Yusuf ?”

Soruları karşısında cevap hakkımı oldum olası saklı tutardım. Terbiyeye uyan, cevabın da kendisinde olacağını bilmekti.

Elleriyle ötede yer alan diğer kaleyi işaret ederek;

“Güzelliğiyle ün salan kraliçeye karşı arzularını erteleyemeyen her hükümdar gibi o da duygularına yenilgiyi tattıramayanlardan oldu,” dedi. Yeni bir hikâye anlatmaya başlıyordu.

“Kraliçeler ki, ihtiraslarıyla ün ve hüküm sahibidirler.”

“Aşk acısıyla yollara düşen şair, yanardağa dönüşen yüreğiyle kraliçenin huzuruna çıkarılır. Tanrıçalardan kalan mirasla övülmek ister kraliçe. Evrene ihtiras yükleyen, aşk bağışlayan, güzellik sunan, arzu uyandıran kadın olduğunu şairin dizelerinden duymak ister. Bilinsin ister kraliçe. İpek tülün ardından sır olmayan teninden yayılan koku alınsın ister. Tütsüler içinde yaşanan aşk gecesinin kapısını aralamak ister. İncecik omuzlardan dökülen tel tel saçlardaki raksın armonisini göstermek ister. Gözlerinden yayılan ışığın parlaklığını ay ve yıldızlardan aldığını kanıtlamak ister. Tapınağının yüksek duvarlarına hapsolmuş güzelliğini şairin duygularıyla gün yüzüne çıkarmak ister.

Kraliçe hırçın ve ısrarcıdır ancak şair suskundur. Gözlerine bakmaya yüreğindeki yanardağın asaleti izin vermez. Görmek istediği kraliçenin esrarlı güzelliği değildir. Ruhuna işleyen bakışla gözlerini kalın duvarların ötesine göndermekte ve kraliçenin suskunluk karşısındaki gazabını umursamamaktadır.

Kraliçe sabırsızlanmış, övülme ve yüceltilme arzusu tutuşmuştur. Şair yine de suskundur. Tüllere sarılı, güneş yüzü görmeyen tendeki berraklığı görmemektedir. Şehvet uyandıran kokuyu almamaktadır. Saç tellerindeki ahengi fark etmemektedir. Güzellik karşısında ilk kez suskundur şair.

Güzelliği yüceltip dillere düşürmekle ün salan şair kraliçenin hışmına uğrar.

Sırtını dönen kraliçe;

“Bendeki güzelliği görmeyen göz kördür. Işık nedir bilmeyen göz için en büyük armağan yerin karanlığıdır. Lâkin şairi kör kılan, şaşkına çeviren hangi güzelliktir bilmek isterim,” der.

Şair suskunluğunu bozmadan iki elini yüreğinin orta yerinde birleştirir, ancak kraliçe göremez.”

Cümlelerini bitirdi. Geriye bir tek şey kalıyordu; hikâyelerin son sorusunu sormak. Ben de öyle yaptım.

“Hükümdarın sonu ne oldu ve tabii şairin de?”

Bu muhteşem ihtiyar bir yandan koluma tutunurken bir yandan da bastonuna dayanarak güç topladı. Şehri ve ovayı çay keyfinde yukarıdan seyredenlere katıldık.

Hükümdarın son sözleri, şairin güzellik algılaması ve beni bir başıma bırakan bu yaşlının sözleri… Parça parça gibi görünen her hikâyenin bir diğeriyle bağlantısının yanı sıra, payıma düşen sonuçları da düşündüm uzun uzun. Soruların cevaplarını, hikâyelerin birbiriyle bağlantısını gecenin sessizliğinde dinleyecektim.

Uzun konuşmaların ardından büyükbabamdan bana sadece; “Dil ve kalbin ahengine ulaştığın gün, kılavuza olan ihtiyacın son bulacaktır,” sözü kaldı.

Gücün, kadının, aşkın, acının yan yana geldiği bir çemberin içine düştüğüm hissine kapıldım. Mektupta çözülmeyi bekleyen adresin ne olabileceğini düşündüm. Defalarca okuduğum mektubun cümlelerinde ne bir cadde, ne de sokak ismi geçiyordu. Oyunu kaybedeceğim hissine kapıldım.

Yüz binlerce insanın yaşadığı şehirde bir insanı arayıp bulma ümidi taşımak hangi mantıkla izah edilebilirdi? Eski adreslere tabi ki gidebilirdim, ancak orada yaşıyor olma ihtimali neydi? Karanlık bir gecede yol yürümenin zorluk derecesini bilmeme rağmen, ağır adımlarla kaleden aşağı indiğimiz sırada içimde engelleyemediğim o dürtü ile mektubun peşinden gitme kararı aldım.

Benzer İçerikler

Rind’in Ölümü | Mehmed Uzun

yakutlu

Bir Deliyle Evlendim

yakutlu

Parsiyeller – Dan Wells – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy