RESMİGEÇİT-Şebnem İşigüzel

“Paşalar tavan arasında toplanmış” dedi.
Ayağa kalksa o incecik bacaklar o koca gövdeyi nasıl taşıyor diye şaşırabileceğiniz adam. Ziyaretçi diyeceğiz ona.
Dürbünle amaçsızca gökyüzünü, dallara konmuş kumruları seyreden, meseleye sessiz kaldı, ki kahramanlarımızdan birisi o.
“Görüyor musun Başkent’in bütün kumruları toplandı?”
Tavan arası istihbaratını veren ziyaretçi, Çoban lakaplı bu siyasetçinin böyle alakasız şeylerden söz eder gibi görünüp her şeyin farkında olduğunu iyi bilirdi. Oturduğu yerde doğruldu, biraz önce başbakanın dürbünüyle kestiği ufuklara baktı.
“Vay anasını!” dedi hayretle.
Pencerenin karşısındaki çınar ağacı kararmıştı. Pencere pervazları bile. Pervazların tepesinde bile nasıl becerdilerse artık yarasa gibi baş aşağı tutunmuş kumrular vardı.
“Bunların karargâhı Kara Kuvvetleri’nin çatısıdır” dedi dürbünü masasının üzerine bırakırken.
Ali Çoban dünyaya siyaset yapmak için gelmişti. Nitekim yapıyordu da. Sorsanız kimin için? “Halk için” derdi muhtemelen. Ama okuyup göreceksiniz, bu sözünü ettiğimiz memlekette siyaset hiçbir zaman halk için yapılmamıştı. Kişisel hırslar, ihtiraslar, çıkarlar, inatlaşmalar, daha ne kadar saçmalık varsa siz ekleyin, bunlar yönlendirmişti siyaseti.
Askerlerin darbe yapacağına kimi zaman ihtimal veriyor, kimi zaman, “Yapamazlar” diyordu. Masasının üzerinde duran şaha kalkmış beyaz mermer atın nallarından birisi düşüverdi. “Dün yapıştırdık ama tutmadı” dedi masanın üzerindeki parçayı eline alırken. Kâhya Talat’ı çağıracakken vazgeçti. Vazgeçtiği pek enderdi. Sözünü ettiğimiz memleketin başbakanıydı ama bugün makamında değil, oturduğu sokağın adıyla anmayı alışkanlık edindiği evindeydi.
Hayret, telefonu çalmıyordu. Oysa bir kumrunun guruldayıp durması kadar sık çalardı. Sorsanız, Ali Çoban bunun bilgisini ya da istatistiğini verirdi size. Bunu yapmaya niyetlenmişti de. O da sıkılmıştı darbe söylentilerinden. Size olağanüstü hafızasını kanıtlamak için bugün telefonun kaç kere çaldığından, bunun yıllar öncesinin hangi gün ve saatine denk düştüğünden başlamak üzereydi ki telefon çaldı:
“Ağabey” diye başladı müsteşarı. Günün fecaatine damga vurur şeyler söyleyecekti ama ağabeyinin burnundan soluduğunu anladı, sustu. Ali Çoban akıllı insanları severdi. Ama yakın çevresinde değil.
Müsteşarı, “Ben seni sonra ararım ağabey” deyip kapattı telefonu.
Ali Çoban dürbününü tekrar alıp pencereye yaklaştı: “Aptal bunlar” dedi. “Yeniden siyasetteki bir kriz anını ihtilal günü seçtiler.”
Ziyaretçisi tekrar eğildi, kumrulara baktı. Sanki bütün olacakları dallara tünemiş şişinip duran şu bitli kumrular söylüyordu.
Boş bulunup “Hangi kriz?” diye sordu.
Ali Çoban sırıttı, kelimeler ön dişlerinin arasındaki aralıktan tıkır tıkır dökülüyor gibiydi:
“Kara’nın partisi gensoru verip benim Dışişleri Bakanımı düşürecek.”
Ziyaretçi, Ali Çoban’ın bu milleti gütmek için gönderildiğine bütün kalbiyle bir kez daha inanıp kulak kesildi.
“Bakan düşürülse de hükümet istifa etmeyecek.”
Bunu söyledi ve dürbününden izlediği kumrular gibi guruldadı Ali Çoban:
“Bahane bulamıyorlar bir türlü. Gelecekler, gelemiyorlar.”
“Tavan arasında toplanmışlar” dedi ziyaretçi. “Toplanırlar” dedi Ali Çoban. “Hem biliyorum, oturacakları iskemleleri, yumruklarını vuracakları masayı oraya çıkaran bu halkın evlatları icabında…”
İstihbaratının iyi olduğu bilinirdi. Telefon bir kere daha çaldı. Ali Çoban iri cüssesinden beklenmeyecek bir çeviklikle telefonun yanında bitti. Elini uzattığı anda telefonun sesi kesildi. Ama Ali Çoban telefona dik dik bakmayı sürdürdü. Ziyaretçi de liderinin dişinin kovuğunu bile doldurmayan istihbaratlarla geldiğini düşünüp ayaklandı. Hakikaten o kürdan gibi bacaklar o koca gövdeyi nasıl taşıyordu?
Tekrar çalan telefon Ali Çoban tarafından açıldı:
“Darbe yapmak o sünepeye kaldıysa vay halimize” dedi. Telefonda ona ne dediğini bilemediğimiz muhtemelen bir partiliye, siyasiye, belki de bir bakana.
Telefonları dinleniyor olmalıydı ama Ali Çoban’ın kimseden korkusu yoktu.
“Allah’tan bile!” demişti karısı bir defasında. Ah hangi defasında olduğunu hatırlamak içinden gelmiyor. Teyzesinin kızı, karısı, biricik Nazlı Hanım’ı:
“Çoban, senin iktidarının ve hırsının içine tüküreyim!” demişti.
Memleket uğruna nikâhlı karısı elden gitmişti, daha doğrusu gidecekti, gitmesine ramak kalmıştı.
“Çoban, kusurlu olan senmişsin!” diye bağırmıştı karısı.
Pişkince gülmüştü Ali Çoban, insanın içini kaldıran yapış yapış bir gülüşü vardı ki karısının da midesini bulandırıyordu artık. Dedikodular ayyuka çıktığından beri o vakit.
“Memleketin derdi tasası yetmiyormuş gibi” demişti karısına. Geçmiş zaman, yatak odasındaydılar. Elektrikler kesikti. Yağmur yağıyor, gök gürlüyor, politik evleri tıkır tıkır işliyordu. O eve giren çıkanın hâddi hesabı yoktu. Biraz önce bir partili yanlışlıkla hela sanıp yatak odalarına dalmıştı. Nazlı Hanım’ı başını çevirip bakmamıştı bile. Yatağın, yataklarının kenarına oturmuş, sırtını dönmüştü Ali Çoban’a. Partili helaya dalıyorum diye öyle hazırlamıştı ki kendisini, neredeyse indirmişti pantolonunu. O halde bile, yanlış yere, parti liderinin mahremiyetine daldığını fark ettiği anda bile, fırsattır deyip koşup elini öpmüştü Ali Çoban’ın. Üçüncü dünya siyaseti çıkardan başka ne içerirdi ki?
“O kunduracıyla ne olduysa oldu” dedi Ali Çoban karısına hitaben. Geçmiş zaman, belleğinin bir köşesinde. Güçlü bir ışık yanıp sönmüş gibi oldu odada, çakan şimşeği müteakip. Karısının süs püs aynasının karşısındaki pufa tünemişti. Maşallahı vardı cüssesinin, yaylarını neredeyse yere değdirmişti pufun. Nazlı Hanım’ının çeyizinde getirdiği, dokuyanı kör, uzun uzun bakanı sarhoş eden ipek Isparta halısının üzerine, yere, bağdaş kurmuş oturmuş gibiydi böylece. Burnuna pudralı bir ayak kokusu geliyordu ama nereden?
“Katiller, onu öldürdüler!” diye fısıldadı karısı.
Fısıldar fısıldar çığlığı basıverir, söylediği her şey anlaşılmaz olurdu. Ali Çoban karısını zıvanadan çıkarmanın ayarını iyi biliyordu. Sadece karısını mı? İktidardaysa muhalefeti, muhalefetteyse iktidarı, koalisyonsa ortağını. Her şeyin kendisi için var olduğunu sanıyordu. Siyaseti var olmak için yapıyordu. Ama karısı doğru söylüyordu. Dedikodusu edilen o kunduracı, ölmüştü.
Küçük bir trafik kazası.
“Çarptığımla taklacı güvercin gibi takla atmaya başladı” diye anlatmıştı işi gören. “İşte bu da kunduracının ayakkabısı” demişti elindeki ayakkabı tekini göstererek: “Pencereden içeri düşüvermiş.”
Eşya da hüzünlü durur muydu? Ama basbayağı boynu bükük duruyordu ayakkabı teki. Kunduracının kanıyla sulanıp bu kazaya yol açan arabanın penceresinden içeri düşüverdiğine göre, epey hızlı olmuş olmalıydı bu iş. Ali Çoban gördüğü bir kâbusta, bu hızdan dolayı tebrik etmişti karşısındakini:
“Tebrik ederim.”
Sonra hiç çekinmeden bu kanlı ayakkabı tekini almıştı. Kunduracının kanı daha kurumamıştı. Ayak numarası da kırk buçuktu. “Cüsseli değilmiş” demişti, gördüğü kâbusta. Nazlı Hanım’ına ayakkabı yapan bu adam acaba nasıl birisiydi? Memleket meselelerinden gidip bakmaya fırsatı olmamıştı. Bir fotoğrafı gelmişti önüne. Orada da pek belirsizdi eşkâli rahmetlinin. Rahmetli deyişine kızmıştı sonra. Allah biliyor, kunduracının, iyi kalpli ve saf karısına herkesten daha güzel ayakkabılar yaptığına dair naif dedikodu dışında, ortada utanç verici hiçbir şey yoktu.
“Kimleri idare ediyorum ben?” diye geçirmişti içinden.
Halkın arasında karısına güzel ayakkabılar yapan kunduracılar, bunun kıskançlıkla dedikodusunu yapanlar vardı. Sonra, onların bir türlü olmayan çocuklarından binlerce. Sonra o kunduracıyı öldürebilecek olanlar, katiller, katil adayları… Daha önce memleketin suyunu sağlayan bir kuruluşta çalışırken de bunu düşünürdü: Binbir emekle koca koca baraj çukurlarını açarken, kendi tırnaklarıyla kazıyormuş gibi azap çekerken:
“Kimler içecek bu suyu?”
Kendi biricikliğine inanması işte böyle oldu. O yıllarda bu memlekette siyaset yapmak mahalle arasında futbol oynamak gibi bir şeydi. Kaldı ki tastamam bir köy çocuğu olduğundan top görmüşlüğü yoktu.
Nazlı Hanım’ı usul usul ağlıyor, alt kattan partililerin uğultuları geliyordu. Bu kadar mı ses geçiriyordu bu tavan? Tevekkeli kadın yıllar yılı “Uyuyamıyorum” deyip duruyordu. Pek tabii bu gürültüde uyunmazdı. Nazlı Hanım’ı işte bu sebeple mavi, üstü açık Chevrolet’sinin direksiyonunda uyuya kalmıştı, Kızılay Meydanı’nda, gün ortasında.
Bu politik evde, bir yıl boyunca her kadın gibi kundura aşkından aldığı kunduralarını koyacak yeri bile yoktu. İşte bu yüzden üç yüz altmış beş çift ayakkabı ceset gibi dizilidir karı koca yataklarının altında. Oturduğu yerden, perdelenmiş yatak örtüsünün aralığından, ayakkabıları görebiliyordu Ali Çoban. Renk renktiler öksüz ayakkabılar. Her biri için Külkedisi gibi ayağını uzatmış, kalıbını aldırmış olmalıydı Nazlı Hanım’ı. Frenk masallarını bilmezdi Ali Çoban. Bir tutam ot için tepişen kuzularının ardında dağlara, toprağa bakarak geçmişti çocukluğu. Kunduracı faturalara iliştirdiği mektupçuklarda “Külkedisi” diyordu Nazlı Hanım’ına: “Sıkarsa getirin değiştirelim.”
1976 yazıydı. Terfi dönemi çatmış, ordu krize girmişti. Ali Çoban başbakandı ve dört yıldızlı orgeneraller dururken yerine üç yıldızlı korgeneral atamış, tarihte ilk defa generaller mahkemeye gitmişti.
Neydi allasen bu Külkedisi?
Külkedisi, Ali Çoban’ın kafasında dolanıp dururken mahkeme kararı bozmuş, terfi bekleyen askerler emekli olmuş, emekli olacaklar terfi almışlardı. Gelecekten zerre beklentisi olmayan Rasim Ögür, Ege Ordu Komutanlığı’na işte böyle atanmıştı.
Ali Çoban’ın kusursuz hafızasında buna da yer vardı; partililerden birisi makamına gelmiş katıla katıla gülerek anlatıyordu: İzmir’de yayınlanan bir gazete üçtür yeni komutanları Rasim’in fotoğrafını yanlış basıyordu:
“Duydunuz mu sayın Başbakanım? Üçtür.”
“Külkedisi diye bir masal var mı İsmet?”
Dönüp böyle sormuştu Ali Çoban. Başbakanlığın penceresinden bakıyordu, pencereden bakmayı severdi. Kaldı ki kapıdaki polisler uyarıp dururdu:
“Bakmayın efendim böyle pencereden. Bir başbakan vuracakmış komünistler.”
Kahkahası pat diye kesilmişti partili İsmet’in. Liderini iyi tanırdı; böyle kel alaka bir soru sorduğu ve devekuşu gibi yürüdüğü vakit içindeki siyaset canavarının aklını çelen şeyler var demekti. Partili İsmet, küçük obez kızı vesilesiyle, yani yaşı itibariyle küçük, obez kızı vesilesiyle; bu arada kız o kadar beter bir şey olmuştu ki klozeti kırmıştı, Külkedisi’ne aşinaydı:“Sonunda iskarpin onun ayağına olur, o da prensle evlenir” dedi, “o masal mı?”
Ali Çoban’ın gözleri dolmuştu, “O masal olmalı” derken. Partili İsmet’in kara suratı daha da karardı. Bunun anlamını çözmeye çalışıyordu. Memlekette ciddi bir kıtlık baş göstermişti, ne tüp, ne yağ, ne ampul, ne elektrik vardı. Acaba başbakan “Külkedisi” diyerek bu kıtlığı mı kodlamak istemişti? Ama öyle olsa, “Benzin vardı da biz mi içtik?” der, çıkardı işin içinden.
Ali Çoban’ın siyasetten başka bir dünyası olamazdı ve her şey bu dünyanın içinde cereyan ederdi. Yani, partili İsmet meselenin hususiyetini kavramıştı kavramasına ama “Milletin efendisi olmaya gelmiş bir köylüydü Ali Çoban. Çocukluğu o kadar imkânsızlıklar içinde geçmişti ki Külkedisi masalını ilk benden duymuş, oturup ağlamıştı” diyerek hadiseyi yanlış yorumlamıştı yıllar yıllar sonra verdiği bir mülakatta.
Külkedisi halka “Nurlu Ufuklar” vaat eden Ali Çoban’ın zihninde dolaştı durdu. Dokunulmayacak kadar rahatsız edici, sadakatsizliğin tüylü bir sembolüydü. Müttefiki Amerika, halkının 1 Mayıs 1977 gününü nasıl geçirmek istediğini sorduğunda “Siz nasıl uygun görürseniz” cevabını verir vermez tekrar şahsi meselesini düşünmeye dönmüştü. Oysa İşçi Bayramı kutlamalarında kaç kişi gözleri açık, ezilerek, panzerlerin altında parçalanarak ölmüştü. Ah, karısı gül gibi açmıştı. Onu kanla sulamak lazımdı. İçişleri Bakanı bizzat konuta kadar gelip, “Söyledikleri gibi oldu, İstanbul’un plakası kadar, 34 kişi” dediğinde yüzleşmeye karar vermişti. Yüzleşmişti de.
“Kanıtla” demişti Nazlı Hanım’ı.
Siz ne sanmıştınız? 1 Mayıs katliamı için Ali Çoban hiçbir hassasiyet taşımıyordu ki yüzleşmek ve kanıtlamak bu meseleye dair olsun. Hem İntercontinental Oteli kapatanların hiçbirisinin kaydı yoktu. Ama pencereler içeriden açılmış kurşun delikleriyle doluydu.
Öhö öhö öhö….
Siyasette layıkıyla yaptığı manevraların hiçbirisini yapamamıştı Ali Çoban. Karısı hakkında çıkarılan yakışıksız dedikodulara karşı yani. Kunduracının kalıbını almanın yolunu bulamamıştı henüz. Bunu düşünüyordu. Şahsi düşüncelerinin devlet işleriyle karışması ne fenaydı. Biraz önce uğurladığı İçişleri Bakanı’nın gösterdiği 1 Mayıs kutlamalarında ölenlerin fotoğrafları karışıyordu araya. Sıçmış, işemiş, gözleri açık kalmış ölüler. Ezilerek ölmüş komünistler. 1977 yılı mayıs ayı, o fotoğraflara baktıktan sonra uzun uzun, o kocaman evde yapılan siyasetten ötürü yatak odasında yaşamak zorunda kalan karısını seyretmişti bir süre. Nazlı Hanım’ı makyaj masasının üzerine iliştirilmiş tepsiden yiyordu yemeğini. Bir ruj bu yersizlikte yemek tepsisine yuvarlanmıştı. Komünistler de üzerlerine açılan ateşten kaçarken böyle yuvarlanmışlar, panzerlerin altında kalmışlardı. O gün ölenlere acıyor muydu? Hayır. Nazlı Hanım’ı tepsisine düşen ruju eski yerine koymuştu. Partilileri sinek gibi kovamazdı ya! Nazlı Hanım’ının özene bezene döşediği salonlara, yemek odalarına, misafir, yatak odalarına üşüşmüşlerse ne yapsaydı yani? Hem Nazlı Hanım’ı bir günden bir güne şikâyet etmemişti ki. Ayakkabılarını koyacak yer bile bulamamıştı icabında. Ne yapmıştı o da? Uysallıkla yataklarının altına dizmişti onları.
Sadakatsizliğin nişanları. Yatak altındaki ayakkabılardan gelen pudralı ayak kokusunu belleğine sadakatsizliğin kokusu olarak yerleştirmişti. Ben nasıl anlatıyorsam öyleydi; Ali Çoban iyi değildi. O pudralı ayak kokusu olmadık yerde burnuna gelir olmuştu. Üç yıl önce General Rasim’in kendisine Genelkurmay Başkanı olmasının yolunu açacak Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atanması bu yüzdendi, sakın şaşırmayın!
Cumhurbaşkanı, Florya’daki Deniz Köşkü’nde istirahatteydi. 1977 yazı çok sıcaktı. Ali Çoban denizin üzerindeki bu köşkün geniş taraçasında oturmuş, Cumhurbaşkanını bekliyordu. Karısını seyrettiği gibi denizi seyrediyordu. 1 Mayıs ölülerinin fotoğraflarına baktığı gibi bakıyordu denize, ufka. Yine de garip, tarifi zor bir duyguya kapılmıştı. Bilmem anlatabilecek miyim? Orada bir başına kalmış gibiydi. Görünürde öyleydi ama tahmin edersiniz ki ben ruhsal yalnızlıktan söz ediyorum. Deniz güneşle pırıl pırıl parlıyordu. Sevmezdi böyle manzara seyretmesini. Biliyorsunuz çocukluğu boyunca dağları, tepeleri, kuzuları, koyunları, dikenleri, kavruk ağaçları, bomboş gökyüzünü, kartal sanıp ayaklandığı tuhaf karaltıları seyretmişti. Bu yüzden hayrandı insan elinden çıkmış yapılara. Deniz kabarıp alçaldıkça huzursuz oldu. Şapkasını çıkardı. Alışkanlığıydı fötr şapka. Yüzüne doğru salladı şöyle. Cebinden mendilini çıkardı, sihirbaz gibi bir silkeleyişte açtı. Beyaz mendilin üzerinde bir leke gibiydi Nazlı Hanım’ının gülkurusu iplikle işlediği, adının baş harfleri. “En sevdiğim renk” derdi Nazlı Hanım’ı. Evlenmeden önce onun bu muhabbetlerini dinlerdi bıkıp usanmadan. Gülkurusunun ne biçim bir renk olduğundan bile haberi yoktu oysa. Terini sildi. Kelini iyice kuruladı. “Vallahi saçlarının arkalarında bebek gibi minicik lülelerin var” derdi Nazlı Hanım’ı. Demek ensesinde kalan bir gıdım saç ince ince lüleliydi ha! “Bebek saçı gibi yumuşacık bunlar” derdi Nazlı Hanım’ı. Kalın, kısa ama çok şefkatli parmaklarıyla okşardı bir tutam saçını. Ellerini tutup öpmüş, öpmüş, öpmüştü Ali Çoban. “Küt” diye devrilivermiş, şu karşısındaki deniz gibi geniş ve parlak, yumuşak ve kabarık göğsüne gömülmüştü. Tatlı tatlı kıkırdardı Nazlı Hanım’ı. Hayır demezdi hiçbir zaman.
Başı dönmüştü Ali Çoban’ın. Taraçanın kenarına gidip korkuluklara tutundu. Karısının koynunda hızla yol almış, kunduracıya toslamıştı sonunda. Tükürdü denize. Midesi bulanmıştı. İleri baktı. Ciğerlerinin filmi çekilecekmiş gibi soluk aldı, soluk verdi, soluğunu tuttu. Bu meseleye bu kadar hassasiyet göstermesinin nedeni belliydi: İktidar tutkusu. Siyasete girmesi tereyağından kıl çeker gibi olmuş, memleket tarihinin en genç başbakanı unvanını almıştı. Külkedisi’nin ve kunduracısının icabına bakacaktı. Ensesindeki incecik lüleler gibi karmakarışıktı kafası. Nazlı Hanım’ı ve dedikodular el ele vermiş 1 Mayıs panzerleri gibi üzerinden geçiyorlardı. Bilmem anlıyor musunuz, sorunu şuydu: Memleketi, halkı, ekonomiyi, sanayiyi düşünmek zorundaydı. Hayatında bunlardan daha önemli ne olabilirdi? Yoktu. Olmamıştı. Olamazdı. Ama olmuştu. Şimdi bundan kurtulması gerekiyordu.
Yaptığı barajlara âşık olmuştu, anlıyor musunuz? Nazlı Hanım’ı pembe naylon sabahlığı sırtında her sabah el sallardı ona. Renk renk kundura alma sevdasına düştükten sonra kıçını devirip yatar olmuştu o ayrı ama öncesinde hayatındaki yeri ona el salladığı kapıydı. Pembe naylon sabahlığıyla politik evlerinin dış kapısına kadar inerdi. Daha gün ağarmadan, güvercin gibi kapısında dizilirdi partililer. Karısının yürüdükçe birbirine sürtünen kalın beyaz bacaklarını, sutyeninin sıkıştırdığı sırtını, gergin geniş karnını partililerden kıskanırdı elbette. Nazlı Hanım’ı o tapılası, ısırılası, arkadan sarılıp uyunulası poposunu sallaya sallaya geçerdi partililerin arasından. Zamanla şöyle bir alışkanlık oluşmuştu: Merdivenlerden inen Ali Çoban’ı görür görmez ayağa kalkıp yüzlerini duvara dönüyordu partililer. Böylece önde Ali Çoban, arkada mahremi, geçip gidiyorlardı. Zamanla dedikodulardan bitap düşen Nazlı Hanım’ı sabahları yataktan kalkamaz oldu. Partililer buna rağmen alışkanlıklarından vazgeçmediler. Liderlerini tıpkı karısı gibi sırtlarını dönerek uğurladılar. Nazlı Hanım’ı el salladığı yerde değildi artık. Kıçını devirip yattığı yatakta da yoktu. Ali Çoban’ın memleket meseleleriyle dolu zihninde pudralı ayak kokusunun sindiği bir köşede “kalıp” aldırıyordu.
“Allah’ım bana güç ver” dedi Ali Çoban. Karşısındaki ufka, güneşle parlayan denize bakarak, onları yaradanı düşünerek. Oraya neden geldiğini unutmuştu. Nerede olduğunu bile unutmuş olabilirdi üzüntüden. Hepsi üzüntüdendi. Cumhurbaşkanı peşinden koşturanlarla beraber karşısına çıktığında, tanımıyormuş gibi bakmıştı ona. Denizci gibi giyinmişti Cumhurbaşkanı. Çok sağlıklı görünüyordu. Peşi sıra gelen yardımcısının elinde bej rengi keten bir pantolon vardı:
“Evet, duble paça” diyordu Cumhurbaşkanı. “Eh, bu duble paça değil ki?”
Yardımcısının duble paça nedir bilmediği ortaya çıkmıştı. Ali Çoban da bilmiyordu, orada öğrenmişti. Kıyıya vuran dalga gibi çekilip gitmişti Cumhurbaşkanı’nın peşi sıra gelenler. Derin bir “Ohhh ”çekmiş, hasır koltuklardan birisine oturuvermişti Cumhurbaşkanı. Ali Çoban hâlâ karşısında dikiliyordu. Cumhurbaşkanı dik dik baktı.
“Bu yaz günü böyle koyu koyu elbiseler, kendine açık renkli yazlık bir şeyler diktir Ali’ciğim” dedi.
Sonra bir garson çıktı ortaya. Krema gibi bembeyaz giyinmişti. Ali Çoban krema gibi tanımlayamazdı onu. Olsa olsa “Bir kaşık ak süt gibi” derdi. Cumhurbaşkanı kendisine servis edilen limonatayı aldı. Limonatanın içindeki nane dalı bardağa kök salmış gibi başını dikmişti. İçtiği şeyden, limonatadan, böylesine büyük bir zevk almasına Cumhurbaşkanının, şaştı kaldı Ali Çoban. Garson limonata bardağını neredeyse eline tutuşturdu. Limonata istememiş, kimse, “Ne içersin?” diye sormamıştı. Memleketin genç başbakanı taraçada durmuş karısının sadakatsizliğini düşüne düşüne kahroluyordu. Bir adım attı, kendine geldi, geçti Cumhurbaşkanının karşısına oturdu.
“Üç numarada ısrarlı mısın?” dedi Cumhurbaşkanı. Ortada kıdem sırasına göre Kara Kuvvetleri Komutanlığına üç aday vardı. Mesele, Ali Çoban’ın en kıdemsizinde diretmesiydi. Limonatasından bir yudum alıp suratını buruşturdu. Alışamamıştı böyle içeceklere.
Cumhurbaşkanı anlaşabileceklerini düşünüyordu.
“Bura bir evin içi değil, devletin zirvesi” derdi Ali Çoban. “Burası” diye düzeltirdi onu Nazlı Hanım’ı. Eve her geldiğinde karısının adını seslenirdi. O uğul uğul kalabalık politik evde kapıdan girer girmez sesini yukarı ulaştırır ve karısının usul usul tırnaklarını boyarken sesini duyup başını kaldırdığını hayal ederdi. Tırnaklarını törpülerken. Çekmeceleri deşerken. Saçını krepe yaparken. Yeni aldığı bir çift ayakkabıyı seyrederken. Memleket meseleleri içinde en ışıklı yerdeydi, karısının adının seslenişini duyup başını kaldırma anı.
Devletin zirvesinde limonata içerek oturuyorlardı ve Ali Çoban gözlerini Cumhurbaşkanının ayakkabılarına dikmişti. Beyaz, bağcıklı ayakkabılardı bunlar.
“Rahmetlinin bunlar” dedi Cumhurbaşkanı.
Ali Çoban dişini sıktı. Sizden önce anlamıştı ayakkabıların kime ait olduğunu. Yine de aklı Nazlı Hanım’ının kunduracısına gitti. Dedikodulara. Cumhurbaşkanı da biliyor muydu acaba? O, “Gömlekleri ve süveterleri de oluyor bana” diyordu.
“Memleketin ilk reisicumhurunun eşyalarını diğerlerinin kullanması fevkalade güzel bir şey” dedi Ali Çoban. Aklına bunu söylemek gelmişti.
Diğeri yüzünü buruşturdu. Bu içtikleri limonatadan olabilirdi. Cumhurbaşkanının tespiti, şekerinin az, kabuk rendesinin fazla, tadının gereğinden fazla ekşi olduğuydu.
“Çok rahat” dedi Cumhurbaşkanı. Siz “Çok ekşi” diyeceğini mi umuyordunuz? Sonra hafifçe kaldırdığı ayağını eğdi büktü. Bu gösteriyi yaparken de, “Çok yumuşak” dedi. Ayakkabı ayağıyla birlikte eğrilip bükülüyordu.
“Rahmetli hiçbir ayakkabısını arkasına basarak giymemiş” dedi. Sonra eğildi, Ali Çoban’ın kulağına fısıldar gibi konuştu:
“Ama şeyinkiler…”
“Kiminkiler?” diye aklından geçirdi Ali Çoban ama yine de anlamış gibi davrandı. Bu taraçada, güneşte, devletin zirvesinde, daha fazla vakit kaybetmek istemiyordu.
“Rezidansından ziyade köşkte giydikleri bile! Yahu adam frakının altına giydiği iskarpinin bile arkasına basmış!”
“Ne olmuş?” der gibi bakmıştı Ali Çoban.
Anlaşamayacakları apaçık ortadaydı. Cumhurbaşkanı bir kez daha ayağını eğdi büktü. Şaşılacak olan ayakkabıdan ziyade ayağının böylesine esnek oluşuydu. Bütün bunları anlatmamın nedeni olan şey de işte o anda gerçekleşti:
Kesif bir pudralı ayak kokusu duyuldu.
Ali Çoban kahrolarak ufka baktı: Nazlı Hanım’ıyla devletin zirvesinde huzur içinde, hatta Cumhurbaşkanlığı’nın bu yazlık köşkünde, Florya’da bile olabilirdi bu, oturabilecekler miydi? Nazlı Hanım’ını o kunduracıya kaptırmak başbakanlık koltuğunu Kara’ya kaptırmak gibiydi. Bakın şu anda Cumhurbaşkanı ile Başbakan geleceğin Genelkurmay Başkanı üzerinde anlaşamıyorlar ama ben sizinle bir konuda anlaşmak isterim: Söz konusu ülkenin tarihini, bu tarihi yazanların şahsi meseleleri eşliğinde okuyacaksınız diyelim ve tekrar havayı koklayalım: Pudralı ayak kokusu!
Ali Çoban, astarında başbakanlığın örtülü ödenek şifresinin, –ÇZNA– gizli olduğu fötr şapkasını yüzüne doğru salladı. Bu çare değildi. Pudralı ayak kokusundan kurtulmanın çaresini devletin zirvesindeki bu kritik toplantıyı terk etmekte buldu:
“Siz, hükümetin başı olarak, rahatça çalışacağımı düşündüğüm orgeneralin kıdemini mevzubahis etmekte bu kadar ısrarlıysanız, konuşmayalım” dedi ve kalktı. Aslında “Müsaadenizle” diyecektiama pudralı ayak kokusunun çelik gibi iradesine ve Nazlı Hanım’ının Isparta halılarının göbeğindeki o şişik desene, lambanın içinden çıkan cinin güçlü kuvvetli gövdesine benzettiği heybetli gövdesine ettiklerine hayıflandı içinden.
Ali Çoban için “Bir kartal gibi havalandı” diyecekti Cumhurbaşkanının elinden düşürdüğü limonata bardağının kırıklarını yerden toparlamaya koşan garson. Güzel benzetmeydi doğrusu. Çocukluğunda koyunlarının, kuzularının peşinde dolaşan Ali Çoban, Pratkos Dağları’nın zirvelerinden havalanıp boynuzu üç burgulu koçlarını kapıp yuvasına çıkaran kartalları o kadar çok seyretmiş, arkalarından onlar gibi kanatlanıp havalanacakmış gibi öfkeyle koşmuştu ki, doğru, biraz onlar gibiydi.
“Başbakan köşkü terk ederken, köşk titredi tir tir” diyecekti mutfakta bulaşıkları kurulayan hizmetli:
“Sandım ki bir dalga koydu kıç tarafından köşke!”
Hizmetlinin “koydu moydu” diye konuşmasının sebebi ağustos 1977’yi hatırlayarak anlatması. Lafı fazla uzatmayacağım söz, ama bilmenizi isterim ki bu hizmetli, hâlâ, vaktiyle cumhurbaşkanlarının yazlık olarak kullandığı Florya Deniz Köşkü’nde yaşıyor. Müze haline getirilen toz içindeki o köşkte hayalet gibi dolaşıyor ve artık hiç gelmeyen ziyaretçilerinin isteseler de içeri giremeyecekleri gün olan salı günlerini cumhurbaşkanlarının yattığı yatakta geçiriyor. Diğer günler müzenin resmi kapanma saati 17:00’den sonra yapıyor bunu.
Bir keresinde takma dişlerini yatağın başucunda unutmuş. O gün de Bursa’dan Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi bir grup kadın ziyaretçi köşke gelmesin mi? Bir bardak su içinde, konuşmak, anlatmak isteyen bir ağız gibi duran dişlere bakıp bayılanlar, huşu içinde kendinden geçenler, atak davranıp bardaktaki suyu içenler… İçinde dişlerinin durduğu bardağı önce grubun bunu yapamayacak kadar pasif görüneni kapmış, onun elinden tavşan kürklü bir diğeri, onun elinden de “Ulu Önderim, Ulu Önderim” diye uluyan, kadın demeye şahit ister bir azman. Bizim hizmetliyse dişsiz ağzıyla, “Ulu Önder’in olduğunu nereden çıkarıyorsunuz?” demiş. “Kendimi tutamadım” diyordu bunu bana aktarırken. “Dişsiz konuşmak bir azaptı” deyip beni güldürmüştü. Yine de anlamamış bizim Bursalı Atatürkçü kadınlar.  Dernek başkanı elini beline koyup, fıkra gibi ama, “Kimin o zaman?” demiş.
“Ağzımı büzüp kadınlara baktım” dedi hizmetli, “Sizinle bir önceki gün görüşmüş olduğum için aklımda kalmış, 6. Cumhuresimiz Korhan Beyefendinin, deyiverdim, iyi mi?”
“Hııııııı” deyip gitmiş kadınlar. Kadın demeye şahit isteyeni içtiğinden iğrenip başlayıvermiş tükürmeye. Bizimkisi “Tükürmeyin lütfen” diye uyarmış. Bu sözü üzerine bir arbede olmuş. Dişlerini o günden beri bulamıyormuş. Bu ufacık tefecik, zayıf mı zayıf beyefendi, “Ben de yazıyorum efendim” demese, inanın oturur onun şahsi tarihini dinler, yazardım. Kendisinin bir yaz, İtalyan Ticaret Ataşesi’nin karşısına öğle uykusundan uyandırılamayan Milli Şef’in yerine çıkmışlığı var. Köşkün garsonları gülmekten iki büklüm servis yapmışlar görüşme boyunca. “Ama bu ülkenin siyasi tarihinin son otuz yılı iyi seçim” dedi başparmağını sallayarak. Birdenbire devlet adamı pozları takınarak, “Ne olduysa o zaman oldu” dedi ve teşekkür ederim, yine de zahmet edip yaptığı bayat kahveden bir yudum aldı. Birdenbire burada yaşayan bir teyze olmuştu. Köşkün ışıkları gitti geldi, tepemizdeki ampul cızırdadı. “Yapıldığı günden bu yana el sürülmedi tesisata” dedi. “Bu nemde çalışması mucize! Ancak taraçanın şu tarafındakiler, inanmayacaksınız ama sensörlüdür. Nasıl oluyor bu tarafındakiler böyle bakımsız ama o tarafındakiler… Evet, anlatacağım çok şey var.”
Ali Çoban işi inada bindirip hiç hesapta yokken Ege Ordu Komutanlığı’ndan emekliliğini bekleyen Rasim’e terfi yolunu açıp, burnunda pudralı ayak kokusu Florya Deniz Köşkü’nü titreterek çıkıp giderken, mutfakta tabak kurulayan hizmetlinin anlattıklarına kulak tıkamak çok zor. Söz konusu memleketin tarihi bu yöntemle de yazılabilirdi: Florya Deniz Köşkü’ndeki hizmetlinin kişisel tarihiyle. Ama gariptir, o beni “Benim hikâyemi anlatmak biraz sıkar” diye uyardı. Neyse. Evet, verdiğim sözü tutmuyorum: Ne demiştim bu hizmetli lakırdısını başlattığımda; lafı fazla uzatmayacağım mı? Ama farkındaysanız Ulu Önder için 1935’de kırk üç günde deniz üstüne inşa edilen Deniz Köşkü’nün mutfağına bırakılan patates çuvalından çıkan ve hep orada kalan bir hizmetliden söz ediyoruz. İki gözü, iki kulağı olan, şimdi darbe yapmasını beklediğimiz, gelecekte cumhurbaşkanı olacak tavan arasında toplanmış paşalardan bir paşaya, Rasim’e kadar bütün cumhurbaşkanlarına hizmet eden, yirmi beş yaşında bir çuvala girip Beyrut’tan buralara  kadar  gelen  bir  adamdan  söz  ediyoruz. 1977’de Deniz Köşkü’nü titreterek çekip giden Ali Çoban’ın 1993 nisanında henüz bir aylık cumhurbaşkanıyken, Nazlı Hanım’ıyla buraya gelişini hatırlayan birisinden söz ediyoruz. “Yine o zamanki sofra şefi Sabri serviste bulunmuş, Ali Çoban ona hal hatır sormuştu da şaşırmıştık. Benim gibi hiçbir şeyi unutamamaktan mustaripti. Fil hafızası, yok eşek, katır mıydı yoksa, katır inadıydı o ama değil mi? Ya da her neyse, bunlardan biri işte…”
Evet ne dinlemek, ne öğrenmek istiyorsunuz? Size soruyorum:
Ali Çoban ve Nazlı Hanım’ına limonata ikram etmişler. Manidar manidar gülmüş Ali Çoban.
Nazlı Hanım’ı elinde gülkurusu ipek bir mendil tutuyormuş. Limonata bardağını bununla tutmuş. Hafifçe ıslanmış elinde bir şey olmadığı vakit hamur gibi yoğurduğu ipek mendil. Bir yudum içip gerisini gitmiş denize dökmüş.
Taraçada oturmuşlar. Nazlı Hanım’ı, “Burada ne işimiz var Çoban?” demiş.
Ali Çoban onu duymamış gibi davranıp gülümseyerek ufka bakmayı sürdürmüş. “Gülümsemek değil, gülmek bile denilebilir” diyordu lafın burasında hizmetli. Bacaklarını birleştirmiş, ayak parmaklarının üzerinde yükseltmiş, gövdesini bir yelpaze gibi katlayıp, inceltmişti. Hizmetliden söz ediyorum. Dişsiz ağzını kahveyi nasıl içebildiğine şaşabileceğiniz kadar, dudaklarını ve dilini kahvenin yakıcılığından korumak için, büzdü, büzdü, büzdü. Büyük bir yanlışı düzeltir gibi: “Gülümsüyor denilemezdi. Sessizce gülüyordu, gülüyordu ki iki ayrık ön dişi görünüyordu.”
Sorusuna cevap alamayan Nazlı Hanım’ı o kadar sıkılmış ki bacak bacak üstüne atıp bir ayakkabısını çıkarıp ayağını sallamaya başlamış.
Pudralı ayak kokusu!
Hizmetlimiz orada kalacaklarını düşündüğü Ali Çoban ve Nazlı Hanım’ı için apar topar yatak çarşaflarını değiştirmeye girişmiş. Çarşafların leş gibi sidik koktuğunu fark edip yatağı son kullanan cumhurbaşkanını hatırlamaya çalışırken, sözün burasında “Ben henüz o yatakta uyumayı alışkanlık edinmemiştim” dedi, Deniz Köşkü yeniden tir tir titremeye başlamış:
“Anladım ki yatakta son yatan şeydi, şeydi, şey işte…”
Göz bebeklerini geriye alınan bir saatin yelkovan ve akrebi gibi döndürdü. Meğer o sırada yatağın kenarına sıkışmış bir tek erkek çorabı bulmuş da çorap tekini yuva belleyen akrep ailesi kendini döşemeye atmış da çorabın kenarına işli isim ve soyadından çorabın sahibi ortaya çıkmış, dolayısıyla yatakta son yatan.
“Benim bildiğim bir ismin baş harfleri işlenir.” Bunu söyledi ve sustu. “Çişini tutamayan adamlar yönetti bu ülkeyi.”
301 direk üstünde duran Deniz Köşkü tir tir titremiş, Ali Çoban ve karısı çekip gitmiş.
“1977 ağustosunda olduğu gibi koştum arkasından baktım. Ben hep tarihin arkasından baktım” dedi hizmetli. “Bu adamların, bu memleketin halkını nereden nereye getirdiklerini de şu halk plajından seyrettim.”
“Gel gezelim, gidip bakalım” dedi bana da hayatımın kâbusunu görüyorum sandım. Belki ağzından bir iki laf daha alırım diye peşine takıldım ama çareyi o kara, pis, leş gibi denize atlayıp kaçmakta bulacaktım neredeyse. Şehrin bütün dilencileri, düşkünleri, evsizleri, orospuları, üçkâğıtçıları, sübyancıları, oğlancıları, tezgâhçıları deniz sefasına gelmişlerdi. Islak kumların üzerinde yuvarlanıp gülüyorlardı. Orta yaşı geçmişlerse ağızlarında çengel gibi kalmış bir tek diş.
“Ey tek dişi kalmış medeniyet! İşte bu” diyordu hizmetli. Üzerine epey bol gelen güve yeniği dolu süveteri ve dişsiz ağzıyla aralarında kont gibi dolaşıyordu hizmetli. “İsmet Paşa’nınkilerden kalsaydı bir iki tane, onlar tam olurdu bana” diyordu sefaletini gözden geçirir görünce beni.
“İğrenme onlardan. Bak! Çoğunluk onlar!”
Plajın güneşi yoktu. Güneş bile yüzünü göstermiyordu suya girip eğlenmeye çalışan sefillere. Karınları sırtlarına yapışmış kavruk mu kavruk bir halk.
“Bir gün bu plajda bir küçük kız buldum.”
Ben de dikkatli olduğumu sanırdım, elindeki baston da nereden çıkmıştı? Anlatıyor ve gülüyordu. “Paşam” deyip elini öpenlere kâğıt paralar büyüklüğünde kesilmiş gazete kâğıtlarını veriyordu. Takır takır gülüyordu çevresini saran sefiller. Şuursuz, tuhaf, iğrenilesi, kumlu ıslak donlarının ağı sarktıkça sarkmış kalabalık. Karşılarındaki hizmetli, kimi zaman Milli Şef, kimi zaman Rasim oluyordu. “Bulduğum o küçük kız” diye devam etti:
“Bin dokuz yüz doksan yediye kadar da bu kayıp kızın ve annesinin el posterlerini yapıştırdım şuradaki ağaçlara. Anlatırım belki, eğer yazabilecek cesaretin varsa. Biliyorsun Ulu Önder’in de öyle bir evlatlığı vardı. Çengi kıyafetleri diktirmişti ona, oynatırdı taraçada. Televizyonda görmüştüm bir gün Ülkü’yü. Kocakarı olmuş bunları anlatıyordu. Ayrıca devletten bir koruma ve şoförlü araba istiyordu laf arasında. Benim lomboz deliğinden seyrettiklerimi nasıl anlatıyor diye sormuştum kendime?”
Bakılacak bir ufuk yoktu ama o bakıyordu. Sandaletlerini çoraplarıyla giymişti, hali içler acısıydı:
“Benim köşke aldığım çocuk tek kelime Türkçe bilmiyordu. Adı da Ülkü değildi. Ama Ülkü’ye benziyordu. Bitli saçlarını kısacık kestim daha çok benzedi. Ulu Önder çok severdi çocukları. Kanının kaynadığı bütün çocukları alıp bakmak, sevip koklamak isterdi. Florya’da yürüyüşe çıktığında piknik yapan aileler arasında çocukları görebilmek için dolaşırdı.”
Bambaşka bir şey söyledi sonra. Elindeki bastonla sefil kalabalığı dürte dürte yürürken o kalabalık da önüne düşüp dürtülmek ve iteklenmek isterken, o bunu yaptıkça diğerleri kendilerine eğlence bulmuş gibi gülüp dururken, “Rasim de kullandı bu bastonu” dedi.
Birdenbire bastonun numarası aklına gelmiş gibi, çevik bir hareketle bastonu omzuna dayadı, bir gözünü kıstı. Şakasına ortak olmak için kulaklarımı tıkadım. Üzerinde pet şişelerin, ıslak gazete kâğıtlarının, nasılsa martılara yem olmamış ekmek parçalarının ve şişmiş bir it ölüsünün yüzdüğü katran karası denize doğru nişan almıştı. Meğer şaka yapmıyormuş. Halk baston silahın marifetinden korkup kaçıştı.
“Bu da Ulu Önder’in” dedi. “Her şeyi müzelere sığdıramıyorlar” dedi, baston silahın elinde olmasına haklı bir neden bulmak istercesine. “Vlll. Kral Edward geldiğinde armağan etmişti. Hatta o da değil, Madam Simpson armağan etmişti.” Baston silahı, baston silah kadar ince koluna yatırıp seyretti:
“Sen bilirsin, erkekten dönme diyorlar Madam Simpson için. Hatta doğuştan çift cinsiyetli olduğu söyleniyor bizim ahçı Ragıp Ağabey gibi. Böyle bir alameti farikası olmasa Kral Edward uğruna tahtı bırakmazdı diyorlar. Kaldı ki ben mayosunun önünde bir kabarıklık…”
“Boşver” dedi sonra hiç kimseye yakıştıramayacağım gayet modern bir mimikle: Sağ elinin bütün parmaklarını ayırıp saçlarını yavaşça sıvazlayarak.
“Benim çocuğa Ülkü’nün elbiseleri olmadı. Küçük geldi. Rasim’in Çinli bir evlatlığı vardı hatırladın mı? Pekin ördekleriyle beraber Çin’den getirdiği. O da Rasim için dans ederdi. Bacaklarını omzunun üstünden geçirir örümcek gibi yürürdü. Rasim taraçadaki hasır koltuklarda ayaklarını toplar kahkahalar atardı. Örümcek gibi tırmanırdı kız koltuğa. Omzunda, sırtında, göğsünde, bir bakardık Rasim’in kucağında, tam kucağında.”
Hizmetli sustu. Rasim gibi baktı. Cehenneme dönmüş cennette “Paşam” diye üzerine atılan ve kim bilir ne olmuştu garibe, iki büklüm yürüyenin ağzının ortasına baston silahıyla bir tane yapıştırdı. Garibin burnu kanadı, biz yolumuza devam ettik:
“Anlatırım” dedi. “Rasim’in Deniz Köşkü’ndeki günlerini de anlatırım. Ama ben de bu köşkün efendisi sayılmam mı? Benim hikâyemi de dinle biraz. Benim bulduğum, konuşmayı unutmuş çocuk meğer neymiş biliyor musun? Babasını 1980’de Başkent’te avlayıp Diyarbakır Cezaevi’ne koymuşlar. Kız anasıyla ortada kalmış. Diyarbakır Cezaevi’ni duydun mu? Orayı da anlatacak mısın?”
Florya Deniz Köşkü’ne geri dönmüştük. Denizin ortasındaki köşke doğru uzanan iskelenin başında:
“Senin Ali Çoban arkasına bile dönüp bakmadan çekip gitmişti. Hâlâ gözümün önünde. Bir vakit bu iç denize gelmesi mucize, yolunu kaybetmiş bir ayıbalığı çıkmıştı köşk iskelesine. Kutupta yaşayan türünden. Bizi görüp ürküp kaçarken, insan gibi yürüyüverir olmuştu iskelede. Ona benzettiğimden Ali Çoban’ın gidişini, hiç unutmam. Gülhane’ye götürmüşlerdi o ayıbalığını.”
Ali Çoban’ı yeniden görecekmiş gibi bakıyordu, Deniz Köşkü’nü karaya bağlayan, daracık bir kumsaldan sonra sık ağaçlığa çıkan yola.
“Hadi git sen de peşinden. Sonra yine gelirsin.”
Hizmetli böyle demese oradan ayrılacağım yoktu.
Tavan arasında darbe hesapları yapan Rasim’in makamına yerleşmesi işte böyle olmuştu: Ali Çoban’ın şahsi meseleleriyle karışık zihninde, Florya Deniz Köşkü’nde yaşanan küçük bir karambol neticesinde. Rasim’e sorsanız “Mukadderat” derdi. Bir de Çoban’ın o yıllardaki ezeli rakibi Kara’nın iktidardayken gözüne pek mülayim görünen Rasim’in görev süresini uzatması vardı pek tabii. Rasim’e sorsanız yine “Mukadderat” derdi.
Ali Çoban kusursuz belleğinin kepenklerini indirdi. Ziyaretçisi gitmiş, dallara, pencere pervazlarına tünemiş kumrular uçmuştu. Belleğinin tavan arasında darbe yapmak isteyen beş general vardı. Yukarıdan tam zamanında Nazlı Hanım’ına çay servisi yapan Kâhya Talat’ın ayak sesleri geliyordu. Yoo onun değildi. Hayır onundu ve bir başkasının daha. Kim gelmişti?
Darbe olacaktı.
1961’de “Gazozcu Subayların” yaptığına benzemeyeceği çok açıktı. Bundan sonra sorulması gereken sorular, “Darbenin şiddeti ne olacaktı ve kimler, nasıl direnecek?” olmalıydı.
Yukarıda kim vardı yahu? Telefon yine çaldı.
“Ağabey yine benim” dedi telefondaki ses. “Buyur” dedi Ali Çoban.
“Estağfurullah ağabey” dedi telefondaki ses. Müsteşarı Pertev’di bu.
Ali Çoban onu tostoparlak gövdesiyle masasında oturmuş hayal etti. Pertev laf arasında dilini dudaklarının üstünde hızlıca gezdirir, karşısındakini dinlerken de çenesindeki gamzesini nasıl beceriyorsa artık, akışkan bir şeymiş gibi hareket ettirirdi. Devam etti Pertev:
“Yeni zam oranlarını belirledim ağabey.”
Ayrıca kimse onun gibi “ağabey” diyemezdi: A ve ğ harflerini şişirir, gerisini yuvarlardı.
“İyi” dedi Ali Çoban.
“Düşündüğünüz gibi” dedi Pertev.
“Mümkündür, mümkündür” dedi Ali Çoban.
Pertev, bu yılın başında, başbakanlığın petrol sıkıntısından dolayı yanmayan kaloriferlerine aldırmayıp paltosu, atkısı hatta anacığının ördüğü yün eldivenleriyle oturup yeni ekonomik paketi hazırlamıştı. Ampul bile bulunmaz olduğundan Başbakanlık’ın son ampulü, Ali Çoban’ın odasından sökülen, Başbakanlık’ın son ampulü Pertev’in odasına takılmış, nihayetinde o da tükenmiş, hem zaten elektrikler kesilmiş, yeni ekonomik tedbirler kör karanlıkta hazırlanmıştı. Ali Çoban Başbakanlık’ın karanlık koridorlarında yürürken Pertev’in onlarca rakamı mırıldanmasını duyardı. Günlerce sürmüştü bu. Halkın canına okuyacak kararları almak Pertev’in idrar yollarına mal olmuştu.
Ali Çoban’ın dilinin ucuna gelmişti, neredeyse saflıkla soracaktı:
“Pertev, sence halk galeyana gelir mi?” diye. Telefonun diğer ucunda idrar yolları sıkıştıran ve kıştan bu yana aldığı antibiyotikleri vücudundan atmaya çalışan, portakal rengi idrarı pisuarı delip geçen Pertev’in şöyle düşündüğünü hissetti:
“Darbe nasıl olsa önleyecek! ”
Pertev ağzını şapırdattı. Telefondan duyuldu bu.
“Ağabey, Şermin sizde mi? Dönüşte alayım onu. Hem size de zam kararnamesini imzalatırım.”
Gözlerini tavana dikti Ali Çoban. Yukarıdaki Şermin olmalıydı. Hem tütün kokusu da gelmişti burnuna. Nazlı Hanım’ı sigara içmezdi.
Doğru, yukarıdaki Şermin’di.
Ağızlığına taktığı sigarasını tüttürüyordu ağırdan. Altındandı ağızlığı. Pırlanta kakmalı “Pertev” okunuyordu kenarında. Yattığı yerden Nazlı okuyordu bunu. Dumandan halkalar yapıyordu Şermin. Her halkada mineli tespihinden bir tane çekiyordu:
“Selleylüvesselem!”
Sonra niyetini söylüyordu usuldan:
“Allah kaynanamın ve onun el etek öptüren Korku Efendi’sinin canını alsın!”
Birden fazla niyeti vardı Şermin’in. Dün bin kere “Pertev’e hayırlı mevkiler” dilemişti. Oysa, kanaviçe işli yorganı başına kadar çekmiş, güçlükle aralayabildiği tek gözüyle dünyayı seyreden Nazlı’nın, Çoban’ın biricik Nazlı Hanım’ının dilini döndürecek hali yoktu. Bin birinci niyetini ağzından atan Şermin geniş poposunu alçak koltuğa iyice yerleştirdi:
“Kendine gel Nazlı. Kadınlar yağ kuyruğunda kendilerini paralıyorlar. O sefiller kadar gücün yok mu?”
Yoktu.
Nazlı’nın gücü kalmamıştı. Kâhya Talat her sabah mavi Chevrolote’sinin kontağını çeviriyor, kendi kendine beş dakika çalıştırıyordu. Nazlı yattığı yerden duyuyordu motorun sesini. Duyuyor ve “Demek hâlâ yaşıyorum” diyordu. Sadakatsizliğin nişanı olan ayakkabılarının yatağının altından usulca, çifter çifter eksiltildiğini de biliyordu.
“Benden günah gitti” dedi Şermin. Hakiki timsah derisinden çantasını açtı, dua defterini çıkardı. Kocasının, Allah’ın belası kayınbiraderlerinin ve geberemedi gitti şu kayınvalidesinin, el etek öptüren kıymetli hocası Korku Efendi’nindi bu dua defteri. Şerefli mevkilere gelmesine kesin gözüyle bakılan kocasına besbelli karısı Şermin’den habersiz yaptığı bir ziyarette verilmiş, o da farkına varır varmaz yürütmüştü dua defterini. Rivayet o ki dua defteri iman etmiş bir imansızın derisiyle kaplanmış. Çünkü, çok geçmeden başını secdeden kaldırıp hak yolundan sapmış ve ebediyen imansızlığını ilan etmişmiş bu imansız. İşte bu sebeple yine aynı imansızın kanıyla yazılmış ve dinden imandan dönmeyecek olanların eline verilmiş bu dua defteri. Pertev aylardır bu defteri arıyordu ne aradığını söylemeden. Yatak altlarına, dolap köşelerine bakarken yakalıyordu onu Şermin. Anası, “Korku Efendi’mizin hediyesi dua defterini bul Pertev!” diye direttikçe Pertev’in beti benzi atıyordu. Bir pazar günü, bütün bir gün, kıçını dikip defteri aramıştı. Öyle ki doğrulduğunda suratı mosmordu. Kalbi doğuştan dertliydi, yaşını aldıkça yeterince kan pompalayamaz olmuştu, yarasa gibi baş aşağı durup kıyıda köşede Korku Efendi’nin dua defterini arayınca da “pıt” etmişti kafasında bir damar. Şermin, Pertev’in kafa damarlarından birisinin “pıt” edişinin sesini duymuştu. Dayanamamış kayıp dua defteri elinde girmişti içeri oysa. Kendisine, “Ne yapıyorsun?” diye çıkışılacağını sanan Pertev heyecanla doğrulmuş, onun o mosmor suratını gören Şermin dua defterini elinden atıp çığlığı basmıştı. Yirmi dört saat baş aşağı kalan Pertev koca kafasını olması gerektiği gibi tuttuğu anda olan olmuştu.
“Buldum” diyordu Pertev. “Gördüm” diyordu. Hastaneye gidene kadar böyle sayıklamıştı.
Neyi bulmuş, neyi görmüştü? Gazeteler günlerce bunu yazdılar.
Kimine göre, ekonomiye çare bulmuş, Sovyetlerin Afganistan işgalini görmüştü. Şermin bardağı taşıran son damlayı refakatçi olarak kaldığı hastaneye saklamış, kayınvalidesiyle Korku Efendi’yi kabul etmemişti.
“Şeytanın kendisi” diyormuş kayınvalidesi onun için. Korku Efendi’nin ayağına yüz sürüyormuş, “Bağla şunun elini ayağını, çıkamasın dipsiz kuyulardan!”
“Şeytanın ta kendisine ne yapılabilir ki?” diyormuş biçare Korku Efendi.
İşte Şermin böyle bir kadındı ve düşünmüş, taşınmış rüyalarda yaşayan eski arkadaşı Nazlı’yı kendine getirmeye karar vermişti. Nazlı arada bu dünyaya kulak verip sonrasında bıraktığı yerden rüyalarda buluşsa bile kunduracısıyla yaşamaya istekliydi.
Rakip olmadan hayat çekilmezdi.
Üç çocuk doğurup sekiz çocuk aldırdığı için kendisini kıskanan Nazlı, onu “Kocamın müsteşarının hanımı” diye takdim eden Nazlı, Pertev koyu Müslümanların, Selamet Partisi’nin adayı olduğunda kendisine kan kırmızı çarşaf ve peçe gönderen Nazlı, ayaklanmalıydı.
Şermin okuyup üşedi.
Bu arada Talat çayını getirdi. Kâhya değil, evin sahibi gibi davranır olmuş, kapı tıklatmaktan vazgeçmiş, çay servisini tamamladıktan sonra utanmadan parmak eklemlerini kütürdetip, çıtlatmıştı. “Bıraksan Çoban’ın yerine memleketi bile yönetir” derlerdi onun için. Merakından Fincanın markasına bakmak isteyen Şermin, çayın bir kısmını kucağına döküverdi. Naylon elbisesinin sıcak çayla göbeğine yapıştığını sandı. Ah, Korku Efendi ve kaynanasının cinleriydi

bunu yapan. İşte tam bu sırada doğruldu dağınık yatağında Nazlı, “Kuaföre gidelim” diye. Havadan sudan konuşmayalı uzun zaman olmuştu. Kunduracının ölümünden sonra ağır ağır zehirlenir gibi yatağa düştüğünden bu yana işin sırrını unutmuştu. Yine de iyi bir başlangıç yapmıştı:
“Kuaföre gidelim.”
“Gidelim” dedi Şermin yanan göbeğinin sızısını duanın gücüne duyduğu şaşkınlıkla unutarak. Kısa bir an için dertlendi bile: Anlatmaya doyamadığı Amerika günlerini sabırla dinleyecek Nazlı yoktu artık. Rakibi geri dönmüş, oyun başlamıştı.
Ali Çoban kapıyı çarpıp çıkan kadınların sesiyle irkildi. Hayret, Nazlı Hanım’ının ayaklanmasına karşı oralı değilmiş gibi davranıyordu. Talat’ı çağırıp sordu:
“Nereye gidiyor bunlar?”
Dudak büktü Kâhya Talat.
Toparlayalım.
Ama neyi? Elimizde kalan en değerli hakikat tavan arasındaki paşalar.
Bakın, secdeye varan Pertev bunu düşünmekten namazını kılamıyor:
“Darbe olacak mı?”
Allahuekber!
“Ne yapacaklar benim ekonomik programı?”
Sübhane rabbiye’l-a’la, sübhane rabbiye’l-a’la, sübhane rabbiye’l-a’la!
“Bilgilendirme toplantısında Rasim Paşa’nın gözüne girdim ama. Ama yine de gönderirler beni. Ama…”
Allahuekber!
Devlet Planlama’nın mescidinde sabah namazından bu yana kılamadığı öğle ve ikindi namazlarını kaza ediyor. Küçücük mescidin pencereleri tuvalet pencereleri gibi yukarıda. Bu yeşile boyalı, demir parmaklıklı pencerelere baktıkça duygulanır Pertev:
“İbadet edenleri yerin dibine sokanları utandıracağın gün gelecek mi yarabbim?”
Namazı bölünmüş, kaçıncı rekatta olduğunu unutmuş, derken aptesi kaçmıştı. Üşenmedi tekrar aptes aldı. Bu defa acele etmiş, üstü başı epey ıslanmıştı. Şermin kızacaktı. Yoksa bu üzerindekiler su lekesini tutan cinsten takımı mıydı? Amerika’dan aldıkları. O zaman Şermin daha çok kızacaktı. Karısı dini vecibeleri yerine getirme konusunda pek hevesli değildi. Pertev bunu dert etmezdi. Takılmadan, şaşırmadan en önemlisi aptesini bozmadan öğle ve ikindi namazlarını kaza etti. Hatta akşamı kılmaya bile niyetlendi. Yatsıyı evde gözleriyle kılardı ya da Şermin erkence uyursa çalışma odasında.
Hapşırdı. Pek tozluydu mescit. Kara, 1977’de, bir aylığına iktidara geldiği vakit burayı dosya evrak yığınlarıyla doldurmuşlar. Ardından bir buçuk yıllık Ali Çoban hükümetinde tekrar mescit olmuş, 1978 ocağından 1979 kasımına kadarki Kara hükümetinde yeniden depo. Ali Çoban 12 kasım 1979’da bir kez daha hükümet kurduğunda yeniden mescit. Seccadelerin saçaklarının arasından fındık faresi pislikleri dökülür, altlarından neler çıkar neler: Altında Kara’nın imzasının bulunduğu Amerika’ya hitaben yazılmış “Haşhaş ekimini yasaklamıyoruz!” mektupları, hatta 1974’te Kara’nın Selamet Partisi ile yaptığı koalisyon zamanından kalma kişisel bir not, ama önce küçük bir açıklama: Kara, Kıbrıs harekâtını neden yaptığını anlatmak için kuzey ülkelerine gitmek ister ancak makamını koalisyon ortağı aşırı muhafazakâr Süleyman Tel’e bırakmaktan çekinir ve ortağına şöyle bir not gönderir: “Siz de İslam ülkelerini ziyarete gidiniz efendim.” Devlet Planlama’nın kâh depo kâh ibadethane olan bu köşesinde cevap notunun bile bulunduğu söylenir: “Gidemem efendim.” Alın bakın, 1967’de Amerikan sefirinin dönemin çiçeği burnunda başbakanı Ali Çoban’a Sovyetlerle münasebetlerini düzeltmelerinin hesabını soran mektupçuk: “Are you changing axis?” Bizzat Pertev bulmuştu bunu, kenarı kıvrılan seccadesini düzeltmek isterken.
Ah, halıların, seccadelerin altında kalan pislikler!
İşin tuhafı Planlama’nın lağımı bile mescidin altındadır. Bu da müsteşarı Pertev ile beraber bir gün burada namaz kılan Ali Çoban’ın tespitidir. Kendisi ne de olsa inşaat mühendisidir. Böyle şeyleri çok iyi bilir. Hatta bu tespiti yaptıktan sonra: “Çok yazık, mümin insan her an aptesim bozuldu şüphesine kapılabilir” demiştir.
Ali Çoban’ın bu hassas tespitini hatırladığında, “Bu nasıl da küpe olmadı kulağıma” diye içinden geçirdi Pertev. Bir gün de bindikleri asansör çelik halatlarından  kurtulmuş, tam yeri öpecekken, “Çömelin!” demiş beraberindekilere Ali Çoban. Onun böyle şeyleri pek iyi bilebildiğini düşündü Pertev. Ama ekonomi yönetimi konusunda aynı düşüncede değildi. Son düşündüğü iplik iplik aklından çekilecek korkusuna kapıldı. Gayri ihtiyari çevresine bakındı. Mescidin pencerelerine dizilmiş, guruldayan kumrulardan başka bir şey yoktu. Onlar da bir bakışıyla uçup gittiler.
2

Kumrular gidip Kara’nın penceresine kondular. Neredeyse açık balkon kapısından içeri dalıp Erica daktilosunun koluna tüneyeceklerdi ama bunu yapmak yerine pencere önüne sıralanıp şaşkın şaşkın bakmayı yeğlediler.
İşte kumru, bu Kara.
Cevdet Kara karısına seslendi: “Reyhan koş!”
Reyhan elinde çay tepsisi rüzgâr gibi girdi içeri. Söylemeden edemeyeceğim, kocası siyasete girdiğinden beri diyelim, tuhaf bir marifet geliştirmişti Reyhan Kara, çay tepsisi elindeyken ne kadar hızlı hareket ederse etsin bir gıdım çay dökülmüyordu çatlakları sararmış melamin çay tabaklarına. Bu arada kocası niye “Koş!” diye seslenmişti, bunu merak etmesine gerek yoktu. Cevdet Kara ve karısı bir elmanın iki yarısı gibiydiler.“Ah, kumrular” demesiyle Reyhan Hanım’ın, bunu duymuş gibi havalandı kumrular. Karı koca ellerinde tavşan kanı çayları bakakaldılar kanat çırpan kumrulara. Diğerleri uçup gidince bir tanesi yapayalnız kaldı olduğu yerde. Boyası dökülmüş kooperatif evi balkonunun demir korkuluklarında dönüp duruyordu şaşkınlıkla.
“Eşini arıyor” dedi Cevdet Kara. Eşini arıyordu kumru.
‘Eşini Arayan Kumru’ diye bir şiir bile yazabilirdi Cevdet Kara ki politikacılığı kadar şairdi aynı zamanda. Sol eğilimli partinin genç lideri, Ali Çoban’ın rakibi. Kara’dan uzun uzun söz edeceğiz ama eşini arayan kumrunun hali pek acıklı. Gerçekten eşini arıyor çünkü.
Bu gülen kumrunun, Türk güvercininin, eşinin nerede olduğuna gelince. Biraz önce bir taksinin önüne yapıştı. Kanatları açık öylece kalakaldı orada. Radyatör mazgalına tutturulmuş süs gibi. Taksinin arka koltuğunda kolları açık yatan Emin gibi. On dakika kadar önce Emin’in kafası, ayrıldığı örgütteki arkadaşları tarafından demir çubuklarla ezildi. Kendine geldiğinde kan içinde bu taksinin içindeydi. Daha yirmisinde değildi. Şoföre sordu:
“Amca neremden kan akıyor?”
“Nerenden akmıyor ki!” dedi şoför ve gaza bastı. Bizim kumru da tam bu sırada taksiye çarptı, çarptığı yerde kaldı ve oracıkta eşini çağırmak için ötüp durdu. Gagası Anadol marka taksinin ön mazgalları arasına sıkışıncaya kadar denedi bunu. Sonra sesi çıkmaz oldu.
Kan içindeki devrimcimiz Hacettepe Acil’in önünden geçerlerken taksiciye  “Burada dur” demek istedi.  Diyemedi. Taksi, bir yıl önce faşistlerin devrimci bir hastayı öldürdüğü Numune Hastanesi’nin önünde durdu. Emin nasılsa ölür diye morga konuldu.
Emin ölmeyecek.
Ama Cevdet Kara’nın balkonundaki tedirgin kumrunun eşi öldü. Taksi şoförü otomobilinin arka koltuğunun kanla sulanmış kılıflarını “Yıkamakla iflah olmaz bunlar” diye toplayıp atarken, ön mazgala yapışmış kumru ölüsünü de çekip çıkardı ve attı. Üstelik bu küçük temizliği yaparken devriye gezen bir polis ekibine yakalandı:
“Bu kan neyin nesiydi, kimi hastaneye götürmüştü, bir örgüte yardım ve yataklık yapıyor olabilir miydi?”
Keşke acele etmeyip gidip evinin önünde yapsaydı bu temizliği. Ayrancı’daki benzin istasyonunun kurtları onu gözlüyorlardı. Taksici, Numune Hastanesi’ne bıraktığı devrimciden önce içeri girdi.
O yıllarda kim vurduya gitmek işte böyle bir şeydi. Serüven dolu yılların lideri Cevdet Kara halka hitaben yapacağı konuşmayı hazırlarken durmuş, balkon korkuluklarından ayrılmayan, eşini arayan kumruya dikmişti gözlerini. Canı şiir yazmak istiyordu. Hatta ilk dizesi ağzından dökülecekmiş gibi oldu. Bir şey söyleyecekmiş gibi açtı ağzını ama ister inanın ister inanmayın söylediği o gün bir gazeteci dostundan aldığı istihbarat oldu:
“Paşalar tavan arasında toplanmış.”Bunun bile şiiri yazılabilirdi. Hatta belli belirsiz oluşmuştu kafasında şiir. “Tavan arası” diye başlıyordu ve onu Kara’nın belleğinin en derininden çıkartmayı başarırsam şöyle devam ediyordu: “Burası tavan arası / Tavan arasına hoş geldiniz / Burada bir sürü bavul ve bir kutu var / Çiftleşen böcekler gibi birbirinin üzerine binmiş iki kahverengi divan / Cezaya kaldırılmış çocuklar gibi yüzleri duvara çevrili köşelerde ya da raflarda duran bir sürü tablo / Eski bir ‘jikker’ ya da uçan halı / Renkleri solmuş fakat hâlâ sihirli / Rasim Paşa bunu çocukluğunda kullanmış, sonra sarhoşken bununla uçmuş / Tavan arası / Burası tavan arası. / Tavan arasına hoş geldiniz.
Sonra bütün bir gün kâh Rasim ve arkadaşlarının tavan arasında toplandığını kâh bundan ilhamla içine doğan şiiri bir yerlerden mi hatırladığını yoksa kendisinin mi yazdığını düşündü. Şiir pek önemli değildi. Önemli olan siyasetti.
“Hayır, o şiiri bir yerlerden hatırlıyorum. Hatta şiir bile değildi” dedi.
Bunu elinde olmadan seslice düşünmüştü. Karısı duydu, başını düzenlediği arşivden kaldırdı. İnanın bu sesli düşünceler ağzından dökülmeseydi bile karısı kafasının içinden geçenleri duyardı! Sanırım bu, birbirine çok benzeyen Kara çiftini tanımlamak için yeterli olmuştur.
“Bir romandan parçaydı bu” dedi Reyhan Kara. “İngilizce olarak hatırlıyorum üstelik. Kolejde okumuş olmalıyım” dedi, “olmalıyız” diye ekledi.
Kolejde arkadaş oldular, üniversitede evlendiler. Yeryüzünde ruh eşini bulmak diye bir efsane varsa, onlar buna denktiler. Oğlunun şairliğiyle övünen ressam anne Cevdet Kara’nın evliliğine karşı çıktı. Daha doğrusu şöyle oldu: “Hani” demişti ressam anne, “daha dün evlenmeyeceğim demiştin!” Peyzajlarıyla meşhur ressam annenin eserlerinde o saatten sonra derin bir gölge belirdi. Kasvetli gölgeler Londra’ya Sanskritçe öğrenmeye giden Cevdet Kara’nın politikaya atılma kararını bir mektupla annesine bildirmesinden sonra yerini karanlığa bıraktı. Anne, karanlık, hüzünlü peyzajların ressamı oldu çıktı. Oğul Cevdet Kara da ayağının tozuyla memlekete dönüp milletvekili seçildi.
Kedi tüylerinin uçuştuğu bu evde mutluydu. Dışarısı cehennemdi. Bıraksalar, bayat bisküviler ve ziyaretlerine gelen bir partilinin tansiyonunu fırlatıp geberten, demli mi demli (iyi olmuştu gerçi, söz konusu partili, Ataköy Güneş Motel’de AP’nin on bir milletvekilini bakanlık yemiyle transfer edişini eleştirmek için gelmişti) çaylarla yaşayıp giderdi.
Neden siyaset yapıyordu? Artık iyice yaşlanan ve Salacak’tan gördüğü Kızkulesi’ni bir karanlığın ortasında resmeden, öyle ki resme baktığınızda karanlık, ışıksız Boğaz’da gemilerin canhıraş düdüklerini bile duyabileceğiniz annesi de aynı soruyu soruyordu. Birazdan, sizlerin ayrıntılarıyla tanık olacağınız ev hayatında burada öylece kalıp “Eşini Arayan Kumru” şiirleri yazabilirdi. Tavan Arası şiirleri de. Ama o siyaset yapmaya daha fazla hevesliydi. Bunun için fazlasıyla beceriksiz olsa bile.
Bir kaç gündür rüyalarında kendisini Milli Şef’e bağıra bağıra laf anlatırken görüyordu. Sonrasında bu kötü gün rüyası olacaktı. Her kötü şeyin arifesinde Milli Şef’e sesini duyurmaya, diyelim duyurdu, söylediklerini anlaşılır kılmaya çabalayacaktı. Uyandığında sesi en şehvetli halka hitap konuşmalarını yaptığı ya da 1972’de Milli Şef’i alt edip kürsüye çıktığı, 12 Mart müdahalesinde askerin kurdurduğu hükümete bakan vermek neymiş ona gösterdiği günkü gibi boğuk boğuk olurdu.
“Pısssstttttt!”
Florya Deniz Köşkü’nde bıraktığımız hizmetli bu! Bizi çağırıyor, yanına gidelim mi?
“Fırtınalarda salıncak gibi sallanır köşk. İnanır mısın bir keresinde bütün kazıklarından kurtulup havalandı. Baktım uçuyoruz. Dedim bu köşk gidip Başkent’in tepesine konacak. Meğer 1957’de Amerikalıların gönderdiği viski bozukmuş. Viski de nasıl bozulursa artık! Ya da cumhurbaşkanlarımızı usul usul zehirlemek için içine bambaşka bir şey katıp gönderdiler.”
Hizmetli elinde bastonu köşkün en ucunda durmuştu. Dimdik duruyordu ama yine de komikti. Lafı uzatacağını anlamıştım:
“O viskiler köşke niçin gönderilmişti biliyor musun? Dinle, bu da tarihtir, politikadır, siyasettir!”
Dinliyordum. Mevsim yaz değil, hava da kasvetliyse bu iskele Köşk’ün tepesinde olmanın bahşettiği depresif ruh haliyle.
“Viskiler Eisenhower’ın söylediklerine harfiyen uyacağız diye gönderilmişti. Küçük bir mükâfat. Neydi bu Amerikalının söyledikleri?”
“Amerika’nın çıkarları dünya çapındadır.”
“Evet, 10 ocak 1957’de yaptığı konuşmada öyle dedi. Bizimkiler de aralarına kendilerine benzeyenleri alıp, kimdi onlar?”
“Pakistan, İran, Irak.”
“Aferin çalışmışsın dersini. İşte Amerika’nın eli yakamıza o doktrinle yapışır.”
Sustu ve katran karası denize baktı. Denizin kabarıp alçalması korkunçtu, bakamıyordum.
“Cevdet Kara” dedi “onu ilk gördüğüm anı anlatmak için girdim araya. Bana kalırsa politikaya girme sebebi anlatacağım o anda gizlidir. Dinleyecek misin?”
“Evet” dedim.
Bana kibarca oturmamı işaret etti. Rüzgârın, güneşin ve deniz suyunun çürüttüğü hasır koltuklara iliştik. İkimiz karşılıklı aynı anda otururken, popo kısmı delinmiş koltuklar gece uykusunda kontrolsüzce çıkarılan sinir bozucu diş gıcırtılarına benzer sesler çıkardı.
“Cevdet Kara 1950’de babasıyla birlikte buraya gelmişti. Milli Şef, cumhurbaşkanlığının son günlerini geçiriyordu. Şımarık kızlarının Fransız mürebbiyesi, karısı ve her şeye burnunu sokan anası, eşyaları toparlıyorlardı. Cumhurbaşkanı’nın kalsaydı üzerime şıp diye oturabilecek bütün giysilerini aldılar. Öyle ki banyo etajerinin üzerinde unutulmuş bir tıraş fırçası için yaver mi ne birisi gönderilmişti, taaa Başkent’ten. Cevdet Kara babasıyla beraber köşkteydi. Kim bunlar diye bakmıştım mutfaktaki lomboz deliğinden. Sonra aldı mı beni bir gülme? Çünkü Cevdet Kara kibrit çöpü gibi bir gençti. Hâlâ öyle. O Kıbrıs şeysinde, bu kelime de bana Rasim Paşa’dan emanet, başına taktıkları miğfer fırfır dönüyordu. Babası da göbekli möbekli biri. Ben de bir gece öncekapı arkasından Milli Şef’in kurdurduğu sinema makinesinden Lorel ile Hardy’i seyretmiştim. Gülmemek için yumruklarımı ısırmıştım. Sonra bakmıştım filmi izleyen herkes gülüyor ben de güleyim dedim. Sesim onlarınkine karışır gider. Güldüm. Benim gülmemle Milli Şef tam bir şef edasıyla elini havaya kaldırdı. Koca perdeyi elinin gölgesi kapladı. Bu makiniste “Dur” demekti. Kaldı ki filmin bir yarısında ara verdirmek pek zordu. Yani film bağlamak filan meşakkatli işlerdi. İşte, Milli Şef kalktı, karanlıkta üzerime doğru yürümeye başladı. Bir de sağır derlerdi onun için. Oysa o gerek görürse toprağın altında çalışan karıncaların sesini bile duyardı. Kapının arkasına sindiğim yerde buldu beni. Pek sinirliydi rahmetli. Kendimi filmden hâlâ alamıyor, gülüyordum. Bana, köşkün direklerinden birisine bağlanma cezası vermişti. Sadece başım suyun üzerindeydi. Sabaha karşı çıkan dalga neticesinde bir kova su yutmuştum. Ayrıca bir denizanasıyla bir avuç gümüş balığı. Neyse efendim, Cevdet Kara’nın babası CHP’den milletvekiliydi ve Menderes’in galip geleceği seçimlere giderken liste dışı kalmıştı. Cumhurbaşkanlığı biter bitmez partisinin başına dönecek olan Milli Şef ile bunu konuşmaya gelmişti. Milli Şef ise içerideydi, bezik oynuyordu ve taraçaya misafirlerinin yanına çıkmaya hiç mi hiç istekli görünmüyordu. Cevdet Kara’nın babası için ‘İnsan kasabı’ diyordu. Oysa adam adli tıpçıydı. Ne ayıp değil mi efendim? Milli Şef’in bilmediği yoktu. Adamcağızın üniversitedeki ders notlarını derlediği ‘Ölüm ve Şahadet’ isimli kitabını bile okumuştu. Onu, muhalif olduğu için liste dışı bırakmıştı.
Şimdi bizim oturduğumuz koltuklarda ayakları yere değmeden, ellerini kucağında kavuşturmuş oturuyordu baba. Cevat Kara da taraçanın şimdiki gibi paslı olmayan korkuluklarına dayanmış, o gün belleğinin bir köşesinde bugün muhtemelen şiir kitaplarının arasında bulabileceğin bir şiiri düşünüyordu. Sanskritçe bile düşünüyor olabilirdi, zira Londra’dan, bu garip dili tahsil etmekten yeni dönmüştü.
İşte böyle. 27 yıl sonra Ali Çoban’ın dikildiği köşede öylece durup kalmıştı Cevdet Kara. Memleketin solu o zaman şekillendi. Kutsal kitaplarda dünyanın yedi günde kuruluvermesi gibi.”
Kendimi tutamayıp güldüm. Kutsal kitaplar filan. Hizmetli buna pek alındı.
Cevdet Kara bütün bir gün babasını bekletip sonra uyuyakalan Milli Şef’e haddini bildirmek için mi politikaya atılmıştı? Güzel hikâyeydi doğrusu; Florya Deniz Köşkü’nde taraçanın güneş altında cayır cayır yandığı saatler de dahil olmak üzere bekleyen babanın oğlunun, on yıl sonra Milli Şef’in Çalışma Bakanı olması.
Bunların ne önemi var bilmiyorum. Bildiğim tek şey konu ettiğimiz yıllarda bu memleketin iki seçeneğinin bulunması: Ya sol, ya sağ!
“İkisinin birden olma ihtimali yok mudur? Zira bütün mahlukatların ya solu vardır ya sağı!”
Gariptir, Cevdet Kara ve Ali Çoban yetmişli yılların sonuna geldiklerinde aynı rüyayı görür olmuşlardı. Uydurmuyorum. İkisi de rüyasını yazılmamak kaydıyla bir gazeteciye aktarmışlardı. O yıllarda ikisinin de kapısından girebilen, ikisiyle de söyleşebilen gazeteci bulmak zordu. Gazeteciler de memleketin seçeneği gibi ya soldaydı ya sağda. İşte bu gazeteci Cevdet Kara’nın, “Bir aracın direksiyonuna oturmuş giderken direksiyonu sola kırmak istiyordum…” dediğini hatırlıyordu. Ardından Ali Çoban’ın, “Direksiyonu sağa çevirmeyi fevkalade çok istediğim anda” dediğini. Sonra aynı gazeteci SSCB ile münasebetleri konuşmak için gittiği Büyükelçi’nin “Sizin iki inatçı liderinizi rüyamda gördüm” dediğini hatırlıyordu. Tıpkı bizim bozuk viskiden zehirlenen hizmetli gibi bu gazeteci de Rus Büyükelçi’nin armağanı olan kolonyadan dönme votkadan zehirlendiğinde, bu defa kendisinin bu zehirlenme anında otomobilin direksiyonunda kâh Ali Çoban’ın kâh Cevdet Kara’nın olduğu, kötü kötü rüyalar gördüğünü düşündü.
“Bu memleketi solcu yapmazlar.”
Burası önemli: Numune Hastanesi morgunda yatan Emin hatırlıyor bunu. Emin’i ölür herhalde diye morga kaldırmışlardı. Ölürse yazık olurdu: Devrimcilikte bir arpa boyu yol gitmişti. Konya asfaltı yakınlarındaki tepelikte koca koca kayaların ardında silah atmayı öğrenmiş, partiye adaylık başvurusu yapıp, kod adını almıştı. Ardından bir iki silahlı çatışma, nöbetler, toplantılar. Uzaktan bakınca bu kadar işte. Bir şeyleri değiştirme inancı taşıyan insanlardan sadece birisi. O yıllarda dağlarda tepelerde keçi otlatan nineler bile, “Neredensin?” sorusuna örgüt adıyla cevap verirlerdi. Ya da haritada yerini bilmedikleri köylerden birkaç kişi gelirdi, “Kurduk örgütü” diye.
Herkes kendi cephesinde çalışıyordu. Faşolar hilallerinin bir ucunu memleketin böğrüne batırmak gayretiyle kan dökerlerken, mahallelerin, sokakların, üniversitelerin, okulların hâkimiyeti bir o tarafa, bir bu tarafa geçiyordu.
Babası kulağına “Oğlun devrimci olmuş” söylentisi geldiğinde soluğu Başkent’te almıştı. Siyasal ile Hukuk’un arasındaki yoldan aşağı inerken Basın Yayın’ın duvarının tepesindeki Mahir Çayan ve arkadaşlarından kalma “Ya İstiklal, Ya Ölüm” yazısını göz ucuyla okumuştu pederi. İzlediği bir tiyatro oyunundan sonra semtlerindeki mahalle kahvesindeki okey ıstakalarını terk edip Sosyalizmin Alfabesi’ni okumaya başlayan oğluna nasihat etmeye koyulmuştu. Babalar ve oğullar romanı olmadan bu roman, bu baba hikâyesinin de defterini dürüp buradan uzaklaşalım!
Evet, şimdi tekrar Cevdet Kara’nın evine dönüyoruz. “Anlatmak çok zor” diyordu İsveç Büyükelçisi. Alışılmadık bir biçimde kadındı. Hem de ne kadın. “Kavak ağacı gibi” derdi Ali Çoban onun için. Buraya nereden geldik: Bu upuzun kadın, 1.98, Cevdet ve Reyhan Kara’nın kedi tüyü uçuşan evinde konuk şimdi. Bir diplomata yakışmayacak biçimde çat kapı geldi üstelik.
Ondan önce Emin’i merak ediyorsanız şunlar oldu: Kafasından çok ayağı anasını ağlatıyordu. O kadar çok hırladı ki morg görevlisi radyosunu kısmak zorunda kaldı, “Adam ölmemiş” diye yerinden fırladı. Buradaki kadar telaşlı değildi aslında. Musalla taşında dirileneni bile görmüştü. Otopsi için neşter vurulduğunda dikileni. Neyse, Emin önce beyin cerrahiye götürüldü. İlk doz Penadur etkisini gösterdi, hastaneden kaçmanın yollarını rüyasında bile olsa, aramaya başladı.
İsveç Büyükelçisi gibi bir kez daha çat kapı dalalım Cevdet Kara’nın evine. Türklere benzemişti İsveç Büyükelçisi de, “Bisküviden başka bir şey yemez mi bunlar?” diye düşündü. Böyle düşünmemiş gibi, bisküviler ve çaya teşekkür edermişçesine gülümsedi. Benzerlik işte buradaydı.
“Darbe olacakmış” dedi Büyükelçi.
Çay bardağı dikiş yüksüğü gibi kalmıştı elinde. O haliyle Tagor şiirindeki devi hatırlattı Cevdet Kara’ya. Şiiri kendisi çevirmişti.
“Bu ülke bu noktaya nasıl geldi Bay Kara?”

Benzer İçerikler

Balkan Acısı – Roman

yakutlu

İlk Öpücüğün Büyüsü – Jennifer Probst – Online Kitap Oku

yakutlu

ÇALIKUŞU Reşat Nuri Güntekin

gul

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy