“Döngele geldi kapıya dayandı. Al götür döngeleyi.”
“Yok,” dedi kendi kendine, “yok. Bu döngele şaşkın döngele. Çukurovada pamuğun açmasına daha çok var. Bu yıl döngelelerin kökünde bir şey var. Köklerini kurt yemesin zıkkımların? Sıçan yemesin? Kopup kopup geliyorlar.”
Evin günden yanına oturmuş, ayaklarını upuzun uzatmış, sırtını da duvara vermişti. Yorgundu, bitkindi. Öfkeleniyordu. Zayıflamış, bitmiş, yerinden kıpırdanamayacak bir haldeydi. Sararmış, kırış kırış olmuş, uzamış yüzünde, alnında çöreklenmiş bir acı okunuyordu. Uzun, ak, kirlenmiş sakalı göğsüne düşmüş ta aşağılara kadar uzamıştı. Püskül püskül, kırçıl kaşları küçücük yeşil, kenarları kızarmış gözlerinin üstüne dökülüyordu. Sakaldan bıyıktan da ağzı zor gözüküyordu. Başı da dümdüzdü. Bir tek kıl bile yoktu. Kemikleri sayılan, kapkara, yarık yarık, tırnakları uzun sarı ayakları kocaman, yalındı. El dokuması pamuk şalvarı yamadan gözükmüyordu. Mintanı da öyle.
Elinin oralarda bir oğlak dolaşıyordu. Ötede bir de kurk tavuk vardı. Kıyameti koparıyordu. Ardında yumak yumak, yumuşak, elinde tutsan dağılıverecekmiş gibi duran bir top sarı tüy gibi, toza belenen civcivleriyle oradan oraya koşuyordu. Hoca Halil dünyada en çok yumurtadan yeni çıkmış sarı sarı, yumuşacık, güneşe toprağa alışma gayretinde olan civcivleri seyretmeyi severdi. Arada bir tavuğun gürültüsüne başını kaldırıyor: “Vay ocağın bata vay! Ne de çok bağırıyor,” diye söyleniyor, sonra başını geri indirip, çenesini göğsüne dayıyordu.
Döngele de gelse kapıya otursa, Çukurovada da pamuk açsa, dünya, yazı yaban apak kesilse bu yıl dizlerimde derman yok. Ben bu yıl bu hal ilen Çukura inemem. İnemem Halil, inemem.
İkindiyi geçe doğruldu. Ama zorla.
Gelinini çağırdı:
“Kız, bir kaşık su. Kız soyka kalası.”
Çağırdı çağırdı içerden bir ses gelmedi.
“Bir kaşık su veren de yok. Adam kocayacağına ölsün.”
Vardı içerden tası doldurdu, elleri titreyerek sakalına döke döke içti. Değneğine çöke çöke, bir yürüyüp bir durarak karşı tepeye yollandı. Akşama doğru tepeye çıktığında uzaklardaki bozkır dumanlanıyor, uçsuz bucaksız bozarıyordu. Bir top döngelenin savrulduğunu görür gibi oldu.
Döngele geldi kapıya dayandı. Alıp götürmemek olmaz. Çukurda pamuğun açtığını her yılki gibi söylemezsen köylüye, köylü seni yer Halil. Geç kalırsa pamuğa, pamuk açtıktan, elin ırgadı tüm pamuğa girip de topladıktan sonra senin köylü varır da toplayacak tarla bulamazsa… Şaşırdım mı dersin Halil?
Döngele uçsuz bucaksız bozkırda savruluyor. Bu, Çukurda pamuk açtı açacak demektir Koca Halile göre. Her yıl bu zamanlar, belki de bundan daha önce, Koca Halil bozkırdan kopup gelmiş bir döngeleyi eline alır, dallarına, yapraklarına, dikenlerine bakar, doğru Muhtara koşar:
“Hıdır Kahyanın oğlu,” derdi, “döngele geldi. Turna katarı gibi ardardına tirkenmiş bir katar döngeleyi de Tekeç dağına doğru göğe ağarken gördüm. Köylü üç gün içinde pamuğa inmeye hazırlansın.”
Ve köylü üç gün içinde Çukurovaya inmeye hazırlanırdı.
O gece Koca Halil sabaha kadar gözlerini kırpmadı. Hayallıyordu.
Güz yelleri neredeyse esmeye başlayacak. Boz toprağı soğuk, ürpertici bir yel yaladı yalayacak. Kuşlar boyunlarını kanatlarının arasına çekmiş kuytularda büzülmüş duruyorlar. Üşümüş kuşlar. Keklik sesleri gelmez oldu. Kınalı ayaklarının izi yok artık çalı diplerinde. Günler geçtikçe bu azıtan ne! Yaz sonu yelleri. Bu yellerin kökünden söküp kopardığı, tepeden tepeye savurduğu ne? Döngele dikenleri.
Kel tepelerde, her biri bir sepet büyüklüğündeki döngeleler, göğün aklığında dönüp duruyor mu? Bugün değilse yarın dönecek. Binlerce ıslığıyla boz toprakları dolanan yeller, döngelelerle yolları, çukurları, koyakları, dereleri ağzına kadar doldurmadı mı? Az sonra, birkaç gün sonra dolduracak. Derelerden koyaklardan döngele akacak.
Bu köylüde hiç akıl yok mu? Hiçbirinde göz kulak, duygu yok mu? Otuz yıldır Koca Halil olmasa ne yaparlardı. Haydi Koca Halil öldü. Öldü den varın. Ulan Çukura, pamuğa gitmeyecek misiniz? Bre deyyuslar, biriniz bir gün, bin yılın bir başı gelip de, sağ ol Halil Emmi, zamanında, tam pamuğun açtığı gün bizi tarlanın başına götürüyorsun, demedi. Ben de şaşırdım bu yıl. Kul olan şaşırır. Şaşırdım işte. Halim yok. Şuradan şuraya gidecek halim yok. Ne bilirim ta Çukurovadaki pamuğun açıp açmadığını. Bilemem ulan. Bilemem işte teresler.
Sabaha kadar böyle içi aldı aldı verdi.
Sabahleyin yataktan çıktığında gözleri biber sürmüşsün gibi acıyordu. Uzaklara baktı. Soğuk esen yele baktı.
“Bu köyün damı tüm eşşek,” dedi. “Tüm eşşek.”
Oğlu arkasındaydı.
“Ne diyorsun baba?” diye sordu.
Koca Halil karşılık vermedi, az öteye gitti. Oğlan da arkasından geldi:
“Baba,” dedi, “daha pamuğun açmasına çok var mı?”
Koca Halil karşılık vermedi.
Oğlan:
“Allahını seversen baba, noldu sana bugünler böyle? Ağzını bıçaklar açmıyor.”
Oğulun da saçı sakalı apaktı. Elliyi geçkin gösteriyordu.
Halil kaşlarını kaldırdı, şöyle bir oğluna baktı:
“Sen,” dedi, “sen Allahın kahrı gazabına uğra e mi? Bir de durmuş bana söz ediyor.”
Öfkesinden dört dönüyor, köylüye demediğini koymuyordu. Muhtara, oğluna, Taşbaşoğluna, herkese herkese sövüyordu.
Öfkesi geçince halsiz, bir taşın üstüne oturdu. Ellerini kenetleyip sakalının altından geçirdi, çenesine dayadı.
Oğlu başucunda durmuş babasının öfkesine bir anlam veremiyordu.
“Sen de eller gibi, ellerin oğulları gibi olsaydın, ben böyle mi olurdum?”
Durmadan söyleniyordu. Oğlu onun ağır sözlerini daha çok dinlememek için oradan ayrıldı. Koca Halil orada yapayalnız, öfkesiyle kaldı.
“Döngele geldi kapıya dayandı. Alıp götürmemek olmaz.”
Kalktı. Gerindi. Tüm bedeni sızım sızım sızlıyordu. Köyün içine doğru değneğine çöke çöke yürüdü.
Mollanın oğlunun evinin önünden geçilmez. Temmuz bitip de günler ağustosa doğru yol alınca her Allahın günü Koca Halili, nerede görse sorar: “Halil Emmi, daha kaç gün kaldı senin döngele turnalarının gelmesine? Bizim Çukura inmemize? Halil Emmi, bir köyün canı senin elinde. Halil Emmi, istersen sen üç ay sonra indirirsin pamuğa bizi. Kış ortası. Halil Emmi…”
İt dölü. Adam değil ki Mollanın oğlu. Yayvan yayvan güler. Pis. Sırıtkan.
Bre köpoğlu, eğer adamsan bir yılcık da sen bil pamuğun açma zamanını. Döngeleden bilme de kendiliğinden bil.
Yolunu değiştirdi, başka, uzun bir yola saptı. Gerçekten de dizi tutmuyordu. Bir durup, bir yürüyordu. Çoktandır kendi kendine soruyordu: İyice kocadım mı ola? Seksenini de geçmiş olacağım Allalem. Kocalıktan değil benim düşkünlüğüm. Karnım doymaz ki. Şu orospu gelin de bana yiyecek mi verir ki? Hepsini saklar bulamayacağım yere. O yüzden tutmaz elim ayağım. Çukurovaya inince karpuz, domates… Adamın canı yerine gelir. Ama nasıl inip varmalı Çukurovaya? Pamuk bugün açmadıysa, yarın açacaktır. Ulan İbrahimin oğlu, sen iyi bir oğlansın. Babandan da iyi. Ama o anan yok mu, koca domuz, babayın ölümüne sebep olan. Vallahi baban onun yüzünden öldü. Billahi onun. Bu zalim avradın.
Varıp Uzun Alinin kapısında durdu. Değneğini küt küt yere vurdu. Alinin evi ta dededen kalma sıvasız koca koca biçimsiz taşlardan örülmüş basık bir toprak damdı. Şimdi evde Ali yalnız olmalıydı. O anası, o Meryemce yok mu? O koca kaltak. O, evdeyse gene iş olmazdı. İkircikliydi. Geri mı dönmeli? Başka bir gün mü, Meryemcenin olmadığı bir gün mü gelmeli? Belki de evde yoktu Meryemce. Belki de yanlarına gelmezdi onlar konuşurken.Tatlı yumuşak, şefkatli bir sesle:
“Ali yavrum,” diye seslendi. “Ali.”
Ali içerden:
“Buyur Halil Emmi,” diyerek dışarı çıktı hemen. “Buyursana içeri.”
Yanına geldi.
Koca Halil oradaki bir kütüğün üstüne çöktü.
“Sen de otur hele şöyle yanımdan.”
Ali de yanına oturdu.
Şu kocanın dilinin altında bir şeyler vardı. On gündür, her iki günde bir yanına geliyor, ağzında bir şeyler geveleyip geveleyip gidiyordu. Ali ne istediğini sezmişti. Sezmişti ama elinden ne gelirdi.
“Pamuğa daha epey var,” diye başladı Koca Halil. “Bu yıl havalar soğuk gitti. Geç açar Çukurda pamuk. Geç açsa da, erken açsa da ben bu hal ilen Çukura inemem Ali. Elim ayağım tutmuyor. Her adım attıkça belim bıkınım kırılıyor. Şu kocalık batsın. Kapıya koyacak mal değil. Kocalık demek rezilliğin büyüğü. Bugün değilse yarın. Yarın değilse öteki gün açar Çukurda pamuklar. Bizim döngele gelse de gelmese de, ben Muhtara Çukurda pamuk açtı da desem, açmadı da desem Çukurda pamuk açacaktır. Ama Halil Emminde Çukura inecek hal yok. Buraya gelinceye kadar yolda on kere durdum da soluk aldım Alim. Nasıl inerim Çukura kadar? Bir aydır bunun düşüncesindeyim. Dizlerim tir tir, zangır zangır eder, zelzeleye tutulmuş gibi. Bir de ağrır, bir de çekilir ki… Canımdan usandım. Adam kocamamalı yavru, ölmeli. Deh var da git Çukura bu hal ilen.”
Sesini kirp diye kesti. Ortalığa bir sessizlik çöktü. Koca Halil başını yere eğmişti. Esen yel öteden küçücük bir döngeleyi getirdi ayaklarının dibine sürdü. Koca Halil onu tuttu kaldırdı, öteki yana koydu. Yel yeniden döngeleyi önüne kattı sürükledi.
Başını kaldırınca Ali onun ıslak küçücük gözlerini gördü.
“Aaah senin rahmetli, mezarına nur damlayası baban,” diye usulca söylendi. Sesi bozuk bozuktu. “O senin baban İbrahim… Aah İbrahim. O sağ olsaydı, ben böyle mi olurdum? O ölmeseydi de ben ölseydim. Keşke ikimiz birlikte ölseydik. Ben İbrahimin ardına kalmamalıydım. Oğuldan, avrattan, komşudan adama vefa yok. İlle arkadaş. Amma İbrahim gibi arkadaş. Çok mazlum adamdı İbrahim.”
Gözlerini Alinin gözlerinin içine dikti.
“Hem mazlum, hem de çok yiğit bir adamdı. Bir de hırsızdı ki, cümle alem bilir, sürmeyi gözden çekerdi. Eşkıyalar başı Cötdelek bile ondan korkardı. Ben de onun yanında giderdim hırsızlıklara. Bana da hırsızlık öğrettiydi. O yüzden muhanete muhtaç olmadan rahat rahat yaşadım. Amma kocayınca . .. İbrahim de ölünce. .. Kocalık batsın. Bir adamın beli bükülünce o adamı öldürmeli.”
Şu anda Aliye dönmüş bunları söylerken, Koca Halil söylediklerine iyice inanıyordu. İnandığı, yüzünün kararlı görünüşünden belli oluyordu.
“Deh şimdi şu bükülmüş bellen, şu titreyen bacaklarlan in Çukura. Mecburiyet tahtında ineceksin. Kuran böyle kurmuş dünyayı. Kurmaz olsun. Köyde kalayım desem Ali, tek başıma, yalnız bir başıma . .. Koca Halil delirmiş derler. Bir başıma da acımdan ölürüm. Bir başına adam ıpıssız, koskocaman bir köyde kalabilir mi? Başına da türlü hal gelir. Beş gün değil, on gün değil, iki ay. Adamı kurt kuş yer. Tek başına bir adamı bir köyde karıncalar bölüşür. Karıncalar gözlerini oyar. Şimdiye kadar, pamuk zamanı köyde hiçbir insan kaldı mı? Ben kendimi bildim bileli kalmadı. De kaldı mı?”
Gözlerini Alinin gözlerinin içine dikmişti.
“De kaldı mı?”
Ali bezgin, ağlamsı:
“Kalmadı,” dedi.
Sözlerinin Aliye dokunduğunu anlayan Koca Halil bir zafer havasıyla sesini yükseltti:
“Keşke İbrahimle beraber öleydim. Öleydim de bu hallere düşmeyeydim. Senin gibi bir oğlum olsa gene neysem ne. Allah bana boyu devrilesi bir sümüklü Hacıcık verdi ki, vermese daha iyi ederdi. Bir atı, bir eşeği bile yok. Senin gibi. Beni bindirecek. Senin küheylan bu eve geldiğinde… Ta Uzunyayladan bir Çerkes ağasından alıp getirmişti İbrahim. Hırsızlık mal ama, demek helal çıktı. Yıllar oluyor ki kapınızda. Ölmedi yitmedi. Yaa oğlum Ali, işte böyle. Senin gibi bir atı da yok. Eşeği de yok sümüklü Hacının. Ben öylesi sümüklülere oğul mu derim . .”
“Senin gibi atı da yok,” derken kaşlarını alnına doğru çekti, gözlerini iyice açıp, Alinin gözlerinin içine sivri uçlu bir çivi gibi dikti. Boynunu da ona doğru uzattı, bekledi. Ali gözlerini yere eğdi, yerden bir çöp aldı toprağı eşelemeye başladı. Sonra da başını ağır ağır kaldırdı, hemen gene Koca Halille göz göze geldiler. Koca Hafilin kendine dikilmiş gözleri öyle, sivri çivi gibi duruyordu. Bekliyordu.
Bir kere daha “senin atın gibi” dedi. Sonra da “böyle oğlan, sümüklü Hacı Allahın kahrı gazabına uğrasın,” diye var öfkesiyle söylendi. Hemen de ayağa kalktı. Umudunu kesmişti. Oradan beli bükülmüş, neredeyse düşecek gibi yalpalayarak ayrıldı.
Hayır mı, hayır mı çıkar Meryemce kaltağının doğurduğundan! Bu, İbrahimin dölü değil. Kim bilir kimden aldı Meryemce bunu. O koca orospu. Ulan o küheylanı kim getirdi de bağladı kapınıza? Kimse bilmez bunu. Kimsecik bilmez ama şu Meryemce de mi bilmez. Bilmez mi kocasının karıncayı incitmez biri olduğunu. Yürü behey kahpe dünya. Çarkın kırılsın felek. Koca Halili bu hallere mi düşürecektin! Bir at sırtı için, Çukura kadar azıcık binmek için böyle kapı kapı mı dolaştıracaktın? Elaleme yüzsuyu mu döktürecektin! Yürü bre orospu avratlı dünya! Demini süren övünsün. Oy oy oy, başım dönüyor, başım dönüyor da belim, bellerim kırılıyor.
Öfkeden köpürüyor, söyleniyordu.
Ali orada, başı yerde kalakaldı. Sonra başını kaldırdı, ayakları biribirine dolanırcasına yürüyen Koca Halilin ardından baktı:
“Bu hallen Çukurovaya kadar yürüyemez,” dedi kendi kendine. Toprağı eşeliyordu boyuna.
Bu sırada anası arkasından, çoktandır içinde birikmiş bir öfkeyle seslendi:
“Ne dedi sana gene o koca köpek?” diye hışımla sordu.
Ali yılgın:
“Ne desin fıkara,” diye karşılık verdi. “Ne desin kocacık. Ağzıyla demedi ya, demek istedi ki… Her zamanki gibi.”
Meryemce:
“Hiç! Aklından çıkar onu. Aklıyın köşeciğine uğratma Ali. Şu canım sağ iken, Meryemce de şu dünyada var iken, soluk alırken o, o ölmüş koca it leşi, kokmuş domuz artığı, atımın sırtına binemez. Geçen yıl bindirdim. Senin gül hatırın için. İbrahim düşüme girdi. Bre koca Meryem dedi, sen onu atımın sırtına nasıl olur da bindirirsin, dedi. Senin sadıklığın böyle mi? O atımın sırtında Çukura indikçe ben mezarımda yatamadım. Dedim ki Ibrahim, oldu bir iş. Oldu bir kere, oğluyun gönlünü kıramadım, hatırından geçemedim. Kusurumu bağışla İbrahim, dedim. Bir daha mı? Allah göstermesin. Bir daha mı? Deliktaşın Evliyası mezarından kalksa da bindir Koca Halili atına dese, bindirmem. Var git, Evliya derim, sen Evliyalığına karış. Karışma elalemin atına. At zaten hasta. Vallahi ayakta duramıyor. Koca Halilden daha çok kocadı Küheylan. Vallahi öyle. Bu yıl beni ya götürür, ya götürmez. Kulakları düştü, burnundan sümük akıyor. Bana bak Ali, şurada, şu duvarın dibinde beni yatırır boğazlarsın da, ondan sonra onu atıma bindirirsin. Anladın mı?”
Ali ayağa kalktı, şalvarını elleriyle çırparken:
“Beni atına bindir demedi ki fıkara,” diye derin derin içini çekti. “Halim yok, dedi. Dizlerim, dedi. Yüreğim yanıyor Koca Halile.”
Meryemcenin gözleri döndü. Nerdeyse öfkeden saçını başını yolacaktı.
“Bugün istemez, yarın ister. İster o. Yüzsüz o. Beni indirir de kendisi biner ata. Onun ne gavur oğlu, ne şeytan oğlu olduğunu bir ben bilirim, bir de şu üstümüzdeki koca Allah bilir. İster o, ister.”
Sonra onların kalktığı kütüğün üstüne oturdu:
“Vay,” dedi, “vay, küheylan kocadı. Halil kalmadı. Vay! Amma tay olsa da, yüz tane de atım olsa da bindirmem onu. Bindiremem. Sen bilmezsin onu. Hiç söyleme. Ona hangi yürek yanarsa… Söyletme beni. O Koca Halilin pis yüreğine yağlı kurşunlar saplansın.”“Öyle deme güzel anam. Kocalık batsın. Halini gördüm de yüreğim ağzıma geldi. Olmaz olsun böyle dirlik. Şu fıkara şimdi bu biribirine dolanan ayaklarla nasıl Çukura iner? Ölmez mi yolda?”
“Ölsün,” diye ayağa kalktı Meryemce. “Ölsün o koca köpek. Ölsün de gebersin. Benim atıma binmesin de.”
Ali elindeki çöpü yere fırlattı:
“Bilseydim ki ikinizi de götürür at, onu da senin terkine bindirirdim ana.” Meryemce, Ali bunu söyler söylemez kudurdu. Bağırmaya, sövmeye başladı. Ne dediği anlaşılmıyordu. Deliye dönmüştü. Ali korktu. Vardı kolundan tuttu:
“Yok, vallaha yok. Bindirmem onu. Bindirmem onu.”
Meryemce azıcık sakinleşti, ne dediği de anlaşılır oldu.,
“Sen de onu bindirirsen, ben de başımı alır bilinmez, adı sanı duyulmadık bir diyara giderim. Giderim de şu mememden emdiğin ak sütümü de sana haram ederim. Ederim.”
İriyarı, beli bükülmüş, sivri çeneli, uzun yüzlü, elmacık kemikleri çıkık, gençliğinde iri gözlü olduğunu gösteren güzel, kara gözlü bir kadındı Meryemce. Tüm dişleri dökülmüş, avurduna geçmişti. Yüzü, gözlerinin kenarları, alnı, dudakları kırış kırıştı. Yeldirmesinin altındaki azıcık kalmış ak, kınalı saçının bir kısmı alnına dökülmüştü.
“Bir daha at sözünü ağzına alayım deme. O koca domuz gelsin gelsin gitsin,” dedi, dama doğru yürüdü.
“Döngele geldi kapıya dayandı. Alıp götürmemek olmaz.”
Koca Halil birkaç kere daha geldi Aliye. Her gelişinde biraz daha halinden yakınıyor, biraz daha Alinin babasını övüyor, sonra umudunu kesip öfke içinde geri dönüyordu.
Köyde dört tane at vardı. Öteki üçüne de gitti. Onlara da yakındı. Elinin ayağının tutmaz olduğunu söyledi. Ama doğrudan doğruya hiçbirisine atına binmek istediğini söyleyemedi.
“Anlasınlar it dölleri. Anladılar. Gel bin derlerse derler.”
Ama hiçbirisi de:
“Canın sağ olsun Halil Emmi, bacakların titriyorsa bizim ata binersin,” demedi. Dinlediler dinlediler oralı bile olmadan, yüzlerini eğip savuştular.
“Ulan haberiniz yok. Ulan it dölleri. Çukurda pamuk açalı haylidir. Döngele bozkırdan kopup geleli haylidir. Ulan ben bu bacaklarla Çukura inemem. Pamuğun açtığını da size söylemeye dilim varmıyor. Yok mu bir çareniz? Ben yürüyemem.”
Günler geçti. Koca Halil sarhoş gibi köyün içinde dört döndü. Gözlerine uyku girmedi.
“Ölüme,” diyordu, “ölüme kurban olayım. Ölüm bundan iyi. Varınca Çukura görecekler cümle alem, öteki köyler çoktan inmişler. Yarılamışlar bile pamuğu. Demezler mi Halil Emmi, yaktın bu yıl bizi demezler mi? Ocağımızı söndürdün, çoluk çocuğumuzu aç kodun bu yıl. Adil Efendiyi de sırtımıza bindirdin demezler mi? Yerler beni çiğ çiğ, şişe geçirip kebap eder yerler beni. Arkadaşlar derim, kocadım gayrı. Bunakladım. Benden geçti. Bundan böyle size pamuk açımını başkası haber versin. Ben otuz yıldır sizi pamuğa bir gün geç koydum mu, bir gün erken götürdüm mü? Pamuk çat deyip de çatladığı, ak salkımı dışarda gözüktüğü an, siz tarlanın başında buldunuz kendinizi derim. Yeter gayrı. Benden bu kadar. Paso. Fayda etmez. Dinlemez köylü. Amma ben Çukura bu dizlerlen inemem. Biri beni atına bindirmeyince yola düşemem. Köylüye de pamuğun açtığını haber veremem.”
Haber vermiyordu. Köylü bir kulak olmuş onun ağzına bakıyordu sanki.
“Vakit geçmedi mi Halil Emmi? Daha ne kadar var?”
“Geçen yıl bu zamanlar mı? Ohhooo, geçen yıl biz bu zamanlar çoktan Çukurovadaydık.”
“Bu yıl havalar soğuk gitti de onun için mi geç açtı? Allah Allah.”
“Halil Emmi, döngele geldi doldurdu dereyi, koyağı. Tekeç dağına doğru bir turna katarı süzülmedi mi?”
“Halil Emmi şaşırmayasın.”
“Yanılmaz bir Allah, bre Halil Emmi.”
“Durun millet yahu. Düşmeyin adamın üstüne. Koca Halil ne zaman yanılttı sizi? Elbette bir bildiği var.”
“Ben korkuyorum. Bu işte bir bit yeniği olmasın.”
“Bu yıl Koca Halil bir hoş.”
“Koca Halil yanılmaz.”
“De bre Halil Emmi, kaç gün kaldı?”
Kimine durup yalan doğru karşılık veriyor, kimine sövüp geçiyor, kimini de duymuyordu.
Döngele geldi kapıya dayandı. Alıp götürmemek olmaz.
Ama sonunda canını dişine taktı. Her yıl yaptığı gibi bir döngele dikenini eline aldı. Her yıl döngeleyi eline alır almaz sevincinden uçar, oynar gülerdi. Gene öyle güler bir tavır takındı elinden geldiğince. Koşarak Muhtara giderdi. Gene koşarcasına Muhtara gitti. Onu elinde döngeleyle, köyün içinden koşmaya çalışarak, tökezleyerek, düşerek Muhtara gider görenler:
“Çukurda pamuk açmış,” dediler. “Açmış ama bu yıl da Koca Halil iyice kocamış gayrı. Koşmak değil, doğru dürüst yürüyemiyor bile fıkara.”
Muhtar onu kapıda karşıladı.
“Bu yıl ne geç açtı pamuk?” diye sordu. Sonra da ardından ekledi. “Senden hiç beklemezdim Halil Emmi, Uzun Aliylen, öteki köylüylen bir olup benim aleyhime çalışıyormuşsun. Ayıp. Sana yakışır mı? Sakalından utanmadın mı?”
Koca Halil:
“Doğru konuş Muhtar, senin baban bile bana böyle laf edemezdi,” diye söylendi. Eskiden olsa böyle bir söz karşısında kükrer, kıyameti koparırdı. Yalnız, “Doğru konuş. Ben senin bildiğin adam değilim,” demekle yetindi.
Her yıl döngeleyi getirince:
“Döngele geldi kapıya vurdu. Bir katarını da göğe ağmış, turna katarı gibi katarlanmış Tekeç dağına doğru uçarken gördüm,” derdi.
Bunu öyle sevinçle, öyle şen şakrak söylerdi ki… Şimdi ağzından dökülüyordu.
Muhtar da:
“Amma da atıyorsun bre emmi,” der, oradaki köylüler gülerlerdi. Sonra da tellal çağrılır, köy Çukurovaya iniş hazırlığına başlardı.
Muhtar “atıyorsun” diyemedi. Oradaki köylüler gülemediler. Yaşlılar bu yılda bir uğursuzluk olacak diye içlerinden geçirdiler.
Tellal da cansız cansız bağırmaya başladı. Her yıl sesi çın çın öterdi.
“Ulan bu ne iş? Bu ne durgunluk?” diye biribirlerine sordular. “Sonu hayırlı gelsin.”
Koca Halil döngeleyi Muhtara verdikten sonra evine geldi, kapandı. Büyük toplantıya kadar da bir daha dışarı çıkmadı.
II
Ağustos ortasından ekime kadar döngeleler kırmızıdır. Bir kırmızı sis, bir kırmızı bulut gibi bozkırın üstüne çöker. Ardından gün verilmiş. Bir kırmızı yol, uzun, dalgalı bir şerit, bir turna katan, çığlık çığlığa geçen bir kuş sürüsü gibi açılır kapanır, iner çıkar, toplanır dağılır. Deli yeller önünde bozkırı bir uçtan bir uca dolanır. Yalar. Bir yerde duramaz. Kabına sığamaz.
Döngele bozkırın en önemli bitkisi, dikenidir. Yazın tatlı bir yeşildeyken dikenleri kadar kökleri de sağlamdır. Görünüşü bozkıra can verir, hayat bağışlar. Kuruyunca kökü zayıflar, dikenleri sertleşir daha da. Esen yellerin önüne düşer sonra.
Orta güzden sonra yeller iyice azıtır. Döngele de. Ve döngelelerin rengi açılır altın sarısına keser. Toprağa sağlamca yapışmış, inat, kopmaz. Ama kökler iyice incelir. Orta güzden sonra esen ulu yeller toprakta dikili hiçbir döngele bırakmamacasına çabalar. Islıklar doldurur bozkır dünyasını. Yüzlerce binlerce döngele bozkıra ağar. Bozkır sarı, altın pırıltısına boğulur. Bozkır gün ışığına batar, balkır. Yalp yalp eder. Balkıyarak döner, savrulur. Döngeleler olmasa bozkır bozkır değildir.
Koca Halil der ki: “Şu uçsuz bucaksız, cansız toprağın şenliği, güzelliği döngeleyle gelir. Döngelesiz, şu boş, ölü toprak neye yarar ki!”
Çatırtılar gelir bozkırdan. Koca Halil kulağını toprağa dayar, toprağın derinden gelen sesini, uğultusunu dinler. Bozkır toprağı iyi bir iletkendir. Toprakta karınca sesleri. Kuş yuvaları. Bir kuş vardır, salt mavi. Yanar döner mavi. Yarlarda toprağı oyar, uzun bir delikle ta toprağın derinliklerine gider, yuvasını toprağın dibine yapar. Onun toprağı delişi duyulur. Civcivlerin sesi gelir. Uzak uzak bir türkü gelir. Döngele kökleri ne zaman kopacak, çatırtısından bilinir. Koca Halil der ki: “Bu toprak gibi yok. Telgraftan beter. Daya kulağını duyulmadık sesler duy. Bir çobanın kavalını duyarsın, dünyanın öte ucundan gelen. Bir türkü duyarsın, söylenmedik. Bir hoş, bir uğultulu. Çiçek yüklü bir türkü. Daya kulağını, bir günlük yol öteden giden atların nallarının sesini duy. Her adam toprağın sesini duyamaz. Kulak ister ona. Sesleri bir bir seçecek Koca Halil kulağı ister, düdüklerim… ”
Koca Halil en çok kulağını dayayıp saatlarca toprağı dinlemeyi sever. Taa gençliğinden beri.
Torosların arka yanındaki, düzleşerek uzun, büyük bir dalgayla bozkıra doğru sarkan ak, yanıkçasına kavrulmuş topraklı, ağaçsız kısmındaki köyleri, güzün kokusu gelmeye başlayınca, toptan köylerde siniler sinek kalmamacasına, Çukurovaya çalışmaya inerler. Köylerde hiç mi hiç insan kalmaz. Hastalan, sayrıları, yaşlıları, bebeleri bile götürürler. Ipıssız kalmış köylere bir bekçi bile koymazlar. Halbuki kuyularda tahılları, yüklerde yatakları, sandıklarda giyitleri, en değerli şeyleri çeyizleri kalmıştır. Bu ıssız, kimsesiz, bu bomboş köylere kimse girip de bir çöpünü bile yerden kaldırmaz. Buralarda hırsızlık olmaz mı, olur. Ama köy boşken, köyde kimsecikler yokken olmaz. Dışardan birisi gelip de köye giremez. Gün gelir köylü Çukurovadan döner, o zaman dövüşler, kız kaçırmalarla birlikte hırsızlıklar da başlar.
Çok eskiden eşkıyalar başı bir Cötdelek varmış bu yanlarda. Astığı astık, kestiği kestik bir er kişiymiş. Harami, zalim. Kimsenin gözünün yaşına bakmayan bir cibiliyetsiz. Bir yerde bir para kokusu almasın, ne yapar yapar da, öldürür keser de, çocuğunu, karısını boğazlar da o parayı alırmış. İşte bu eşkıyalar başı namlı Cötdelek yılın bir ayında, ayın bir gününde candarmaların takibine uğramış. Candarmalar, süre süre namlı Cötdeleği Torosun ardına, ta buralara kadar getirip izini yitirmişler. Cötdelek gelmiş köyün kapısına dayanmış. Yorgun, aç susuz perperişan. Elini çenesine dayamış. Varmış bir derin düşünceye. Düşünmüş: “Arkadaşlar,” demiş, “ben bu ıssız köye girip de karnımı doyuramam. Bu olamaz.” Köye girememiş. Köye doğru da bir adım atamamış. Çeteleri: “Behey Cötdelek Ağa,” demişler, “biz acımızdan ölemeyiz senin erkekliğin uğruna. Biz acımızdan öldük. Perperişan olduk. İler tutar yerimiz kalmadı. Şu köyde yiyecek dolu, girip yiyelim. Şu köyde yatak dolu. Ve hem de pamuk yatağı. Çukurovanın ak pamuğundan. İki aydır uyku döşek görmedik, varıp bir iyice uyuyalım.”
Cötdelek gene elini çenesine dayamış, düşünmüş. Derin fikirlere dalmış. Sonra da başını kaldırmış ki, Allah hışmından esirgesin, amanallah, gözleri yalım saçar. “Olamaz arkadaşlar,” demiş. “Ben her şeyi yaparım, her bir işi irtikap ederim ama, bu işi yapamam. Acımdan şuracıkta can versem, ıssız köye girip de yemeğini yiyemem. Ve de acımdan ölüyorum. Uykusuzluktan can veriyorum. Ayakta duramıyorum. Yumuşak bir yatak olsa, ak Çukurova pamuğundan. İçine girer de tam bir hafta uyurum. Hiç uyanmadan uyurum. Kuru yerlerde yata yata böğürlerim çürüdü arkadaşlar. İşte halimi görüyorsunuz. Bitkinim. Varıp o yataklarda uyuyamam. Velakin uyuyamam. İlk olaraktan bu düzeni bozamam. Yüz yıl, iki yüz yıl, üç yüz yıl sonra gelecek insanlar ne diyecekler, bu köylerin hali böyle böyleydi. Çukurova zamanı bu köylerde kurtla kuzu yayılırdı diyecekler. Bir namussuz kemiğine yesdehlediğimiz bir Cötdelek çıktı da düzeni ilk olaraktan bozdu. Boş köylerden haramilik etti. Boş köylerden haramiliği o icat etti dediremem arkadaşlar. Anam avradıma, hem de kemiğime kıyamete kadar sövdüremem arkadaşlar. Eğer burada, şu köyün kapıcığında açlıktan, uykusuzluktan, hem de susuzluktan ölürsek, bizden sonra gelecekler ne derler, derler ki, bir Cötdelek Ağa gelmiş derler, kan içiciymiş, haramilerin başıymış, ama velakin açlıktan, şuracıkta, şu köyün kapısında can vermiş de, ıssız köyde ekmek, yağ bal doluymuş da, hem de yataklar Çukurovanın ak pamuğundanmış da, gözlerinden de uyku siyim siyim akarmış da köye girip de bir çöpüne bile dokunmamış, pıravo adama, pıravo, hem de bin kere, iki bin kere pıravo. Yiğit arkadaşlarıyla, doğruluk uğruna can verene pıravo. Nur dolsun mezarlarına, diyecekler.”
Çeteleri bunun üstüne Ağalarına demişler ki, sızlanmışlar ki: “Girelim köyü, ne alırsak yerine para koyup alalım. Evin kapısını da tanık tutup, hem de evin bacasıyla pazarlık edelim. İstersen saban demiriyle pazarlık edelim. Saban demiri yemez içmez ama adamdan sayılır. Toprağı delen, aktaran kim?” Cötdelek kızmış: “Olamaz, dedim size arkadaşlar. Bu iş olamaz dedim. Hiç yorulmayın. İnsanlığa sığmaz bir işler yapamam. İsterseniz şu uzaklara, içinde insan olan köylere gidelim. İsterseniz tüm köyü, içinde bir tek çöp komamacasına soyalım. İsterseniz adamlarını koyun boğazlar gibi bir teki kalmamacasına boğazlayalım. Ne dersiniz? İstemezseniz, oralara kadar gidecek haliniz yoksa, mecburi ya Musa burada durup, Çukurovadan köyün dönmesini bekleyeceğiz. O zaman tüm köyü yağma edelim. Kızlarını, avratlarını yağma edelim. Yağlarını ballarını yağma edelim. Başka türlü muamelenin mümkünü yok. Duydunuz mu arkadaşlar!” demiş.
Koca Halil bugünlerde Cötdeleğin kemiğine sövüyor babam sövüyor. “Bir yolunu açsa da köye girseydi. Boş köylerden de hırsızlık başlasaydı, köylünün hepsi Çukura inmezdi o zaman. Hiç olmazsa kocamışları köyde kor da giderlerdi. Kemiğine de o Cötdelek itinin. Sütüne sümecine de…”
Köylülerin Çukurovada çalışmaları bir, bir buçuk ay sürer. İşleri de bitince, gene toptan, indikleri gibi köylerine dönerler. Bu, eskiden beri böyledir. Yani Uzunyaylanın bu yan insanlarının gelirlerinin çoğu, Çukurovadandır. Tarlamdaki ekinimden, kapımdaki koyunlarımdan keçilerimden, sığırlarımdan gelecek şu kadar der gibi, Çukurovadan gelecek şu kadar gelirim derler.
Kasabadaki, bu yan köylülerin dükkancısı Adil Efendi sorar:
“Kaç başsınız?”
“On baş.”
“Onu da pamuk toplar mı?”
“Birisi bebecik daha Ağam. Beş gün oldu dünyaya geleli. Kara gözlü bir bebecik. Kara kara gözlü.”
Adil Efendi önce kafasında ölçer biçer, inanmazsa sorar soruşturur. Sonra da insan başına bir şeyler verir. Sarı deftere yazar. Bilir ki millet Çukurovadan dönünce, bir ölüm kalım olmamışsa, bir tanesi köyden, topluluktan tezikip başını alıp gitmemişse sarı deftere yazılılar eksiksiz avucunun içindedir. İşte Çukurova böylesine güvenli, böylesine sağlamdır.
Köy hazırlıktaydı. Gidişler, gelişler, evden eve seslenmeler… Bir yerde bir ağıt, bir yerde ağız dolusu gülüş. Bekçinin, köyü bir baştan öteki başa gidip gelerek, arada durup, “eeeey, ahaliiii, duyduk duymadık demeyin. Bugünden sonra iki gün kaldı. Elinizi çabuk tutun. Amanın millet. Öteki köyler çoktan Çukura indi bile. Çabuk olOlmayan ceza giyecek. Köy kurulu ve de Muhtarımız böyle emrediyor,” diyen bağırması, hastaların iniltisi, yaşlıların homurtusu. Hasta sahiplerinin hastalarını Çukura taşıma telaşları, gayretleri. Biribirine yardımlar. Dedikodular, sövüşmeler.
Bu hayhuy, bu hengame içinde bu yıl köyde alttan alta, gizli bir şeyler de oluyor gibi. Havada bir şeylere hazırlanmak, karar vermek kokusu var. Bu karar vermek kokusu çolukta çocukta, kadında, kızda, delikanlıda, kocada, herkeste, herkesin yüzünden anlaşılıyor.
Konuşmadan, gözleriyle biribirlerine: “Amanın,” diyorlar. “Amanın kahpegidi’ Amanın renk vermeyin. Duymasın hal Sezmesin bile. Engel olur.”
Köy beş yıldır bu konu üstünde düşünüyor ama bir karara varamıyordu. Kimi o yana çekiyordu, kimi bu yana. Ama bu yıl Uzun Ali, Taşbaşoğlu, Öksüzoğlan üçü birlik olup çalışmışlar, köyün çoğunu, yan çizenlerini yola getirmişlerdi. Yani köylüye gerçeği göstermişlerdi. Köylü milleti bu! Bir kere bir şeye heyye demesin, aklı kesmesin. Korkma gerisinden.
Sabahtan beri Taşbaşoğluyla Uzun Ali köyün içine düşmüşler, kimseye sezdirmeden şöyle bir güvendikleri evlere uğruyor, evin erkeğinin kulağına “Öksüz Duranın evine,” diyorlar, hemencecik çekiliyorlardı.
Öksüz Duranın evi köyün dışındaydı. İkindiye doğru eve epeyi bir köylü kalabalığı birikti. Kalabalıktan, Uzun Aliyle Taşbaşoğlu gelinceye kadar, her ağızdan bir ses çıkıyordu.
Taşbaşoğlu geldi kapının eşiğine oturdu. Cebinden sarı tespihi çıkardı. Başını yere eğip elindeki tespihi şöyle bir süzdükten sonra geri kaldırdı. Yüzü terlemiş gibiydi. Çok da ciddiydi. Yüzüne konan sinek bin parça olur derler ya, işte öylecene. Bir atın yüzü gibi uzamıştı yüzü. Süzülmüştü. Kalabalığın üstünde şöyle bir gözünü gezdirdikten sonra:
“Emmiler,” diye başladı. “Hepimiz kararımızı verdik mi?”
Arkadan bir ses, Gümüşoğlunun sesi:
“Verdik Taşbaşoğlu. Ya ölüm, ya kalım dedik.”
Başka birisi:
“Hakkımızı yediremeyik bundan böyle. Kanımıza ekmek doğradılar.”
Yaşlı biri, mıy mıy bir sesle:
“Doğruyorlar,” diye bastırdı.
Kalabalıktan beş kişi sigara içiyordu.
Taşbaşoğlu:
“Hep dikileceğiz Muhtarın karşısına. Ama hep birden. İki kişimiz bile içimizden ayrılırsa, geri kalanımızı ezer. Ceppeyi bozmak yok.”
“Yok,” dediler.
“Ceppeyi bozanın avradı üçten dokuza boş düşsün mü?”
Coşmuşlardı:
“Düşsün,” diye bağırdılar.
Bir zaman hepsi, hep bir ağızdan konuştu. Kimse kimsenin ne dediğini anlamadı.
Bu sıra Öksüz Duran sözü aldı. Yüzünde ev sahipliğinin kendine verdiği güven, gurur vardı.
“Aramızdan iki kişi seçmeliyiz. Onlar varıp Muhtara demeli ki, Muhtar demek köyün öz babası demek. Senin baban Hıdır Kahya işte öyledir. Halbuysam ki, sen orospu avratlı Delice Bekirlen bir olursun. Bir olmuş da köylünün kanına ekmek doğrarsın. Bir olup da Çukurovanın en kötü tarlalarına, en verimsiz, bir dalında bir koza bile bulunmayan tarlalarına rüşvet alaraktan bizim köylüyü sokarsın. O tarlaları öteki köylüler beğenmezken, görünce ardını dönüp kaçarken. Elin köylüleri bir günde adam başına yüz kilo toplarken bizim köylümüz yirmi beş kiloyu bile tutturamıyor. Elin köylüsü bir etek paraylan dönerken, bizim köylümüz işte bu yüzden Adil Efendinin borcunu bile tamı tamına ödeyemiyor. Sende yürek, sende vicdan yok mu? Sen insan değil misin? Muhtar olduysan sen de bu köyden değil misin? Aldığın rüşveti, ne kadar alıyorsan biz verelim de, gel bizden yana ol. İstediğimiz, kendi elimizlen seçtiğimiz tarlaya girelim. Yok, eğer bizimle olmazsan orası da senin bileceğin iş. Biz toplayacağımız tarlayı kendimiz seçeceğiz. Delice Bekirin bulduğu tarlalara girmeyeceğiz, desinler. Bu sözleri söyleyeceklerin ardında durmalıyız ki, yüreklerine bir korku gelmesin, kavi dursunlar.”
Taşbaşoğlu:
“Duran bir iyice söyledi,” dedi. “İki kişiyi seçelim. Ama kimi seçelim? Yüreği sağlam, korkmaz iki kişiyi.”
Öksüz Duran hemencecik onun ağzından sözü aldı. Heyecandan eli ayağı titriyordu.
“Uzun Aliyi seçmeli. Çok dokunaklı söz söyler Ali. Adamın yüreğine işler. Hem de korkmaz. Hem de bu işleri, Muhtarın rüşvetçiliğini ortaya atan odur. Muhtarın Delice Bekirle rüşvet alaraktan bizi verimsiz, ağaçsız, hem de hendeksiz, susuz, hem de rezil yerlere soktuğunu haber veren, keşfeden, beş yıldır dili döndüğünce bizim akılsız kafamızı uyarmaya çalışan, gayret eden Uzunca Alidir. Bu iş için ondan münasibi bulunamaz.”
Birkaç ses birden:
“Bulunamaz,” dedi.
Taşbaşoğlu:
“Öteki de Öksüz Duran olsun. Demokrat gibi söz söyledi.”
“Olsun,” dediler.
Uzun Ali ötede oturmuş uyuklar gibiydi. Doğruldu, dikeldi.
“Günü, saatı gelince caymak yok. Bizi sipsivri ortada koyup da bir yana çekilmek yok.”
Köstüoğlu koskocaman gövdesiyle ayağa kalktı. Geri oturdu.
“Avrat boşadık. Kanımıza ekmek de doğradık da… Olamaz. Böyle daha münasiptir efendim.”
Köstüoğluna hep güldüler.
Taşbaşoğlu:
“Şu bizim Muhtar, şu Hıdır Kahyanın oğlu gibi bir iblisi lain bu yeryüzüne gelmiş değildir. Hepiniz huyunu husunu bilirsiniz. Türlü deliğe, türlü türlü boyalara girer çıkar. Türlü türlü gözdağı verir. Her bir tarakta bezi var. Bir anda on tane adamın kisvesine bürünür. Demokrat olur, İsmet Paşacı olur. Olur oğlu olur. Onunla başa çıkması epeyce zor. Bunu bilmeli de öyle yola çıkmalı. Önce yapacağı işi size söyleyeyim, bizi Çukurova ağalarına söyler. Köylü isyana, ayaklanmaya kalktı. Bunlara bir yıl iş vermemeli. Vermemeli de akılları başlarına gelsin, der. Ve de bu köylünün, ve de hükümetimize, milletimize, güzel Ağalarımıza başkaldıranların, ve de namkörlerin başlarını yılan başı ezer gibi ezmeli, der. Ve de… Ve de, diye diye anamızı beller. Bu yıl bize hiçbir pamuk tarlası verdirmez. Eli boş döneriz Çukurdan bu yıl. Bu adam her bir namussuzluğu yapar selamet. Gelecek yıl istediğimiz yerden, istediğimiz tarlayı alırız. Başımızda da Koca Halil varken pamuğun açıp açmadığını her köyden iyi biliriz. Öteki köylülerin daha haberi yokken biz tarlaların başına inmiş oluruz.”
Koca Halil gırtlağını temizledi. Uzun bir nutuk çekmeye hazırlandı.
“Heyye… ” dedi. “Öhhö öhhö… Heyye…” Gerisini getiremeden lafı Uzun Ali aldı:
“Dayanabilir misiniz?” diye sordu.
Köstüoğlu gene ayağa kalktı oturdu:
“Avrat boşadık, dayanmak mecburi bir iş,” dedi.
Kalabalık ellerini kucağına almış, bir ayinde gibi susuyordu. Susuyor, düşünüyor.
Koca Halil gırtlağını temizliyordu o zamandan beri. Gırtlağını temizliyor, bir fırsatını bekliyordu. Çabuk çabuk söylemeye başladı:
“Yaaaa… İşte tam böyle. Beni taşkalaya aldı o pis oğlan. Hıdırın uyuz oğlu. Muhtar olmuş da yamuk Sefer. Sefer Efendi demeden yanına varamazsın. Ulan dedim bre oğlum senin o baban olacak herif… İşte böyle dedim. Senin o baban olacak herif dedim vallaha. O benim elime, Koca Halilin eline su dökemezdi. O benim sayemde kahyalık ederdi. Geçti zaman, döndü devran. Tekeri dönenler övünsün. Sen dedim ulan bana gülecek adam mısın? Bana Koca Halil demişler. Koca Halilin yüreğinin içindekini Allah bile bilmez. Bir Koca Halil bilir. Ulan dedim, bre oğlum ayıp değil mi? Bir koca köyün hakkı yenir mi? Bir koca köyün topladığı pamuk gasbedilir mi? Yazık değil mi? Ayıp oğlum, ayıp işler bunlar. Bu görülmüş iş mi? Sen avradı köyün orospusu olan biriylen birlik olup da nasıl yaparsın bu işleri? Ulan dedim, bre oğlum, el mi yaman, bey mi yaman? Aklını başına devşir. Köylü senin başına büyük işler açar sonra. Biz bu sakalı değirmende ağartmadık. Sözümü tutasın da sonunda bana hayır dualar eyleyesin. Yüksek alkışlar kopa yüreğinden. Delice Bekir gibi bir soysuzlan arkadaş olacağına kendi köylünle, öz emmilerinle, hısımlarınla birlik olsana. Olmaz.”
Koca Halil tam kıvamına girmiş, güzel sözlere yol vermişti ki, Taşbaşoğlu lafı ağzından aldı.
“Olmaz, Alinin bunu Muhtara açacağı güne kadar, hiç kimse bunları, bu konuşukları ona duyurmayacak. Duyarsa bir gavurluklar çevirir. Ali bunu ona yolda söyleyecek. Çukurovada… Daha iyidir. Olur mu?”
“Olur,” dediler.
Koca Halil de bağırarak “olur,” dedi. Sözü yarım kaldığından ötürü kıvranıyor. Neredeyse tepesinin tası atıp, Taşbaşoğluna ana avrat girişecek.
“Bu yıl da aldım döngeleyi elime, adamdır, köyün başıdır diye ona götürdüm. Dedim ki, bir katarını da bu döngelenin Tekeç dağına uçarken gördüm. Neee? dedi. Üstüme güldü. Ulan ölüyün körü, dedim. Deyyusun dölü. Köpoğlu köpek, dedim. Hem de it oğlu it. Şu avradımın üstüne ağlayım ki, şu avradımın ölü yüzünü öpeyim ki…”
Başta Taşbaş, sonra ötekiler gülüştüler. Koca Halil buna çok kızdı. Kaşlarını kaldırdı. Gözlerini belertti.
“Ne gülüşüyorsunuz it dölleri?” diye başladı. “Ben avradımın ölümünü istedim mi sanıyorsunuz? Dövüşür çekişirdik ama, gene de istemedim. Bunca yıl bir yastığa baş koyduk, köpek südükleri. Öpeyim ki . .. Bir sürü döngele şu güneşin altında Tekeç dağına doğru süzülüyordu. Alimallah bir katar. Demek inanmadın ha. Vay deyyus vay! Öyleyse gitme Çukura. İnanmazsanız bana, inmeyin Çukura. İnmeyin de elalem pamuğu toplasın, siz de avucunuzu bir iyice yalayın.”
Gittikçe kızgınlığı artıyor, söyledikçe zayıf, kırış kırış boynunun damarları parmak gibi şişiyordu.
“Size de söylüyorum, siz de bilesiniz ki, ben döngeleyi Muhtara bugün götürmedim. On beş yirmi gün önce götürdüm. Duysun kulağınız. İyice açın da kulağınızı duyun bu sözlerimi. Geç kaldınız. On beş gün önce götürdüm. Dün götürdüğüm sonuncusuydu. Duydunuz mu? Üstüme kabahat almam. Hiçbir kimseden bir laf istemem. Ben ona, yani size pamuk Çukurovada, açtı diyeli on beş gün oluyor. Dünya apak pamuğa kesti diyeli. Hıdır Kahyanın oğlu benimle oynama. Köylüyle oynama, dedim. Çukurda pamuk açtı açacak. Haber ver köylüye, kanına girme köylünün. Ben, senin lafınla haber veremem, sen bunadın, dedi. Kocadın.”
Kalabalık hızlı bir tartışmadaydı. Kendi kendine konuşur gibiydi Koca Halil.
“Kocadım amenna. Kocadım, doğru doğru dosdoğru. Bu yıl Çukurovaya kadar da yürüyemem. Bu da doğru. Ama pamuk zamanını şaşırmam. Şu düzlükte döngele dikeni var iken, dedim.”
Aliye şöyle bir göz attı. Ali onu hiç dinlemiyordu. Sanki burada değil de uzaklardaydı. Ayrı apayrı bir düşüncedeydi.
Arkadan zayıf, incecik, üstü başı paramparça Güdük Murtaza:
“Kötü,” dedi, sustu.
“Nedir o kötü olan?” diye sordular.
İçini çekerek, gene:
“Çok kötü,” dedi. “Düşündüm ki, çok fikir ettim ki Sefer Efendi Ağalara söyler de, Çukurova Ağaları bize toplayacak tarla vermezlerse hep bir ağız edip, halimiz nicolur o zaman? Eli boş köye dönersek, bu kış aç, çıplak… Ölmek var. Adil Efendi de köyümüzü yakar. Yakar da ateşe vurur.”
Birkaç kişi hınçla:
“Yaksın,” dedi.
“Bu yıl veremezsek, gelecek yıl fayızıylan veririz.”
Sonra gene uzun bir tartışma başladı.
Konuşması yarım kalmış Koca Halilse bir iki kere ortaya ana avrat sövdü. Sövmesine kimse aldırmadı. O orada sabırsızlıktan kıvranır kaldı. Bir fırsat kolluyordu ki, bir eline geçirse bir daha ağzını kapamayacaktı.
“Ben döngeleyi gökte gördüm mü,” diye bağırdı birkaç kere. “Gördüm mü gökte, on gün sonra Çukurovada pamuk ağardı demektir. Gülgülü pamuk açacak demektir. Çukurova alıç çiçeği gibi kokacak demektir. Burcu burcu.”
Daha da sesini yüseltti:
“Otuz yıl hangi gün yalancı çıktım söyleyin teresler. Ellerin köylüsü şaşırır, ya pamuk açmadan on gün önce, ya pamuk açtıktan on beş gün sonra varırlar tarlaların başına. Otuz yıldır bir güne bir gün siz hiç şaşırdınız mı teresler? Ne zaman Çukura indikse, önümüzde apak açılmış, ırgat bekler pamuklar bulmadık mı? Dedim ki ona, o, bu köyün kanlısına, sizin can düşmanınıza, Hıdırın dölüne, dedim ki ona, bre ulan, bre Hıdırın oğlu sen de adam oldun da sana Sefer Efendi diyorlar. Varsın desinler. Amma sen benim yanıma it bile olamazsın. Dedim ki, baban Hıdır zamanında da bu böyleydi. Dedim ki ona, o Sefer Efendiye, o ağzı karaya… Ondan korkulmaz, o yüreksizin biridir. Dedim ki ona, döngele geldi de benim kapıya vurdu muydu, bir döngele katarı da turna gibi gökte döndü müydü, Tekeç dağına doğru da ağdı mıydı bil ki Çukurovada pamuk tarlaları kar yağık gibi olmuştur. Tarlalar ırgadını bekliyor, pamuk sahipleri ellerini kavuşturmuşlar ırgat diye yollara bakıyorlar. Hiçbir yıl şaşırdım mı ki ben, sen benimle eğlenip köylüye pamuğun açtığını haber vermiyorsun? Köylünün kanlısı oluyorsun. Çoluk çocuğunun aç kalmasının sebebi oluyorsun. Sebep gözün kör olsun, evin yıkılsın sebep. Haber ver köylüye, dedim. Haber ver arkadaş. Veremem, dedi. Sen bunaklaştın, dedi. Buna tam on beş gün oluyor. Size de haber veriyorum, Çukurovada pamuklar açtı da bitti bile. Belki de yirmi gün oluyor. Başınızın çaresine bakın emmiler. Suç bende yok, o deyyusta. Size söylüyorum işte. Beni tuttu da dedi ki, bu haberi köylüye söylersen hakkında üfürükçü diyerekten, şeytanla gece gündüz konuşur diyerekten, yüksek vetanımız için mazarrat bir ademdir diyerekten, sabıkası vardır, Yemen kaçkınıdır, Aslan Ağanın çetesidir diyerekten bir müzekkere çıkarırım, hem de seni o İbrahimin yattığı yere Adana zindanına gönderirim, ve de oradan ipe…”
Ortalık azıcık yatışıp, sesler durulunca Koca Halilin sesi meydana çıktı.
Öksüz Duran:
“Halil Emmi Allahını seversen kes de azıcık konuşalım. Millet buraya müzakereye geldi. Ala keçi can derdinde, kasap da yağ derdinde.”
Koca Halil iyice alındı. Köpürdü:
“Ulan it dölü sümüklü Öksüz, bizimkisi laf değil mi? Hem de bir zorlu laf değil mi? Kes diyeceğine o eşşek kulağını açsan da dinlesen ya, şu kocacık, bunca ömür görmüş Koca Halil ne diyor diye. Siz, siz dinlemen beni. Başınıza geleceği görürsünüz. Evine köylü toplandı diye adam mı oldun ulan ötürüklü Öksüz?”
Başkaları da Öksüze yardımcı oldular:
“Ulan Halil Emmi sus da iki laf edelim. Büyük iş konuşuluyor.”
Koca Halil azıcık şaşırmış, küskün:
“İştecik sustum. Varın konuşun. Dinlemen benim sözlerimi. Dinlemen bakalım. Kim zararlı çıkacak. Varın dinlemen.”
Çocukçasına somurtup, köşeye çekildi.
“Heee. Varın dinlemen bakalım.”
Kümbetoğlu çoktandır susuyor, hiçbir söze varmıyordu. Toplantıdaki herkes konuşmuştu. Onun da konuşması gerekti. İçinden öyle geçiyordu.
“Onlar öyle yaparsa, biz de Parti Başkanı Tevfik Beye gideriz. Hal keyfiyet böyle böyle deriz. Yüksek oylarımızı size vermedik mi, deriz. Al işte milletini aç koyuyorlar. Çukurova Ağaları Muhtarla elbirliği olup. Bir muhtar yüzünden bize pamuk tarlası vermiyorlar ki, azıcık biz de pamuk toplayalım.”
Tevfik Beyin köylüyü mü Muhtarı mı tutacağı üstüne öfkeli bir tartışma başladı. Sonunda Tevfik Beyin azıcık aklı varsa, onun akıl küpü olduğunda kimsenin şüphesi yoktu, yoksa Demirgıratın Başkanı olabilir mi idi? Köylüyü tutacağı sonucuna varıldı.
Koca Halil kıpır kıpır, yerinde duramıyor, söyleyecekleri içinde kalmış, neredeyse hırsından patlayacak. Bir fırsatını bulur bulmaz:
“Benim zaten halim yok imansızlar. Dinleyin gayrı. Lafımı kesenin gözlerini oyarım. Halim yok.”
Halim yok derken gözlerini Alinin gözlerinin içine dikmeyi de unutmadı gene “Çukura nasıl ineceğimi düşünüp dururum. Gözlerime uyku girmez. Dizlerim de tutmaz oldu. Tir tir titriyor. İki adımcık yol yürüyemiyorum. Nasıl inerim ki Çukura? Benimle oynama Muhtar, köylüylen oynama… Ben senin bildiğin adam değilim. Bu köylü senin bildiğin köylü değil. Hakkını yedirmez. Ulan Muhtar, ulan Hıdır Kahyanın sümsük oğlu, sen beni bindirecek at bulamazsın da koca Muhtarlığında, Başkanlığın, hükümet adamlığınla eğer köylü isterse at değil, koskocaman bir tren bulur. Yeter ki istesin köylü. Getirir de kara treni köyün kapısına dayar. Buyur Halil Emmi, bin! der.”
Taşbaşoğlu:
“Vay ocağın bata Halil Emmi, yalanınla bir giresin toprağa. Köylü bu dağlara treni nasıl getirir, getirir de Halil Emmi bin, der?”
Koca Halilin sakalı titredi. Bir yandan da konuştuklarıyla ilgileniyorlar diye sevindi.
“Getirir,” diye bağırdı. “İstesin yeter ki köylü. Köylüylen başa mı çıkılır oğlum? Bana bak oğlum takılma bana. Kanlı Taşbaşın oğlu. Babayın ölüsünü çakal ölüsü gibi itler sürüdü. Ağzımı açtırma. Senin ocağın batsın itin oğlu. Dedim ki Muhtara, söz temsili dedim, el mi yaman, bey mi yaman? Dedim ki Muhtara, senin o mezarında kemikleri cirit oynayası baban köylünün bir dediğinden dışarı çıkmazdı. Köylünün her bir işini görür, hastasına kocasına bakardı. Bana da sen evliyasın Halil derdi. Herkes hırsızlık yaptı da bir sen bozmadın müslümanlığını. Hıdır derdi ki, sen bu köyün yiğidisin, şerefisin Halil derdi. Sen yoksan, bu köyü de yok bil. Bir gün köyü eşkıyalar bastı. Hıdırı öldürecekler. Dedim ki Hıdır kaç da gel bizim eve. Hiçbir eşkıya bizim kapıya bakamaz bile. Bakanın gözleri çıkar. Pört der de çıkar. O da geldi bizim eve saklandı. Canını, tatlı cancağızını kurtardı. Sonra da bana dedi ki, sen canımı kurtardın, sana çok borçluyum Halil Ağa dedi. Ben de bir şey değil Hıdır, dedim. Şu koca köyün bir başısın, senin için çok mu? Siz o zaman bu dünyada yoktunuz. Muhtar da yoktu. Bir İsmet Paşa vardı dünyada, bir de Abdülaziz Paşa. O zaman benim atlarım vardı. On tane. O zaman Çukura inmezdik. Elin pamuklarını toplamaya. O zaman ben tuvana delikanlıydım. O zaman böyle miydim ki?”
Durdu, dinledi, herkes kendisini dinliyor. Kimi gülüyor, kimi göz kırpıyor ama, dinliyorlar.
“Dedim ki Muhtara, bak babayın mezarına yesdehlerim. Mezarındaki kemiğini.. Köylüye dokunma. Sonra seni toz eder bu köylü. Toz duman eder. Ben köyün Koca Haliliyim elim ayağım tutmaz oldu. Hepinizin dedesinden de daha çok yaşadım. Sen Muhtarsan, adamsan bana bir… Bana bir binet bul, dedim. Sen bulmazsan köylü bulur. Senin de şerefin beş paralık olur. Bulamazsan dokunma köylüye de kendi halınca yoluna gitsin. O köylü ki, köyün kapısına bir kara tren çeker de bin Halil Emmi der. Bin de in Çukurovaya. Elin ayağın tutmaz oldu. Çok emek verdin bu köylüye. Treni getirmezse bir at bulur. Hem de kır bir at. Köroğlunun kır atı gibi. Atı da bulamazsa bir eşek bulur.”
Taşbaşoğlu dayanamadı:
“Eşeği de bulamazsa bir sıpa. Sıpayı da bulamazsa bir tazı. Tazıyı da bulamazsa Halil Emmi?”
Koca Halil çıldıracakmış gibi bir hal aldı, yüzü morardı:
“Lafımı kesme lafımı. Babayın ağzının ortasına . .. Tam ortalık yerine. Eşşek bulamazlarsa, nöbet nöbet sırtlarında taşır delikanlılar, dedim Muhtara. Senin o babayın Taşbaş gibi. Neden Taşbaş demişler o deyyusa? Ben bilirim. Dedim ki Muhtara köylüylen başa çıkılmaz, yeme köylünün hakkını. Senin ananı da bilir Koca Halil oğlum Taşbaş. Dedim ki o da olmazsa Uzunca Ali Efendi var. Efendi diye senin gibisine demezler Muhtar, efendi diye askercilikte sıhhiye onbaşısı olana derler. Ali Efendiye derler. Ne belledin ya. Ali Efendi benim can bir arkadaşımın oğlu. Bu Uzunca Ali Efendi bana yeter de artar bile. Halil Emmisini yazıda yabanda elsiz ayaksız kor mu ki? Ne mümkün. Ben senin o it Taşbaş sülaleyin gelmişini geçmişini, her bir bokunu bilirim. Sırası değil şimdi. Ben senin arkamı öptüğünü de bilirim. Arkalısın diye ne konurlanırsın? Köyün yarısı benim arkamda da olsa… Ben de … Erkeksen tek başına.”
Taşbaş gülerek:
“Yalana ha, yalana … Şimdi bu yalanlar sakalına yakıştı mı? Burada söylenenleri varıp da Muhtara dersen, sakalına bir kibrit çakar cayır cayır yakarım. Eğer kolay yanmazsa üstüne gaz dökerim. Seni cascavlak ederim.”
Koca Halil öfkeyle ayağa kalktı, değneğini çekti, Taşbaşın kafasına indirecekken tuttular. Gülmekten kırılıyorlar, kasıklarını tutuyorlardı.
Koca Halil bu öfke içinde bile Uzun Aliye mahzun mahzun bakmadan bir adım atamadı. Sonra aynı öfkeyle yürüdü gitti.
Kararları karardı. Demir kazık gibiydi. Muhkem. Ölmek var da dönmek yoktu. Her bir şeyi göze almışlardı.
Bütün buna rağmen Aliyle Taşbaşoğlu ikircikliydi. Bu üç yıldır böyle oluyor, sonra Muhtar allem ediyor kallem ediyor köylüyü kendi tarafına çeviriyor, Aliyle Taşbaş da dımdızlak ortada kalıyorlardı. Ama bu yılki, her yılki gibi değildi. Köylü daha kararlıydı. Canlarına tak demişti. Öyle görünüyordu. Bir düzensizlik çıkmazsa Muhtar zor kandırırdı köylüyü bir daha.
Ali:
“Dönerler mi ki?”
Taşbaş:
“Avrat boşadılar ya…”
“Şimdi Muhtarın kulağına gider mi dersin?”
“Gider. Kimse götürmezse o kocamış köpek götürür.”
“Halil Emmi götürmez. Bunu iyi biliyorum,” dedi Ali inançla.
“Kim çağırdı onu buraya? Sen mi?”
“Yoook. Kendisi duyup gelmiştir.”
“Amma da dil döktü. Yaladı köylüyü. Dilinin altında bir şeyler vardı.”
Ali başını salladı. Derinden bir aaah çekti.
“Kocalık batsın. Kapıya konacak mal değil.”
Taşbaş, Alinin üzüntüsünün sebebini anlayamadı.