“Geldin, burayı gördün. ‘Yazmalıyım,’ dedin kendi kendine. Burada kaybolmamak, belleğindekileri yitirmemek, sahip olduklarını sımsıkı tutarak onlara yeniden sahip olmak için yazmalıydın.”
Cezaevinden farksız bir şehir ve gardiyanlardan farksız bürokratlar, yarım bırakılmış bir aşk, yazılmakta olan bir roman, edebiyatın sularında yüzmeye çalışan küçük öyküler, gençliğin sonu, bir tutuklu yazarın poetikasından yansıyanlar, yazma sorunları, has edebiyatın ardında sürüklenen hayatlar, kişilik yarılmaları, arayışlar, şizofreniye açılan kapılar…
Ethem Baran, Yarım’da, bir sınır şehrinin uzaklığında kaybolan bir yazarın, aradığı roman kahramanıyla karşılaşmasının şaşırtıcı hikâyesini anlatırken, okuru beklenmedik bir sona hazırlıyor.
1
Bir kitabın ilk satırlarını okuyor gibiydin. Yeni başladığın bir kitabın. Neyle karşılaşacağını tahmin etmeye çalışsan da bilmiyordun tam olarak. Seni kendine çekiyordu bu yüzden. Sen okudukça var oluyordu bir şeyler; satırlar alt alta dizildikçe sesi gibi yüzü de soğuktan titreyen ırmağa yaklaşıyor, akıntıya kapılıyordun. Her akıntıya kapılanın başına gelenler seni de ele geçiriyordu o an, gerçeklik duygusunu yitiriyordun önce, sonra bütün bunlar gerçekmiş gibi geliyordu birden, yani bir bulup bir kaybediyordun, bir yandan da çıkmak istiyordun dışarı, hatta akıntıyı kontrol etmek istiyordun; öyle olunca da, sözcüklerin arasındaki boşluklar büyüyor, sen oralardan geçip bir de diğer yüzünden okumaya çalışıyordun. Geldin, burayı gördün. “Yazmalıyım,” dedin kendi kendine. Burada kaybolmamak, belleğindekileri yitirmemek, sahip olduklarını sımsıkı tutarak onlara yeniden sahip olmak için yazmalıydın. Giderken, seni buraya getiren arabaya binmedin. Göstermelik olduğu besbelli bir saygıyla bekleyen görevliye, zahmet etmemesini, yürüyerek gideceğini söyledin şaşkın bakışlarına fazla aldırmadan. Yalnızca bugün böyle olduğunu, yürümek istediğini, ses tonuna yüklediğin, anında dağılıp havaya karışan uçuculukla, açıklanabilir, anlaşılabilir bir mazeretin olduğunu söylemeden söylemişçesine hissettirdiğini düşünüyordun. Cezaevi avlusunda, beton zeminin üzerinde ve seni getiren aracın yanında kendini dik bir kayalığın üzerindeki bir ağaçmış gibi hayal ettin bir an. Dik bir kayalık yükseliyordu hayalinin derinlerinde.
Gözlerini kapatırsan belleğinde daha iyi canlandırabileceğini biliyordun, yine de kapatmadın. Yer yer küçük ağaççıklar, otlar, yeşillikler fışkırıyordu kayaların arasından. Hafif bir rüzgâr çıkıyordu sonra, ince dallarla yaprak olamamış yaprakçıkların ve adı konmamış otların hışırtıyla titrediklerini, birbirlerine sokulduklarını gözünün önüne getirmeye çalışıyordun. Bu tuhaf düşünce zihninde dolanmaya başladığında, önce, kayalığın dibinden yukarıdaki bir ağaca bakmıştın değil mi? Başta kendini bir ağaç olarak görmemiştin, uzaktan bir ağacı seyretmiştin.
Mavi bir gök zaten vardı, bir-iki de bulut kondurmuştun içine. Rüzgâr esip de otlar hışırdamaya, kayalıktan korkunç denebilecek, ürpertici ıslıklar gelmeye başladığında dalları titreşen bir ağaç olmuştun ve işte o zaman bir ağaç gibi hissetmiştin kendini. Ağacı –kendini– uzaktan seyretmekten o zaman vazgeçmiştin. Ağaç olduktan sonra kayalığın vahşi görüntüsünün de önemi kalmamıştı; çünkü başlangıcını bilemediğin bir zamandan beri birlikte yaşıyordunuz onunla. Sonra yavaş yavaş kayalığın dışına çevrildi gözlerin; karşıda bir kayalık daha vardı. Kuytu yerlere sinmiş ağaçları, tepelere doğru tırmanan irili ufaklı çalılıkları, daha ötede, koşturup durmaktan yorgun, toza toprağa belenmiş yüzüyle kıvrılıp uzanmış uyuyan yolu, onun arkasında da büyük bir sır saklar gibi suspus oturan dağları gördün. Su sesi mi duydun?
Uzun zamandır sesini yakından duymak, akıntısına kapılarak buralardan çekip gitmek istediğin ırmağa doğru yürüdün. Yalnızca ırmağı görmek değildi düşündüğün; kendini ona göstermek istiyordun aynı zamanda. Buralarda senden bir iz kalsın istiyordun hatta. Şehre ilk geldiğinden beri ve her izne gidiş gelişlerinde otobüsün camından izlediğin bu ırmağın seninle tanışmayı beklediğini biliyordun. Nasılsa gerçekleşecekti bir gün. İşte yürüyordun. Çağıltısını duyuyordun suyun. Soğuktu. İki yağmur arasında kalmış bir havanın tam ortasındaydın. Yalnızlığın derinleşirken daha çok üşümeye başlıyorsun. Boğucu bir kimsesizlik kuşatıyor seni. Dağların arkasına atılmış bir taş gibiydin.
Kimse bulamayacaktı seni. Terk eden sen olduğun halde terk edilmişlik duygusu… Senin buralara ait olmadığını bir kez de ırmak çarpıyor yüzüne. Durup uzun uzun bakıyorsun. Irmak, çayırları yararak çıkıyor ileriden, bir-iki sarhoş kıvrımla önüne geliyor, bir süre düz gittikten sonra aşağıda kayboluyor birden. Böyle düşünüyorsun; bir canlıdan söz eder gibi… Üşümüş bir yeşillik, yağmur bekleyen çayırlar. Çamura, soğuğa, kimsesizliğe, ruhsuzluğa batmış bir köy ta aşağılarda. Karşında kavaklar ve şehrin dış mahallelerine ait, sanki aşağıdaki köyün buradan kaçarken düşürdüğü ya da o köyden kaçıp ancak buraya kadar gelebilen bir-iki ev… Biraz daha yaklaştığında gördün ki akan bir şey yoktu. Irmak duruyordu yerli yerinde, bir yere gitmiyordu. Suyun çağıltısıydı gidiyormuş gibi yapan. Ama sen gitmek istiyordun değil mi? Üstelik benim de gitmek istediğimi düşünüyordun. Şimdi biraz hızlanacak, şehrin tek caddesindeki oturabileceğin tek yer olan Yeşim Pastanesi’nde alacaktın soluğu.
Askere gideceği günü bekleyen (gelince daha iyi bir iş bulacak, evlenecek) uzun, ince, dalgın garson dikkatle izleyecek seni. Sahte bir saygıyla, bomboş pastanede yer gösterecek. Ağız alışkanlığıyla, “Hocam,” diyecek, “ne alırsınız?” Çayını yudumlarken sigaranı da yakmış olacaksın çoktan. Küçük, adres defterini andırır ama daha kalın, cildine heveslenip aldığın ajanda benzeri defterini çıkaracaksın. Bütün bunları ben anlatıyormuşum gibi aktaracaksın. Seni kimse tanımayacak. Dolayısıyla senin işin kolay; okuyanlar beni eleştirecekler, inandırıcı bulmayanlar olacak; çok sığ bulanlar, burun kıvıranlar, küçümseyenler, hatta kızanlar… Şimdi ıssız caddeye çevir bakışlarını ve yazıya nasıl başlayacağını düşün…,
2
Her şey yazmak için masaya oturup kalemi elime almamla başladı aslında. Gerçi yazmasam da her şey aklımdaydı ve her defasında karlar şehrine uzundan da uzun yolların sonunda geliyor, burada, geçmeyen haftaları, geçmeyen ayları, geçmeyen yılları geçiriyordum. Yaşamadan yaşıyordum yani. Otelin kaloriferleri gündüz yanmıyordu. Bu yüzden, hafta sonları kendimi dışarı atıyor, Yeşim Pastanesi’ne geliyordum. Aslında burası da pek sıcak sayılmazdı ama en azından sıcak çay vardı, kahvaltı etmek istersem sıcak poğaça. Oturup bir şeyler okuyabileceğim ve yazabileceğim ılık bir yer. Garsona da alıştım artık. Benim için önemli bu. O etrafımda dolaşıp beni izlerken kendimi rahat hissediyorum. Sık sık çay getiriyor ben istemeden. Yalnızlığımı, yabancılığımı, ürkekliğimi bu şehirde ilk o fark etmiş ve bir tek o yardımcı olabilirmiş gibi yanıma yaklaşıp sohbet etmeye çalışıyor. Benimse aklıma ona sorabileceğim tek bir soru bile gelmiyor. Hakkında, yakında askere gideceği dışında hiçbir şey bilmiyorum.
…