Gizlenerek özgür olamaz insan!
Miyase Sertbarut’un, görmezden gelinenler ile görünmezliğin izini sürenlerin düşlerini kesiştirdiği Bir Gün Herkes…, iyiliğin ve koşulsuz sevginin her türlü dayatmaya göğüs gerebileceğine işaret eden, umut yüklü bir roman.
Farklı olana karşı istemsizce geliştirilen refleksleri, ayrımcı, önyargılı düşünce ve davranışları toplumsal bir “mesele” olarak ele alan yazar, eleştiri oklarını bireyin normallik algısı üzerine yönlendiriyor.
Bir gün herkes 15 dakikalığına iyilik yapsa… dünyanın iyilikle dolacağına ve yeni bir cennet aramaya ihtiyaç kalmayacağına vurgu yapan kitap, yaşadıkları çevrede kabul görmeye çabalayan çekirdek bir ailenin hayatını küçük mucizelerle doldurup inanılmaz kılmayı başarıyor.
Eğer bir insan görünmez olmak istiyorsa kesinlikle iyi bir niyeti yoktur. Yoksa olabilir mi?
Fahir, sınıfın yenisidir. Çekingen ve ürkek kişiliğiyle etrafına karşı hep temkinlidir. Diğer çocuklarla iletişim kurmaktan çekinir. Âdeta kalabalıklar içinde sessizce dolaşan bir hayalet gibidir. Onun bu durumunu fark eden okulun rehberlik öğretmeni, sınıftan iki öğrenciyi Fahir’in “iyilik perisi” ve “iyilik prensi” olarak görevlendirir! Asmin ve Ender “zoraki” arkadaşlarını gözlemeye, yavaş yavaş hayatına girmeye çalışır. Çok geçmeden de tuhaf davranışlarının ardında yatan gizemi keşfederler. Fahir görünmezliğin peşindedir. Bunun için kitaplar okumakta, deneyler yapmakta ve hatta bir formül üzerine çalışmaktadır. Peki ama 7. sınıfa giden bir çocuğa bu odaklanmayı, bu takıntıyı, bu umudu, bu azmi veren sebep nedir? Diyelim ki formülü buldu ve görünmez adam oldu, bununla ne planlayacaktır?
Herkesin dünyada kendince bir iz bırakmaya hakkı olduğunu anımsatan Miyase Sertbarut, bu romanıyla toplumsal duyarlılık geliştirmemiz gereken hassas bir konuya temas ediyor, dezavantajlı grupların yüzleşmek zorunda kaldığı kimi gerçekler hakkında farkındalık kazandırıyor.
Sakladığı sırrı, usta işi bir dedektif kurgusuyla son sayfalara kadar açık etmeyen Bir Gün Herkes…, görünmez olmanın mı yoksa görünür olmanın mı hayatı kolaylaştıracağını sorgulatarak okurun zihnini ters köşeye yatırıyor.
Küçük Bir Kurtarma Operasyonu
Yedinci sınıftaydım, okulun ikinci haftasıydı. Sınıf arkadaşlarım geçen yılkilerle aynıydı, bu yüzden pek bir şey değişmiş gibi hissetmiyordum. Oturduğum sırayı bile yine duvar tarafından seçmiştim. Duvarlara güvenirim. Ufak tefek kopyalar yazabilirsin, arkana yaslanmaktansa duvarı arkadaş edinip omzuna başını koyabilirsin. Seni sıkıca tutar, düşmene izin vermez, bütün iyi arkadaşların yaptığı gibi. Eylül ayı olmasına rağmen o gün hava temmuz gibi sıcaktı ve ben serinliğinden yararlanmak için duvara yaslanmıştım. Sınıf mevcudumuz azdı; çoğu öğrenci, iki kişilik sırada tek başına oturuyordu. Ben de tek oturmayı seçenlerdendim; hem kim yalnız olduğumu söyleyebilir ki, dostum duvar hep yanı başımda; bazı aylar klima, bazı aylar soba… Derken yanıma biri oturdu; usulca, korkakça, başı önde.
Hemen oturuşumu düzeltip sıranın ortasına doğru kaydım. “Pardon!?” dedim. Yani aslında onun söylemesi gerekeni ben söyledim. Çünkü insan yeni girdiği bir sınıfta oturmak için sıranın asıl sahibinden izin ister değil mi? “Pardon, oturabilir miyim?” veya “Burada oturan yok değil mi?” falan der. Ne demek istediğimi çözemiyormuş gibi baktı yüzüme. “Anlamadım…” dedi fısıltıyla. Tabii, zaten kıvrak zekâlı biri olsaydı, az önce bahsettiğim cümleleri kurması gerekirdi. “Sen bu sınıfta mısın?” Başını salladı, sıranın uç kısmına emaneten oturdu. Biraz daha yaklaşsam düşecek, bir tavşandan daha ürkek. “Başka yer yok mu?” dedim. Hemen benim ne kadar itici bir tip olduğumu düşündünüz, öyle mi? Değilim ama yalnız kalmayı severim ve bazen duvara yaslanıp bacaklarımı sıraya uzatmak isterim. Yanımda biri otururken bunu yapamayacağıma göre, yeni çocuğun kendine başka sıra bulmasını ummak hakkım değil mi? Çocuk ayağa kalktı ve arka sıralara doğru baktı. Ama masasından bize bakan Ümit Öğretmen bütün konuşmalarımızı duymuş gibi sert bir sesle uyardı:
“Arkadaşın oraya oturabilir, Asmin!” Arkadaşım mı?! Daha çocuğun adını bile bilmiyorum, nereden arkadaşım oluyor? Sınıfa hayalet gibi girmişti ve başka boş yer varken benim sıramı seçmişti. Ümit Hoca derse başladığı için çocuğa herhangi bir şey soramadım ve dikkatimi tahtaya verdim. Ekranda gök cisimleri, galaksiler dönüp duruyordu ve tanımlanamayan bir gök cismi de yanıma oturmuş, nefes alıp veriyordu. Neyse ders çabuk bitti, zille birlikte klasik öğrenci refleksiyle hemen dışarı fırlamak istedim. Ayağa kalktım ama geçebilmem için şu çocuğun da sıradan kalkması gerekiyordu. Fakat o bunu yapamıyor çünkü başına beş altı kişi birikti. Sorudan soruya atlıyorlar:
“Adın ne?”
“Nereden geldin?”
“Özel okuldan mı geldin?”
“Kaydını niye geç yaptırdın?”
“Geçen haftaki konuları nasıl anlayacaksın?”
“Raporlu muydun?”,
Çocuk gülümseyen bir ifade takınmış olsa da ben onun rahat olmadığını, sıkıldığını anladım. Bizim arsızlar yolu açsın diye kükreme gereği hissettim. “Çekilsenize! Geçemiyorum!” O zaman çocuk da sıradan kalktı ve geçmem için yol açtı. Tam kapıdan çıkacaktım ki şımarık Sude’nin sesini duydum, sanki serseri bir şoför, okul sokağında drift atıyor gibi ürperdim.
“Neee! Adın fare miii?” diye çığlık atmıştı. Çocuğun başına toplanmış olanlar kahkahayı bastı ve faaare, faaare diye zıplamaya başladılar. Sanki yedinci sınıf değil de ana sınıfı tombalakları gibiydiler. Kafalarının içinde beyin değil, karnabahar taşıyor olmalılar. Aslında her şey klasik okul ilişkilerinde olduğu gibiydi. Sınıfa yeni biri gelmişse önce sıkıştırılır, vereceği tepki beklenir. Yeni çocuk kendileri gibiyse sürüye dâhil edilir, değilse işkence devam eder. Laf sokma, çelme takma, alay etme faaliyetleri bir süre devam eder, sonra her şey normale döner. Kapıdan geri döndüm ve ikişer üçer hepsini ittim. Sude yine boğazının neresinden çıkardığını bilmediğim bir cırıltıyla bağırdı:
Adı Fare’ymiş!” Grup yine kahkahayı bastı. Çocuğun kolundan tuttum. “Hadi sana kantini göstereyim.” Zavallı ister istemez benimle geldi, onu bahçeye kadar çıkardım. Kurtarma operasyonum bu kadarla kalacaktı, onu kantine götürecek değildim. Belki kendi gider diye barakayı işaret ettim. “Kantin orada, gidebilirsin.” “Bir şey almayacağım.” dedi ama ben bunu zor duydum. “Adın ne?” Bunu çekinerek sordum, çünkü ‘Fare’ der diye de ödüm kopuyordu. Fakat çocuk akıllanmış ki epeyce net söyledi: “Fahir.”
“Benim adım da Asmin.” İşte Fahir’le böyle tanıştık, küçük bir kurtarma operasyonu ile. Sonraki günler bu berbat fare esprisi kayboldu gitti. Fahir benden kısaydı, yaşı da küçük gibi; eli yüzü düzgün, güzel bir çocuk. Ben tek çocuğum, eğer kardeşim olsaydı görünüşü böyle olsun isterdim. Kim bilir, Fahir’i sınıftaki canavarların elinden bu nedenle kurtarmış olabilirim. Sonraki günlerde anladım ki Fahir kendini kurtarmak için fazla bir şey yapmıyor.
Çok sessizdi, sorulara duyulmayacak yanıtlar veriyordu, bazen onu da yapmıyordu. Bu yüzden özel bir okuldan mı geldi, başka bir devlet okulundan mı, kimse tam bilmiyordu. O, böyle kendisi hakkında pek bir şey anlatmayınca sınıftakiler de konuşmak için pek gayret göstermediler. Sude bir ara onun bilerek sorulara cevap vermediğini söyledi. Havalı görünmek için öyle yapıyormuş. Tabii bu Sude’nin değerlendirmesi, ona göre herkes havalı görünmek için bir şeyler yapıyor. Saçını tarasan havalı olmak için, taramasan daha da havalı olmak için diye değerlendirebiliyor. Fahir derslerde hiç parmak kaldırmazdı, önceleri tembelin teki hiçbir şey bilmiyor diye düşündük ama ilk sınav sonuçları açıklandığında sınıftaki en yüksek notlar ona ait olunca yanıldığımızı anladık. Öğretmenler bile bu durumu şüpheyle karşıladı ve yazılılarda çocuğun başından ayrılmadılar. Sonunda kopya çekmediği anlaşıldı, cevapları tıkır tıkır yazıyordu. Bu yeni çocuk hakkında daha fazla bilgiyi rehberlikçi bizi odasına çağırınca öğrendik. Biz dediğim, Ender ve ben…