“Bir gün biri çıkıp bitmeyen bir hikâye yazacak.”
Kendine ‘Benim duvardan farkım ne?’ diye sordun mu hiç?
Dilek Yardımcı, Benim Duvardan Farkım Ne? kitabında çocukları düşünsel bir oyunda buluşturuyor; kendi hikâyelerini yazmaya ve ruh ikizlerini aramaya davet ediyor.
Günlük hayat koşuşturmasında kaçırdığımız “anlara”, yitirdiğimiz “duygulara”, ertelediğimiz “ihtiyaçlara” dokunan yazar, birey merkezli “küçük” dünyalarımızın dışında kalan hemen her canlıyı nasıl da görmezden geldiğimizi fark ettiriyor.
Dostluğu ve dayanışmayı ön planda tuttuğu içten anlatısıyla okurları içsel bir yolculuğa çıkaran roman, sürpriz sonuyla düşündürüyor: Evet, bazen de öğretmenler öğrencilerinden öğrenirmiş…
Ayliz, zengin düş gücüyle sınıf arkadaşlarından ayrışan bir kızdır. Kedilerden, karıncalardan, yapraklardan kurduğu renkli dünyası, bir gün otobüs durağında karşılaştığı “tip ikizi” ile daha da renklenir. Ayliz, hayatın keyifli yüzünü keşfetmiştir bir kere. Ne var ki mutluluğu uzun sürmez. Tip ikizi ortadan kaybolunca işler iyice sarpa sarar. Küçük kız onu bulmak için etrafa bakındıkça okula devamlı geç kalır. Bu durumdan rahatsız olan öğretmeni, çareyi yaratıcı bir cezada bulur. Başlarda sevimsiz gibi görünen bu ceza hiç beklenmedik bir şekilde Ayliz’in, öğretmeni Engin Bey’in ve sınıftaki tüm çocukların yaşama bakışlarını değiştirip onları ortak bir amaçta birleştirecektir…
Eğitimci, yazar Dilek Yardımcı, ‘Bir insanı en iyi kim tanır?’ sorusuna yanıt aradığı bu kitabında, farklılıklarımıza vurgu yaparak hiç bilmediğiniz yönlerimizi keşfetmemiz için bizlere ilham veriyor.
Benim Duvardan Farkım Ne?, kalpleri ısıtan hikâyesiyle çocukların dünyasındaki “ben” egemenliğini “biz”e dönüştürmeyi başarıyor.
Bölümler
Ceza … 7
Çınar Ailesi … 17
Defter … 27
Keşke … 65
Bizim Duvardan Farkımız Ne? … 75
İz Peşinde … 86
Gösteri Zamanı … 93
Tip İkizi … 98
Sevgili Okur, Bu kitaba başlamadan önce bazı koşulları yerine getirmen gerekiyor. Yerine getirmeyeceksen başlama. Eğer başlarsan kitabın herhangi bir sayfasında geçen bir görevi yapmayı peşinen kabul etmişsin demektir. Sana görevinde başarılar diliyorum. Büyük ihtimalle yapamayacaksın. Yaparsan ne olur? Yazar bu sorunun yanıtını kitapta bulacağına inanıyor. Kitaba başlamadan önce gerekli malzemeler:
1. Bir A4 kâğıdı
2. Makas
3. Kalem
4. Odaklanmış bir zihin
NOT: Sevgili okur; bir kâğıt, makas, kalem ve görev için bu kitaptan vazgeçmezsin değil mi? Anlaştığımıza sevindim.
Ceza
Tek ayak üzerinde durmak bir şey değil benim için. Hatta çocuk oyuncağı… Asya ve Avrupa’nın tek ayak üstünde durma şampiyonu olabileceğimi söylüyor arkadaşlar. Sınıf öğretmenimiz derse geç geldiğim için bana yine on beş dakika ayakta durma cezası verdi. Bu yetmezmiş gibi yüzüme hayal kırıklığıyla bakıp ekledi: “Şu duvara iyice bak, ona sormanı isteyeceğim soruyu düşün Ayliz?” Tek ayakla durma işi tamam. Hadi duvara bakmaya da alışkınım diyelim, soru sormak da nereden çıktı? Şaşırdım, tutamadım kendimi: “Öğretmenim, ne soracağım ki ben duvara?” “Düşün bakalım Ayliz, ne sorabilirsin?” Yere, tavana, arkadaşlara ve en son öğretmene baktım. Bir süre, dünyayı kurtaracakmış gibi düşündüm. Aklıma harika bir şey gelmiş gibi öğretmene yönelince gözleri parladı.
“Öğretmenim!”
“Evet, kızım!”
“Ben sizin aklınızdaki soruyu bilmiyorum. Ancak kendime
göre sorularım olabilir!”
Öğretmen böyle bir yanıtı beklemiyordu. Hayal kırıklığı ile
sordu:
“Neymiş onlar, çok merak ettim doğrusu?”
Mustafa hemen atladı:
“Öğretmenim, ben Ayliz’in soracağı soruyu biliyorum.”
Öfkeyle haykırdım:
“Ben de sana ne yapacağımı biliyorum.”
Öğretmen uyardı:
“Ooo Ayliz Hanım, geç gelmelere bir de tehdit etmeyi mi
ekledin? Sırada ne var?”
“Ama öğretmenim…”
“Neymiş bu soru Mustafa?”
“Benimle evlenir misin duvar?”
Ha ha! Çok komik. Görseniz nasıl da gülüyorlar. Öğretmen de onlara katılmış. Suratım kıpkırmızı. Burnumdan soluyorum. Ben sana gösteririm bakışını attım Mustafa’ya hemen. Mustafa umursamadan devam etti: “Haftada en az üç gün duvara bakıyor. Mutlaka bir etkilenme olmuştur öğretmenim.” Öğretmen yaratıcı esprisi için Mustafa’yı tebrik etti. Sonra bana döndü: “Gördün mü? Sana takılmaları için arkadaşlarına epey malzeme veriyorsun Ayliz! On beş dakikan var. Bu kez sadece ayakta durmayacaksın!”
Gerilerden Eren’in sesi duyuldu. “Ters takla da atsın öğretmenim!” Öğretmen Eren’e kızdı: “Onu sana yaptırmadan sus Eren! Sözümü bölmeyin çocuklar. Evet Ayliz, bu kez ayakta durmak yetmeyecek. Aynı zamanda senden duvara ‘Ey duvar, benim senden ne farkım var?’ diye sormanı istiyorum. Dersin sonunda konuşalım. Çünkü geçen hafta perşembe ve cuma günleri geç kaldığında seni uyarmıştım. Sen düzeleceğine daha da suyunu çıkardın. Her gün yedi sekiz dakika geç gelmeye başladın. Demek ki ben o gün ‘duvarla’ konuşmuşum. Bir farkınız yokmuş. Bana duvardan farkını göster çocuğum. Düşün taşın. Yanıtını bekliyorum.”
Öğretmen öyle söyleyince -sonuçta kırk yaşlarında, gözlüklü, sürekli kitap okuyan, filozof görünümlü bir insan; vardır bir bildiği diye- duvara o güne kadar hiç bakmadığım kadar dikkatli baktım. Eğildim baktım, hatta yere oturup baktım. Duvarı kokladım. Duvarın yüzeyine dokundum. Bakış açımı değiştirmek için her şeyi yaptım, bir de tersten baksam fena olmaz diye düşündüm. Tam harekete geçecektim ki öğretmenle göz göze geldik. Anladı ne yapacağımı. Zaten sınıfta sessiz kıkırdamalar oluyordu. Üzülerek bu eylemden vazgeçtim.
Keşke büyütecimi getirseydim, dedim içimden. Ancak bazı şeyler için büyütece gerek yoktu. Neler neler gördüm zavallı duvarda: Üç gün önce Ahmet’in yediği hamburgerin kurumuş sosu, çöp adam resmi, burundan çıkan birtakım atıklar (Böööh! İğrenç bir sınıfa sahibim.), sınıftakilerin pek çoğunun ismi; 34, 35, 36, 37 numaralı pek çok ayak izi… Bir tane de 42 numara gördüm, acaba kimin ayağı bu kadar kocaman? Öğretmen olamaz değil mi? Kesin Ahmet’in ayağıdır. Çocuğun sadece ayağı büyüyor. Gerçekten, ayağı şu an vücudunun üçte biri. Bence yakında fark kapanır. Bütün bu gördüklerimden sonra duvara acıdım, garibimin rengi de atmış, bir önceki boya ile sonraki boya birbirine karışmış. Görseniz Güney Afrika Cumhuriyeti bayrağı gibi, neredeyse her renk var. Öğretmen dersin sonunda çağırdı yanına. “Buldun mu çocuğum?” “Araştırmalarım devam ediyor öğretmenim, zamana ihtiyacım var.”
Öğretmen yüzüme sitemle baktı. “Araştırma mı? Sanki laboratuvara gönderdim seni Ayliz!” Biraz düşündü sonra devam etti. “Çok beklemem ona göre.” “Tamam, öğretmenim!” Neden öyle söyledim? Bir milyon yıl da geçse ben bu soruya cevap veremem ki… En iyisi bizimkilere sormak. Öğretmenin bilmediğini onlar mı bilecek, diye biraz şüpheliyim ama yine de eve gidince şansımı deneyeceğim. Ama sağ olsun arkadaşlar, eve gitmeden epeyce yorumda bulundular:
“Senin duvardan farkın ne, biliyor musun Ayliz?”
“Duvar hiç konuşmuyor.”
“Duvar sürekli derse geç kalmıyor.”
“Duvarın acayip huyları yok.”
“Keşke öğretmen benzer özelliklerinizi bulmanızı isteseydi.”
“İkiniz de çok sıkıcısınız.”
“Duvar da senin gibi biraz pasaklı.”
“Duvarla ikiniz çok iyi dost olursunuz, bazen ondan farkın kalmıyor.”
Hepsine gereken cevabı verdim. Duvar olmadığımı, pataklamaya varan birkaç kovalamadan sonra anladıklarını düşünüyorum. Of, bu duvar meselesi de nereden çıktı? Eve gider gitmez önce anneme soracaktım. Sonuçta beni o doğurdu. Ne doğurduğunu ve doğurduğu sevgili yavrusunun duvarlardan ne farkı olduğunu annemden daha iyi kim bilebilirdi? Onu mutfakta birtakım tariflerin arasına gömülmüş buldum. Yüzü kıpkırmızıydı, stresten dudaklarını ısırıyordu. Aslında hiç zamanı değildi ama daha fazla bekleyemezdim.
“Anne!” “A sen mi geldin akıllı kızım!” “Yok, komşunun kızı…” Geldiğimin bile farkında değil. Oysaki kapıyı o açtı, yüzüme bile bakmadan mutfağa koştuğu için farkında değil. Çünkü yarın ‘gün’ sırası onda, bütün mahalle bizde. Aradığım anneye en az bir buçuk gün ulaşamam. Yine de sordum: “Benim anne, ama abimi istiyorsan gideyim.” “Saçmalama kızım, lafın gelişi. Birazdan hazırlarım yemeği.” “Anne yemekten önce sana bir soru sormam gerekiyor.” “Hadi oyalama beni Ayliz! Ne soracaksan sor kızım. Görmüyor musun yarınki ‘gün’e hazırlanıyorum. Ve hâlâ ortada bir şey yok. Yarına kadar en az on çeşit yiyecek olmalı çocuğum. Geçen hafta Ebru teyzen dokuz çeşit yapmıştı.” “Ay anne, otur kalk Ebru teyzeye dua et!” “Nedenmiş o?” “Ya otuz çeşit yapsaydı?” “Laflara bak, dilimiz de pabuç kadar! Anneyle dalga mı geçiyorsun sen? Oyalama beni Ayliz, hadi ne soracaksan sor.” “Benim duvardan farkım ne anne?” O sırada telefonu çaldı. Elini silip telefonu açmaya çalışırken cevabı verdi: “Aynaya bak görürsün. Benim yatak odasındakine bak. Boydan ayna ne de olsa. Daha net sonuçlar alırsın bence.” “Anne ya!” “Efendim Nazan!” “Nazan mı? Vah vah adımı da unuttu. Ha telefon…”
“Yok Nazancığım, ben hallediyorum. Yarısı pişti.” (Ortada hiçbir şey yoktu oysaki.) “Ohoo, bunlar benim için çocuk oyuncağı! İstediğin bir şey varsa yapayım. Ben o işi hallettim. İyi o zaman, görüşürüz.” Telefonu kapattıktan sonra bana döndü: “Sen hâlâ burada mısın? Yatak odasını biliyorsun kızım.” Yandım ben, annem tam bir buçuk gün yok. ‘Gün’ onun ruhunu ele geçirdi. Nasıl hamarat bir kadın olduğunu herkese gösterecek. Kızının önemli sorunları varmış, kafası karışmış… Kimin umurunda. Annemin komşuları gelecek. Ondan ümidi kestim. Suratım asıldı ancak bu uzun sürmedi. Aklıma diğer aile bireyi geldi: Zorda kalınca kardeş gibisi yok. Abi, abiicciiiiimmmm! Abimin odasına koştum. Bilgisayarda oyun oynuyordu. Okuldan gelince bir saat oynama izni var. Onun için çok kıymetli. Yangın çıksa yerinden kalkmaz. Odaya girer girmez sordum: “Abi benim duvardan farkım ne?” Yüzüme bakmadan konuştu: “Seninle değil de duvarla kardeş olsaydık daha mutlu olurdum. Çünkü duvar hiç konuşmuyor, sürekli soru sormuyor. Yüz defa söylüyorum, oyun oynarken beni rahat bırak diye. Kaybol ufaklık!” Dilimi çıkardım. Kardeşmiş… Hıh, zor zamanında yanında olmayacaksa abiler niye var ki! Görür o gününü. Bir daha hafta sonu oyun saatinde ona bilgisayar hakkımı vermeyeceğim. Harçlığımdan da tırtıklayamayacak. Hatta ona resim ödevinde de yardım etmeyeceğim.
Bugünden itibaren bütün abi kardeş paylaşımları bitmiştir. Duvardan alsın ne alacaksa. Bir ara odasından çıkınca duvarına dil çıkaran bir yüz çizeyim de görsün duvar kardeşliğini. Neyse üzülmeyeyim, sonuçta hâlâ bir kişi daha var sorabileceğim. Tam bunları düşünürken kapı çaldı. Heyecanla açtım kapıyı, babacığım diye sarıldım. Terliğini hazırladım. Kızındaki bu ani ilgi, babamı hem şaşırtmış hem de duygulandırmıştı. “Hayırdır Ayliz, doktorlar bir aylık ömrüm kaldığını mı söyledi yavrum?” “Yok babacım. Daha yüz yıl bir yere gitmek yok. Bırakmam seni.” “Aman da benim bal kızım. Seni bırakıp gider miyim?” “Şey baba, sana bir soru soracaktım.” Babam ağzını açıp sor diyecekti ki annemin feryadı kapladı evi: “Ayliz koş kızım. Tencere taşıyor.” Kendimi mutfakta buldum. “Çocuğum, şuradaki unu da koy önüme. Baban mı geldi? Söyle ona, yemek bir saat içinde hazır olur.” Salona koştum hemen. Babam televizyona geçmiş, koltuğu açmış bile. Bu cümlede bir sorun var. Ay, tam tersi işte. Galiba annemin telaşı bana da geçti. Siz anladınız herhâlde ne demek istediğimi. “Baba, annem yemek bir saat içinde hazır olur, dedi.” “Sorun değil kızım, öğlen yemeğini geç yedim.” Televizyonun sesini açtı. Ben de duysun diye bağırarak konuştum:
“Baba benim duvardan farkım ne?” Önce şaşırdı, sonra bir bana bir duvara baktı. “Benim kızım duvardan çok daha renkli ve tatlı.” Sonra da kahkahayı koyuverdi. Ardından tekrar televizyonun kölesi oldu. Ne oluyor bunlara? Babam da hayal kırıklığına uğrattı beni. Öfkeden kıpkırmızı oldum. Galiba kimsenin umurunda değilim. Salondaki koltuğa attım kendimi. Bir süre öyle kaldım, sonra bir fotoğrafa takıldı gözüm. Kafamda şimşekler çaktı. Tabii ya çekirdek aile işe yaramıyorsa çınar ailesine gitmeliyim. Mutfağa koştum.
“Anne ben gidiyorum.”
“Nereye kızım?”
“Çınarlara…”
“Daha yemek yemedin.”
“Orada yerim.”
“Yorma şimdi onları.”
“Görüşürüz anne.”
“Kızım.”
“Efendim anne!”
“Böreğin yanına ne yapsam?”
“Of anne!”
“Of annenin tarifini bilmiyorum! Başka bir cevap istiyorum.”
Suratım kızarınca pes etti.
“Vardığında telefon et!”
“Sanki Erzurum’a gidiyorum anne! İki bina ötede evleri.
Ayrıca burası bir site unuttun mu?”
“Sarmanın içine kekik koydum mu ben? Ah Ayliz, bende akıl bırakmadın!” “Hı, ben mi? Ben mi bırakmadım? Kafanı karıştırayım da gör anne!” “Sen anneni yalnız bırak bakalım. Doğum yaparken bile bu kadar stres yaşamamıştım.” Kapıdan çıkarken bağırdım: “Keke tuz katmayı unutma anne. Geçen gün tuzsuz olmuştu.” “Tamam çocuğum,” dedi önce. Sonra farkına vardı. “Nee, tuz mu? Eşek sıpası!” Annem hemen en etkili silahına başvurdu. Nereden atarsa atsın asla ıskalamazdı. Terliği tam kafama yedim. Allahtan yumuşak, yoksa oracıkta bayılırdım. “Ee, anneyle uğraşırsan olacağı budur.” Annem bu özelliğiyle hep övünür. “Şimdiki aklım olsaydı küçükken okçulukla uğraşırdım,” der. Babam her defasında ona takılır: “Aman hanım iyi ki okçu olmamışsın. Mahallede sağlam insan kalmazdı. Sinirlendiğin an alnının ortasından vururdun milleti. Verilmiş bir sadakamız varmış valla.” Annem üzülünce de romantik sözüyle gönlünü alır: “Ama sen ok atmadan da vuruyorsun güzelim. Kalbimi tam on ikiden vurdun.”