Bu kez bir şeye benziyor susuşu, hem de çok benziyor. Halasının eskiden sabah akşam dinlediği, yaşlı adamların soluk almadan uzun upuzun cümlelerle yasak bir aşkı, yaralı bir sevdayı, ölüp gidenlerle acıyla kalanları anlattıkları, derin bir soluk alıp yeni bir cümleye başlamadan önce tek bir kelimeyi atılamadığı için ağdalanıp göğüs boşluğuna yayılan bir çığlığı titreterek yineleyip durdukları şarkılara benziyor.
Öykücülüğümüzün usta isimlerinden Behçet Çelik, geçirimsiz kale duvarlarına çevirdiğimiz sıkı dokulu hayatlarımıza apansız düşen ışıkların yarattığı siluetleri; seyrelme, dağılıp ortalığa saçılma ya da her şeyin şeklini yitirip bir büyük eriyikte birleşmesi telaşlarımızı; yola girdim yoldan çıktım derdi duymaksızın aşındırdığımız patikaları; şehrin tozunun güneşe ait zannedildiği saatleri; bir düşünceden ya da bir olasılıktan düşerken dönen başlarımızı, Türkçenin en ince, en özenli haliyle anlatıyor.
Patikaların İyi Yanı, zamana atılmış edebî bir çıpa, hem sabit hem değil, öncesiyle sonrasını da sezdiğimiz, uzayıp kısalan bir şimdiden öyküler.
İÇİNDEKİLER
Seyrelme telaşı………………………………………………………………………………………………..9
Lahmacunun kıtırı ya da kesintisiz boşluk………..19
Upuzun cümleler………………………………………………………………………………………33
Okaliptüsler bu kadar uzak mıydı?……………………………… 43
İnce u…………………………………………………………………………………………………………………………55
Patikaların iyi yanı………………………………………………………………………………67
O andan da geçmek……………………………………………………………………………. 77
Göz aşinalığı…………………………………………………………………………………………………..87
Pasta neliydi?………………………………………………………………………………………………. 99
Koyu renk yüzeyde karşılaşma………………………………………….109
Bulutun içinde…………………………………………………………………………………………..117
Seyrelme telaşı
Şehrin tozunun güneşe ait zannedildiği saatler. İnsanlar, binalar, araba, otobüs, seyyar tabla, silme vasıta, köprü, viyadük, sokak hayvanları, hepsi siluetlerinden ibaret. Tam bu saatlerde ezkaza başını işinden gücünden kaldırıp az öteye bakanlar aynı anda hem bir boyutun eksildiğini fark ediyor hem de gözlerini alan ışık sağanaklarıyla yitirilenlerin yeryüzüne yeniden, belki de çoğalarak ineceği beklentisine kapılıyor. Telaşlı bir umut yalayıp geçiyor yüzlerini. Güneş tozları büsbütün indiğinde, avuç avuç su serpilmiş gibi dükkân önlerine, siluetler arasından bambaşka bir şeyler çıkıp gelecek ya da pencerelerin kanatları aralanacak, kapılar açılacak biz geçeceğiz. Oysa her seferinde aynı karanlık iniyor. Aynı karanlığın her seferinde ineceğini unutmayanlar için bu saatler geçmek bilmiyor, gölgeler gibi uzadıkça uzuyor. Beklentileri boşa çıkanlar onlar kadar kırılmıyor. Hiçbir şey beklemeyenlerse unutmadıkları için akşam indiğinde aynı kederi soluyor:
Hiçbir şey olmayacak. Çağla da bunu öğrenenlerden. Az önce sigara almak için çalıştığı işyerinin bulunduğu binadan çıktığında caddenin iki tarafında bitişik düzen yükselen, kararmış, geçirimsiz kale duvarlarının arasından ufka doğru yol boyu akan turuncu seli fark etti. Bilhassa bu mevsimin yağmursuz ya da yağmur sonrası akşamüzerlerinde güneşten tuzaklar kurup bekleyen sinsi boşluğu sezdiyse de kaçırmadı gözlerini, bağışıklık kazanmak istercesine bir süre kımıldamadan durdu. Yavaş hareketlerle bir sigara yakıp cadde boyu sıralanan dükkânların önlerine uzun uzun baktı güneşten, tozundan, selinden sakındı, ne olur ne olmaz! Gün boyu türlü çeşit renk kuşanan, bütün o irili ufaklı tekerlek, bisiklet, hırdavat yığınları, kumaş parçası dolu sepetler, askılarda sersem sepelek sallanan montlar, yağmurluklar, avcılık malzemeleri, oltalar, zıpkınlar, ta en uçta sallanan telleri sökülmüş bağlamayla sırmalı bando sopası tek bir renkte buluşmuştu.
Caddeden geçen insanlar gibi, binaların çoğunun onlarca yıldır güneş değmemiş kuzey taşlarının rengindeydiler. Nihai renk gece diye düşündü, toprak değil. Toprak her zaman bir kılıf, tohum için de, ömrü billah bir daha açmayacak olana da. Bu sıralar güneş Çağla henüz işteyken tozlarını yeryüzüne serptiği için nadiren karşılaşıyor bu manzarayla – bir-iki aya kalmaz iş çıkış saatlerine denk gelecek, o zamana kadar nasılsa efsunlanır. Çalıştığı işyeri dar bir binada uzunlamasına bir daire, sadece patronu Nezih Bey’in odasında caddeye bakan pencereler var. Sigara içmeye çıktığı mutfak balkonu günün hiçbir saatinde güneş almayan, çerçöp dolu, yedisekiz binanın arasında sıkışıp kalmış izbeliğe bakıyor. Arka odanın penceresi de sakinlerinin gün içinde açık hava deposu gibi kullandığı kör bir sokağı görüyor, birazcık sağa doğru sarkmayı göze alırsa atkestanesi de giriyor manzaraya. Çağla’nın masası kapıya yakın, her tarafı lambri olan girişte, bir kısmı dolap, bir kısmı sadece kaplama. Penceresi yok, bir oda da değil zaten, geçiş yeri pek kimse geçmese de.
Başı sonu belirsiz bir yolun ortasında hissediyor kendisini. Şikâyetçi değil. Bazen başka işyerlerinde çekilmiş fotoğraflar görüyor, onlarda da güneş olmuyor, ama bütün mekânlar parlak, ışıltılı o karelerde, bir şeyler sonsuzca yansıyarak çoğalıyor. Koyu kahve ahşabın ışığı soğurmasından hoşnut. Eskiler işi biliyormuş. Pırıltılı mekânlarda insan sıkılamaz ya da başka türlü, dağılarak sıkılır, parçalarını aramakla, toplamakla oyalanır. Ahşabın altında kendisini daha masif hissediyor Çağla. Seyrelmek istemiyor, yok olmak gibi bir şey bu onun için, dağılmak, ortalığa saçılmak, bir daha toparlanamamak. Hücrelerinin arası açılıyor sanki, az yaşamadı bunu vaktiyle, öyle bir seyrelmek, belki daha da içerilerde, atomların arasında, mümkün değil biliyor, bilmenin yetmediği yerlerde çok zaman, bilmenin kesmediği.
Göğüs boşluğunun büyüdüğünün, kucaklayabileceklerinden fazlasını o boşluğa almaya can attığının farkında, hiç huzuru kalmıyor bütün boşluklar genişleyip büyürken, sesler yankı yapıyor, kulağında değil, dışarıdan da gelmiyor, kanının akışını duyacak, giderek yükseliyor, bunun da olmayacağını biliyor. Bilmenin hiçbir şeye yetmediği yerlerde çok zaman. Ramak kalmış zannediyor her şeyin şeklini –bir önceki kargaşada çizilmiş sınırlarını ya da kaskatılığını boynunun büküklüğünü yitirip ne büyük lütuf maddeye bir büyük eriyikte birleşmesine.
Çökmüş tepelerden, derinleşen yarlardan yaralardan, keskin uçurumlardan akacaklar. Lavdan şelaleler gibi, büyük bir ateşte birleşmeye azmetmiş, yakmadan ama içine alıp aleve keserek. Dev çukurlar açılacak akarak ayrıldıkları yerlerde, o çukurlar birer birer kenarlarından, çeperlerinden kendi içlerine çökecek, çukurlar böyle akacak, her biri önce kendisini dolduracak yeni bir kamaşmanın arifesi Arifenin ardından akış kesiliverir; bir yaz akşamı havanın ansızın durması gibi, cisme bürünür taşlaştığı anda, zaman hızlı, arada başka istasyonlar yok artık, yoluyla bir olup akmayı uman yolcunun önce yol çekilir ayaklarının altından, ardından heyulalar çıkar önüne bir insanın isminin söylendiğini duyması, saniye kolu, çekilen iç, kırılan gönül, demir leblebi, çakıl taşı, genizde zaman artığı, yeşere yazmış hevesin donakalışı, ansızın, apansızın, tek bir âna sıkışması dünyanın. Peşi sıra gevşediğinde, o an da geçtiğinde, her an geçer, her an gider–, çözülüşü bu kez iplik iplik, parça pinçik, pörsük, sünmüş, çürüme emaresi çöküklerle dolu her yanı, küf yumakları içinde, zaman hızlı. Derken askıda kalmanın yorgunluğu, hiç kımıldamamış, tek bir kas bile gerilip gevşememişken.
Çağla zamanında çok bekledi, iyi kötü bilip sezerek bazı günler neyin değişmesini istediğini, bazı geceler kimin gelip onu bulmasını saklanmış bile değildi, neler söylemesini – ya da hiçbir şey bilmeden öylece, ha geldi ha gelecek. Bugünlerde de biliyor neyin özlemini çektiğini, yüzlerce saat koyu kahve lambrilerin altında, gözünü dikerek öğrendi, hiç işitmediği bir sesi özlüyor, kendisini seslendirmesi için. Bir savaşın bittiğinden habersiz üç-beş asker ya da birkaç müfreze olsa, bir yolunu bulup Çağla da söyler onlara, cılız sesi yeter bu kadarına, ama şimdi koskoca ordular tümen tümen, dizi dizi tam teçhizatlı, tank, top, metal aksamlı plastik kuşlar ve bombaları, silah, palaska ya da başka şeyler kuşanmış, ne bileyim, ses yükselteçleri, havai fişekler, göğü delmeye azimli direklerle binalar, parlak istikbal vaatleri, aynalar, evet, onlar, aynalar, birbirine bakmaktan körleşmiş.
Çok oldu oysa, yenik düştüler kendi hırslarına, farkında değiller, geçtikleri kendi sınırları sınır berisi, kendilerini kuşatmış haldeler, karartılan düşman pencereleri değil, kendilerininki. İstiyor ki Çağla, bir ses, gür bir ses, her işitenin yanındakine ya da sesi yettiğince ötesindekine yineleyeceği bu gerçeği herkese duyursun. O zaman işten çıkar, ayrılır masif gölgesinden sıkıntının, savaşın bittiğini, yenildiklerini, zafer zannettikleri şeyin en başta ele geçirmeye azmettiklerinin hayaleti bile olmadığını, ancak güneş tozlarından bile yoksun silueti olduğunu; payet, sim, gösteriş diye nice döküntüyü, bröve, arma niyetine çerçöpü, plastiği kuşandıklarını, nara diye kendini kandırma, avutma mantraları haykırdıklarını, her ne varsa artık aklına düşen koyu gölgesinde ahşabın, bunları söylemeye kararlı o sese ağız olur, beden olur. Kendisine beden arayan ses aranıyor. Müracaat…
Dilinin başkalarının diline dönmediğini bir zamanlar tam bir tarih vermesi mümkün değil, sesini de yitirdiği o sıralarda bütün birimleri zamanın, önceyle sonraya indirgendi– şaşa kavrula öğrendi Çağla. En çok da Tunç’un diline. Onun sayesinde öğrendi bunu –kötüde saklı iyi, züğürt avuntusu; tüyden telekten hafif süzülmeyi umarken ağzında taşlarla yerlere çakıldığı her seferinde. Dilinin dilinde dönmesini umarken onun tumturaklı gramerine çarptı. Ellerinin ezberine, tuhaf bir gramerle yol alışına, hiç şaşmayan aynılıklardan sıkılmadan bıkmadan, hep aynı düzenle, sıkıcı bir sırayla, bir cümleyi olsun devirmeden, eksik bırakmadan. Oysa bir büyük eriyikle akmanın mümkün olabileceğini de onunlayken sezmişti. İmkânsızlığını da onunla öğrendi. Günün bazı saatlerinden kaçıp saklanması bundan.
…