YerKuşAğı | Deniz Gezgin | Birazoku


“Aklında ne var Hagrin?” “Bir ağaç.” “Sözünü ettiğin bu ağaç nasıl bir ağaç?” “Sözü edilemeyecek bir ağaç Moy. Dinle, yaklaştığımızı duyuyor musun?” “Şimdi kulağıma bir şey çalındı ama sen söyleyince oldu, gerçek mi bilemem.” “Gerçek olmasa ne çıkar? Yokyerde gerçekten başka her şey var.” İlk romanı Ahraz’la okurların beğenisini kazanan Deniz Gezgin YerKuşAğı’nda hayvanların, doğanın, taşın, toprağın dilinden konuşuyor.

Moy isimli bir kız çocuğu, insanın yaraladığı bir kuş Şuri, hayvan mı bitki mi insan mı belli olmayan bir yaratık Hagrin ve munçak türü bir geyiğin birbirlerini bulmalarını, birbirlerine tutunmalarını anlatıyor. Daha sonra tuzla tenlerindeki beşerden arınan bu varlıklar yer kavgasından uzak, kendilerince yaşamak için bilinmeyen bir diyara, ancak ve ancak farklı olanların geçebileceği bir eşiğe, yani yokyere doğru zorlu bir yolculuğa çıkıyorlar. Deniz Gezgin, tıpkı rüzgârın ağaca dolanıp yapraklarından ses alması gibi, kendine has üslubuyla canlı ve cansızın sesini duyurmayı deniyor bu kısa ama çetin romanında. Biz insanları yeniden alçakgönüllü olmaya, körelmiş hislerimizi uyandırmaya, en önemlisi de, dilin gürültüsüne kapılmayı bırakıp tekrar diğer canlılar arasındaki yerimizi almaya çağırıyor.

Çıngıraklı adımlarıyla göğü fersah fersah kat eden kokusunu rüzgâra, kumaşını bulutlara asarak yükseliyor, derisini bir bir soyunuyordu. Yerin dibinde sanılana çıkıyordu hiçbir şeysiz. Dilini, tortusunu, ağrısını, ahını, alaca tüylerinin arasında yer etmişleri dökerek hafifliyor, bakışı puslanıyordu. Bunca yüksekten göreceği yoktu. Felekten aşınca ışığı altına alıp sonrayı da geçti. Zaman kanadından kopan tüydü, döne savrula yitti. Varacağı yer tüm tohumların döküldüğü bir gök yeri, insanın altında aradığı cehennem.

Ne ateşten kapılar, ne yabalı zebanilerce karşılanacak, hikâye edilmişlerin olmadığı arı bir gök suyuna varacak. Soysuz, cinssiz, esrik bir unutuşla konacağını anladı. Gök suyunun yanı başında bir dişbudak dalındaydı. Bir çığlık ki durduramayacağı, bağrını yürüyüp taştı. Yalın yapıldak ses, içinde başkasını türeten, çekirdeğin acı suyu gibi yabana şifa olacak yem. Ses dişbudağın henüz patlamış tomurcuklarına konunca kızarmış uçlu çiçekler tel tel uzadı, dallarda çığlık çığlık çiçek. Dişbudağın dolambaçlı gövdesi kanatlı ziyaretçisinin sesiyle terledi, karasuyu zerrelerce dağıldı. Dalına konan sesine yabancı, nefesi tükeninceye dek her dala bir çiçek astı, böylesi bir cıvıltı civarda ne kadar tüy varsa çağırıp topladı, dişbudağın teriyle birbirine yapışan bu tüylü örtü, altında bir can saklıyordu.

Bu yere uzaklardan, adını, yönünü hatırlayamayacağı kadar uzaklardan, kök kokularına tutuna tutuna vardı. Bedeni tırpanlanmış, sesi kelimelerle örtülmüştü. Günler gecelerce yabanıl çığlıklarla haykırdığıydı, kayaların keskin yüzlerine çarpan, suların oyuğuna biriken, dağların yuvarladığı, bulutların sarmaladığı sesler. Duyanın yüzünü buruşturan, tarihöncesinde tadılmış bir acı yemiş sanki. Sesini kıpır kıpır taşıran ateş, o yemişin ağacını, kök saldığı bahçeyi, ağza bulaşan tadı çağırıp pençeleriyle açtığı bir çukurda birikti. Başındaki güruh sesi inkâr etti, sözü iftirayla çevirip evden eve, kapıdan eşiğe mühürleyerek, ağzına ilaçlı bir bez tıktı. Hastalık tuttu, dilini sardı dediler, birer eldiven giyip onu çukura ittiler.

Kırk gün kırk gece tepesinde soluk mavi bir ışık yandı. Tıpkı sofradaki av kuşu gibi bembeyaz bir örtü üstünde, tüyleri yolunmuş, kıpırtısızdı. Dalga dalga elektrik, sıçrata sıçrata onu kuşlara kattı. Her sıçrayışta bir dal “çıt” kırıldı, yukarı, daha yukarı, derken göğün en koyu katında. Ne çok yıldız, ışıksa işte kıpır kıpır, sadece bulut hışırtısı, her şeyin içine genişçe sığdığı tik taksız, numarasız zaman. Asılı kaldığı gök yeri burası, ışıkta buhar olup konduğu. Yerden göğe, ot kökünden yıldız köşelerine yol alışını kim görecek. Kapıları, çitleri, zift yüzlü betonu aşıp kara dikenli toprağa kavuştuğunu, orada ten kılıfından bir koku gibi uçtuğunu ve göğün tepesindeki dişbudak dalına kendini astığını. Birileri mezarını kazarken, o dişbudağın dalında olgunlaşıp nemli bir toprak örtüsüne düşecekti.

Düştü. Göğsü karasuların ritmiyle inip çıkan kim? Kaç zamandır bu yabanda derisi toprağa kaynayıncaya yok olan, şimdi tüy hafifliğinde bir uyku kuşanıp var. Soluk alıp verdikçe genişleyen oylumu, kanadı ısırılmış bir kuşa yuva. Yaralı kuşun petrole bulanmış, yapış yapış tüyleri az evvel içeri dolan dişbudak kokulu havayla tel tel. Birinin uyanışı, diğerinin uçuşu, dirilerde kanatlanan, öksenin meşeye tutunuşu gibi kendiliğinden.

Ayağını bastığı yerin yüzü ne kadar yeniyse altı da o kadar eski. Bu yüzden sesler de çağıl çağıl. Burada yalnızca bir koku sanki, mayalanıp kabaran şeylerin kokusu. Safi iç olarak geziniyor, bir iç fazla yumuşak, ıslak ve dokunmaya çekimli olduğundan kabuğuna doğru yol alıyor. O dalda asılıyken yüzülü derisi dişbudağın teriyle gevşemiş, bir yarayı örtüp de saklamış. Güneş tepeye varıncaya değin içliğinden gıdıklana gıdıklana yürüdü. Tam usanıp da durduğu yerde, derisini nefes alıp verirken buldu. İçinde sanki isli bacalardan düşmüş bir varlık, yoksa karabasanlar ormanlarda terk edilmiş derilere yuva mı yapmakta? Kara, kapkara bir kuş, yarasına kabuk ararken bir insanın derisine sokulmuş.

Ölümün nefes alıp verdiği yer mi burası? Kara kuş da yapabilseydi onun gibi teleğinden herhangi bir dala asardı kendini, yenmişliğinden mahcup, uçuşsuz aldığı mesafeden bitkindi. Öncesinde göğsünün içinde saydam bir yürek taşıdığını, yele şimşeğe o yüreğin taştığını, tüm yaban kuşlar gibi çiy damlalarıyla fısıldaştığını kim der. Gözlerinin milyonlarca yıl kırpılmış gölgesi, bakışının çevrildiği yere bulaşacak gibi. Taşıdığı bu ağırlık ve onu taşıyan, rüyaların hafifliğinden öylesine uzak, gagası kelimelerden pütür pütür, hiç hayata dahil olmayan ne çok şeye dünyanın içinde, tanık olmuş. Karın boşluğundaki yudum kadar cıva, yürümekle ine çıka başını döndürmüş, ayağını bir boşluğa basmıştı, uzun bir uykuya kıvrılacağı av bıçağıyla yüzülmüş bir deriye. Üstüne eğilen çıtırtıyla günler sonra gözleri açıldı kuşun. Nefes alıyordu, çok çok önceden bildiği, suların, yıldızların havasından.

Gagasını uzattı, başında bekleyen gölgeyi duydu, kımıldanınca kanadını bildi, sıçrayınca karnındaki cıva ağzından fırlayıp gitti. Bir pürçük göğsüne, acısı uçmuş eksik kanadına baktı, bir de başındaki gölgeye. Anladı ki o gölgenin derisindeydi, telaşla çırpınıp çıkmaya kanatlanacakken gölgenin tam ayakucuna yuvarlandı. Uçamayışını unutmuştu, uçmayı asla. Boşluğunda yuvalamış bir kuş, bırakıp gitse olmaz, onu yerinden edip derisini kuşansa yine olmaz.

Etrafına bakabilse, iç içe geçen ne çok, görecek. Birbirine yer yuva açan, yoktan var olan. Bildiği göreceğini kesiyor. Ne kendinden ne de eksilmiş kuştan geçebiliyor. Dişbudakta asılıyken canından olduğunu sanmıştı, daldan düşer düşmez derisinin altında bir can buldu, ölüm bilgisi hayatınkiyle yer değişmişti. Biri yerde olacağına göğe tırmanmış, öteki gökte uçacağına yere saplanmış. İki küçük yersiz beden, başka biçimde yaralı ve bir arada. Kuşun gelip derisine yerleşmesi, onun varlığını yoklaştırmıyor. O da kuşu yerinden etmez, edemez. Önce derisini üstüne geçirip sonra da kuşu kucaklasa olacak. Ancak el yordamıyla içini dışına, kuşu da koynuna sokuverdi. Pişş! Pişş! Piş! Pişş! Pişş! Piş!

Benzer İçerikler

Kan Kırmızısı Ayın Altında

yakutlu

Yüksek Ökçeler (Ömer Seyfettin)

yakutlu

Kağıt Kız – Guillaume Musso – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy