Arıcının Çırağı’nın devam kitabı olan Kadınlar Alayı’nda Mary Russell-Sherlock Holmes hikâyeleri soluksuz bir şekilde devam ediyor!
1921 yılıydı ve Sherlock Holmes’un parlak çırağı Mary Russell, -şimdi dereceyle Oxford Üniversitesi teoloji mezunu bir kadın olarak- oldukça büyük bir miras edinme eşiğindeydi.
Kadın haklarına ve teolojiye yaklaşımıyla dikkatleri üzerine çeken yeni bir tapınağın karizmatik lideri Margery Childe’la şans eseri tanışıp elinde olmadan ona ve Margery’nin çoğu zengin, eğitimli genç kadınlardan oluşan çevresine çekilirken olaylar kendisine şu soruyu sorduracaktı; söz konusu “Yeni Tapınak” kötü niyetli şeylerin bir örtüsü olabilir miydi?
Şimdi artık bir yanda Margery’nin mistisizmini, diğer yanda Holmes’a karşı içinde derinleşen sevgiyi kabullenmenin yarattığı iç çatışmaların eşiğindedir Mary Russell. Ve ustası Holmes’un desteğini ve üstün zekâsını her zaman arkasında hissederek, karşılaşacağı büyük tehlikeden habersiz bir şekilde tapınağın sırrının peşine düşer.
BİR
26 Aralık Pazar-27 Aralık Pazartesi 1920
Kadın milleti mantıksızdır, yumuşaktır veyahut esnektir.
Mantıksızdır; çünkü akılla düşünemez,
duyduklarını ve gördüklerini mantığa oturtamaz.
Ve yumuşaktır, çünkü ona kolayca boyun eğdirebilirsiniz.
YANNİS KHRYSOSTOMOS (MS 347-407)
Sandalyemde arkama yaslanıp kalemimin kapağını taktıktan sonra onu çekmecenin içine attım ve bu basit eylemden hem büyük bir keyif aldım hem çok rahatladım hem de heyecana kapıldım. Keyiflenmiştim; çünkü yazdığım deneme yazısının son notlarını kontrol edip düzeltmiştim, bu benim aylarca yaptığım sıkı çalışmamın bir neticesiydi ve olgun bir üniversiteli olarak ilk eserimdi—güzel bir çalışma olmuştu. Rahatlamamın sebebi yazım değildi; deneme yazısıyla meşgul olmam dolayısıyla zorunlu Noel bayramından, teyzemin aile cüzdanını kontrol ettiği son senede ayyuka çıkan cümbüşten kurtulmamdı. Beklenti içine girmemin sebebi ise beni bekleyen özgür haftaydı; yirmi birinci doğum günüme ve bunun beraberinde gelecek hak ve imtiyazlara bir hafta kalmıştı ve bu koskoca hafta boyunca hiçbir işim yoktu. Ufak ve ısrarcı bir endişe içimde yine baş gösterdi ama onu giyinmek için ayağa kalkıp çekmecelerin başına giderek savuşturdum. Teyzem aslında Yahudi’ydi ama geleneklerini uzun zaman önce terk etmiş ve Anglikan kültürünü âdeta din değiştirmiş birinin hevesiyle sahiplenmişti.
Bunun neticesinde kendisinin Noel anlayışı oldukça abartılıydı. Sözüm ona benim velim olarak geçirdiği son senem aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı’nın bitişine ve şeker, tereyağı ve etin karneyle dağıtılmasının sonlanmasına denk geliyordu ve duygusal aşırılıklar yeme içme konusundaki aşırılıklarla birleşmişti. Çalışmam gerektiğini söyleyip cümbüşün çoğundan yakamı sıyırmayı başarmıştım ama daktilomun sesi kesildiğine göre çabucak kaçmaktan başka seçeneğim kalmamıştı. Nereye gideceğimi düşünmeme gerek yoktu. Arkadaşım ve akıl hocam, öğretmenim, idman arkadaşım ve yoldaşım Sherlock Holmes’un evine gidecektim. Heyecanlanmamın sebebi buydu.
Aynı zamanda endişemin de… Haftalardır giydiğim kadifelere ve ipeklilere isyan ettim; gardıroptan uzun zaman önce vefat eden babamın takım elbiseleri arasından güvelerin en çok yediği takımı seçtim. Yumuşacık ve incecik bir keten gömlekle tavandaki farelerden kurtardığım kalın bir kazağın üzerine bu takımı giydim. Ellerime karaca derisinden, sıcacık eldivenler geçirdim. Saç örgülerimi büyük bir tüvit kepin altına gizledim, boynuma kalın bir atkı sardım. Sonraki üç dört gün boyunca her ne yapacaksam yapayım, evden uzakta olacaktım. Şifonyerin yanına gittim ve çekmeceden bir çift yün çorap aldım. Çekmecenin lambri kaplamasının arkasındaki gizli bir bölmeden ise deri bir kese çıkardım; son birkaç senedir hediye aldığım paraları ve harcamadığım tüm harçlıkları burada gizlice biriktirmiştim. Kesenin içinde yüklüce bir meblağ olduğunu görünce sevindim. İçine ufalmış bir kurşun kalem ve rahat bir zamanımda okumayı planladığım, Haham Akiva hakkındaki minik bir kitabı da yerleştim.
Odama son bir bakış attım, kapıyı arkamdan kilitledim ve lastik tabanlı botlarımı arka kapının önünde giymek üzere elime aldım. Aslında akrabalarımdan birinin beni çağırmasını umsam da hepsi ya salonda oyun oynamakla meşguldü ya da sarhoş olup kendilerinden geçmişti. Sadece kırmızı suratlı aşçıya ve onun yılgın yamağına rastladım ve ikisi de yemek hazırlamakla öyle meşguldü ki selamıma ancak yarım yamalak karşılık verebildiler. Hizmetçilerin genelde izinli olduğu bir günde onlara çalışmaları için ne kadar ödediğimi merak ettim ama buna fazla takılmadım, botlarımı ayağıma geçirdim, merdivenin altındaki dolapta duran eski paltoyu giydim ve aşırı sıcak, aşırı kalabalık evden kaçıp kendimi serin Sussex çayırlarına attım. Ağzımdan dumanlar çıkıyordu ve güneşin henüz ısıtıp çözmediği yerlerde ayaklarımın altındaki toprak çıtırdıyordu.
Holmes’un sekiz kilometre ötedeki evine vardığımda dönem sonunda Oxford’dan ayrıldığımdan bu yana kendimi ilk kez bu kadar arınmış ve sakin hissediyordum. Fakat Holmes evde değildi. Neyse ki Bayan Hudson evdeydi. Onu sevgiyle öptüm ve mutfaktaki şöminenin önünde yaptığı tığ işini övdüm, boş günlerinde nasıl tembellik ettiğiyle ilgili ona şaka yollu takıldım ve o da bana önlüğünü sadece iş başındayken taktığını ciddi bir ifadeyle belirtti. O zaman ona bu durumda önlüğünü geceliğinin üzerine bile giymesi gerektiğini, çünkü gördüğüm kadarıyla Holmes evdeyken kendisinin hep iş başında olduğunu söyledim. Oysa benim evime gelip orayı çekip çevirse onu el üstünde tutacağımı belirttim ama Bayan Hudson bunda ciddi olmadığımı bildiği için gülümsemekle yetinip demliği ocağa koydu. Holmes’un uyumsuz kıyafetlerle, iki atkıyla ve eskimiş, pis bir ipek şapkayla Londra’ya gittiğini söyledi. Peki çörek mi, yoksa mini kek mi isterdim? “Hazır kek var mı ki?” “Oh, dünden kalma birkaç mini kek var ama taze yaparım.”
“Sene boyunca tek boş gününde mi? Hayatta olmaz. Hem senin keklerin hafif ısıtınca da gayet güzel oluyor, bunu biliyorsun; hatta bekleyince ikinci güne daha bile iyi oluyorlar.” Bayan Hudson ikna oldu. Bense yukarı, Holmes’un odasına gittim ve Bayan Hudson hazırlık yaparken Holmes’un çekmecelerini ve dolaplarını büyük titizlikle karıştırdım. Tahmin ettiğim gibi, at sürerken kullandığı parmaksız eldivenlerini ve toynakları arasına giren taşları çıkarmak için kullandığı kaşığı almıştı; şapka da düşünüldüğünde demek ki atlı araba kullanıyordu. Bir şarkı mırıldanarak mutfağa döndüm.
Mini kekleri ateşin üzerinde ısıttım ve gitme vakti gelinceye dek Bayan Hudson’la mutlu mesut çene çaldım. Giderken mini kekler, tereyağı, reçel, ançüezli kızarmış ekmek, iki dilim Noel pastası ile tıka basa doymuştum; 4.43’te Londra’ya kalkan trene yetişmek üzere evden çıkarken cebimde bir de yağlı kâğıda sarılmış, ufak bir paket vardı. Yakınlardaki kasabalarda yaşayan açıkgöz halkın, özellikle de bilet satan istasyon şeflerinin istasyonlarına -biri yaşlı, biri genç, bir adamla bir kadın ve genellikle birlikte- sık sık garip tipler gelmesi hakkında neden bir yorum yapmadığını merak ederdim. Fakat girdiğimiz kılıkların kasabadakiler tarafından ortak bir oyun olarak görüldüğünü geçen yaz fark etmiştim.
Kasabalılar sokaklarda gezinen genç çiftlik amelesiyle tüvit etek ve kloşşapka giyen, okul zamanı Oxford’a giden, okuldan evine döndüğünde çay bisküvileri, kürekler ve içecek bir şeyler alan kızın aynı kişi olabileceğine dair şüphelerinden asla bahsetmeme kararı almıştı. Evening Standart gazetesinden bir muhabir kasabaya gelip ünlü dedektif hakkında birtakım bilgiler karşılığında 100 paunt teklif etse insanlar ona taşra insanının çok şey saklayan, soğukkanlı ifadesiyle bakar ve kibarca ne demek istediğini sorardı. Neyse, konudan uzaklaşıyorum. Londra’ya vardığımda sokaklar hâlâ kalabalıktı. Taksiye binip -şoförü incelemek zorunda kalmayayım diye at arabasına değil, bir otomobile bindim Holmes’un ata ve at arabasına ihtiyacı olduğu zaman gittiği tedarikçisine gittim. Oranın sahibi beni -en azından karşısında duran delikanlıyı tanıyordu ve evet, o beyefendi -bununla gerçek bir beyefendiyi kastetmiyordu elbette- sahiden de gelmişti; öyle söyledi. Hatta iki kere uğramıştı.
“İki kere mi? O hâlde muhtemelen arabayı geri getirdi?” Hayal kırıklığına uğramıştım, acaba bu kovalamacadan vazgeçsem mi diye düşündüm. “Atın dizinde bir sıkıntı varmış, atı arabasız şekilde geri getirdi. Tam çıkacakken eski model, iki tekerlekli, ufak bir at arabasının geldiğini gördü. Onu beğendi, neden bilmiyorum, yoksa insanı hem çok uğraştırır hem de eğlence olsun diye eski günlerdeki gibi takılmak isteyen birilerine rastlamadıkça para kazandırmaz. Bazen yazları bir Pazar günü ya da Cumartesi tiyatrodan sonra böyle şeyler isteyen çiftler çıkabiliyor. Ama böyle soğuk bir gecede o açık arabaya kimse binmez be abi!” Suratımı hiç bozmadan, buraya genç bir kadın olarak gelseydim benimle böyle konuşmayacağını düşündüm. “Öyleyse iki tekerlekli at arabasını mı alıp gitti?” “Öyle yaptı.
O ufak arabaları sürebilen pek çıkmaz ama o sürebiliyor, hakkını yememek lazım.” Yüzünden Basil Josephs adıyla tanıdığı adamın bu birbiriyle bağdaşmayan becerisini ve çılgınlığını bir an için düşündüğü anlaşıldı, sonra başını salladı. “Hem de ona zorlu bir at vermek zorunda kaldım; hiç iki tekerlekli çekmemiş bir at. Umarım yaşlı Josephs’e fazla zorluk çıkarmamıştır,” derken aslında hiç de endişeli bir hâli yoktu. Sonra eğildi ve pis kokan oluğa tükürdü. “Neyse,” dedim, “etrafta çok fazla iki tekerlekli araba olamaz zaten, onu bu gece bulurum. Bana atı tarif edebilir misin?” “İrice bir doru at…
Alnında büyük, beyaz bir leke var; üç bacağı dize kadar koyu renk, haşin bakışlı ama gözünde at gözlüğü olduğu için gözlerini göremezsin,” diye anlattı, bir an sonra da ekledi. “Arabanın numarası iki–doksan–iki.” Ona biraz para verip teşekkür ettim ve iki tekerlekli, eski bir at arabası ile şoförünü aramak üzere kalabalık sokaklara yöneldim. Arayış o kadar da umutsuz olmadı. Holmes iş üzerinde değilse -Bayan Hudson onun bir dava üzerinde çalıştığını düşünmediğini söylemişti- kıyafet ve at arabası seçimi onun bu işe eğlencesine kalkıştığını gösteriyordu ve Holmes genelde Londra’nın Piccadilly ya da St. John’s Wood gibi yerlerinde değil, doğu tarafında eğlenirdi. Yine de bu doğu tarafı tabii ki epeyce büyük bir yeri kapsıyordu; sokak lambalarının altında dikilerek, yoldan geçen atların ayaklarına bakacağım diye eğilerek saatler geçirdim. Neredeyse tüm atların alınlarında beyaz bir leke,ayaklarında konçlar vardı. Fazlasıyla açık saçık giyinmiş, kimi genç ve kimi o kadar da genç olmayan kadınları yanımdan savuşturmak zorunda kaldım.
En sonunda, gece yarısından sonra, böyle bir kadınla ondan bilgi alabilmek amacıyla sohbet ederken konuşmamız yaklaşan bir at arabasının gürültüsüyle bölündü ve hemen ardından neredeyse tamamen boş sokakta tanıdık bir sesin yankılandığını duydum. Ses bağırmadan ama yine de gayet net duyulur bir şekilde, “Annalisa, tatlım benim, baştan çıkarmaya çalıştığın o çocuk senin için bile biraz fazla genç değil mi?” dedi. “Ona bir baksana, daha sakalı bile çıkmamış.” Yanımdaki kadın hemen sesten tarafa döndü. Kibarca izin isteyip çekildim ve at arabasını incelemek için kaldırımdan sokağa indim.
Müşterisi, hatta iki müşterisi vardı ama yavaşladı, dizginleri sağ eline aldı ve öteki kolunu bana uzattı. Hayal kırıklığına uğrayan oynaşım, Holmes’a cana yakın bir edayla epey küfretti; Holmes da ona şen şakrak bir tavırla karşılık verdi. Araba bir anda durunca at kişneyip aniden döndü ve bıyıklı, şaşkın bir surat yandaki çatlamış pencereden uzanıp bana öfkeyle baktı. Holmes sokak kadınını bırakıp ata saydırdı ve tüm Londra taksicileri gibi hayvana gayet yaratıcı sözlerle ama hiç yakışıksız laflar etmeden küfretti. Üstüne bir de dizginlere tek sefer asılıp atın kafasına hafifçe vurdu, sonra biraz önce niyetlendiği işe geri döndü ve beni yukarı çekip aynı anda uzaklaşan Annalisa’ya da laf attı. Holmes girdiği role tamamen bürünmeyi seviyordu, tek kişilik yerde Holmes’un yanına sıkışırken bunu düşündüm.
Nazikçe, “İyi akşamlar Holmes,” dedim.
Beni, “Günaydın Russell,” diyerek düzeltti ve atı yürüttü.
“İş üstünde misin Holmes?”
Aslında kolunu uzatmasından anlamam gerekirdi, çünkü eğer iş üzerinde olsaydı arkada yolcular olmazdı ya da muhtemelen beni başından atardı.
“Russellcığım senin bu Amerikan hâllerin yok mu?” dedi. “Kulaklarım tırmalanıyor. İş üstünde. Hayır, bir dava üzerinde çalışmıyorum Russell, sadece eski becerilerimi kaybetmemek adına alıştırma yapıyorum.”
“İyi gidiyor mu?”
“İyi gidiyor mu?” Sözleri tiksinerek tekrarladı ve bana beni hor gören
bir bakış attı.
“Peki, keyfin yerinde mi?”
Dönüp dizginleri tekrar çekiştirmeden önce tek kaşını kaldırarak kıyafetlerime baktı.
“Bunu asıl sana sormak lazım Russell.”
“Evet,” diye cevap verdim. “Aslına bakarsan keyfim gayet yerinde Holmes. Çok iyiyim, teşekkürler.”
Elimden geldiğince arkama yaslanmaya çalıştım. Hıristiyanların yanlışlıkla Şabat dediği günün sonuna gelirken Londra’nın göbeğinde bile trafik yoktu, sokaklarda çıt çıkmıyordu. Arnavut kaldırımı taşların iki buçuk metre yukarısında sağa sola savrulan bir sırada, tek gerçek arkadaşımın yanında hoplaya zıplaya oturmak çok eğlenceliydi.
Gerçi atların nal sesleri ve tekerleklerin gıcırtısı loş sokaklarda yankılanıyordu, soğuk tüm kokuları bastırmıştı, hatta sis bile inmeyecek kadar soğuk bir geceydi ama açıkta kalan yerlerimize ve parmak uçlarımıza zarar verecek kadar da soğuk değildi. Holmes’un dizginleri tutan ve hâlâ sinirli hayvanın daha da huysuzluk yapıp yapmayacağını sert deriyi tutarak anlamaya çalışan kirli parmaklarına baktım.
Kimya deneylerinden ipucu peşinde koşmaya kadar, her işinde olduğu gibi bu işinde de özenliydi. Aklıma bir anda bir şey geldi. “Holmes romatizman havanın berrak olduğu gecelerde sisli akşamlarda olduğu kadar azıyor mu?” Holmes bana şüpheci bir bakış attı, üst üste sardığı iki atkının altında kalan dudaklarını hiç şüphesiz büzmüştü. Bunun sohbet açmak için alışılmadık bir konu olduğunu sonradan fark ettim ama Holmes’un eksantrik şeylere itirazı olmazdı. En sonunda, “Russell sırf sağlığımı sormak için Sussex’ten ta buralara kadar gelip gecenin yarısını soğuk sokak köşelerinde zatürre riskiyle ve sana uygun olmayan kişilerle yarenlik ederek geçirmen çok hoş fakat beni bulduğuna göre, belki de asıl işine devam edebilirsin,” dedi. “Bir işim yoktu,” diye itiraz ettim, alınmıştım. “Deneme yazımı düşündüğümden daha hızlı bitirdim, günün geri kalanını evde aşağı katta bağırışıp inleyen akrabalarım yerine seninle geçirmek istedim ve evde olmadığını görünce buraya öylesine gelip seni bulabilir miyim acaba diye bakınmaya karar verdim.” Ciddi bir tavırla, “Öylesine geldim,” diye tekrarladım. Hatta bunu belki de fazla ciddi bir tavırla söylemiştim. Konuyu çabucak değiştirmek istiyordum.
“Peki ya sen buralarda ne yapıyorsun?” “Taksicilik yapıyorum,” derken sesinden ne dikkatinin dağıldığını ne de kandığını anladım. “Haydi Russell, bari sorunu sor; buralara kadar gelmen yedi saat sürmüş zaten. Ya da belki de yedi yıl demem lazım, ha?” “Sen neden bahsediyorsun?” Güzel akşamımın onun bu alaycı, ukala tavırlarıyla bozulmasını istemiyordum; sinirlenmiştim. Hoş, Tanrı biliyor ya, aslında bu tavırlara çoktan alışmam lazımdı. “Tatil yapıyorum, dinleniyorum, geçen haftanın zoraki neşesine dâhil oluyorum.
Eğlence olsun, aklım dağılsın diye Holmes; başka bir şey yok. En azından şüpheci zihnin alaycı bir tavırla her şeyi biliyormuş havalarına girişinceye dek öyleydi. Sahiden Holmes, bazen çok sinir bozucu oluyorsun!” Öfkelenmeme hiç aldırış etmedi, kaşlarını havaya kaldırdı ve bu hâlini göreyim diye bana yan bir bakış attı. Bense çenemi havaya kaldırdım ve başka tarafa baktım. “Demek dediğin gibi buralara kadar ‘beni bulabilir misin acaba’ diye geldin; iz sürme becerilerin dışında bir amacın yoktu yani, ha?”“Ve özgürlüğümün tadını çıkarmak için, evet.” “Yalan söylüyorsun Russell.” “Holmes bu iş çığırından çıkıyor! Beni başından atmak istiyorsan tek yapman gereken yavaşlamak ve beni indirmek! Bana böyle kötü davranmana gerek yok. Giderim.” “Russell, Russell,” dedi ve başını salladı.
“Lanet olsun Holmes, sence ne bu kadar acildi de seninle hemen konuşabilmek için buralara kadar geldim? Ne var sanıyorsun? Ki fark etmediysen söyleyeyim, geldiğimden beri bir şey demedim.” “Bence en sonunda cesaretini toplayıp sormak istediğin o soruyu sormaya geldin ve daha lafı açamadın,” diye cevap verdi gayet serinkanlı bir şekilde. “Bu soru neymiş peki?” Kendim kaşınmıştım ama bir yola girince yön değiştirmek zordu. “Bence bana evlenme teklif etmeye geldin.” Arabadan az daha düşecektim. “Holmes! Sen ne di… Sen nasıl böy…” Laflarım hep yarım kaldı.
Hemen karşımdaki konuşma penceresi kalktı ve bir an sonra arabanın loş ışıkları ve yanından geçtiğimiz bir sokak lambasının ışığıyla aydınlanan iki çift gözle karşı karşıya kaldım. Adam melon şapka takmıştı, kadının şapkası ise yapma çiçeklerle süslüydü. İkisi de bakışlarını bize dikmişti; tepelerinde bu delice muhabbeti döndüren iki adamı büyük bir dikkatle süzüyorlardı. Holmes onları şapkasını kaldırarak selamladı ve içtenlikle gülümsedi. Bense onlara şapkamın kenarına dokunarak selam verdim ve galiba işlediği suçu saklamaya çalışan biri gibi göründüm ama anladığım kadarıyla bunun pek de bir önemi yoktu. Bize dizginlerin arasından bakıyorlardı, ağızları şaşkınlıktan açılmıştı.
…