Her gece, akşam yemeğini yedikten sonra Kasım’ı yukarıdaki odaya gönderirler. İşte oda: Sokak üstündeki pencerenin önünde uzunca bir sedir, çocuğun yatağı oradadır. Sedirin üstüne, yani odanın ortasına babasıyla annesinin yatağı serilir. Onları koyun koyuna yatar gördüğü zaman Kasım yutkunur, korkmasa babasına bir tekme atıp kendisi annesine sarılıp yatacaktır.Kerim Usta’nın Oğlu, Halide Edib Adıvar’ın 1950’li yılların sonlarına doğru kaleme aldığı kısa romanlarından biri. Romanın anlatıcısı Doktor Kasım Derman zor bir hayat yaşamış ve yaşadıklarını yazmaya karar vermiştir. Doktor Kasım’ın babası Kerim Usta, Milli Mücadele başlayınca dükkânını bir arkadaşına teslim eder ve orduya katılır.İstanbul yaşamı, savaşın perde arkası, eğitim hayatı, meslek edinme telaşı… Kerim Usta’nın Oğlu, kısa ama capcanlı bir Türkiye manzarası.
İçindekiler
Sunu ………………………………………………………………………. 11
1. Doktor Kasım Derman’ı takdim………………………………. 13
2. Hikâye başlıyor……………………………………………………… 27
3. İstanbul’a doğru ……………………………………………………. 36
4. Beşiktaş’taki Sultanım ……………………………………………. 62
5. Ben ve kadınlar……………………………………………………… 72
6. Tıbbiye’de ……………………………………………………………. 89
7. Amerika’dan dönüş ve sonrası………………………………… 102
1
Doktor Kasım Derman’ı
takdim
Bugün o, İstanbul’un hatta bütün Türkiye’nin en fazla rağbet gören1 meşhur doktorları arasındadır. Fakat kimse onun Kerim Usta’nın oğlu olduğunu bilmez. Mamafih2 Kerim Usta’nın oğlu olmanın onda uyandırdığı garip ve dikkate değer mudilenin3 bu şöhret ve şanında büyük bir rol oynadığını kabul etmek lâzımdır. Esasen bu hikâye onun bir nevi4 hâl tercemesidir.5 Ve onun tarafından yazılmıştır. Fakat daha evvel onu takdim etmek, ne gibi âmillerle6 bu eseri yazmaya giriştiğini anlatmak icap eder.7 Sene 1956. Temmuz’un yakıcı sıcaklarında Cağaloğlu’ndaki büyükçe bir apartmanın üst katında, şahsına tahsis ettiği8 küçük dairede, Doktor Kasım Derman, uykusuz geçen bir gecenin sabahında, yatağında büyük bir huzursuzluk içinde sağına soluna dönüyor, başındaki sersemliği gidermek için biraz uyku kestirmeye çalışıyordu. Fakat ne yapsa bir türlü kendini bırakıp dalamıyordu.
Apartmanın birinci katı[nın] bir muayenehane olduğu, kapıdaki tabeladan anlaşılıyordu. İkinci katını, dul annesiyle teyzesi işgal ediyorlardı. Üçüncü katı doktorun kitap odasıyla misafir odaları ihtiva ediyordu1 . Çünkü Doktor Kasım Derman hem çok okurdu hem de aynı zamanda hiç olmazsa ayda bir-iki defa dostlarını, arkadaşlarını kabul ederdi. Hulâsa2 mesleği ile fikrî, içtimaî3 ve şahsî hayatı arasındaki münasebetlerini4 kat’î5 olarak ayarlamış bir adamdı. Kendi dördüncü katı iki oda, bir banyo ve büyük kısmı üstü açık bir dam terasından ibaretti. Bundan başka da her katın büyük veya küçük bir mutfağı da vardı. Bütün bu gaye ve işleri birbirinden ayrı olan apartman katlarını, asistanı Nuriye Hanım idare ederdi. Bu kırklık ve becerikli canlı kadıncağız hastaları gayet iyi idare ettiği gibi, hizmetçi Şaziye ile aşçı Hasan ve kapıcı da tamamen onun emrinde idiler. Doktor Kasım Derman, kahvaltısını odasında yapar, öğle ve akşam yemeklerini annesiyle beraber yerdi.
Muayenehanesinin arka tarafındaki iki odayı işgal eden Nuriye Hanım da, ailenin bir ferdi gibi yemeklerini umumiyetle6 onlarla beraber yerdi. Doktorun annesi Memduha Hanım, kardeşi Emine Hanım’la yaz aylarını Suadiye’de, bir ailenin deniz kenarındaki evlerinin iki odasında geçirirler, Nuriye Hanım da mutlak onlara bu birkaç ay için hususi1 bir hizmetçi kadın bulurdu. Memduha Hanım belki eski bir itiyat neticesiyle2 , yaşı epeyce ilerlemiş olmasına, hatta kalbi de biraz bozuk olmasına rağmen durmaz oturmaz faal bir kadındı.
Doktor onları umumiyetle3 hafta sonlarında ziyaret ederdi. Fakat kendisi gecelerini her yaz Florya’da, her sene tuttuğu deniz kenarındaki evlerden birinde geçirirdi. Tabiî doktor için bu Florya devri, sadece temmuz ve ağustos aylarına mahsustu. Çünkü Doktor Kasım Derman, temmuz ayında hiç hastaya bakmaz, sadece haftanın iki gününde, yani pazartesi ve perşembe günleri muayenehanesinde, öğleden sonra hasta kabul ederdi. Kasım Derman, meşhur doktorlarla dolu İstanbul şehrinde âdeta bir nevi4 Lokman Hekim gibi telakki5 edilir, herkes peşine düşerdi. Herhangi hastanede resmî bir vazifesi olmamakla beraber konsültasyonlarda çok aranırdı.
Doktor Kasım Derman, sadece İstanbul’da değil Anadolulular arasında da yakası bırakılmayan bir adamdı. Bazan iki aydan evvel gün vermemesine rağmen yine de Anadolu’dan gelen hastalar, icap ederse6 tarlalarını satıp İstanbul’da han köşelerinde onun tarafından muayene edilmek için nöbet beklerlerdi. Muayenehane ücreti elli lira idi; evlere yüz liraya gider, konsültasyonlardan da iki yüz lira alırdı. Rağbet o kadar artmıştı ki, doktor tellalları1 bazan Anadolu’dan gelen, okumak bilmeyenleri, başka doktora Kasım Derman diye götürürdü. Yalnız, cumartesi günleri üçten beşe kadar ücretsiz muayene eder, bunların fakir insan rolü alan hastalar olup olmadığını Nuriye Hanım kontrol ederdi. Tabiî bu fevkâlade2 rağbet çok çene yoruyor, yerli yersiz dedikodulara yol açıyordu.
Bu rağbetin sebepleri arasında, evvelâ hakikaten birinci derecede bir iç hastalıkları mütehassısı3 olması gelir. Memlekette bir mucize diyarı halini almaya başlayan Amerika’da yetişmiş olması da bu rağbeti arttırıyordu. Fakat en mühim âmilin4 , hiç şüphesiz, ele güç geçmesi olduğunu da kabul etmek gerekir. Gün almanın zorluğu arttıkça ona karşı inhimâk5 da şiddetle artıyordu. Malûm ya, canlı, cansız nadir elde edilen şeye insanlar çok düşkündür. Nazlı sevgililerin şarkılarımızda en fazla ah ve vah ile anıldığını unutmamak lâzımdır. Nuriye Hanım içinden, “Bir gün olur çağın geçer,” derse de doktorla hiçbir zaman münasebette6 ciddiyeti ve resmiyeti kaybetmezdi. Kasım Derman, elini yanı başındaki zile uzatmak istedi fakat daha evvel, biraz sersemliğini gidermek için ellerini kaldırdı, gerindi.
Evet, yeryüzüne sıcağın ateş saldığı bugünlerde en kuvvetli iradeler de felce uğruyor, kimse parmağını kımıldatmak istemiyordu. Hangi şeytan onu, dün gece Florya sahilindeki dalgaların ahengiyle tatlı tatlı uyuduğu deniz odasından çıkarken geceyi burada geçirmeye sevk etmişti? Doktor Kasım Derman, bunu aptalca bir hareket diye vasıflandırıyordu. Fakat bu hareketin sâiki1 de yok değildi. Hatta onun şuur2 üstü kabul ettiği sâikin altında şuurunun sonsuz katlarında gizlenen hayli tesirler de canlanmıştı. Kasım Derman’ın annesi Memduha Hanım’a göre, Kasım, 1 Ağustos’ta doğmuştu. Kadıncağız mutlaka o günü parlak bir surette kutlamayı âdet edinmişti.
Evvelâ sadece kendi eski bildiklerine inhisâr eden3 bu doğum günü (Kasım Günü) aptalca bir gürültüden ibaretti. Çünkü yıllar geçip de Kasım’ın İstanbul sosyetesinde nâmı yükseldikçe bu kutlamalar, karmakarışık bir ziyafet, her sınıftan insanların katıldığı acayip bir gümbürtü halini almıştı. Kasım, doğum gününün 1 Ağustos olduğuna da pek emin değildi. Herhalde kırk beş küsur yıl önce Eskişehir’de Kasım’ı doğurduğu zaman bu doğum, herhalde Arabî aylarının biriyle tespit edilmiştir. Fakat Memduha Hanım’ın bu şeylerden pek haberi yoktu. Kadıncağız, doğum günü kutlamaları, millî bir âdet hükmüne girmeye4 başladığı zaman, bunu nedense “1 Ağustos” diye tespit etmişti. Daha evvel dediğimiz gibi, evvelâ kendi muhitine5 inhisâr eden bu toplantı şimdi her sınıftan kalabalığı hatta Kasım’ın doktor arkadaşlarını da içine alıyordu. İşte bu günün davetiyelerini hazırlamak, Taksim Gazinosu’nda tertibat almak6 için temmuzun son günlerinde harekete geçmek lâzımdı.
Kasım Derman, annesinin gönlünü almak için hazırladığı bu günün akşamını hatırladıkça daima kendi kendine gülüyordu. Allahım, nasıl bir insan ve sınıflar hulâsası1 idi bu! Evvelâ, şimdi Topkapı ve civarında oturan eskiler, sonra Cağaloğlu’ndaki apartmanda münasebete2 giriştiği yeni biçim hanımlar ve erkekler…
Daha sonra, Kasım Derman’ın arkadaşları ve kadınları… İşte Kasım’ı en çok güldüren, kadın ve erkek birbirinden devirlerce ayrılan sınıflar ve fertler! Memduha Hanım bu parlak ziyafet, mızıkalar ve danslı saatlerde, daima dirsekleri havada, oğluna hayranlıkla baktıklarını tahayyül ettiği3 zengin ve modern bayanların yüzlerini arar, sonra bütün meşhur doktorların hepsinin oğluna gıpta ile baktıklarını düşünerek kadıncağızın gözleri pırıl pırıl yanardı. Kasım Derman, bu yıl, bu doğum kutlamasından annesini vazgeçirmek, hiç olmazsa bunu eski ahbaplarına inhisâr ettirmek4 istemiş, fakat bunu yaptırmanın ne kadar müşkül5 olacağını bildiği için bir akşam evvel eve gelmiş, yatakta, sabaha kadar annesini ziyaret edip neler söyleyeceğini zihninde kararlaştırmaya çalışmıştı. Evet, bu defa annesini ikna edebilse işin ötesini tamamen Nuriye Hanım’a bırakacaktı. Acaba neden bunu kendisi doğrudan doğruya Suadiye’ye gidip annesiyle konuşmamıştı? Esasen her cumartesi oraya gitmiyor muydu? Bunu sabaha kadar bu hamam gibi sıcak odasında düşünmekte ne manâ vardı? İşte asıl mesele bu! Florya’da bir gün evvel, birdenbire yabancı bulduğu,âdeta yadırgadığı yüksek ve zengin sınıfa, aynı zamanda diğer kalabalık, onda galebe çalamadığı1 birtakım şuuraltı2 hatıraları yükseltmişti.
Bu hatıraların en dibinde olanları birdenbire birbirlerini iterek kafasına ve şuuruna hücuma başlamışlardı. İşte asıl [bu] onu bu gece Cağaloğlu’ndaki dairesinin sessiz ve yalnızlık havasına çekmiş getirmişti. Dün sabah denizden çıkmış, kumları ışık ateşiyle yakan güneşte dolaşıyordu. Kalabalık henüz o kadar bariz değildi, fakat arkasında, aynı kumluktan gelen seslerden başka erken banyo yapmak için gelenlerin mevcut olduğunu hissediyordu. Gözleri, mavi suları yaran, deniz köşküne doğru âdeta güdümlü mermi süratiyle3 gelen küçük bir beyaz römorköre dalmıştı. Arkasından gelen sesler, heyecanlı bir tempo ile yüksel[meye başlayınca] başını çevirdi arkasına baktı. Mayolu küçük bir kadın grubu.
Aralarında göbekli şişman bir erkek. Önlerinde uzun boylu bir memur, ancak dokuz yaşlarında olduğu tahmin edilen başı tıraşlı, zayıf bir erkek çocuğun kolundan sımsıkı yakalamış. Küçük oğlanın elinde fındık fıstık ve nane şekeri dolu bir işporta. Mayolu gruptan yaşlı bir kadın bağırıyor: — Memur efendi! Yavruyu bırak! Fındık fıstık satmak bir suç mu? — Buraya satıcı girmesi yasak olduğunu piç kurusu pekâlâ biliyor. Bu saatte memur bulunmaz diye arkadan sızmış gelmiş. Bu işin önüne hemen geçmek lâzım yoksa satıcıdan size duracak yer kalmaz. — Ama benim canım fındık istiyor. Denizde içim bayıldı. Çocuk iki eliyle işportaya sımsıkı sarılmış, gözleri etrafı tarıyor, fakat aynı zamanda bir şey söylemeden memurun arkasından gitmeye hazır gibi. Fakat kadının müdahalesi1 onu bir an için durdurmuş gibi. — İzin verirseniz hanımefendiye biraz fındık fıstık satayım memur efendi. Vallahi başkasına yaklaşmadan çıkar giderim sonra.
Çocuğun ince sesinde utangaçlıkla karışık biraz da isyan vardı. — Olamaz. Haydi yürü bakayım! Şişman erkek, ihtiyar kadının elindeki torbadan aldığı bir parayı çocuğun sepetine atıyor: — Al, buradaki siftahın bu olsun. Malını bu memnû2 daire haricinde3 satarsın. Şimdi çocuğun yüzünde, beklenilen bir sevinç ve şükran yerine, bir izzeti nefis,4 tokat yemiş bir insanın isyanı var. İşportadaki parayı memura uzatıyor: — Bu parayı hanım teyzeye verin, ben dilenci değil, satıcıyım. — Vay maskara vay. Haydi hop, yürü bakalım! Çocuk şimdi memurun önünde acele acele gidiyor. Evet, memurun yasağından fazla, iyi niyetle verilen bu para yüzünü kıpkırmızı yapacak kadar ona dokunmuş. Bu ses, bu izzeti nefis isyanı, bu sahne Doktor Kasım Derman’ın hafızasının dibine gömülmüş ne kadar sahne uyandırmış. Ondan sonra yine tekrar denize dönüyor. Şimdi de deniz odasının biraz ötesindeki odadan, mayolu, belki orta yaşa yakın fakat dinç ve sarışın bir bayan ona doğru geliyor:
— Siz Doktor Kasım Derman değil misiniz? — Evet. İçinden, burada da mı hasta hücumuna uğrayacağız, diyor. — Sizden iki aydan önce mülakat1 alınmaz olduğunu söylemişlerdi. Ne kadar zamandır size gelmek istiyorum, deniz komşusu olduğunu işitince belki daha yakın bir zaman için randevu temin edebilirim diye karşınıza çıktım. Sarı saçları, bir dişi arslan yelesi gibi rüzgârda uçuyor, boyalı dudakları o kadar cazibeli ki… Kasım Derman kendi kendine: — Ne tuhaf, bu yüzü tanıyormuşum gibi geliyor bana, diyor. Kadın, doktorun gözlerinden kendisini sakınmaya çalışan bir şeyler hissetmiş, fakat o da birdenbire tanımış, fakat eskiden birbirlerini bildiklerini belli etmek istemiyor. İhtimal2 , ilk müracaatında3 onun kim olduğunu, mazisini4 bilmiyordu. Şimdi yıldırım gibi dönüyor, denize doğru yürürken yüksek sesle, fakat biraz evvelki istekli müracaata nadim5 olmuş gibi sesleniyor: — Ben Sadık Mergün’ün eşiyim… Tuğla tüccarı. Kararınızı verince bana söylersiniz.
…