(…) Kenan Bey’i ilk gördüğü anı hatırladı. Sanki bir törende ya da ayinde gibi bir duruşu vardı. Odasındaki üçlü deri koltuğa sırtüstü yatmış, ellerini kucağında birleştirmişti. Saçları düzgündü. Ayakkabıları, hemen yanı başına, sehpanın kenarına düzgün bir biçimde konulmuştu. Çorapları çıkartılmış, ayakkabılarının içine katlanarak konmuştu. Her şey düzenlenmiş gibiydi. Beyaz gömleğinin kolları kıvrılmış, ceketi sandalyesinin arkasına asılmıştı. Her şey çok planlı gözüküyordu. Acaba bu planın içinde ölmek de var mıydı?
Zehr-i Katil bize, insani duyguları, ilişkileri, ahlak algısını, sevgiyi, aşkı, güveni üç karakterin ağzından okudukça tekrar sorgulatıyor. Mahcubiyet, suçluluk, öfke… İki kadının aşkı arasında kalmış bir adamın yavaş yavaş sona doğru giden adımlarını merakla takip edeceksiniz.
Aşk ve cinayet yaşamı kesintiye uğratan iki sıradışı olaydır. Aşkla cinayetin yolu kesiştiğinde, karşımıza derin insanlık hikâyeleri çıkıyor. Umarım aşkla cinayetin iç içe geçtiği bu romandaki çarpıcı insan hikâyelerini siz de seversiniz…
Ahmet Ümit
Takip edilmesi gereken bir polisiye yazarı, tanışmalısınız.
Osman Aysu
Nazan
“Her şey bir soruyu yanlış çözmemle başladı. Altı yıl önce girdiğim üniversite sınavında bir soru fazla bilseydim, bugün burada sorgulanmayacak, Bursa yerine İstanbul’da bir üniversitede okumuş ve Kenan’la hiç tanışmamış olacaktım. Karşılaştığımızda Uludağ Üniversitesi İngilizce Bölümü’nde son sınıf öğrencisiydim. Birkaç ay sonra okul bitecek, dolayısıyla yurttan çıkmak zorunda kalacaktım. Süratle bir şeyler yapmalı, Bursa’da kalmanın yollarını bulmalıydım. Öğretmen atamalarına kadar ailemin yanına, o küçük kasabaya dönmek niyetinde değildim. Geçen dört yılda çok değiştiğimi düşünüyor, kasabadan, ailemden uzakta, başka bir hayatım olsun istiyordum. İstiyordum, çünkü başka biri olmuştum, dört yıl büyümemiş, bu zamanda çok değişmiştim. Büyümek ile değişmek arasındaki farkı çocukluğumuzun beraber geçtiği arkadaşlarımda görürdüm en çok. Aradan geçen yıllar boyunca onların yalnızca vücutlarında değişiklik olduğunu hissederdim. Kalçaları ve memeleri büyüyordu ama düşünceleri hiç değişmiyordu. Yeni artistler ve yeni şarkıcıların ve bu şarkıcıların birkaç ay içersinde unutulacak parçalarının nakaratları dışında yeni bir şey öğrenemiyorlardı.
Bazıları liseyi yarıda bırakmış, bazıları ortaokuldan sonra hiç okumamıştı. Hepimiz çiftçi çocuğuyduk. Yan yana evlerde oturur, uzaktan akraba olurduk. Kasabamız küçük olduğundan, bizden önceki kuşaklarda, benim dedemin dedesi, onlardan birinin yengesinin anneannesiyle evlenmiş olurdu ya da annemin dayısının oğlunun kızıyla, onların amcalarının torunu evlenirdi. Yani, hepimiz bir biçimde akrabaydık. Toplasan üç bin kişilik kasabada yabancı yoktu. Yaşıtlarım arasında okumak konusunda en hırslı kişiydim. O yıl kasabada sınava giren topu topu otuz beş öğrenci vardı ve içlerindeki tek kız bendim.
Üniversiteyi de bir tek ben kazanmıştım. Diğerleri birkaç yıl daha deneyip vazgeçtiler. Tüm lise hayatım, babamı ve abilerimi üniversiteyi kazanacağım ve büyük şehre gideceğim konusunda ikna etmeye çalışmakla geçti. Üç abim ve babam üniversite sınavını kazanamayacağımdan emin oldukları için ki bunda da haksız sayılmazlardı, çünkü dokuz ya da on aldığım yazılı notlarımı, evde dört-beş gibi ortalamalarla açıklar, sıradan bir öğrenci olduğuma inanmalarını sağlardım. Bu uyanıklığım sayesinde fakülte konusunu açtığım ilk zamanlar, ‘Hele bir kazan bakalım’ derlerdi. Sonraları, ‘Tamam kazanırsan gidersin’ demeye başladılar. Son ana kadar da büyük bir direnç göstermediler.
Ayak dirediklerinde de annem dikildi karşılarına. Okumam gerektiği konusunda annemi öylesine inandırmıştım ki büyük kavgaları göze alıyor, hiç şahit olmadığımız biçimde babama karşı sesini yükseltiyordu. Abilerime sütünü helal etmeyeceğini söylediğinde onlar için konu kapanmış oldu. Babam tek başına kalınca fazla direnemedi ve 1985 yılının eylül ayında o küçük kasabadan ayrıldım.” Zaman zaman bakışlarını Nazan’a çeviren genç komiser, önündeki deftere kısa notlar alıyordu. Oldukça yalın döşenmiş odada, küçük yuvarlak bir masada karşılıklı oturuyorlardı. Toplantı amaçlı kullanıldığı anlaşılan masa, on altı metrekarelik odanın kapıdan uzak köşesine yerleştirilmişti. Üzerinde içi su dolu cam bir sürahi, yanında içine peçete serilmiş servis tabağı ve bu tabağa ters çevrilerek konmuş üç su bardağı vardı. Bardak ve sürahinin aynı takımın parçaları olduğu, üzerlerindeki kesme motiflerinden anlaşılıyordu.
Yanlarında alt kısmı iki kapaklı, üstü dört sıra raf ve bu raflarda giden evrak, gelen evrak, iç yazışma gibi başlıkları olan, renkli klasörlerin durduğu şık bir dolap bulunuyordu. Karşılarındaki masa Erol Komiser’in çalışma masasıydı. Evrakları ve yapılan işi azmış gibi gösterecek büyüklükte ya da üstündekileri dağınık, dolayısıyla yapılan işi çokmuş gibi gösterecek küçüklükte değildi. Resmî odalarda görülen sümen yoktu. Küçük tahta bir kalemlik, içinde ataçlar ve zımba telleri bulunan yine tahtadan bir kutu. Bunların yanında not kâğıtlarının durduğu bir kutucuk daha ve masaüstü takvim. Kaşe, zımba gibi büro gereçleri çekmecelerdeydi. İki büro koltuğu masanın hemen önünde, karşılıklı duruyordu. Bunların arasında dolap ve masayla takım olduğu anlaşılan, üzerine birkaç derginin bırakıldığı akçaağaç bir sehpa vardı.
İçeri girenler, nihayetinde İl Emniyet Müdürlüğü’nün üçüncü katındaki bir odada bulunduklarından, binadaki resmiyete karşın içeride samimi bir hava, insanı rahatlatan bir sıcaklık olduğunu hissederlerdi. Birçoğu, bu sıcaklığı verenin Erol Komiser olduğunu fark ederdi. Nazan da bunu hissetmiş olmalıydı ki, sigara için izin istedi. Çantasından çıkardığı sigarasını genç komiserin yakmasına izin vermesiyle ilk dumanı çekip anlatmaya devam etti. “Okulun bitmesine birkaç ay vardı. Yaz aylarında ve bayramlarda gittiğim kasaba artık bana yetmiyordu. Üniversitede geçirdiğim dört yıl içinde tüm çocukluk arkadaşlarım evlenmişlerdi.
Onların evlerine gittiğimde annelerimiz bizi nasıl yetiştirdiyse aynı bilgi ve geleneklerle kendi çocuklarını yetiştirdiklerini gördüm. Annelerinden bir adım öteye geçememiş bu genç kadınlarla ortak hiçbir şeyim yoktu. İlk günlerde tarla, bahçe işleri özlediğim şeyler gibi gözüküyor ama birkaç gün sonra sıkılıyordum. Annem, ‘Bütün kış ders çalıştın, dinlen biraz’ der beni mutfağa sokmazdı. Abilerimin çocukları, ablalarım yalnızca birkaç gün oyalıyordu beni. Öğretmen atamaları ve bu sürecin uzunluğunu düşündükçe kasabaya dönmek kâbusum olmaya başlamıştı.
Orada Freud’u tartışacağım, Carlos Castenada ile Bir Başka Gerçeklik peşinden gideceğim, Tolstoy ya da Gogol okuyabileceğim hiç kimse olmadığı gibi, Dr. Hook, Beatles, Pink Floyd, Janis Joplin dinleyen de yoktu, merakla bir filmi bekleyende. Bir biçimde Bursa’da kalmalı, üstelik ailemi de buna ikna etmeliydim. En kısa yol hemen bir iş bulmaktı. Çok iyi yazıp konuşabildiğim ve dört yıldır eğitimini aldığım İngilizce’nin dışında bir meziyetim yoktu aslında. Üniversitenin ilk yılında yurtta aynı odada kaldığımız bir arkadaşım vardı. Adı Sibel. Çok rahat bir kızdı. Her yere girip çıkar, hiçbir şeyden çekinmezdi. İşletme okuduğundan mıdır bilmiyorum, sürekli nasıl para kazanacağını düşünürdü. Bir makine çıkmıştı o günlerde, suyu filtre eden. Beraber kapı kapı dolaşıp o cihazı satmıştık. Öğrenci bütçesine kıyasla iyi de para kazanmıştık.
Derslerin ağırlaştığını görünce işi bırakmıştım. Sibel bir süre daha devam etti. Sonraki üç yıl boyunca başka bir iş tecrübem olmadı. Okulun bitişi yaklaştıkça çıkmaza giriyordum. Gazete ilanlarına bakıyor, tanıdığım herkese iş aradığımı söylüyordum. Kiramı ödeyebileceğim, ayaklarımın üstünde duracak geliri sağlayabileceğim bir işin peşindeydim. Başlangıç için çok büyük beklentilerim yoktu. Tek başıma ne yer, ne içerdim ki? Asıl gider kalemi kira olacaktı.
Öğrenciyken aynı evi paylaşan arkadaşlar vardı. İki ya da üç kız bir evde kalıyorlardı. Ben o kiraya ortak olacak kadar paraya bile sahip değilken şimdi tek başıma tamamını karşılamak durumunda kalacaktım. Arkadaşların kira olarak ödedikleri rakamları duydukça cesaretim kırılmaya başlamıştı. O kadar parayı kazanamayacağıma göre, başka semtlere bakmalıydım. Ev sahipleri, dairelerini aileye veremeyecekleri bedellerle öğrencilere kiralıyorlardı.
Dört kişi bir araya gelince kiralanabilen bu daireleri maaşı ancak bu bedel kadar olan bir işçi ya da memurun tutma şansı olmuyordu. Sırf okula yakın ya da öğrenciye veriyoruz ayrıcalığıyla o kötü daireleri ederinin çok üstünde fiyatlarla kiralıyorlardı. Mezun olmak da çözüm değildi aslında, çünkü aynı ev sahipleri bu kez karşınıza bekâra ev veriyor olmanın şımarıklığıyla çıkıyorlardı. Gramer derslerimize giren, doçentlik tezini hazırlayan Filiz Hoca o günlerde beni çok severdi. İş aradığımı duymuş, yanına çağırttı. Bir aile dostlarının, işleri gereği yabancı dil öğrenmesi gerektiğini, bu konuda kendisinden yardım istediklerini anlattı.
Beyefendinin işlerinin yoğunluğundan ve düzenli mesai saatlerinin olmadığından bir kursa gidemediğini, bu nedenle saatlerini gün içersinde kendisinin belirleyebileceği akşam derslerine ihtiyacı olduğunu söyledi. Belirsiz kurs saatleri nedeniyle profesyonel yardım alamadığı açıktı. Öyle bir öğretmeni olmalıydı ki tek öğrencisi kendisi olsun. O anda toyluğumdan mıdır, saflığımdan mıdır, bilmiyorum, tek öğrenciyle elime kaç para geçer? diye düşündüğümü hatırlıyorum. Filiz Hoca’nın odasında adıma yakışmayan bir biçimde nazlanmadan, olur dedim. Arkadaşıyla konuşup randevu alacak, bizi tanıştıracaktı. Anlaşırsak derslere başlayacaktık. Filiz Hoca modern bir kadındı. Samimi olmakla yüzgöz olmayı karıştırmıyor, her zaman seviyeyi koruyordu.
Çok saygı duyduğumuz, iyi niyetli, nasıl derler, görmüş geçirmiş biriydi. Beni neden seçtiğini hâlâ bilmiyorum. Öyle çok başarılı bir yanım yoktu. Derslerim kötü değildi belki ama süper de değildi. Bildiklerimi anlatabilmek, anlattıklarımı öğretebilmek konusunda yetenekli miydim, bu nedenle mi beni düşündü, hiçbir fikrim yok. Belki de içinde bulunduğum açmazın farkındaydı, sadece yardımcı olmak istemişti. O ya da bu nedenle, sonunda bir işim olacağı için mutluydum. Odadan çıktığımda para konusunu konuşmamakla hata edip etmediğimi düşünüyordum. Biraz da ürkmüştüm aslında. İlk defa öğretmen olacaktım. Belki de öğrencimin, kendimi hazırladığım gibi benden küçük olmaması korkutmuştu beni, belki de paramı öğrencimin ödeyecek olması. Bilmiyorum.
Onun nasıl biri olduğu hakkında bir şey söylememişti Filiz Hoca. Boş anlarımda nasıl bir yerde, nasıl birine ders vereceğimi hayal ettim. İngilizce’ye ne kadar hakimdi? This is a book diye mi başlayacaktık? O kadar mı bilmiyordu? Sıkıntılı geçen bir haftanın sonunda Filiz Hoca öğrenci adayımın cuma günü bizi beklediğini bildirdi. Nasıl giyinmem konusunda belki fikirlerim vardı ama bu fikirleri uygulayacak param olmadığından, yurttaki kızlardan yardım istemiştim. Siyah bir pantolon, üstüne kırmızı bluz, içine siyah fular ve üstüne gri bir ceketle oldukça şıktım.
Sibel’den aldığım siyah yüksek topuklular ve çantayla tam bir iş kadını gibiydim. Her biri getirdiği değişik fırça ve taraklarla fön yarışına girdiler. Siyah saçlarıma çok da dikkat etmediğimden uçlarındaki kırıkları saklamak için bir hayli ter döktüler. En kısa zamanda kat kat kestirmeliymişim. Kaşlarım ve saçlarım arasındaki alın boşluğumu beğenirim. Bazı kızlarda bu mesafe çok az olur. Alnımı çok da kapatmasına izin vermeyecek şekilde saçlarımı yana taradılar.
Biçimlenen yüzümü hafif ama çarpıcı bir makyajla tamamladılar. Bu işi makyözlere taş çıkartacak kadar iyi biliyorlardı. Üst dudağımın inceliğini kalem hilesiyle kapatıp dudaklarıma hiç görmediğim bir biçim kazandırdılar. Elmacık kemiklerimin çıkık, çenemin küçük olduğunu, bu üçgenliğin beni olduğumdan toy gösterdiğini söylediler. Fondotenin üzerine sürülen allığın tonu için üç kızın çekişmesini görmeliydiniz. İşleri bittiğinde yanaklarım dolgunluğa, bense olgunluğa erişmiştim.
O kısacık zamanda bir yandan kaşlarım alınıp inceltiliyor, diğer yandan gözlerimi ortaya çıkartacak renk konusu tartışılıyordu. Kalemi bir tek gözaltlarım için kullanırdım. Kızlar gözkapaklarımı da kullanarak çektikleri çizgilerle, bir hile daha öğrettiler. Göz kenarlarına attıkları küçücük çizgiler bana Mısırlı firavunları hatırlatmıştı. Gözlerim su damlası şekline bürünmüş, koyu kahveler iki siyah çizginin arasında birer boncuk gibi ortaya çıkmıştı. Doğduğum ilk günden beri dudağımın biraz üstünde solda duran şu küçük et parçası beni rahatsız etmiştir.
Belgin Doruk adını taktıkları o küçük kabarıklığı da boyadılar. Bana kattığı seksapaliteye şaşırmıştım. Ben görmezden geldikçe onlar üstünü boyuyor, benim kaçtığım şeyler bana güzellik katıyordu. ‘Demek erkekleri böyle kandırıyoruz’ dediğimde kahkahalarla gülmüştük. Rimelle gözlere yapılan vurguyu tamamladılar. Gözlerim gülüyor, içim içime sığmıyordu. Üniversiteli bir taşralı olmaktan çıkmış, şehirli bir iş kadını olmuştum. O anda bu yeni kadına çabuk alışacağımdan, alıştığım benden kaçıp taşralı yanıma koşacağımdan habersizdim. Yan odadan gelen inci küpeler son noktayı koymuştu. Kızlar bu işi ne kadar iyi biliyorlardı. Kıyafetlerimin iyi görünmesinin para konusunda beni tok gösterip elimi kuvvetlendireceğini de o gün onlardan öğrendim.
Koridordaki boy aynasında kendimi gördüğümde çok şaşırmıştım. Kendimi hiç bu kadar güzel gördüğümü hatırlamıyordum. Sanki ilk kez o gün giyinmişim gibi tuhaf bir hisse kapılmış, şıklığın farkına o gün varmıştım. O an iç çamaşırlarım dışında üzerimde bana ait olan hiçbir şey yoktu. İnce çoraplarım bile başkasından ödünç alınmıştı. Kararlaştırdığımız gibi yurdun önünde Filiz Hoca’yı beklemeye başladım. Yurt binası kampüsün içinde olduğundan, dersten dönenler, yemekhaneye ya da spor salonuna giden çocuklar dönüp tekrar tekrar bakıyorlardı. Dört yıldır aralarında olan benim kim olduğumu ilk kez o gün tartıştıklarından eminim. Çirkin falan değildim aslında ama erkeklerin fazla dikkatini çektiğim söylenemez. Bana dikkat edenler de benim dikkatimi çekmediğinden ciddi bir arkadaşlığım olmadı hiç.
Dört yılda dört erkekle çıkmamışımdır. Okuduğum kitaplarla, izlediğim filmlerle kişisel olarak gelişiyordum ama bir yanım hep taşralıydı. El ele tutuşmak bile korkuturdu beni. Birkaçıyla öpüştüğümü itiraf etmeliyim. Cinsel bir deneyimim olmadı hiç. Sanırım erkekler arasında tutucu tavırlarım konuşulduğundan sonuç odaklı olanlar benimle zaman harcamak istemediler. Filiz Hoca beni aldığında öğrencim hakkında soracağım şeyleri önceden hazırlamıştım. Görünüşüm kendisini öyle heyecanlandırmıştı ki kıyafetlerimden ve aslında ne kadar güzel olduğumu fark etmediğimden söz açmıştı. Yol boyunca Kenan Bey’in ellisine yakın yaşlarda, evli, oldukça zengin bir sanayici olmasının dışında pek bir şey öğrenememiştim. Filiz Hoca, Kenan Bey’in eşi Berna hanımın yakın arkadaşıydı. Sanayi bölgesine geldiğimizde Filiz Hoca bizi tanıştırıp ayrılacağını, Kenan Bey’in beni okula bıraktıracağını söyledi. ‘Bu işten ne kadar kazanmalıyım? Ne kadar istemeliyim?’ gibi soruları Filiz Hoca’ya yol boyunca soramadığımdan, gideceği fikri beni iyice heyecanlandırmıştı.
Görüşmede üçümüz olsaydık konu ücrete geldiğinde Filiz Hoca benden yana taraf olur, pazarlıkları iyi bilen koskoca sanayici karşısında emeğimi korur diye umuyordum. Bu ümidim de boşa çıkmıştı ve böyle bir olasılığa karşı hazırlanmadığım için kendime öfkelenmeye başlamıştım. O günlerde Kenan Bey’in işleri oldukça iyiydi. Fabrikadan içeri girer girmez gösterişli bir zenginlikle karşılaşıyordunuz. Üst kata çıkan merdivenlerin yanında heykeller, lüks otellerdeki gibi bir resepsiyon, burada ben yaşlarda iki kadın, karşılarında deri kaplı geniş koltuklar vardı. Hiç bekletmeden hemen ikinci kata yönlendirdiler.
Merdivenlerin yaslandığı duvarda geniş sarı çerçeveli kocaman bir fotoğraf vardı. Başbakan fabrikanın açılış kurdelesini kesiyordu. Yanındaki kişinin Kenan Bey olabileceğini tahmin etmiş, bu tahminim nedeniyle garip bir heyecan duymuş, nedense kendimi şanslı hissetmiştim. Daha o anda Kenan Bey’in zihnimde canlandırdığımdan çok uzak bir görünümü olduğunu fark etmiştim. Üst kata çıktığımızda asistanı olduğunu sonradan öğreneceğim bir kadın bizi karşılayarak, yine hiç bekletmeden odaya aldı. İçeri girdiğimiz anda nabzım yükselmişti.
Masasından kalkıp doğrudan bana yöneldi. Elini uzatıp gülümseyerek, ‘Etim de sizin, kemiğim de, öğretmenim’ dedi. O anın şaşkınlığıyla ne diyeceğimi bilemedim, ağzımdan belli belirsiz, ‘peki’ sözcüğü çıktı. Filiz Hoca ile eşlerinin sağlık durumlarından, okuldaki ve fabrikadaki işlerden biraz konuştular. Bense odanın büyüklüğü ve Kenan Bey’in yakışıklılığı karşısında âdeta büyülenmiştim. Geriye taralı, aralarında beyazları da olan koyu kestane saçları, kömür karası gözleri vardı. Üzerine tam oturan, incecik çizgileri olan lacivert bir takım giymiş, bunu şık bir kravatla tamamlamıştı. Ayakkabıları öylesine parlaktı ki biraz eğilsem kendimi göreceğimden emindim. Az sonra Filiz Hoca anlaşacağımıza inandığını söyleyerek kalktı. Kenan Bey onu kapıya kadar uğurladı. O kocaman odada kendimi küçücük hissetmiştim.
Oda öylesine büyüktü ki belki bizim kasabadaki evin tüm odalarını toplasan o kadar etmezdi. İçine gömüldüğüm beyaz deri koltuk, küçüldüğüm hissini kuvvetlendiriyor, bu his nedeniyle heyecanım büsbütün artıyordu. Az önce oturduğu yere, tam karşımdaki tekli koltuğa değil de, Filiz Hoca’nın kalktığı ikili koltuğun bana yakın köşesine oturdu. Kendisine kısa sürede çok şey öğretmem gerektiğini, hızlandırılmış bir kurs istediğini söyledi. Dünyanın globalleştiğini, hızla küçüldüğünü anlatıyorken dikkatle dinliyordum aslında ama düşüncelerim öyle hızlı akıyordu ki bir türlü frenleyemiyordum. Yabancılarla ortaklık kurmak istediğini anlatırken, cildinin pürüzsüzlüğü, değişik sektörlere açılmak istediğinden söz ederken elleri dikkatimi çekiyordu. Burnunun kusursuzluğunu, alnındaki kırışıklığın yüzüne nasıl bir olgunluk kattığını izlerken sanırım büyük kalabilmenin büyümekten daha zor olduğunu anlatıyordu. Rüyada gibiydim. Kendimi kaybetmiştim. O anda ne anlattığını sorsa ya da son üç kelimemi tekrarla dese, kesin bilemezdim.
Farklı boyutta, onun yanı başında ama anlattıklarından çok uzaktaydım. Çalışma sistemimizin nasıl olabileceği üzerine konuşmaya başladığında kendimi toparlamaya çalıştım. Derslerin akşam saatlerinde yapılacak olması benim de işime geliyordu. Gündüz derslerime devam edebilecek, üstelik mezuniyet sonrası gündüz için başka bir işte de çalışabilecektim. Her gün saat dörtte fabrikayı arayacak, asistanından o gün ders olup olmayacağını, varsa saat kaçta gelmem gerektiğini öğrenecektim. İşleri o kadar yoğun ve o kadar spontane gelişiyordu ki çoğu zaman günlük program yapamıyordu. Bazen işleri erken bitmiş olsa bile gün içersinde çok yorulduğundan çalışacak gücü olmuyordu. Ya da arkadaşlarından biri telefon edip falanca yerde toplanalım, bizim takımın maçını izleyelim diyordu. Yani o gün ders olup olmayacağını çoğunlukla saat dörde kadar kendisi de bilemiyordu. Bu düzenle çalışmaya karar verdikten sonra ilk ders için pazartesi saat dörtte arayacağımı söyledim. ‘Tamam, o hâlde, anlaştık’ dedikten sonra şoförünü istedi. Aşağıya indiğimde şoför hareketlenip arka kapıyı açtı. Binmemi bekledi. Şaşırmıştım. Nasıl utandığımı anlatamam.
Sanki bir suçlu gibi başım önde hızla girip oturdum koltuğa. O gece ilk kez bir Mercedes’e biniyordum. Yumuşacık deri koltuklar çok rahat, renkli aydınlatmalar çok şıktı. Babamın otomobili seksen model bir Renault’ydu. Kasabada hâlâ o otomobili kullanıyor. Beyaz Mercedes’in arka koltuğunda yurda doğru yol alırken fark ettim, ücretten konuşmamıştık. O bir şey teklif etmemiş, ben bir talepte bulunmamıştım. Para konusu aklımın ucundan bile geçmemişti.
İlk defa bir erkeğin karşısında bu denli heyecana kapıldığımı, zayıf düştüğümü hissediyor, bir yanımla bundan kadınca bir haz alırken, diğer yanımla kendimi suçluyordum. O gecenin galibi olan mantıklı yanım, profesyonel iş hayatına ilk adımı atmam gerektiğini, Kenan Bey’in yakışıklılığının, öğretmeni olarak beni ilgilendirmediğini söylüyordu. Yurt kapısında bu pahalı araçtan inip daha fazla dikkat çekmek istememiştim. Aslında dikkat çekmekten çok babam yaşındaki şoförün benden önce davranıp kapımı açması ürkütmüştü beni. Dedim ya filmlerdeki gibi bir sahneye ne ben ne de yurt kapısının önündeki kalabalık henüz hazır değildik. Kızların dilinden kurtulamayacağımı bildiğimden bir arkadaşımı görmüş gibi yaparak inmek istediğimi söyledim. Kapıyı o kadar hızlı açıp kendimi kaldırıma attım ki şoför acaba otomobil yanıyor mu diye korkmuş olmalı.
İlkbaharın o bildik serinliği tenimi ürpertti. İçimde nereden geldiğini bilmediğim koca koca dalgalar ‘iş buldun, şehirde kalacaksın, evin olacak’ diye kayalara vuruyordu. Belki de sadece Kenan diyorlardı da o an kaptan köşkünde mantıklı yanım oturduğundan diğer yanım duyamıyordu. O iki günü Kenan Bey’in dil seviyesini belirlememi sağlayacak soruları edinmekle geçirdim. Gramer ve pratik çalışmalarımızı yürüteceğimiz ders takvimi çıkarıp iş İngilizce’si üzerine kitaplar aramaya koyuldum. Ovaya yayılan bahar havası içimi kaplamıştı.
Yeni yeşermeye başlayan, açacağı çiçekleri hayal eden incecik bir daldım. Birkaç ay sonra üzerine yağacak karlardan ve bu karların ağırlığıyla kırılacağından habersiz.” Sesi titremişti. Erol Komiser, Nazan’ın yaklaşık bir dakika süren sessizliğini bozmadı. Anılarının ve içinde bulunduğu durumun genç kadını yıprattığını kim olsa fark ederdi. Bu sessizlikte kadını inceledi. Gözlerinin altındaki morluğu makyajıyla kapatmıştı ama uykusuz ve yorgun olduğu anlaşılıyordu. Beyaz gömleği, siyah kadife yeleği ve üzerine giydiği taba rengi deri ceketiyle çok şık gözüküyordu. Kot pantolonunun altında yine taba rengi çizmeleriyle dergilerdeki modeller gibiydi. Onlar gibi olmayan tek şey, nemli ve donuk, mutsuz ve ümitsiz bakışlarıydı. Nazan, yanındaki sandalyeye bıraktığı çantasını kucağına aldı. Çıkardığı kâğıt mendili parmak ucuyla göz altlarına bastırarak, kuruladı. Komiser su koyduğu bardağı uzattı.
“Teşekkür ederim.”
“Önemli değil. Çay içer misiniz?”
“Evet. Lütfen.”
“Aç mısınız? Yanında simit ya da bisküvi?”
“Kahvaltı yaptım. Teşekkürler.”
Erol Komiser çalışma masasına geçmiş, kısa süren birkaç telefon görüşmesi yapmış, bu arada çaylar içilmişti. Komiserin masaya dönüp sandalyesine oturmasıyla Nazan anlatmayı sürdürdü.
“Pazartesi günü tam dörtte aradım. Asistanı, Kenan Bey’in saat on dokuzda beklediğini söyledi. Hemen çıkmalıydım. Daha ilk günden trafiğe takılıp geç kalmak istemiyordum. Neredeyse bir saat erken varınca, sanayi girişindeki büfede biraz oyalandım. İçeri girince hemen derse başladık. Yazı tahtası aldırmıştı.
Masasında oturuyor, beni dikkatle dinliyordu. Birkaç sorudan sonra anladım ki Kenan Bey, son olarak beş yıl okuduğu lisede İngilizce görmüştü. ‘This is a book’ ile başladık. İlk dersimiz yaklaşık iki saat sürmüştü, hiç ara vermedik. O saatte fabrikada gece vardiyası ve bekçiler vardı. İdari kadro ve şoförün gittiğini biliyordum. Dersi anlatırken yurda nasıl döneceğimi düşünüyor, belki de Kenan Bey bırakır diye aklımdan geçirip heyecan duyuyor, buna sinirlenen içimdeki kısık sesle de kavga ediyordum. Daha sonraki birçok gece olduğu gibi o gece Kenan Bey yurda kadar getirdi. Aynı Mercedes’in içinde, bu kez yanında, ön koltuktaydım. Radyoda kulak tırmalayan bir parça vardı. Ritim, beste, ikinci ses, hatta çoğu zaman birinci ses bile olmadığı hâlde sırf nakaratı yüzünden iki hafta boyunca her yerde çalan, tamamı öğrenilmeden unutulan parçalardandı. ‘Biraz kısabilir miyiz?’ dedim.
Elini kırmızı ışıklı panoya uzatıp ‘Buradan değiştirebilirsin. İngilizce olursa tercüme edersiniz ama’ diyerek güldü. Yabancı slow parçaların olduğu bir kanalda karar kıldım. Bir süre sessizce dinledik. ‘Ne diyor?’ diye sordu. Ve ilk hatayı sanırım o ilk gece, çiseleyen yağmur altında, beyaz deri koltuklarda yaptım. ‘Korkma, herkes âşık olur, Aşkın için kimseden utanma, Sen aşkınla varsın unutma diyor’ dedim. Bir an için başını çevirip bana baktığını hissettim. Bu sözlerin onun gözünde beni hafifletmiş olduğu korkusuna kapılarak, içimden kendime kızıyordum. Az sonra yurdun önündeydik. Yağmur hızlandığından yurt binasına koşuyor ama otomobilin hareket ettiğini belirten sesi işitmiyordum.
Kapının önüne geldiğimde başımı çevirdim. Döndüğümde gaza bastı. Beni izlediğini düşünerek tarifsiz bir mutluluğa kapıldım. Odadaki kızlardan biri, ‘İlk maaşınla yemeğe götürürsün artık’ dedi. Bir kez daha maaş konusunu atladığımı fark ettim. O hafta derslerin dışında önemli bir şey yoktu. Otomobildeki potun üzerine yanlış bir şey söylemekten korkuyor, İngilizce’nin dışında konuşmuyorduk. İlk hafta çarşamba hariç dört gün derse gittim. Cuma günü artık Kenan Bey söz etmese bile ben ücret konusunu açmaya kararlıydım. Bir önceki derste söylediği gibi saat beşte fabrikadaydım. Yediye kadar aralıksız çalışmıştık. Verdiğim ödevleri yapıyor, gereken ilgiyi gösteriyordu.
Öğrendiklerini görmek ve ona moral kazandırmak için küçük bir sınav yaptım. Oldukça başarılıydı. Sonuçtan memnunduk. ‘Bunu kutlayalım hocam’ dedi. Anlamadığımı bakışlarımdan görmüş olmalıydı. ‘Hadi toplayın çantanızı yemeğe çıkıyoruz.’
Sehpanın üzerindeki notlarımı topluyordum. Yardım etmek için eğildiğinden ilk kez bu kadar yakın olmuştuk. İkimizin de gözlerinde bir yıldız kaydı. Dileğimi tutmaya korkuyordum. Mercedes’e bindiğimizde önceki gece dinlediğimiz kanalın radyo hafızasına alındığını fark etmiş, bundan garip bir tat almıştım. Beni önemsediği hissi içimi kaplamış, o bildik ürperti bütün vücudumu sarmıştı. Oldukça şık bir restorandaydık.
Etlerimiz sıcak mermer üzerinde servis ediliyordu. Menüdeki rakamlara bakınca bir porsiyon fiyatının iki günlük yemek bedelim olduğunu gördüm. Şarabın fiyatını hiç söylemeyeyim. Karşımızdaki masadan kalkanlarla ayaküstü bir şeyler konuştu. Adam ve eşi uzaktan başlarıyla selam verdiler. Ben tebessüm ederken kadın gözlerini bana dikmiş, inceliyordu. O an kendimi çok kötü hissettim. İlk kez gördüğüm bu kadın beni bakışlarıyla eziyor, küçümsüyordu. Belki de Kenan’ın sevgilisi olduğumu düşünmüştü.
Bu fikir bütün neşemi aldı. Kenan’dan etkilenmiştim ama asla onun metresi filan olmazdım. Hem ben yapamazdım, başkalarının mutluluğunu yıkamazdım, babam beni kesin öldürürdü. Ben Kenan’ı gece lambayı söndürüp yatağıma uzandığımda düşlemeyi seviyordum. Gerçekte onunla asla bir ilişkim olamazdı. Öyle basit, hafif ilişkiler bana göre değildi. Yanlış bir şey yapmayacağımdan ya da böyle bir ilişkinin yanlış olacağından o kadar emindim ki. Kenan masaya döndüğünde durumun farkındaydı. O da sıkılmıştı. ‘Biliyor musun’ dedi. ‘Şebnem cadısı hemen arar Berna’yı. Neyse ki ondan önce ben söyledim.’ Şaşırmıştım. ‘Ani karar verdiniz sanıyordum’ diyebildim. ‘Evet. Gündüz birden karar vermiştim. Kutlama sebep oldu diyelim.
Kendimi oyuna getirilmiş gibi hissetmiş, Berna Hanım’a hakkımda neler anlattığını merak etmiştim. ‘Keşke eşiniz de olsaydı’ dedim. Bakışlarını yüzüme dikti. Bu öneriden hoşlanmadığı açıktı. ‘Ders ücretini konuşmayacak mıyız?’ diye sordu. ‘Beni yemeğe çıkartıp ucuza getirmeyi planlamadınız umarım’ dedim. Kahkahalarla güldü. Daha önce söyledim mi bilmiyorum ama Kenan çok güzel gülerdi. Bir çocuk gibi, umarsız, hiç çekinmeden, sesini kontrol etmeye çalışmadan, içinden geldiği gibi. Neyse ki restoran müşterileri azalmıştı, fazla dikkat çekmedik. ‘Seni kırmak istemem ama ben haftalığını hazırladım’ diyerek uzun beyaz bir zarf uzattı. Utanmıştım. İlk kez profesyonelce paramı kazanıyordum. Su filtresini, part time denilen amatör bir uğraş sayıyordum. Üstelik ödemelerini arkadaşımdan aldığım için bu kadar heyecanlanmamıştım.
Zarfı yavaşça alıp çantama koydum. ‘Açıp saymayacak mısın?’ ‘Takdiriniz neyse değerim odur Kenan Bey’ dedim. Bu cümleyi o an hiç düşünmeden, ‘Verilen ücret ne olursa olsun kabulümdür’ ya da ‘Siz uygun görüyorsanız doğrusu da odur, itirazım yok’ anlamında söylediysem de sözcüklerin arkasında yatan derin anlamı ve bu anlamın kayıtsız teslimiyetim olduğunu ikimiz de fark etmiştik. Kenan şaşırmış, bense korkmuştum. Ona karşı hissettiklerimin yalnızca beni ilgilendireceğinden, bütün bu hislerin zararsızlığından, çocukça hayallerle sınırlı kalacağından, bu nedenle yanlış ya da ayıp sayılamayacağından, basit bir fantezi olduğundan o kadar emindim ki. Bu duyguları desteklemeyen yanımı susturmak, aklımın bu konudaki sürekli meşguliyetinden kurtulmak, sonuçta diğer yanımla barışmak, barışmayı bile sırf zaman kazanmak için istediğimin, yani kendime yalan söylediğimin henüz farkında değildim.
O gece yurt odamda zarfı açıp takdir edilen değerimi gördüğümde ağzım açık kalmıştı. Elimde tuttuğum paralar aylık ücretim için verilmiş olsa bile yüksekti. Kenan’ın bir yanlışlık yaptığından emindim. Henüz diplomasını bile almamış, eğitim fakültesi son sınıf öğrencisiydim. Hiçbir iş tecrübem ve referansım yoktu. Değil bir işadamına, henüz küçük bir çocuğa bile ders vermemiştim. Pazartesi çalışmaya başlamadan önce bu konuda görüşmeye karar vererek yatağa girdim. Paranın miktarı ve bu miktarın haftalık olarak kalma olasılığı itiraf etmeliyim ki saatlerce uyumamı engelledi. Beyaz Mercedes, mermer üstünde et yediğimiz restoran, menüdeki bir şişe şarap için yazılan rakamlar gözümün önüne geliyor, Kenan Bey için bu rakamın abartılı olmadığına hükmediyor, bir işadamının ederinden fazla ödemeyeceğini, mutlaka araştırma yapmış olacağını, belki Filiz Hoca’ya danıştığını kendime tekrarlayıp duruyor, bu fiyata itiraz etmemem gerektiğine kendimi inandırmaya çalışıyordum. Pazartesi ders yapmadık.
Salı günü kasabalı saf yanım ortaya çıkmıştı. ‘Derse başlamadan konuşmak istediğim bir konu var’ dedim. Şaşırmıştı. Merakla yüzüme baktı. ‘Haftalık olarak verdiğiniz ücret emeğimin üzerinde. Bu rakamı kabul edersem, iyi niyetinizi kötüye kullanmış olurum’ diyerek çantamdan zarfı çıkardım. Masasından kalkıp yanıma geldi.
…