“Gül Bağı – Sör Benfro’nun Şarkısı 2”
Sör Benfro’nun Şarkısı, serinin ikinci kitabı Gül Bağı ile sürüyor: Benfro ile Errol’ın kaderleri kesişmek üzere…
Engizitör Melyn’in gazabından kaçan Benfro, efsanevi ejderha Magog’un bir ormanın derinliklerindeki sığınağına doğru çekilir. Magog’un ruhu sayesinde Benfro türünün tarihini ve gerçek doğasını öğrenecek, kendi gizli güçlerini keşfedecektir. Ama bu yeni bilgilerin beraberinde büyük tehlikeleri de getirmesi an meselesidir.
Errol Ramsbottom’ın büyük bir savaşçı olma düşü, katıldığı tarikatın karanlık sırrını öğrenmesiyle paramparça olmuştur. Bu da yetmezmiş gibi, sahip olduğu özel yetenekler Errol’ın başına bela olacak, Engizitör Melyn tarafından çekildiği tuzağın içine daha da fazla hapsolacaktır.
Ormanda koşarken Benfro’nun pullarına dallar, çalılar çarpıyordu. Nerede olduğunu da, nereye gittiğini de bilmiyordu. Aklında yalnızca kaçmak vardı, bir de kör bir panik. Bir karıncalanma hissi nabız gibi atıp korku dalgalarıyla birlikte bütün vücudunu dolaşıyor, Engizitör Melyn ile savaşçı rahipleri izini sürüp aramalarını genişlettikçe ürpertiler geçiriyordu. Görünmez bir kuvvet onu yakalamak üzere uzanıyormuş gibi hissediyor, o kuvvet her yaklaştığında kaslarının gerildiğini hissedebiliyordu.
Ayağı bir ağaç köküne takıldı ve baş aşağı bir hendeğe yuvarlandı. Dünya etrafında dönerken, Benfro kanatlarının büküldüğünü, çalılara takıldığını hissetti. Sonra sersemleştiren bir şapırtıyla yüzüstü buz gibi suya düştü.
Soğuk, ciğerlerindeki bütün havayı boşaltırken, onu sarsıp biraz olsun kendine getirdi. Hızlı akan suda doğrulup oturdu, öksürüp nefes almaya çalışıyordu ama artık eskisi gibi kendini kaybetmiş halde değildi. Korkunun araştıran aurasını hâlâ hissediyordu ama zayıf bir histi, sanki uzaktaydı. Nasıl bu kadar emindi bilmiyordu, Melyn’i nasıl hissedebildiğini anlamıyordu ama adamın onu yanlış yönde aradığını, her geçen dakika biraz daha uzaklaştığını biliyordu.
Benfro yavaş yavaş sudan çıktı ve devrilmiş bir ağaç gövdesinin kuytusunda kalan alçak kumluğa oturdu. Sırtını ağaca verince kendini birazcık daha emniyette hissetti, fakat hâlâ korku ürpertileriyle ara ara sarsılıyordu. Düşüncelerini bir araya toplamak, olanlardan bir anlam çıkarmaya çalışmak istiyordu ama o ışıktan kılıcın inişi bir türlü gözlerinin önünden gitmiyordu. Canı bedenini terk edince annesinin birden yere yığılışı.
Gerçek buydu işte. Annesi ölmüştü. Ama ölü olamazdı. Annesi onu asla böyle, böyle apansız bırakmazdı. Kimseye baş eğmezdi, kafasının kesilmesine fırsat vermezdi, hele çelimsiz bir insana hiç. Onu bu kadar az mı seviyordu ki böyle bir başına bırakabilmişti?
Hayır, haksızlıktı bu. Bu haince düşünce içini suçluluk duygusuyla doldurdu. Annesi onu korumak için elinden ne geliyorsa yapmıştı, bu kendini feda etmek anlamına gelse bile. Peki, kendisi karşılığında ne yapmıştı? Kaçmıştı, korkup akılsızca kaçmış, kaçarken öyle bir patırtı yapmıştı ki bütün grup ok gibi peşinden gelmişti. Şansı vardı, şimdilik yakasını ellerinden kurtarmıştı, ama bu kovalamaca kolayca ölümüyle de sonuçlanabilirdi. Daha da beteri, yakalanmasıyla. O zaman annesi de boşu boşuna ölmüş olurdu.
…