“İnsanlık böyle belli olur kardeşim. İnsanlık küçük şeylerin altına saklanır. Sen başka yerde ararsın. Gözünün önündedir, görmezsin. Bakmasını bilmezsen görmezsin tabii. İnsanlığı nerede arayacağını bileceksin. Kim insan, kim değil bileceksin.”
Küçüklerin büyüklerinin yanında sigara içemediği, önüne gelenden dayak yediği, yeniyetmeyse azar işittiği bir Orta Anadolu köyünde iç içe geçmiş yaşamlar. Ankara, önünde sonunda gidilmesi gereken bir yer…
Gecekondu evler, yoksulluğun geçit vermediği hayaller, karnı doymayan bebekler, babalarının kopyası oğullar, kardeşlerini Keloğlan masallarıyla eğleyen çocuk anneler… Bir ağacın kökleri gibi birbirine dolanmış aileler, akrabalar, komşular…
Köhne, Ethem Baran’ın anlatımda ne denli mahir olduğunu her satırında hatırlatan, yaşamın dolambaçlı yollarında gezinen, canlı ve sahici bir roman.
*
Birinci Bölüm
1
Feramuz’un ilk ölümüydü bu.
İlk kez ölenlerin başına gelen onun da başına geldi ve sevdiği kadınları hatırladı.
İlkinde, üst üste yığılı yün yatak ve yorganların arkasında Şadiye’nin açtığı boşluğa saklanmış annesini düşünürken, odadaki karıncalara ve kırçıl tüylerinden patilerine, oradan da yattığı yerdeki yırtık çul kilime uyku akıtan kediye bakıyordu. Geceleri gökyüzünün hışırtısı duyuluyordu. Ay seğirtip pencerenin karşısına geliyordu. Sonra kızın yemenisinin açıkta bıraktığı boynuna gömüyordu kafasını. Daha önce hiçbir yerde rastlamadığı o kokuyu içine çekiyordu. Bu koku, yeni yeşile durmuş firiklerin çocuksu, dövenin altında çıtırdayan buğday saplarının sarışın, bahçedeki elmaların diri, aygın baygın tozlanan iğdelerin sarhoş, derin bir uykudan çıkıp gelmişçesine insanı uyuşturan cevizlerin serin kokusunu unutturan bir kokuydu. Artık başka hiçbir koku bunun yerini alamayacak, buna benzemeyecekti. Başka hiçbir yer Feramuz’un yuvası olamazdı. Onun yeri belliydi bundan sonra.
İkincisinde, sokağın ortasında, toprak yolu ikiye bölen koca akasyanın çaprazına bakkal dükkânını açtığında, karşıdaki evin perde gerisinden onu izleyen nişanlı kız, bakkala her gidişinde Feramuz’dan bir parçayı alıp dönüyordu evine. Bu, bazen Feramuz’un sesi, bazen cıncık gibi parlayan mavi gözleri, bazen de çapkın gülümsemesi oluyordu. Kimi zaman kızın güzelliğini öven bir cümlesi, kimi zaman da Feramuz’un belli etmeden yaptığı hafif bir temas kızla birlikte gidiyordu eve; Feramuz’dan getirdiği ne varsa hepsini rüyalarına sarıp sarmalıyor, yeni hayallerin peşine düşüyordu bu nişanlı kız. Feramuz ise Şadiye’nin kokusunu arıyordu her kadında.
Üçüncüsünde, “Güzelliğinin hakkını veremiyordur kocan,” diyerek sarıldığı kadının bakışlarından anlamıştı onun aklından geçenleri. “Bir bakışta bilirim,” demişti. Dükkâna şeker almaya gelen kadını, “Senden tatlı şeker mi olur,” dedikten sonra şeker çuvalının arkasına, karanlığın derinleştiği köşeye sürüklemişti.
Sonra diğerleri… Kopuk kopuk, zihninde pek netlik kazanamayan, çarçabuk silinmiş hatıralar…
Ama Selver… İlle de o…
Çocukluğunun zor, dolambaçlı yollarından işlediği oyalar, işlengiler, nakışlarla çıkmaya çalışan Selver’i gözüne kestirmişti çoktan. Kızın acemiliği, merakı ve hevesi vardı, onun da aradığı o doyumsuz koku… Kız da Feramuz’a onun ona baktığı gibi baktı; ondan aldıklarını bakışlarına yansıttı, işveli konuşmalarına ekledi, dükkâna gittiğinde lafı uzattı, körpeliğini ve güzelliğini Feramuz’a ılık ılık akıttı.
Daha ilk ölümünde, yıllardır korktuğu, köşe bucak kaçtığı ölümün nasıl bir şey olduğunu anlamıştı. Ölüm böyle bir şeymiş… Kendinden büyük ya da küçük onca insanı toprağa vermiş, sen daha ölmüyor musun diyenlere, hepinizi o kadar çok seviyorum ki, benim için üzülmenize, ağlamanıza dayanamam; siz merak etmeyin, hepinizi tek tek gömmeden hiçbir yere gitmiyorum, diye takılmıştı yıllarca. Şimdi arkasından neler söyleyeceklerini tahmin edebiliyordu: Adamı işte böyle gömerler, diyeceklerdi muhtemelen. O, toprağın altına henüz girmişken, cenaze evinde, bir yandan peynirli pidelerle çaylarını mideye indirip bir yandan sigaralarını tüttürürken, yaşadığı kadar yaşadı, diyeceklerdi. Ardından da okkalı bir küfür…
Uykusuz gecelerinin ölümün kapısında sonlanmasını istiyordu; uyandığı yerin ölüm olmasını… Kaç uykuluk ömrünün kaldığını hesaplamaya çalışsa da işin içinden çıkamıyor, kendine bile anlatamadıklarını ölüme nasıl anlatacağını bilememenin sıkıntısıyla kıvranıyordu.
İlk kez öldüğünü anladığında, daha hiçbir kadından helallik almadığını düşündü. Sırayla gitmeliydi: İlk helalliği Şadiye’den almalıydı; ne de olsa koynuna girdiği ilk kadındı o. Şadiye ölmüş müydü? Ya Azize? Kumru? Reyhan? Hanife? Neredeydiler şimdi? Ne fark ederdi; yattığı yerde, ölümle yaşam arasında dolaşıp duruyordu ve her iki dünyaya da gidip gelmesi onun için son derece kolaydı nasıl olsa.
Rahmetli karısı Semiha’nın sözleri mıh gibi aklına çakılı kalmışken diğer kadınlardan hangi yüzle, ne isteyecekti?
Kapısında beklediği ölümden işte bu yüzden çok korkuyordu.
Ama yıllar sonra Selver’i karşısında görünce öldü Feramuz.
Onun ilk ölümüydü bu.
…