“Ferahlık Ânına Övgü”
“İmkânsızlıkta ısrar başlangıçta romantik görünse de zamanla acınacak bir şey haline geliverir.”
“Ferahlık Ânına Övgü”, içlerindeki çaresiz ve suçlu hisseden çocukla baş edemeyen ve bu dünyada kendilerine basacak bir zemin bulamayan iki yetişkin adamın bir tekkede yollarının kesişme hikâyesini ironik ve çarpıcı bir dille anlatıyor. Tamer Rönesans hayranı, kendini bir türlü istediği gibi var edememiş bir ressamdır. Geçim sıkıntısı çektiği günlerde Mukayeseli Tasavvuf İncelemeleri Vakfı’nın tezyinat işlerini alınca kendini bir anda şeyhin huzurunda buluverir. Ayrıca orada tanıştığı, dergâhın birkaç yıllık müridi doktor Kerem’le ayakları aslında uzak bir geçmişe de basmaktadır. Ama ayaklarımızı hissetmiyorsak, nereye bastığımızın ne önemi var ki?
“Kimi zaman belirsiz karşılaşmaların kaderin işi olduğu söylenir. Öte yandan nerede kaderden ve insan özgürlüğünden konuşuluyorsa orada şeytanın zillerini şıngırdatarak, ayaklarını ardı ardına asfalta vurarak zıpladığı da söylenir.”
Ömer F. Oyal insan nefsinin zalimliğini, kendini değiştirmenin gayret, çırpınış ve dalgalanma içinde, tek başına gerçekleştiğini anlattığı bu romanında özgürlük ve sorumluluk sorunlarını irdelerken, kime yazıldığı belli olmayan mektuplar gibi, hepimizin kucağına cevapsız, lezzeti buruk sorular bırakıyor.
1
Savrukluğun kendine özgü bir tutarlılığı olmalıdır. Kirli camların, çürümüş doğramaların, paslanmış parmaklıkların evle ve içindekiy- le bir bütünlüğü olmalıdır. Derbederlik, parkelerin üzerindeki toz topaklarından soğuk güneş huzmelerinde gerçekliğe bürünüveren örümcek ağlarına, sehpanın üzerindeki uygunsuz karmaşıklığa, sağa sola saçılmış ve katılaşarak işe yaramaz hale gelmiş boya tüp- lerine, kaskatı fırçalara varana dek manzaraya imzasını atmışsa evde yaşayanlardan da aynı uyumu beklemeye hakkımız var. Epey uzamış sakalı, yıkanmamış ve çapaklı gözleri, giderek kararan dişleri ve üzerindeki eprimiş eşofmanıyla Tamer’in de manzaraya yakıştığını söyleyebiliriz.
Kanepenin üzerine gömülmüş, zoraki hamlelerle kucağındaki resim kağıdına bir şeyler çiziktirmekle meşgul Tamer. Aylardır yağlıboya çalışmıyor. Mecali yok ve korkuyor. Yeni bir resme baş- lamaktan korkulabileceği gibi, cansız ve yarım bir tuvali daha bir kenara kaldırmaktan da korkulabilir. Hem bazı temel renkler de eksik. Başıboş eskizler karalayarak avunuyor şimdilik. Öylesine karalıyor. Kâğıttaki boşluk giderek yok olmalı. Başta hep boş bir kâğıdın sonsuz imkânlarla dolu olduğu umulur. Boşluk yok olur- ken bu imkânların kâğıdın üzerinde serpileceği umulur.
Tabii öyle olmuyor, boşluğu hep benzer desenler dolduruyor. Darmadağın salonun duvarlarına yaslanarak tozlanan tuvallerde boşluğun girt- lağına yapışılmış olduğu anlaşılıyor. Nefessiz ve gözlerini kocaman açmış bir boşluk. Manzara denemeleri bile Tamer’in pençelerinden kurtulamamış. Resimlerin birinde ucube bir suratın gözleri anafora dönüşmüş, içeri doğru akıyor; diğerinde ağızları girdapta eriyen dört adam görüyoruz. Bir şeyler tartışıyor olmalılar. Kızgın görü- nüyorlar. Boşa tartıştıklarının kendileri de farkında. Çeşitli renk- lerde, çeşitli biçimlerde dibe, karanlık ve belirsiz bir noktaya inen burgaçların ne anlatmaya çalıştığını bilemiyoruz. Örneğin şu koyu renk olanı. Ya da üzerindeki tozdan epeyce eski olduğu anlaşılan şu mavi tuval. Vesveseye yakın bir mavi. Israrlı bir kurtuluş çabası kesintisiz bir sallantı demektir.
Resim alt köşede aniden beyazlaşıyor. Bu ani beyazlığa karşın resim mavi gibi görünüyor. Kesintisiz bir mavi gibi. Sadeliğe bu yöntemlerle ulaşılabilir mi? Göründüğü kadarıyla bütün bu deneyler çoktan unutuluvermiş. Buna rağmen Tamer ellerini kapkara eden kömür kalemle kendinden geçmişçesine kâğıdı karalayıp duruyor.
Ne sokaklarda yere se- rilmiş kıştan ne de ürkek adımlarla yaklaşan bahardan haberdar gö- rünüyor. Arada sigarasından derin bir nefes çektikten sonra kömür katmanları arasında kaybolma gayretine dönüyor. Kendini oralarda bir yere nakşetmeye çalışıyor. Oysa şu anda asıl uğraşması gereken şey acilen para kazanacak bir iş bulmak.
Yanmış bir ampul bekleyebilir. Hatta aylarca bekleyebilir. Önemli olan ampulün değişmesi, bir yerden yeni bir iş bulunması, ev sahibine kiranın gecikmesinden ötürü yeni bir yalan uydurulması falan değil esasen kâğıda doğru bir çizgi çizebilmektir. Birden kalemi bıraktı. “Olmadı bu da!” Kağıdı hışımla bir tarafa fırlattı. Kâğıtların, gazetelerin, naylon poşetlerin üzerine basarak salonda amaçsızca turlamaya başladı. Birinci tur, ikinci tur, dördüncü tur. Nihayetinde sehpalardan birine eğildi. Ağır bir kitabı, üzerindeki yığını bir kenara itip eline alarak yeniden kanepeye döndü.
Rönesans dönemi ressamlarının eserlerini içeren yabancı baskılı ve bir zamanlar oldukça pahalı olması gereken solgun cildin Akademi kütüphanesinden yürütüldüğünü anlamak için sırtındaki kaşeye şöylece bir bakıvermek yeterli. Sayfaları avare avare çevirip Francesca’nın, Konstantin’in Düşü resmine geldiğinde durdu.
Gözleri, resmin sol üst köşesinden aşağı doğru akan meleğin koluna takıldı. Meleğin yüzü pek seçilmiyor ama de- vinimi ortada. Böylesi günlerde bir melekle karşılaşma beklentisine kapılıvermek hiç de sıra dışı sayılmaz.İmparator Konstantin ordugâh çadırında uyuyor.
Hizmetçi kolunu imparatorun yatağına dayamış, uykuyla uyanıklık arasında bir yerlerde kim bilir neler düşünüyor. İki nöbetçi inadına cin gibi uyanık. Gece sessiz, derin ve karanlık. Arkadaki çadırların sivri tepeleri de karanlığa gömülmüş. Ordugâhın horultusunu hissetmemek mümkün değil. Bu horultuya rağmen ansızın çadırın üzerinde beliren melek, Konstantin’i ve çadırın önünü aydınlatıveriyor. Elinde haç tutan meleğin sözlerini resme bakarak işitemiyoruz. Melek, imparatora “Eğer yarın savaşta ordun bu haçı taşırsa savaşı kazanacaksınız” diyor.
…