Kara Güneş | Bahadır Yenişehirlioğlu


Bahadır Yenişehirlioğlu, 15 Temmuz gecesinde yaşadığımız hain girişimi, bu ülkenin evlatlarını vatansız bırakmak isteyenleri, insanlarımızı bir var olma mücadelesinin eşiğine getiren büyük tuzağı romanlaştırdı.
Manisa’nın bir köyünde, aynı göğün altında uçurtma uçurmuş, çocukluğun en keyifli ve zor zamanlarını birlikte yaşamış iki arkadaş.
Biri arkasında kaya gibi sağlam duran bir baba ile şefkatli bir annenin evladı Ebubekir, diğeri dağılmış bir ailenin incinmiş çocuğu Kadir. Bir de köyün güzeller güzeli kızı Züleyha.
Hayatları köylerine gelen Hasan Öğretmen’den sonra asla eskisi gibi olmayacaktı.

Hasan Öğretmen’in öğrencilerinden bir “altın nesil” oluşturmak uğruna onları iradelerinden, seçimlerinden, kişiliklerinden adım adım uzaklaştırıp kendilerine, değerlerine, ülkelerine yabancılaştırmasına karşı direnmek mümkün müydü?

Kara Güneş, aynı memleketin evladı iki arkadaştan birini darbeci, diğerini ihanete direnen bir kahraman kılan geceyi ve o geceye giden taşları döşeyen büyük oyunu anlatıyor.

Kara Güneş, darbeye, ihanete, aldatmaya ve aldatılmaya karşı onurlu bir direnişin romanı.

“Gökyüzünün rengi ne Kadir?”

Kadir, Züleyha’nın gözlerinin içine bakarak,

“Siyah,” dedi.

“Peki sen, en son ne zaman gökyüzüne baktın?”

Yıllar önce Manisa’nın bir köyü,
aylardan Ağustos

Evden çıkmıştı, sundurmanın altına koyduğu kırmızı beyaz uçurtmayı aldı, koşarak avludan dışarı fırladı. Güneş, bütün köyü hükmü altına almıştı. Rüzgâr, bulutları sağa sola sürüklüyordu. Sokağın köşesine kadar koşturdu. Bir yandan elindeki uçurtmayı havaya kaldırıyor, bir yandan da kargıya yapıştırdığı renkli kâğıttan süzülen güneş ışıklarını izliyordu. Kırmızı kâğıttan yansıyan ışıklar, toprakta düştüğü noktayı yangın yerine çeviriyordu.

Kemikli, Manisa’ya otuz kilometre mesafede bir köydü. Köyün ortasından tertemiz bir dere akardı. Derenin kenarları kavak ağaçları ile yemyeşildi. Derenin yanından koşmaya devam etti, yığma taş duvarlı bahçelerin kenarından kırlangıçlarla birlikte rüzgâr gibi geçti. Caminin bahçesinde gömülü büyüklere Fatiha okudu alelacele. Sokakta sürüler halinde bir yukarı bir aşağı bağırış çağırış dolaşan kazları, ördekleri kışlayıp korkuttu.

Kimi kaçıştı, kimi akarsuya atladı, kimi gagasını daldırdığı suyu kafasını yukarı kaldırıp titreyerek içmeye devam etti. Üzüm bağlarına traktör arkasına bağlanan taral ile atılan ilacın kokusu burnuna kadar geldi. Aşağı vurup Rumlardan kalma boş evi geçti. Köyde dolmuşçuluk yapan Hasan abiyle selamlaştı. Köyde her eve su gelmemişti daha. Üç tane köy çeşmesi vardı, suyu olmayanların kullandığı. Bayır aşağı çeşmesinin önünde toplanan ablalara selam verdi. Ablalardan biri bağırdı:

“Len gel şu bidonu taşıyıver!” Oralı olmadı. Abla kızdı, “Haylaz gâvur!” diye seslendi arkasından. Sesi, alaca kekliğin kursağına ahenk vererek eşine kur yapışına karıştı. Tepebaşına gidiyordu Ebubekir. Havada hiç rüzgâr olmasa bile her daim esen tepebaşına. Orada uçurtmasını rahatça rüzgâra kaptırabilirdi. Hem çınar ağacının altında gölgelenebilirlerdi de orada. Havada süzülen kasnaklıları seyredip hayaller kurmak için ne güzeldi burası. Ama önce Kadirlere uğrayacaktı. Kadir en yakın arkadaşıydı Ebubekir’in. Daha çocuk sayılırlardı gerçi ama köy yerinde adamlığı çabuk yakıştırırlar çocukların üzerine.

Onlar da adamlığa özendikleri 12 yaşındaydılar. Serde hâlâ çocukluk vardı. Zaten köy yerinde pek de yapacakları bir şey yoktu. Uçurtma uçurmak her yaşın eğlencesi olmaya devam ediyordu. Kadirlerin evinin önüne geldiğinde tahta kapı açıktı. Kapıyı itip içeri girdiği sırada uçurtması kapının mandalına takılıp delindi. Bütün iştahı kaçmıştı.

Gündüz vakti sıcak çölde esen semum rüzgârının her şeyi mahvetmesi gibi bütün coşkusu sönüp kavruluvermişti. Şimdi kasnaklısı şu yırtılan yerden hava geçirecek ve istediği gibi uçmayacaktı. Omuzları aşağı indi, başını önüne düşürdü. Eliyle saçını karıştırırken ne yapabilirim diye çareler düşündüğü sırada Kadir koşarak merdivenlerden inmeye başladı. Kadir’i gören Ebubekir acı haberi tez ulaştıran ulaklar gibi seslendi:

“Kadir, kasnaklım yırtıldı.”
“Hani nerede?” diye sordu Kadir soğukkanlılıkla.
Ebubekir, Kadir’in bu tavrına şaşırdı.
“Ya, kasnaklım yırtıldı diyom sana. Sizin kapının mandalına takıldı.”
Kadir içine kapalı bir çocuktu. Duygularını belli etmekten
çekinirdi. Bir tek Ebubekir’e açardı içini. Ama her şeyi de değil. Uygun gördüklerini. Ebubekir de buna alışmıştı. Kadir’i
kardeşi gibi severdi.
“Ver bakayım,” dedi Kadir, büyük adam edasıyla.
Ebubekir uçurtmayı uzatırken sordu:
“Gözün nasıl oldu?”
“Bir hafta sonra çıkarceklermiş.”
Gözündeki bandajın kalkan uçlarını yapıştırdı eliyle.
“Allah korudu oğlum. Nerdeyse gözün çıkacaktı.”
“Doktorla babam konuşurken duydum. Doktor, gözü tam
görmeyebilir, dedi babama. Babam belli etmiyo ama. Görcez
bakam görüyom mu, görmüyom mu?”
“Görürsün görürsün oğlum. Dert etme sen.”
“Ya görmezse gözüm… Tek göz adama kız mı verirler!”
Son sözünü sanki içine doğru söyledi Kadir, kendi kendine
konuşur gibi. Üzüldüğü her halinden belliydi. Ebubekir de
üzülmüştü, konuyu değiştirmek istedi.
“Senin kasnaklı nerde?” diye sordu.“Ulen dur şimdi, benimkini düşüneceğine seninki ne olcek onu düşünelim.”

Güneş ortalığı yakmaya devam ediyordu. Çardağın altındaki kilim serili tahta divana geçip oturdular. Güneş ısrarla çardağın aralıklarından toprak zemine düşmeye devam ediyordu. “Dur sen şimdi, ben halledecem bunu. Dur sen gari, üzülme,” diyerek eve doğru koştu. Bir süre sonra, mutfaktan aldığı bir tasın içine yaptığı un bulamacıyla geldi. Elinde bir parça da el işi kâğıdı vardı. Kırmızı değildi ama olsun, kırmızıya yakın, mor renkliydi. “Kırmızı yok, bununla idare etcez gari,” diyerek uçurtmanın yırtılan yerine un bulamacını sürdü ve üzerine elindeki mor renkli el işi kâğıdını yapıştırdı.

Kâğıdın yanlarından taşan bulamacı da elinin tersiyle sıyırdı. “Aha, oldu bak, biraz bekleyelim de kurusun. Kurudukça gerilir o, def gibi olur. Üzülme sen.”Ebubekir un bulamacıyla yamanmış uçurtmasına baktı. Yama son derece çirkin göründü gözüne. Hevesi iyiden iyiye kaçtı. “Bizim Mustafa abiye benzedi bu,” dedi gayriihtiyari. İkisi birden gülmeye başladılar.

Mustafa yüzünde mor doğum lekesiyle doğmuş biriydi. Ebubekir, Kadir’in uçurtmasını merak etti: “Getir gari senin kasnaklıyı.” Kadir birer kuyu çukuru gibi duran gözlerinden akan yaşları sildi. “Dur getiriyom hemen,” diyerek elindeki tasla eve doğru yöneldi. Bir süre sonra elinde muhteşem bir uçurtmayla çıka geldi. “Ne len oooo! Aboooo, kim yaptı oğlum bunu?” diye sordu Ebubekir.

Uçurtmanın her bir parçası farklı renkli el işi kâğıtlarıyla kaplıydı. Kuyruğuna da rengârenk kurdele şeklinde püsküllü kâğıtlar bağlanmıştı. Uçurtmanın her bir parçasının üzerinde sobayı boyadıkları yaldızla yazılmış Arapça yazılar vardı. “Bizim öğretmen yaptı. Görüyon de mi, nasıl yapmış. Bununla kimse yarışamaz gari, hele senin bu yamalı.” Ebubekir bir yaması kurumaya bırakılmış kendi uçurtmasına bir Kadir’in uçurtmasına baktı. Yenilgiyi baştan kabul etti. Kadir uçurtmanın üzerindeki yazıları gururla okumaya başladı.

“Bak, bu Hazreti Ali, bu Hazreti Ömer, bu Hazreti Osman.”
Son parçaya geldiğinde Ebubekir sordu:
“Bu ne?”
“Bilmiyom, ben de sordum ama demedi.”
“Demiştir oğlum, sen bana demiyon. Hani biz sır kâtibiydik?”
Sır kâtibinin ne demek olduğunu ikisi de bilmiyordu o
zamanlar. Öğretmenlerinden duymuşlardı. Güzel bir şey olduğunu söylemişti Hasan Öğretmen.

“Bildiklerinizi, duyduklarınızı kendinize saklayacaksınız. Bu sizi daha da büyütecek, düşmana ancak böyle galip gelebilirsiniz. Dinimizi yok etmek isteyenlere ancak böyle direnebilirsiniz. Bu sizi bir arada tutacak, kardeş yapacak. Böylece Hizmet eri olacaksınız ve ileride büyük adamlar olacaksınız. Zamanı geldiğinde her şeyi daha iyi anlayacaksınız.

Bu sizi altın nesil yapacak.” “Ne demek acaba bu ‘F’ harfi? Hem bak, öbürleni beyaz yaldızla yazmış, bunu sarı yaldızla. Oğlum, çok güzel len bu kasnaklı,” diye uçurtmayı incelemeye başladı Ebubekir. “Kadir, söylesek bana da yapar mı len öğretmen?”

Kadir’in babası Hasan Öğretmen’i sahiplenmişti. Evinin yanındaki iki göz odalı küçük evi ona tahsis etmişti. Boyatmış, temizletmiş, öğretmen için hazırlamıştı. Muhtar rica etmişti bunu ondan. Kadir’in babasının durumu iyiydi. Köyün en büyük arazisi onundu. Babasından kalmıştı bu araziler.

Abisi daha evlenmeden traktörün altında kalıp ölünce bütün miras ona düşmüştü. Hayırsever bir adamdı. Muhtarla da arası iyiydi, muhtarın en büyük destekçisiydi. Köye dindar bir öğretmenin gelmesinden pek çok kişi gibi o da memnundu. Hatta herkesten daha mutluydu. Kadir, babasına benzemezdi. Babası tıknaz, güçlü bir adamken Kadir, anasına çekmiş, narin, hastalıklı bir çocuktu. Benzi hep sarıydı.

“Veremli bu çocuk, veremli. Öksürdüğünde yanına çok sokulma,” derdi Ebubekir’in annesi. Ebubekir de annesine çıkışırdı hep, “Kadir’e veremli deme,” diye. Ama gerçekten Kadir veremli gibiydi. Gözleri kuyuda gibi, çukur mu çukurdu. İçine kaçacakmış gibi.

“Bilmiyom valla, yapar mı yapmaz mı?”
“Yapmaz herhalde. Benim babam senin baban gibi samimi
değil ki öğretmenle.”
“Ebubekir, neden senin baban öğretmeni sevmiyo?”
“Seviyodur, neden sevmesin oğlum?”
“Öğretmen, babamla bu adam beni sevemedi bir türlü,
diye dertleşiyordu geçen gün.”
“Olur mu len öyle şey. Karşılaştıklarında hürmetle elini
öpüyo. Sizden istifade etmemiz lazım, siz eski topraksınız,
sizlerden öğreneceğim çok şey var, diyo ya.

Hatta yerlere kadar eğiliyo. Babam elini çekmek istiyo, öğretmen bırakmamak, öpmek için eğildikçe eğiliyo, nerdeyse kafaları tokuşuyo. Sevmiyorsa neden öyle yapıyo?”

Benzer İçerikler

Solgun Karanfil

yakutlu

Yusuf’un Defteri / Kaderin Ürkütücü Labirentinde Üç Genç…

yakutlu

Boyalı Kuş – Jerzy Kosinski – Online Kitap Oku

yakutlu

Sitemizin işlemesini sağlamak için teknik çerezler kullanılmaktadır. Çerezler hakkında detaylı bilgi almak için çerez aydınlatma metnini incelemenizi rica ederiz. Kabul Et Devamı

Privacy & Cookies Policy