“Ağıdı kadınlar yakar, babalar içine atar. Kadınlar söyler, babalar susar. Ve suçlu hep babalardır. Babanın sadece adı var.”Ülkemizin önde gelen eğitimci ve işadamlarından Talip Emiroğlu’nun yaşadıklarından da esinlenerek kaleme aldığı bu kitapta bir babanın tüyler ürpertici dramına, mücadelesine, hayat hikâyesine tanık olacaksınız. “Kimileri çocukları için servetini harcar, kimileri de servet için çocuklarını…” dedirten acı dolu bir hikâye bu. Hayatı bir günde altüst olan, gözü gibi baktığı iki kızını aylarca göremeyenbir babanın dramı…
Umutla direnirken inancından, ilkelerinden asla taviz vermeyen, tüm olumsuzluklara rağmen geleceğe hep umutla, inançla bakan bir babanın dramı… Onun yolculuğu herkesin yüreğine dokunacak.”Bu yolculuk beni acının esaretinden kurtaracak, körleşmiş hayatımı tazeleyecek. İşte buradan yeşerecek umut. Sevgi yeniden kol kanat gerecek. Dilimizdeki kelimeler yeniden can bulacak.” İlişkilerin ticarileştiği, şiddetin bedensel alana hapsedilip bir cinse mal edildiği çağımızda farklı şeyler söyleyen, farklı derinliklere dokunan ve zihinlerde yepyeni pencereler açarak 21. yüzyılda aile kurumunun geldiği noktayı tartışmaya açan bu samimi sese kulak verin.
***
I. Bölüm
20 Eylül 2009 Depremi
Çile Odasında Bir Ben Var
Yaradan acıları ya güzel günlerin habercisi olarak verir,
ya da kulunu daha büyük acılardan kurtarmak için…
Ömrüm boyunca yüreğimde baş edemediğim bir acıyla döndüm O’na. Ya da O beni böyle çağırdı yeniden yanına. Bu diğer acılara benzemiyordu. Çok yeni ve farklıydı. Göğsümden aşağıya doğru akan bir alev koru, geçtiği, vardığı her yeri yakıyordu. Ve geriye yalnızca bir yangın yeri kalıyordu, hâlâ içten içe yanan… Bununla yaşamaya çalışıyordum artık. Bünye bu acıya alışamıyor, onu özümseyip acıyla bütünleşemiyordu. Vücudunuzun herhangi bir yeri ağrıdığında, başta çok acı çeker, rahatsız olursunuz. Ama sonra alışırsınız acıya. Yine ağrınız olur ama ilk baştaki kadar hissetmezsiniz. Bünyeniz bunu kabul eder. İşte bu bendeki böyle bir acı değildi. Başka türlü bir şeydi. Parçalanıştı bu. Sürekli yeni başlamış gibi etkili ve şiddetliydi.
Her yeni başlangıçta şiddeti daha da artıyordu. Bu halimle dergâha geldim. O bana ne verdiyse, benden geriye ne kaldıysa, ne haldeysem, kendimi olduğum gibi O’na teslim ettim. İçimden hep şu sözü tekrarlıyordum: Yaradan acıları ya güzel günlerin habercisi olarak verir, ya da kulunu daha büyük acılardan kurtarmak için…
2009’un sonbaharında bir bayram günüydü. Ben de dahil, artık hiç kimse bana yardım edemezdi. Çaresizdim. Dünyaya geldiğim günü düşündüm. Hiçbir şeyim yoktu, çırılçıplaktım. Gönlüm, beynim bomboştu. Kimseyi tanımıyordum veya ayırt edemiyordum, her neyse… Muhtemelen ağlıyordum. Berraktım, tertemizdim ama nedense ağlıyordum. Oraya dönmek istedim, başladığım yere. Bunca yükle… ve pislikle…
Her yerimin kir içinde olduğunu hissediyorum. Kurtulmak istiyorum yaşamın örttüğü bu örtüden. Ayaklarımın götürdüğü yere gidiyorum. Ya geriye doğru, başa… Ya da ileriye doğru, sona…
Abdullah Hoca Efendi loş bir odada karşıladı beni. Kitaplarla dolu bir rafın önünde bağdaş kurmuş kitap okuyordu.Yanına yaklaşırken geldiğimi görüp görmediğinden emin değildim. Çünkü dönüp bakmamıştı. İyice yanına yanaşarak diz çöküp oturdum. Hâlâ bakmıyordu. Aslında ne yaptığıyla pek de ilgilenmiyordum. Kendimi odanın mistik havasına bırakıvermiştim. Beynimde bir sürü şey kaynaşıp duruyordu. Ama hiçbirini tutup arasından çekmiyordum. Bu kaynaşmayı dikkate almazsak bomboştu belleğim. Neden burada olduğum ve ne yapacağım hakkında pek fikrim yoktu. O, daha önce de birkaç kez oturup konuştuğum bir hoca efendiydi. Aklımda kaldığı kadarıyla dini bilgileri ezber değildi. Kendi yorumları vardı. Belki de bu yüzden onu farklı bir yere koymuştum. Ve bu çıkmazın içinde bu yüzden ayaklarım beni buraya getirmişti.
Ne kadar oldu bilmiyorum geleli. Kitabı rafa koyduğunu fark ettim. Bana dönüp iki elimi avuçlarının içine aldı. Yumuşaklığının yanında şefkat hissettim. O an en çok ihtiyacım olan şeydi bu. Hiçbir şey sormadı. Sadece gözlerimin içine baktı. Sanki her şeyi orada görüyordu. Gördükçe de beni anlıyordu. Hazır olup olmadığımı bile sormaya gerek duymadı. Enkaza dönmüş bedenim, aslında hazır olduğumun göstergesiydi. Elimin üstüne parmaklarını hafifçe bastırarak,“kalkalım” mesajını verdi.
Yürüdük. O önde, ben onun arkasında yürüyorduk. Arada bir duruyor, bana dönerek dingin bir ses tonuyla, aslında dışarıda pek bir şey olmadığını, her şeyin insanın kendi içinde olduğunu söylüyordu. Her sözden sonra dönüp tekrar yürüyordu. Kapalı bir kapının önüne gelip durduk. Anahtarıyla kilidi açtı. Dışarıda hava karardı mı, aydınlık mıydı hatırlamıyorum. Ben açılan kapıdan içeri girerken kolumu tuttu. Başımı çevirdiğimde tertemiz bir yüzle karşılaştım yeniden. Uzun zamandan beri böyle berrak, sevimli, dingin ve samimi bir yüz görmemiştim. Karşılıksız tebessüm vardı bu yüzde. Yani ben ne yaparsam yapayım, ne söylersem söyleyeyim, o tebessümün hiç etkilenmeden var olacağı güvenini veriyordu bana. Bir de gözlerinin içindeki tebessümü hatırlıyorum. Huzurun mührüydü. Bakıştık. Bu bakışma galiba son teyitleşme oldu. Kolumu bıraktı. “Buradan devam et,” dercesine eliyle işaret etti. Ben içeri doğru yürümeye başladığımda arkadan kapının kapandığını duydum.
Artık yalnızdım. Çile odasına doğru yürüyordum. Rabbimin huzuruna doğru… Ruhumu O’na geri vermeye gelmiştim. O’nun verdiğini, O’nun yarattığını tekrar O’na teslim etmeye…
Beden nedir ki? Motor nereye çekerse oraya sürüklenir. Yıpranır. Emanetini O’na teslim ettiğimde tekrar geri almak, yeniden istemek gibi en ufak bir talebim yoktu. Sadece doğduğumda bana verdiklerini, elli yıl kullandıktan sonra, doğrusuyla yanlışıyla, güzeliyle çirkiniyle, yorgunluğuyla O’na teslim ettim.
Abdullah Hoca, “Senin kimsenin yardımına ihtiyacın yok. İçinde bulunduğun bu çıkmazdan ancak kendi iradenle çıkabilirsin,” dediğinde haklıydı. Zaten hiç kimsenin nasihatini dinleyecek halim de yoktu. Dahası bunun bana bir yararı olabileceği konusunda umutsuzdum. Bu yüzden sıkılıyordum. Bana yardımcı olmaya çalışanların sözlerini bitirmelerini bile bekleyemiyordum. Kalkıp gitme nezaketsizliğini göstermiyordum ama dalıp gidiyor, başka şeyler düşünüyordum. Konuşulanların sadece başını hatırlıyordum. İçim fokur fokur kaynıyordu. Sanki bir yanardağ harekete geçmiş, lav saçıyordu. Gönül şehrim yerle bir olmuş, taş üstünde taş kalmamıştı. Ama tahribat sürüyordu. Bu harap şehir, püsküren volkanın lavlarıyla yanmaya devam ediyordu hâlâ. Böyle bir durumda nasihatleri nasıl dinleyebilirdim?…
Dışarıdan olmazdı. İçeriye, yanıp yıkılmış, yerle bir olmuş kendi harap şehrime girmeli, bu yıkıntıyı yerinde görmeliydim. Üzüntünün dibini bulmalıydım. Lavlar sadece içimden akıp geçmemeliydi öylece, üstüme üstüme gelmeliydi Yanmalıydım. Yandıkça daha da yanmalıydım. Yanmanın da derinine varmalıydım. Öyle yanmalıydım öyle yanmalıydım ki, bir daha hiç yanamamalıydım…
Şarj olmalıydım. Sürekli şarj olmalıydım. Dolmalıydım. Her türlü acıya, aşağılanmaya, hakarete, haksızlığa karşı donanmalıydım. Özleme karşı, evlatlarımın acısına karşı yeniden güçlenmeliydim. Acıların en büyüğünü yaşamalıydım ki, artık hiçbir acı beni etkileyemesin, acıtamasın.
Ruhumun yanı sıra bedenimin de her türlü ihtiyacına karşı; açlığa, susuzluğa, uykusuzluğa karşı direnç kazanmalıydım. Bunun için buradaydım.
20 Eylül 2009’da Yerle Bir Oldu Hayatım
İlçe Emniyet Müdürü Nevzat Bey’in makam odasında bir koltuğa ilişmiş oturuyordum. Öyle tedirgin ve şaşkındım ki, ağırlığımı bile tam olarak koltuğa veremiyordum. Oturmakla oturmamak arasında bir haldi benimki. Bütün dikkatim karşımdaki kişinin anlatacaklarına kilitlenmişti. O da çok huzursuzdu, sıkıntılı görünüyordu. Sanki söze nasıl başlayacağını bilemiyor gibiydi. Elindeki kalemle oynayıp durdu uzun bir süre, benimle göz göze gelmemeye çalıştı. Bu gergin sessizlikte saniyeler uzun zaman dilimlerine dönüştükçe kaygım büsbütün artıyordu. Müdür, içime işleyen sözlerini söylemeden önce derin bir nefes aldı. Bakışlarımız nihayet karşılaşmıştı. O an, yüzündeki ifadenin benimkiyle eşitlendiğini fark ettim; o da benim gibi endişeli ve karamsardı. Sanki benimle aynı duyguları paylaştığını göstermek istiyordu. Nevzat Bey, beni yerle bir eden sözleri söylemeden önce masanın üzerindeki dosyaya bakarak bir kez daha iç çekti. Konuşurken adeta kelimeler boğazında düğümleniyordu.
“Mehmet Bey, üzülerek belirtmek isterim ki, galiba büyük bir tezgâhla karşı karşıyasınız. Sizi uyarmak istiyorum. Bu iddialar hiç normal değil. Sizin eşinize ve çocuklarınıza işkence yaptığınız iddia ediliyor. Hem de on yıldır! Siz tanınan, saygı duyulan, hatırlı birisiniz. Elbette böyle bir şeye ihtimal bile vermiyorum. Ancak ellerinde bir video kaydı var. Ben izlemedim ama iddiayı desteklediği söyleniyor. Biliyorum, normal bir kavgada video çekilmez, ancak planlı da olsa delil delildir. Ayrıca hastaneden darp raporu almışlar. Hafif darp raporu ama yine de delil oluşturuyor.”
Buzlu cam ilk defa orada kırıldı. Tüm dünyam o gün, 20 Eylül 2009’da değişti. ’99 depremini sanki on yıl sonra yeniden yaşıyordum. Nereden geldiğini anlayamadığım dev bir dalga her yanımı sarıyor, bana dipten vuruyordu. Allak bullak olmuştum. Şakaklarım zonklamaya başlamıştı. Neler oluyordu? İçine düştüğüm bu tuzak da neydi?…
Depremde Ulus’taki evimde tek başımaydım. O zamanlar bekârdım. O gece hiç uyuyamamıştım. Tuvalete gittiğimi hatırlıyorum, çıktığımda büyük bir uğultuyla deprem başladı. Önce uzaktan bir rüzgâr sesi duyuldu. Sonra rüzgârın uğultusu giderek şiddetlendi. Eve yaklaştığında artık büyük bir gürültüye dönüşmüştü. Duvarlardan içeri girdi. Eşyaları sağa sola savurmaya başladı. Duvarlardan çatırtı sesleri geliyordu. Odanın zemininde dalgalar oluştu. Parke döşeli zemin, dalgalı deniz yüzeyi gibiydi. Her dalga geçişinde çatırtılar duyuluyordu. Ayakta durmakta zorlanıyordum. Tutunacak bir yer arıyordum. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Ev oradan oraya savruluyordu. Pencereye yanaşmaya çalışıyordum ama bulunduğum yer tümsek oluyordu, düşüyordum. Evin içinden dalgalar geçiyordu. On beş saniye daha sürseydi pencereden atlamaya niyetlenmiştim. Üçüncü kattaydım. Atlarsam belki de ölecektim. Bir ara durur gibi oldu, tam pencereye yanaşmıştım ki sarsıntı sona erdi.
17 Ağustos 1999’daki deprem, onu bütün şiddetiyle yaşayan herkesin hayatını altüst etmişti, tüm düşüncelerimiz, yaşantımız alabora olmuştu. Böylesi bir tehlike karşısında benim için de her şey anlamını yitirmişti. Ne kadar param vardı, işler ne olacaktı, gözüm bunların hiçbirini görmez olmuştu. Dün yoktu, yarın da… Yalnızca depremle birlikte kayıp giden, yok olan hayatlar vardı. Bu deprem bir milattı benim için.
20 Eylül 2009 gecesi, aradan on yıl geçtikten sonra, artık bambaşka bir hayat yaşarken, aynı depremi tüm şiddetiyle yeniden yaşadım.