Kuşlar da Gitti, İstanbul’un çürüyen, kirlenen yüzünün ve insanlığın da şehirle birlikte yok oluşunun romanıdır. Kuşların bir zamanlar mekân tuttuğu İstanbul’da çocuklar onları yakalayarak cami, kilise ve sinagogların kapılarında “azat buzat beni cennet kapısında gözet” diyerek satarlar. Ancak çocuklar satamadıkları kuşları yemek zorunda kalırlar.
“Sağlam bir kitap, yoğun bir insan sevgisi ve şiir, tam bir başyapıt.”
La Croix, (Fransa)
“Saklanacak, tekrar tekrar okunacak, üstünde günlerce düşünülecek bütün zamanların, bütün ülkelerin en güzel edebiyat yapıtlarının yanına konacak bir kitap…”
Jeremy Brooks, The Independent, (İngiltere)
“Klasiklere özgü yalınlıkta bir öykü.”
Church Times, (İngiltere)
“Batı Avrupa’da neden böyle romancılarımız kalmadı?”
New Statesman, (İngiltere)
***
Tuğrul ormanın alt yanından yürüyerek oraya, çadırların yanına geldi.
Daha eylülün on beşi bile olmadan Fatihten buraya üç kişi gelmiş, yaşlı kavağın az ilerisine, yeşil düzlüğün doğudan yanına çadırlarını kurmuşlar, hazırlığa başlamışlardı bile. Ağlar örüyorlar, tuzaklar yapıyorlar, bir tuhaf eski zaman türküsü söylüyorlardı alaşafaktan gün kavuşana kadar. Birisi kısa boylu, geniş omuzlu, üç köşe gözlü, kalın kaşlı, diken diken olmuş saçlı, kocaman elli, kocaman başlıydı. Gözlerinin akında, birisinde iki, birisinde de üç ben vardı. Sol gözündeki ben büyüyor, yayılarak ta gidip karaya karışıyordu. Bu çocuk hiç denecek kadar az konuşuyor, ağzını türküden türküye açıyordu. Birisi de bir sırık gibi upuzundu. Boynu uzamış gitmişti. Pörtlek kocaman gözleri, hemen yerinden fırlayacaklarmış gibiydi. Hep konuşuyor, konuşuyor, sonra birdenbire susu veriyordu. Konuşurken uzamış boynu ipince, öyle kalı kalıveriyordu. Ötekisi bir bıçkındı. Hani ateş parçası derler ya, o türden bir çocuktu. Bir an yerinde duramıyor, elleri durmadan işliyor, bir şeyleri yapıp bozuyor, konuşuyor, bağırıyor, arkadaşlarına takılıyordu. Çakır gözlerinde onulmaz bir keder çakıp sönüyordu, incecik sarı bıyıkları sarkıyordu. Elleri boş kaldığında doğru bıyıklarına gidiyordu, öfkeyle, koparacakmış gibi bıyıklarını çekiştiriyordu. Yuvarlak, öne doğru kıvrılarak uzamış çenesi güçlüydü. Bu güçlü çenede de bir keder vardı. Tuğrul, oraya kavak ağacını çevirmiş tel örgünün önündeki tümseğe, kollarını dizlerine dolayarak oturdu. Ben, belki de on gün, Tuğrulu hep oradan, ormanın alt yanından kollarını sallaya sallaya gelip tel örgüye sırtını verip, hem de dikenli tellere sırtını dayayıp çakırdikenlerin üstüne tümseğe oturduğunu, hiç konuşmadan orada öyle oturup durduğunu gördüm. Çadıra, bağırıp çağırarak bir şeyler yapan çocuklara, üstünden ikide bir geçen helikopterlere, uçaklara nedense bakmıyordu. Çenesi dizlerinin üstünde öyle durup duruyordu. Pazarları, Kınalıadanın başkomiseri oyuncak uçaklar salıveriyordu gökyüzüne. Yalnız Kınalıadanın başkomiseri miydi buraya, Florya düzlüğüne gelip oyuncak uçaklar salıverenler gökyüzüne. Mersedesli, Volksvagenli, Volvolu, Muratlı bir sürü başka adamlar da geliyorlardı. Bu, yerden yönetilen oyuncak uçaklar, havada gerçekten uçaktan da çok motor gürültüsü çıkararak, Florya göğünde dolanıp duruyorlardı. Onları seyre Çekmecenin, Menekşenin, Cennet Mahallesinin, Yeşilyurdun çocukları geliyorlardı. Kutsal bir saygıyla, sessiz, ellerini bile oynatmadan bir uçağa, bir uçağı yönetene bakarak susuyorlardı. Tuğrul, ne yerinden kıpırdıyor, ne de başını kaldırıp bir kere olsun göğe bakıyordu. Helikopterler kavak ağacının üst dalına sürünürcesine Tuğrulun tepesinin üstünden geçiyorlardı. Tuğrul taş gibi, helikopter üstüne bile düşse aldıracağı, yerinden kıpırdayacağı yok gibi. O kadar yanından geldim geçtim de Tuğrul beni bile bir kere olsun görmedi. Ne bileyim ben, belki de Tuğrul beni görüyor, üstünden gelip geçen uçaklara bakıyor, gürültülerini duyuyordu da ben fark etmiyordum. Belki de oturduğu yerden düzlükte ne olup bitiyorsa hepsini bir bir izliyordu.
Az ötedeki denizden ışık, motorların patpatı, tuz, çürümüş yosun, iyot kokusu vuruyordu karaya, ıslak, ılık, yoğun.
Bir sabah baktım ki Florya düzlüğüne bir sürü ağ kurulmuş, ormanın yanına, demiryoluna inen küçücük yamaca, dikenliğe, incir ağaçlarının altına, bademlerin dibindeki derin çukura, kavaklığın kıyısına… Çocuklar, delikanlılar, yaşlılar, çok düzgün giyinmişler, çok hırpaniler, tombalacılar, üçkağıtçılar, terzi, demirci, tamirci çırakları, beceriksiz balıkçılar, hepsi hepsi ağlarını sermişler, petaniyalarını bağlamışlar, içi tuzak kuşlarla dolu kafeslerini ağların yöresine dizmişler, gözleri göklerde diz çökmüşler, her birisinin ağzında kuş sesine benzer ıslıklar… Üstlerinden bir kuş kümesi geçmeyegörsün, düzlüğü kuş sesleriyle dolduran ıslıklar…
Florya, kül rengidir, karaya çalan, bir serçeden az biraz daha küçüktür. Saka sarıdır, ispinoz, iskete… Daha bir sürü küçücük parlak renkli kuş, göğsü sarıda, sarının en parlağı, en güzelinde. Kırmızısı kırmızının en yalımında… Sarısı zifiri karanlıkta, kırmızısı da, yeşili de öyle parıldayarak gözükür. Küçücük üç başparmak iriliğinde bir kuş, som mavi… Gökte uçarken, mavi bir ışık topağı gibi, mavisini havada bırakarak, mavi, yoğun, ışıktan bir çizgi çekerek, yayarak…
Tuğrulun gene çenesi dizleri üstünde, gene bacaklarını kucaklamış.
“Merhaba Tuğrul.”
Aldırmadı, duymamışçılığa vurdu. Ben onun beni duyduğunu sağ omzunun oynayışından anladım.
“Merhaba be Tuğrul, ne oluyor sana burada böyle?”
Gene aldırmadı, sırtı kabardı kabardı indi. Çelimsiz, incecik boynunu azıcık daha içine çekti. Tam bu sırada ayağının üstüne kavaktan bir yaprak düştü, orada kaldı. Yanına oturdum, elimi sırtına koydum:
“Ne var Tuğrul?”
Ağırca, belki utangaç, gözleri parlak, kıvılcımlı, yaşarmış gibi, döndü bana baktı gülümsemeye çalıştı, ince dudakları çatlamış, gerildi kaldı. Sonra, başını önüne eğdi, yumuşak bir sesle:
“Yok bir şey be abi,” dedi.
“Var,” dedim.
“Varsa var,” dedi, “bana ne.”
“Bana da ne?” dedim.
“Var, var, var,” dedi öfkeyle.
“Nedir o?” diye sordum.
“İşte,” diye bağırarak çadırı gösterdi, “işte bunlar.”
“Ne olmuş onlara?”
Gözlerini belerterek bana baktı. Sonra da sustu.
Üstelemedim kalktım yürüdüm. Bir iyice öfkelenmiştim Tuğrula. O çadırda ne olup bitiyorsa, bir insan adam gibi söyler, değil mi? Bilmiyorum, Tuğrul bana üstelemediğimden dolayı küstü mü? Belki de benimle bir daha konuşmayacak, varsın konuşmasın paşa gönlü bilir.
Ben de artık oradan her geçişimde durup çadıra, çadırdakilere bir iyice bakar oldum. Bir gün, iki, üç, beş gün, çadırı göz hapsine aldım, hiçbir şey göremedim. Onlar da, herkesler gibi ağlarını germişler, kafeslerini ağın yöresine dizmişler, petaniyalarını bağlamışlar, ıslıklarını çalıyorlar dudaklarını büzerek üstlerinden kuş kümeleri geçtikçe, dikenlerine kuşlar kondukça, onlar da coşkuyla, içleri sökülerek, gözleri dışarı uğrayarak ağlarını çekiyorlar. Dikenlere konan kuşlar ağın içinde kalıyor ve çırpınan kuşlara çocukların üçü üç yerden koşuyor, telaşla, coşkulu, hırslı, aç gözlü…
Sonunda ben de edemedim, Tuğrul gibi vardım, çadırın öteki yanına kocamış çitlembik ağacının altına oturdum, gözümü de onlara diktim. Bir Tuğrula bir onlara bakıyorum. Hiçbir yere bakmayan, bakmamış Tuğrul da bana bakıyor, hem de belli ederek bakıyor. Gökten kuş kümeleri geçtikçe, kuşlar çocukların dikenlerine kondukça, çocukların kuşları doldurdukları büyük kafesleri doldurdukça, kafesin içinde sarı, boz, kırmızı kuşlar vıcır vıcır kaynaştıkça Tuğrul göğe, ağa, çocuklara, kafeslere de gözlerini dikip bakıyor, sonra gene gözlerini indirip çenesini dizlerinin üstüne koyuyordu, ta ki gökten bir kuş sürüsü geçinceye, dikenlere kuşlar konuncaya, çocuklar kapanmış ağa doğru sevinç çığlıkları atarak koşuncaya kadar…
Bir ara yanından geçiyordum, başını kaldırdı bana baktı, uzunca, sonra kuş kaynaşan kafese, daha sonra da çocuklara baktı. Bakışları çocukların üstüne çakıldı kaldı.
Yolum geceleri de, gezintiye çıktığımda kavağın oradan geçiyordu. Bir gece bir baktım ki, tam gece yarısı Tuğrul orada, eski yerinde değil mi? Çadırdan da bol bir ışık sızıyor, sesler geliyor. Birisi durup durup gülüyor, hıçkırık gibi, ağıt gibi, küfür gibi, bir tuhaf kuş sesi gibi… Kalıbımı basarım bu gülüş, bu ses o uzun çocuğun gülüşüdür, sesidir. Ayaklarım beni Tuğrulun yanına götürdü, az ilersinde durdum:
“Tuğrul,” dedim.
Hiç karşılık vermedi. Sırtı kabardı, omuzu titredi mi, karanlıkta göremedim.
“Tuğrul, Tuğrul,” diye bağırdım.
Tuğrul ağır ağır kalktı, iki eliyle üstünü çırptı, denizden yöne doğru, bana bir kere olsun bakmadan yürüdü gitti. Demek bir iyice küsmüştü. Karanlıkta yumulmuş gölgesi yusyuvarlaktı. Gecekonduların arasında yitti gitti.
Ateş yanıyordu çadırın önünde, o kısa boylu bıçkın çocuk yöreden boyuna ateşe diken toplayıp atıyordu.
Sabah çok erken kalkıyorlardı. Tuğrul da tanyerleri ışırken oraya, onlar daha uyanmadan varıyordu. Kaç kere Tuğrulu, geç kalmaktan korkarak ormandan kavağa koşarken gördüm. Tuğrul koşuyor, koşuyor, ötekiler uyanmadan oraya varmışsa derin bir soluk alıyor, yerine, tel örgünün önüne çöküp oturuyor, dizlerini kucaklayıp çenesini üstüne koyuyordu.
Düzlükte, bir kuş yakalama yarışıdır başını almış gidiyordu. Her yıl ekim ayı gelince, hem de karayel, hem de poyraz, soğuk, ince, ustura ağzı gibi esmeye başlayınca, hem de lodos Florya denizini köpürtüp kudurtunca yağmurların, yellerin önünde sürüklenen küçücük küçücük kuş kümelerinin gökte zikzaklar çizerek, çavarak dikenlerin üstüne yağdıkları görülünce…
Kuşların yağmurlarda, sert yellerde dikenlere konmalarıyla kalkmaları bir olur. Ormanın üstüne, denize, Çekmece gölüne çavarak, ağaçların tepelerini yalayarak, göğün mavisine serpilmiş alacalı lekeler gibi uçarak gözden yiterler. Ilık, güneşli günlerde, binlerce vıcırdaşarak dikenlere sıvanıp, yazın sarı çiçek açmış, tüm düzlüğü safran sarısına boyamış, kurumuş dikenlerin tohumlarını dehşet bir oburlukla, sevinçle biribiri üstüne yığılışarak yerler. Florya düzlüğü Florya düzlüğü olduğundan beri, ta Bizanstan, Osmanlıdan bu yana bu küçücük kuşlar, nereden gelip nereye gidiyorlarsa, ekimden ta aralık sonuna kadar mekan tutarlar. Ve o günlerden bu günlere kadar da İstanbul şehrinin insanları bu kuşları türlü tuzaklarla yakalarlar. Yakalayıp Hıristiyansa kiliselerin, Yahudiyse sinagogların, Müslümansa camilerin önünde azat buzat, beni cennet kapısında gözet, satarlar. İstanbul şehrinin göğünü çok ucuza cennet karşılığı alınıp bırakılmış kuşlar doldurur. Özellikle kuşları alıp bırakmaya çocuklar meraklıdırlar. Haaa, bir de çok yaşlılar…
Çok eskiden, İstanbula yeni geldiğim günlerde olacak Taksim alanında bir, çok yaşlı, paltosunun yakası kürklü bir adamla altı yedi yaşlarında bir çocuğu, ayakları yalın on birinde gösteren bir çocuktan sapsarı, gözleri telaş içinde kuşları alır gökyüzüne atarlarken görmüştüm. Kafesteki kuşlardan birini bir, yaşlı adam alıp göğe fırlatıyor, bir, çocuk alıp fırlatıyordu. Göğe her kuş atılışında üç kişiden sonsuz bir sevinç çığlığı kopuyordu. Bir de kedi sinmişti oraya, çınar ağaçlarının arasındaki çalının içine, havaya attıkları bazı kuşlar uçamıyor, yere düşüyor, çalılığa sığınıyordu. Ve canavar kedi, kuş çalının içine girer girmez kapıyor, kuşu bir anda dişleri, ayakları gövdesiyle parçalıyor, yiyor, keyifle dişlerini temizleyip yeniden gelecek kuşu bekliyordu hiç kıpırdamadan, gözleri havada.
Şimdi artık, Eyüp Camisinin avlusu dışında kuşlar azat buzat satılmıyorlar. Onları artık çocuklar Eminönündeki kuş pazarına götürüyorlar. Kuşçular yüzlerce kuş arasından birkaç iyicesini, kuş meraklılarına çok pahalıya satmak için alıp kalanını çocuklara gerisin geri veriyorlar. Ve çocuklar ağzına kadar kuş dolu kafesleriyle yorgun, umutları kırılmış, bu kadar kuşu ne yapacaklarını bilemeden evlerine geri dönüyorlar.
İstanbulun tarihini yazanlar Florya düzündeki kuşların, kuş yakalayıcıların tarihine boş verirlerse tarihlerinin o kadar pek işe yarayacağını sanmam. Emeklerine yazık olur. Yüzlerce yıldır kiliselerin, havraların, camilerin önünde, milyarlarca salıverilmiş kuşun sevinci, insanların sevinci, az macera mı? Biliyorum, bir gün bir hoş, yüreği temiz, akıllı birisi çıkacak, Florya kuşlarının güzel, sevinçli, umutlu tarihini yazacak, işte o zaman işte, İstanbul biraz daha güzelleşecek, biraz daha büyülü bir kent olacak. İstanbulun büyüsü denizinde, yapılarında, göğünde, akarsularında mı yalnız, insanlarında mı? Ya Floryanın kuşları?
Birkaç gün sonra Tuğrulun yanında Cemi gördüm. İkisi yan yana, çeneleri dizlerinde, öyle orada oturup kalmışlar. Aradan iki gün geçti geçmedi, orada tel örgünün tümseğinde Tuğrullar tam altı kişi olmuşlardı. Gene dizlerini kucaklamışlar, gene çeneleri dizlerinde, gene hiçbir yere bakmıyorlardı. Kıpırdamadan, belki öfkeli, belki deli, belki düşünen yüzlerinden hiçbir şey belli olmadan tümseğin üstünde, yeşilliğin ucunda…
Çadırdakiler, gidip geliyorlar, çalışıyor, kuşları çağırıyor, petaniyaları kaldırıp indiriyorlar, çalılarına konan kuşlara ağ kapatıyorlardı. Arada da, orada kıpırtısız oturmuş kalmış çocuklara göz atmadan da edemiyorlardı. Bayağı şaşkınlık içindeydiler. Ve kocaman kafesleri birken iki, ikiyken üç oluyordu Şimdi çadırın içinde ağzına kadar kuş doldurulmuş, kıvıl kıvıl, sarı, som kırmızı, som mavi, ışıltılı saçma gibi fır dönen binlerce gözle, kanat çırpan, deliren, kurtulmak için kendilerini kafeslerin tellerine vuran, paralayan, korku içinde kuşlarla dolu, tam sekiz tane kafes vardı. Hani eni elli, boyu seksen, yüksekliği altmış santim kafeslerden olur ya, işte onlardan.
Bu Fatihli çocuklar var ya, gerçekten ben onların Fatihten buraya geldiklerini kimden öğrendim, gerçekten? Bilmiyorum. Belki de Fatih semtini ben onlara yakıştırdım. Bunlar olsa olsa Fatihli olurlar, dedim içimden. İşte bu Fatihli çocuklar orada oturmuş kalmış kıpırtısız altı kişiye kuşkuyla, azıcık şaşkınlık, azıcık da korkuyla bakıyorlardı.
Bu yıl talihleri yaver gitmiş, düzlüğe çok kuş gelmişti, tür tür, hiç görmedikleri, adını bile duymadıkları kuşlarla doldurmuşlardı kafeslerini. Bir el büyüklüğünde, her bir yeri lekesiz kırmızı, göğüslerine, kanat altlarına doğru açılarak allaşan kuştan altı tane yakalamışlardı. Bunların her birisi alimallah yedi lira bile ederdi. Bir de bir şahin yakalamışlardı. Şahini ayrı bir kafese kapatmışlar, her gün ona diri diri beş altı saka, ispinoz veriyorlar, yabanıl kuş kafesin içinde keskinleşmiş öfkeyle pençesine değer değmez, kedi gibi, kuşu paralayıveriyordu.
Buralarda şahin pek bulunmazdı ya… Belki uzaklardan, Istranca ormanlarından bu küçük kuşların ardına takılıp buraya kadar gelmişlerdi. Gelmiş, Fatihlilerin petaniyalarına gökten aşağı yıldırım gibi inmiş, tam petaniyayı kapacağı sırada, ağ üstüne kapanmıştı. Üstüne ağ kapanıp kıstırıldığında bile küçücük saka kuşu onun pençelerindeydi. Çocuklar petaniyayı zorla onun pençelerinden aldıklarında, pençeleri gagasıyla onlara saldırmış ellerini paralamış, kan içinde bırakmıştı.
Alacalı bir şahindi. Tam otuz beş liraya çingene Halile sattılar şahini. Sonra iki tane kestane rengi atmaca yakaladılar… Onları da yirmi beşer liraya gene çingene Halil aldı. Çingene Halil Kavak köyüne götürüp avcılara okutuyordu atmacaları.
Havada, çok uzakta, denizin üstünün oralarda bir alıcı kuş daha dönüyordu, çadıra yaklaştım:
“Bakın,” dedim, “orada, bir şahin.”
“Gördük,” dedi o kısa boylusu, üç köşe gözlüsü.
“Gelir mi?” dedim.
“Az sonra burada,” dedi, içini çekti. “Az sonra burada ama…”
“Aması ne?”
“Aması abi, ağı parçalıyorlar bunlar. Bunları çingene Halilden de başkası istemiyor, o da ancak her kuşa yirmi beş otuz lira veriyor. Bu kuşların ettiği hayır ürküttüğü kurbağaya değmiyor.”
Sözü, tetikte bekleyen uzun boylusu aldı:
“Kovalaya kovalaya onları, sabahtan akşama kadar canım çıkıyor. Yukarıdan aşağı petaniyalara doğru bir de saldırıyorlar, ödüm koptu dün…”
“Yakalayın şunu,” dedim.
Uzun çocuk boynunu uzatarak uçan kuşa doğru:
“Az sonra buradadır o,” dedi, boynu öyle kaldı.
Kısa boylusu, burun kıvırdı:
“İstemem, ziyade olsun.”
“Yakalayın,” dedim.
Üçünün de gözleri parladı:
“Ne verirsin?”
Azıcık düşündüm:
“Yüz lira,” dedim.
“Yaşasın,” diye bağırdı kısa boylu çocuk.
“Yaşasın,” dedim.
Uzun çocuğun ince boynu kuşa doğru uzayıp ipincecik oldu.
“Gel gel,” dedi, kuşu çağırdı. Bana döndü: “Şimdi gelir,” dedi.
“İstersen sen çadırda bekle abi,” dedi kısa boylusu. “Kuş şimdi gelir, yakalarız, alır gidersin.”
“Olur,” dedim; oraya yolun kıyısına çöktüm oturdum. Kafeslerdeki yüzlerce kuş bir ağızdan kıyameti koparıyorlardı.
“Yüz lira,” dedi yerinde duramayan çocuk, ağın ipini düzeltti, ayarladı. “Yüz lira,” dedi gene. Göğe baktı, kuş Cumhurbaşkanlığı Köşkünün üstüne doğru alçalmıştı. Çocuğun, “Yüz lira, yüz lira,” diye usuldan duyulur duyulmaz konuştuğunu duyuyordum. “Yüz lira, yüz lira… Etti iki yüz lira, iyi. Bir tane daha, bir yüz lira daha . Etti iki yüz… Beş, on, yirmi… İki bin lira…” Bıçkın çocuk kendi kendine bir oyun tutturmuştu. Devinimlerini sesine uydurmuş, oynar gibiydi. Gidiyor geliyor, ağı, petaniyaları yokluyor, ipi çekip petaniyaları havalandırıp havalandırıp indiriyordu. Alıcı kuş havada, kanatlarını germiş, göğün mavisinde, göğsünü esen yıldızpoyraza vermiş bulunduğu yerde, denizin buğusunun içinde kanatları pır pır, sağa sola yalpalayarak uçuyordu.
Bıçkın çocuk, boyu azıcık uzamış geldi coşku içinde karşımda durdu.
“Şu kuşlardan kaç tane tutarsam alırsın?”
Göğe, kuşa doğru elini uzattı:
“Bak,” dedi, “bak abi, ne güzel de uçuyor.”
“Gerçekten güzel uçuyor,” dedim.
“Az sonra senin olacak bu kuş,” dedi, sevinç içindeydi. Gitti, petaniyaların ipini çekti, dört küçücük sarı kuş can telaşıyla havalandı, bir metre kadar uçtular, ayaklarındaki çatal değneklere bağlı ip onları geri yere çekti, çocuk ipi çekip kuşları gene havalandırdı. Bir gökteki rahat salınan kuşa bakıyor, bir petaniyaları, o görsün diye durmadan uçuruyordu.
Bir ara gene yanıma geldi:
“Bu kuşlardan kaç tane alacaksın?” diye gene sordu
“Sen hele yakala,” dedim, “ben hepsini almazsam da satarız.”
“Kime satarız?” diye kuşkulu, inanamaz sordu
“Hasan Kaptana,” dedim.
“Kimdir o?” . . ..
“Kaptandır,” dedim, “bizim komşudur, Lazdır. Onun eskiden çok kuşu varmış. Yaman bir avcı.
“Lazlar avcıdır,” dedi bilgiç bilgiç. “Ya almazsa?”
“Ben alır ona armağan ederim.”
“Başka?”
“Bir de Ali Bey var, komiser, parmak izi komiseri.”